Sahih Bir Gelecek İçin Sahih Bir Geçmiş Tasavvuru Şart mıdır ?
Unlü Osınanlı düşünürü Müııeccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702}, mensup olduğu İslâm-Osmanlı felsefe-bilim geleneğini takip ederek insanın doğduğunda insan-olma durumundan kaynaklanan yetileri dışında hiçbir bilgiye sahip olmadığını; başka bir deyişle, insanın ilk fıtrat anında boş olduğunu söyler. Devamında da duyular aracılığıyla dış-diinyayh kurutan ilişkiler sonucunda harekece geçen yetilerin duyu-verilerini muhtelif yöntemlerle işlemeleriyle ortaya tümel bilginin çıktığını belirtir. Dcde’nin ifadelerinin bilgi nazariyesi açısından muhcevî olduğu düşünceler bir yana, insanın sahip olduğu tasavvurların, hatta anlamların-değer-lerin üretiminin tarihî bağlamla, işgal edilen mekân ile süpürülen zaman koordinatlarıyla son derece yakından alakalı olduğuna hükmedilebilir. Öyleyse insanın sahip olduğu duygu ve düşüncelerin, tasavvur ve değerlerin hemen hemen tümü verilmiş (vehbî) değil, tersine kazanılmış (kesbî), tahsil edilmiştir. Bu nedenledir ki, bir insanın, hatta bir milletin geleceğinin, başta eğitim ve öğretim olmak üzere çeşitli yollarla inşa edilebileceği apaçıktır. Tıpkı içerisinde yaşanılan şimdiki zaman nasıl inşa edilmişse, bir kişiye veya bir millete yön-vermek, belki de yol-vermek için geleceği de inşa edilebilir. Öyle ki, bir insanın veya milletin hem şimdisini hem de yarınını belirlemek, yönlendirmek için geçmişi bile yemden üretilebilir. Nitekim sömürgeci dönemin baskın özelliği milletlerin geleceğini yönlendirmek için geçmişlerini belirlemek, her bir millete yapay bir geçmiş yaratnıakcır. Geçmişi tahrif edilen bir milletin, kültürün ve medeniyetin geleceği dc kolaylıkla tahrif, hatta tahrip edilebilir. Öyleyse sahîh bir gelecek için sahîh bir geçmiş tasavvuru olmaz ise olmaz bir şarttır. O kadar ki, kişilerin, milletlerin fikriyatı ile hissiyatının sıhhati bile geçmiş ve geleceke ilişkin tasavvurlarının sıhhatiyle yakından alakalıdır.
Geleceğin belirlenmesi, yani sefirod, modern çağda dünyaya hükmetmeye çalışan güçlerin öncelediği temel bir fikirdi. Siireç içerisinde geleceği belirlenmek istenen milletlerin, bu sürece engel oluşturan geçmişleri de, hedeflenen gelecek tasavvuruna uygun olarak dönüştürülmeye başlandı. Özellikle tarihî milletlerin, tarih yapan kültür ve medeniyetlerin geleceğini belirlemek için öncelikle tarihleri önünde küçük düşürülmeleri gerekiyordu; bu aynı zamanda o kültür ve medeniyetin tarihten tasfiyesi anlamına da geliyordu. Ru fikrin uygulanması büyük oranda sistemin kelime-i şehâdetleri esas alınarak yürütülüyor; gayeyi gerçekleştirmek için ise elverişli, kullanışlı kavram örgüleri devreye sokuluyordu. Böylece bir milletin yalnızca geçmişi, şimdisi ve geleceği ile oynanmıyor; üç tasavvuru da sorunlu o milletin, aynı zamanda hisleri ve fikirleri tahrif ve tahrip ediliyordu.
Nazari çerçevesini çizmeye çalıştığımız yukarıdaki fikirleri şimdi de mevcut duruma tatbik etmeye çalışalım: Islâm felsefe-bilim tarihinden bahseden hemen hemen tüm felsefe-bilim kitapları, XII. yüzyıldan, özellikle İmam Gazâlî’den sonra İslâm dünyasında felsefe-bilim hayatının bittiğini, en azından yaratıcılığını kaybettiğini söylerler. Bu kabul de sistemin bir kelıme-i şehâdeti olarak benimsenir ve ayrıntılarda getirilen tüm eleştirilere karşın sürekli olarak korunur. Tam da bu noktada şöyle denilebilir: Söz konusu olan tarihî bir vâkıa (gerçeklik) ise, yargılarımız bu vakıaya geri gidilerek denetlenebilir. Çünkü bir önermenin yargı olma cihetinden vakıaya mutâbakatı sıtdıkiyet ise vakıanın nefs i emr olma cihetinden yargıya mutâbakatı da hakikattir.
Bu sorunun cevabı ancak ve ancak yargının sıdkiyerini, vakıanın da hakikatini önceleyen insan için anlamlultr; hesabı olan hâsıh için hem sıdkıyet hem de hakîkat zaten daha baştan mahsûhdur. Şimdi bıı duruma yalnızca Islâm astronomi tarihinden bir örnek verelim:
1957’den beri, başra F.dward S. Keıınedy, David Kiııg, George Saliba, [amil Ragep gibi pek çok bilim adamının gösterdiği gibi 1240’lara kadar İslâm astronomisi daha çok Batlaınyus matematik sistemi ile Aristoteles kozmolojisi içerisinde işleyen, mevcut durumu ayrıntılarıyla yeniden üreten, yeni parametreler koyan, ancak bir bütün olarak mevcut sistemi nazarî olarak aşamayan bir yapıya sahiptir. İbn Heysem’ın sorunlu noktalara dikkat çekmesine, hem Doğu hem de Batı İslâm dünyasındaki nisbî teşebbüslere karşın İslâm dünyasında mevcut sistemi aşmaya çalışan ilk başarılı teşebbüs I240’!aıda Mııeyyeddin Urdî (ö. 1266) ile başlamış, Nasiruddin Tûsî (ö. 1274), İbn F.bi Şiıkr Mağribî (ö. 1283), Kutbuddiıı Şirâzî (ö. 1311), Sadru’ş-Şeria (ö. 1346), İbn Şârır (ö. 1375), Ali Kuşçu (ö. 1474), Şemseddin Hafrî (ö. 1522 cıv.), Mirim Çelebî (ö. 1524), Giyascddin Deştekî (ö. 1542), Garsuddin Halebî (ö. 1563) gibi isimlerle devam etmiştir. Kısaca hem ilkelere hem de yönteme ilişkin yeni ve özgün nazarî bir çerçeve getiren 1240-1600 yılları, İslâm astronomisinin altın çağıdır. Bu yıllar Merağa, Semerkant ve İstanbul okullarının en aktif ürerim yaptıkları, Batlaınyus astronomisi yanında Aristoteles metafiziğini ve fiziğini aşinaya çalıştıkları, hem hesabı hem de gözlemi berabcrcc dikkate alan yeni bir bilme yöntemi geliştirdikleri dönemdir.
Vâkıa böyle ise niçin bu vakıaya ilişkin yargı farklıdır; tarihî vesikalara rağmen yargı/lar nasıl sistemin kelime-ı şehâdetleri olarak hâlâ ayakta durmaktadırlar? Bu soruların cevabı, kısaca, geleceği mahsul) olan bir medeniyetin geçmişini de mahsûb kılmak istemekle alakalıdır. Bir de bu yargıya: “XII. yüzyıldan sonra din ve din adamları felsefe bilim hayatına hâkim olduğu için İslâm dünyasında her şey geriledi.” iddiasını ekleyelim. Ne ilginçtir ki tüm hu özgün astronomiyi üreten isimlerin hepsi ama hepsi din âlimidir: Nasinıddin Tûsı kelâma, Kutbuddin Şirâzî işrakî-sûfî, Sadru’ş-Şeria fakih, İbn Şârır müezzin-muvakkıt, Ali Kuşçu kelâmcı fakih…
Sahîh bir gelecek tasavvuru ancak ve ancak sahîh bir geçmiş tasavvuruna sahip olmakla mümkündür demiştik. Bıı vargıya şumı eklemeliyiz: Bugün milletçe içerisinde yaşadığımız tarih ve medeniyet perspektifi tamamen yapaydır. Bıı perspektif içinde üretilen düşünceler, resimler ve hatta hisler bile bir o kadar sıhhatten yoksundur. Açıktır ki Roma’ya çıkan yola giren bir milletin yolu Mekke’den geçmemelidir.
Kaynak:
İhsan Fazlıoğlu – Kendini Aramak