Kategoriler: Yakın Tarih

Saklı Tuğra

Birkaç hafta önce, kendimi ayaklarımın emrine verip aylaklık ettiğimden söz etmiştim. Bazı dostlarım bu yazıdan çok hoşlanmış ve benim yaptığım gibi çıkıp çoktandır yollarının düşmediği bazı cadde ve sokaklarda keyiflerince yürümüşler.

Böyle yürüyüşler hem çok dinlendiricidir, hem de zihninizin daha hızlı çalışmasını sağlar; evinize kafanızda yeni sorularla, hatta şaşırtıcı keşiflerle dönebilirsiniz. Ben, o gün, Bayezid Medresesi’nin önünde, rahmetli Turgut Cansever’in projesinin bir parçası olan o güzel dikdörtgen havuzun yanındaki çay bahçesinde çay içerken, zihnimde Üniversite kapısıyla ilgili bazı sorular belirmişti.

Aslında Harbiye Nezareti kapısı olan bu kapının üzerindeki kitabede Fetih ve Zafer ayetleriyle “Daire-i Umûr-ı Askeriye” ibaresi yazılıdır. Hemen üstünde de Sultan Abdülaziz tuğrası yer alır. 1927 yılında Osmanlı eserlerinde birçok kitabenin ve tuğranın kazınarak yok edilmesine yol açan “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bulunan bütün mebânî-i res­miyye ve milliyye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun” çıktığında bu tuğra ve kitabe mermer bloklarla kapatılmıştı. Birinci soru: Niçin mesela Cevri Kalfa Mektebi’ninki gibi kazınmadı? İkinci soru: Kitabenin üzerindeki mermer bloklar daha sonra kim tarafından, nasıl kaldırıldı? Ve üçüncü soru: Tuğranın üzeri niçin hâlâ kapalı?

Aslında “Bir Aylaklık Hikâyesi” yazısının devamı olmak üzere, bu soruların cevaplarını yazmaya niyetlenmiş, fakat araya daha âcil konular girince ertelemek zorunda kalmıştım. Tabii ilk işim, böyle konularda bilgilerine sık sık başvurduğum M. Uğur Derman ve Aykut Kazancıgil Beyleri aramak ve birçok kaynağa göz atmak olmuştu.

Soruların cevaplarına geçmeden önce, Üniversite kapısının üzerindeki kitabe hakkında Uğur Bey’in anlattığı anekdotu paylaşmak istiyorum.

Bilindiği gibi, İstanbul Üniversitesi kapısı olarak bilinen âbidevi kapı, aslında Harbiye Nezareti’nin kapısıdır. Tuğra ve kitabesi on dokuzuncu yüzyılın büyük hattatlarından Mehmed Şefik Bey’in imzasını taşır. Rivayete göre, Abdülaziz, Harbiye Nezareti’nin bir an önce açılmasını emredince hemen hazırlıklara başlanıp eksiklikler belirlenmiş. Bu eksikliklerden biri de henüz sipariş edilmeyen kitabeymiş. Tavsiye üzerine Mehmed Şefik Bey’e müracaat edilmiş ve kendisiyle altmış altına anlaşma yapılmış. Hemen işe koyulan üstad yazıyı önce küçük ebatta yazmış, daha sonra kareleme usulüyle gerekli ölçüde büyüttüğü yazı talebeleri tarafından iğnelenerek kalıp haline getirilmiş ve mermere uygulanmış. Bütün bu işleri altı saatte tamamlayan büyük sanatkârı bir sürpriz bekliyormuş: Anlaşma yaptığı erkân-ı harp yüzbaşısı, emeğinin karşılığını ödemeye yanaşmamış; çünkü kendisi altı lira maaş alıyor, altı saat çalışan bir hattata altmış altın ödenmesini haksızlık olarak görüyormuş. Durumu çıraklarından öğrenen Şefik Bey, yüzbaşıya şu haberi göndermiş:

“Bu yazı altı saatte değil, altmış senede yazılmıştır. Kendilerine altı gün değil, altı hafta, altı ay da değil, tam altı sene mühlet veriyorum. Bu müddet içinde, bu yazının bir harfini yazabilirse, istediğim paranın altı mislini kendilerine hediye olarak veririm.”

Üniversite kapısındaki kitabe, Mehmed Şefik Efendi’nin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Söz konusu kanun çıktığında kazınmaktan nasıl kurtulduğuna gelince: O tarihte Darülfünun Emini, yani rektör olan İsmail Hakkı Bey (Baltacıoğlu) aynı zamanda çok iyi bir hattattı ve Mehmed Şefik Bey’in eserinin değerini bildiği için üzerini kapattırmakla yetinmişti.

1933 yılında Darülfünun ilga edilip yerine İstanbul Üniversitesi kurulunca, kitabenin “Dâire-i Umûr-ı Askeriyye” ibaresinin bulunduğu orta kısmındaki mermerin üzerine yeni harflerle “İstanbul Üniversitesi”, Abdülaziz tuğrasının bulunduğu madalyonu kapatan mermere de T.C. harfleri hakkedildi. Kapının 1933 yılından sonra on altı yıl boyunca çekilen fotoğraflarında bu mermer bloklar beyaz lekeler halinde görünmektedir. 1949 yılında, rahmetli Süheyl Ünver’in yazdığı bir mektup üzerine, o tarihte rektör olan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, kitabenin üzerindeki mermerleri söktürmüş, fakat tuğranın üzerindekini kaldırtmaya cesaret edememiştir.

Evet, Beyazıt’taki Üniversite kapısının üzerinde, dairevî mermer parçasının altında, büyük bir Türk hattatının seçkin bir eseri gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Tuğranın sahibi Sultan Abdülaziz hortlayıp saltanat dâvâsına kalkışmayacağına ve kıyamet kopmayacağına göre, bu tuğrayı daha fazla saklı tutmanın ne mânâsı var?

Kendi tarihimizden ve kültürümüzden niçin bu kadar korkuyoruz?

Kaynak:

Beşir Ayvazoğlu

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce