Sahabeyi Ayırmamak

images1 Sahabeyi Ayırmamak

Ahmet Tahir Dayhan

Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Giriş

Bismillâhirrahmânirrahîm ve bihî nestaîn…

Müzâkereme, “bazı yanlış anlaşılmaların ortadan kaldırılmasına”, “genelde Müslümanlar arası, özelde Şîa ve Selefîler arası yakınlaşma ve dostluğa”, “karşılıklı düşmanlığa dayalı görüş ve akîdelerin yumuşamasına” vesile olması temennisiyle kaleme aldığı tebliğinden dolayı, Prof. Dr. Tabatabâî’ye borçlu olduğum buruk bir teşekkürle başlamak istiyorum.

“Buruk bir teşekkürle” dedim; zira, dilek ve temennîler böyle olsa da, tebliğ sahibinin satır aralarında önümüze koyduğu kimi tasvir ve nakiller, 3. hicrî asrın ilk yarısında Abbâsî hakimiyeti altındaki topraklarda filizlenen bir zihniyeti; Mu’tezile-Şîa işbirliği ile sahneye konan “tafdîl” anlayışını 21. asra yeniden taşımak gibi bir garabeti içerisinde barındırmaktadır.[1]Tebliğin son cümlelerinin; “Ali ile Muaviye arasındaki savaşta kimin bâğî olduğu malûm olmuştur” ifadesiyle bağlanmış olması, başta sergilenen olumlu yaklaşıma gölge düşürmekte, “teberrî” ya da “berâet” adıyla bilinen klasik Şiî inanışa Sünnî literatürden destek arandığını düşündürmektedir.

Son ana başlık altında, Bağdat Mu’tezilesinin ünlü siması İbn Ebi’l-Hadîd (v. 656)’den nakledilen: “Ali dışındakiler hilâfetle süslendiler/şereflendiler ve eksikliklerini hilâfetle tamamladılar; Ali aleyhisselâm’da ise hilâfetle tamamlanmaya muhtaç bir eksiklik bulunmadığından ve hilâfet kendi içinde eksiklik taşıdığından, bu eksiklik onun hilâfeti üstlenmesi ile giderilmiştir” şeklindeki cümlenin de aynı maksada matuf olduğu açıktır.[2]

Her ne kadar bu tefsir, Ahmed b. Hanbel’in; “Hilâfet Ali’yi değil, Ali hilâfeti süsleyip şereflendirmiştir” sözü üzerine yapılmışsa da, Ahmed b. Hanbel’in nihai hedefi, yanında hilâfet meselesini tartışan kimselerin Hz. Ali (r.a.)’nin yergisi ile üç halifenin övgüsü arasında çiğnedikleri saygı sınırlarını korumaya çalışmaktı. Bunun böyle olduğunu, yazarın sıkça atıfta bulunduğu “Menâkıbü’l-İmâm Ahmed”de sergilenen fotoğrafın bütününe baktığımızda anlarız.

Örneğin arkadaşı Abdülmelik b. Abdilhamîd el-Meymûnî’ye (v. 274) şöyle seslenir İmam: “Ey Ebu’l-Hasen! Rasûlullah’ın ashâbından herhangi birini kötülükle anan bir adam gördüğünde, onun müslümanlığından şüphe et!”.[3]

Tek tek parçalara odaklanıldığı ve genel görüntü gözden kaçırıldığı sürece, sıhhatli bir ilmî duruştan bahsetme imkânı kalmaz. Üstelik sayın Tabatabâî’nin İbn Ebi’l-Hadîd üzerinden takındığı bu “eksiltici” tavır, yaşanmış tarihi geri çevirip tashih etmeye yetmeyeceği gibi, fırkalar arası yakınlaşmaya da hizmet etmeyecektir.

Ahmed b. Hanbel ve Tafdîl

İbnü’l-Cevzî’nin yukarıda adı geçen eserinde, Ahmed b. Hanbel’in Hz. Ali’yi öven sözleri kadar, onun diğer üç halifeye tafdîl edilmesini reddeden çok sayıda rivayet de yer almaktadır. Buna iki örnek verebiliriz:

1-a) Muhammed b. Avf el-Hımsî (ö. 272) Ahmed b. Hanbel’e; “Tafdîl hakkında ne diyorsun?” diye sorunca şu cevabı aldı: “Ali’yi Ebû Bekr’e üstün tutan Rasûlullah’a ta‘n etmiş demektir. Ali’yi Ömer’in önüne geçiren, hem Rasulullah’a hem de Ebû Bekr’e ta‘n etmiştir. Ali’yi Osman’ın önüne geçiren ise, Allah Rasûlüne, Ebû Bekr’e, Ömer’e ve bütün muhacirlere ta‘n etmiş olur. Ben böyle birinin hiçbir amelinin sâlih olacağını sanmıyorum”.[4]

2-b) Öğrencisi Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed el-Merrûzî’nin (ö. 275) naklettiğine göre bir keresinde şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) hastalandığında, cemaatin arasında Kur’an’ı daha iyi okuyanlar varken Ebû Bekr’i namaz kıldırmak üzere öne geçirmişti. Bununla hilâfeti kastetmiştir”.[5]

Ahmed b. Hanbel ve Zü’s-Südeyye

Tabatabâî’nin, Ahmed b. Hanbel’in bakış açısı ve merviyyâtı üzerine inşâ ettiği bir yazıya, ona hakaret eden Şîî bir tabakat yazarının iddiasıyla başlıyor olması da ayrı bir talihsizliktir. Tebliğ sahibinin, söz konusu iddianın ikinci yarısını kabul etmediğini ifade etmekteyse de, ilk yarısı hakkındaki suskunluğu şaşırtıcıdır. el-Hânsârî (ö. 1895)’nin, İbn Hanbel’i Nehrevân savaşına katılan Hâricîlerin başı “Zü’s-Südeyye” (ذوُ الثُّدَيَّة)’nin soyuna nisbet etmesi karşısında her nedense sessiz kalmış, okuyucuda kafa karışıklığına sebep olacak böylesi bir iftiranın doğruluğunu araştırma zahmetine katlanmamıştır. Oysa bizim açımızdan Zû Südeyye’nin torunu olmanın Ahmed b. Hanbel gibi bir muhaddisin mürüvveti üzerine herhangi bir etki edeceği akla gelmese bile, yazarın neseb asâleti üzerinde aşırı hassâsiyet gösteren kendi çevresinde tepki çekeceği, önyargıya sebep olabileceği hesap edilmeliydi.

Hânsârî’nin kitabındaki biyografinin, tebliğe alınmayan giriş cümlesi şöyledir:

الشيباني النسل. المروزي الأصل. البغدادي المنشأ والمسكن والخاتمة. ينتهي نسبته الغيرُ الميمون إلى ذي الثدية الملعونِ رئيسِ الخوارجِ على أمير المؤمنين، ولهذا اشتهر كونه منحرفاً عن الولاء له عليه السلام بالشدة مع أنه من كبار أئمة أهل السنة والجماعة القائلين بخلافته وفرض اتباعه وموالاته ولو بعد الثلاثة لا محَالة. بل يُروى عنه أنه قال: أحفظ أو أحدّث مما قد رويته بالإسناد عن النبي صلى الله عليه وسلم ثلاثين ألف حديث في فضائل علي بن أبي طالب عليه السلام.

“Nesebi Şeybân; ailesinin geldiği yer Merv; doğduğu, yaşadığı ve öldüğü belde Bağdat’tır. Uğursuz soyu, Emîru’l-mü’minîn Ali’ye isyan eden Hâricîlerin başı mel’un Zü’s-Südeyye’ye uzanır. Bu yüzdendir ki, Ali (a.s.)’ye bağlılıktan kesinkes sırt çevirmekle ün kazanmıştır. Hâlbuki kendisi, ilk üç halifeden sonra da olsa kat’î surette Ali’nin hilâfetini kabul eden, ona ittiba ve bağlılığı farz bilen Ehl-i sünnet ve’l-cemâatin büyük imamlarındandır. Hatta şöyle dediği rivayet olunur: Nebî (s.a.v.)’den isnâdıyla rivayet ettiklerim arasında Ali b. Ebî Tâlib (a.s.)’in faziletlerine dair otuz bin hadis ezberledim veya naklettim”. [6]

Kendi içinde çelişkiler barındıran bu ifadelerden üç satır sonra, tebliğin başına alınan ve İbn Hanbel’in Hz. Ali’ye düşmanlık sebebini anlatan cümleler yer alır.[7] Ne var ki üç sayfa sonra onun Mûsâ el-Kâzım (ö. 183)’ın öğrencisi olduğu, bundan iki sayfa ileride de Âl-i Muhammed’den olan imamlara karşı hüsn-i i‘tikad beslediği anlatılmaktadır.[8]

Ahmed b. Hanbel’in Hz. Ali’nin fezâilini anlatan otuz bin rivayet bildiği yönündeki mesnedsiz iddianın abartıdan ibaret olduğu izaha muhtaç değildir.[9] Zü’s-Südeyye ile akrabalığına gelince; sadece büyük lügatlere müracaatla bile bu yakıştırmayı çürütmek mümkündür. Doğuştan bir kolu noksan (مُخْدَجُ اليد) olan bu zatın, Hz. Peygamber’in haber verdiğine göre pazusunun olduğu yer koyun/kadın memesi şeklinde büzüktür ve ucunda meme başı, bu başın etrafında ise kedi burnundakilere benzeyen beyaz kıllar bulunmaktadır. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacak ve müslümanlarla savaşa girecek olan bir topluluğun arasındadır.[10]

Şeyh Tûsî (ö. 460) ve Allâme Meclisî (ö. 1698) gibi Şiî ulemanın ifadelerine bakılırsa, Zü’s-Südeyye’nin adı ve nisbesi “Hurkûs b. Züheyr el-Becelî”dir.[11] Becîle; Nizâr b. Meadd oğullarından Enmâr’ın iki evlâdından biri olup Yemen’de yerleşen kabilenin başıdır. Has‘am ile kardeştirler.[12] Hz. Peygamber’in Sebe’ sülâlesini saydığı on Arap kabilesi arasında da Becîle’nin adı geçer.[13] Nehrevân’daki savaşta Zü’s-Südeyye’yi öldüren Eşheb de bu kabilenin bir ferdidir.[14] Şeybân ise, pek çok kolu olan iki büyük Arap kabilesinin adıdır. Ahmed b. Hanbel, bu ikisinden, Şeybân b. Zühl b. Sa‘lebe b. ‘Ukâbe’nin soyundan gelmektedir.[15] Dolayısıyla, İmâmiyye’nin müctehid imamlarından Hânsârî’nin tabiriyle “mel’un Hâricî’nin uğursuz soyu” ile herhangi bir irtibatı yoktur.

Bu noktadan itibaren, sayın Tabatabâî’nin tebliğinde gözümüze çarpan ve tashih edilmesi gerektiğine inandığımız hatalı bilgi ve malumatı maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

Görmezlikten Gelinen Hadisler

1.Tebliğ sahibi, “İbn Hanbel’in Eserlerinde İmam Ali’nin Faziletleri” adını taşıyan ikinci ana başlığın hemen altında, Ahmed b. Hanbel’in İmam Ali’nin menkıbeleri hakkında “görmezlikten gelinen hadisleri” büyük bir cesaretle ve tüm çıplaklığıyla naklettiğini; Müsned, Sahih ve Sünenlerin çoğunda bu hadislerin rivayet edilmediğini söylemektedir.

Oysa tebliğinde verdiği 10 örnek rivayetin hiç birinde, Ahmed b. Hanbel nakil bakımından yalnız kalmış değildir. Aynı asra ait hadis kitapları içinde bunları bulmak mümkündür. Zaten yazarın 20, 28, 31, 43, 46 ve 47 no’lu dipnotlarda Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi kaynakları da referans göstermesi yukarıda söylediğiyle tezat teşkil etmektedir. Şüphesiz daha dikkatli bir araştırma yapıldığında, pek azı müstesna, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki rivayetlerin hemen hepsinin başka muhaddisler tarafından da rivayet edildiği fark edilecektir. Ancak musanniflerin tasnîf işleminde kullandıkları kabul kriterlerinin, Müsned’de yer aldığı halde “zayıf ve illetli” olan bir takım hadisleri dışarıda bırakması makul karşılanmalıdır.

İbn Hanbel’in, Hz. Ali ve ailesi hakkında Ehl-i Sünnet’e mensup bütün muhaddislerden daha fazla hadis naklettiği doğrudur. Ancak Müsned’in çok geniş tutulan hacmi, mükerrer rivayetlerin atılarak konu başlıkları altında bir araya getirilmemiş olması ve çok sayıda “garîb” (herhangi bir tabakadaki ravi sayısı tek kalan) hadis ihtiva etmesi dikkate alındığında,[16] bu durumun şaşırtıcı olmaktan çıkacağı aşikardır. Kaldı ki, Sünen’lerine Fedâil veya Menâkıb’a dair bölüm koymayan Ebû Dâvud ve Nesâî’yi istisna edersek, Kütüb-i Sitte’ye dâhil kitaplardan Sahîh-i Buhârî ve Müslim’in “Fedâilü’s-Sahâbe”, Sünen-i Tirmizî’nin “Menâkıb” ve İbn Mâce’nin “Mukaddime” bölümlerinde, “Hz. Ali’nin fazileti” adlı müstakil bablar bulunmaktadır. Yine, Tirmizî’nin ilgili babında nakledilen rivayet sayısının, diğer halifeler hakkında nakledilenin iki katına ulaştığını hatırlatalım. Burada önemli olan, konuyla ilgili rivayetlerin kitaptaki toplam rivayet sayısına olan oranıdır. Müsned 27647 hadis içerirken, Müslim’in Sahih’inde 3033 rivayet bulunduğu unutulmamalıdır. Kütüb-i Sitte’de Hz. Ali (r.a.)’den menkul rivayetlerin sayısına bakıldığında da sözkonusu oranın aşağı-yukarı korunduğu görülecektir. Kendisinden Buhârî 95, Müslim 66, Tirmizî 143, Ebû Dâvud 111, İbn Mâce 112, Nesâî 139 hadis tahric etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ise bu sayı 813’tür.

“Buhârî ve Müslim’in Abbâsîlerden korktukları için Hz. Ali’nin faziletleriyle ilgili hadis nakletmekten kaçındıkları” iddiası doğru değildir. Zira İmam Buhârî de, tıpkı Ahmed b. Hanbel gibi “Halku’l-Kur’an” meselesinde “Mihne”ye uğrayanlardandır. Arada mahiyet farkı bulunmakla beraber, Buhârî’nin sırf bu meseleyle ilgili bazı sorulara verdiği cevaplar yüzünden başı derde girmiş, Buhâra valisi Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî tarafından memleketinden çıkarılmış, Semerkand’a giderken yolda vefat etmiştir.[17] Arkadaşı Müslim’in de ona tabi olarak, hocası Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî (ö. 252)’nin meclisini terkettiğini, ondan yazdığı bütün hadisleri bir hamalın sırtına yükletip geri gönderdiğini biliyoruz.[18]

Mütevekkil’in Kovuşturması

2.Tebliğ sahibinin, Ahmed b. Hanbel’in Halife Mütevekkil’in memurları tarafından kovuşturulmasını “Müsned’deki fazâil hadisleri”ne bağlaması, gerçek dışı bir beyandır. Zira İbnü’l-Cevzî’nin eserine atfen verdiği sayfalarda böyle bir konudan söz edilmemektedir. Hicrî 236 yılı içinde evini kontrole gelen erkek ve kadın müfettişlerin gönderiliş sebebi, “halîfeye verdiği sözü tutmuyor, bir alevîyi evinde saklıyor” yönündeki asılsız ihbardır. İhbarın asılsız çıkmasından sonra, Halife kendisine on bin dirhem göndermiş ve “yakın olmak, duasıyla teberrük etmek” üzere kendisini Askeru Samerrâ’daki sarayına davet etmiştir. [19]

Nesâî’nin Hasâis’i

3.Tebliğ sahibinin, Ahmed b. Ali b. Şuayb en-Nesaî (ö. 303)’nin, “Hasâisu Emîri’l-mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib” adlı kitabını te’lif ederken, pek çok kez İbn Hanbel’in rivayetlerinden istifade ettiği ve eserini onlara dayandırdığı yönünde verdiği bilgi yanlıştır. Türkçe’ye de tercüme edilmiş olan Hasâis’de (“Hadislerle Hz. Ali”, Naim Erdoğan-Yusuf Özbek, İz yayıncılık, İstanbul 1999), Ahmed b. Hanbel yoluyla alınmış tek bir hadis yoktur. Zaten Nesâî’nin Sünen’inde (el-Müctebâ), İbn Hanbel tarîkiyle tahrîc edilen hadis sayısı da sadece altı’dır.

Ahmed b. Hanbel’in Olmayan Eseri

4.Tabatabâî’nin “İmam Ali’nin mertebesini açıklama babında İbn Ebi’l-Hadîd’in defalarca istinad ettiğini” söyleyerek delil getirmesine rağmen, Ahmed b. Hanbel’in “Fedâilü Aliyy” isimli müstakil bir kitabı yoktur. “Fedailü’s-Sahâbe” adlı eseri içinde “Fedâilü Aliyy aleyhisselâm” başlığını taşıyan bir bölüm vardır. 947-1247 no’lar arasında Hz. Ali ile ilgili rivayetler bulunmaktadır. Kitabın ilk bâbı Hz. Ebû Bekr’in faziletleri ile başlar. Te’lifi de aslında Ahmed b. Hanbel’e değil, oğlu Abdullah’a aittir. Rivayetlerin tümü Ahmed b. Hanbel’den alınmış da değildir.

Akrabaların Uyarılması ve Hz. Ali’nin Halifeliği

5.Tebliğ sahibi, “Önce en yakın akrabalarını uyar” meâlindeki Şuarâ Sûresi 214. âyetin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber’in 30 kadar akrabasını topladığına dair rivayetin metnini; “Kim tekellüfler ve anlaşmalar hususunda bana kefil olursa, ben de ona cennette birlikte olmayı ve akrabalarım içinde benim halifem olmasını garanti ederim” şeklinde Farsça’ya çevirmiştir. Oysa o cümle tek bir sorudan oluşmaktadır ve tercümesi şöyle olmalıdır:

من يضمنُ عني دَيْني ومواعيدي ويكون معي في الجنة ويكون خليفتي في أهلي؟..

“Borcumu ödemeyi ve verdiğim sözleri yerine getirmeyi, Cennet’te benimle beraber olmayı, ailemde halifem olmayı (benden sonra aileyi çekip çevirme işini üzerine almayı) kim garanti eder?”. Şerîk’in ismini vermediği bir adam şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Sen (kerem ve cömertlikte) derya oldun, bu işi kim yapabilir ki?”. Sonra aynı soruyu ehl-i beytine tevcih etti. Ali: “Ben garanti ederim” dedi.[20]

Tebliğ sahibi, bu hatalı tercümenin ardından; “Merhûm Ahmed Muhammed Şâkir bu hadisin isnadını ‘hasen’ olarak takdir etmiştir. Bu vâkıa, 1371 numaralı hadiste, İmam Ali’nin dilinden daha ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Şâkir, bu hadisin isnadını ise ‘sahih’ olarak beyan etmiştir” demektedir.

İşaret edilen hadisin baş tarafı şöyledir:

فأيكم يبايعني على أن يكون أخي وصاحبي …

“Kardeşim ve dostum olmak üzere kim bana bey’at eder?…”

Şuayb Arnaût, 50 ciltlik Müsned tahkîkinde, her iki hadisin de zayıf senedli olduklarını söylemiştir. İlk hadis, isnaddaki “Şerîk b. Abdillah” ve “Abbâd” nedeniyle (2/225), ikinci hadis ise isnaddaki Rabîa b. Nâciz’in cehâleti nedeniyle (2/466) zayıftır.

Burada iki hususa işaret etmeliyiz:

1.a) İki tercüme arasındaki farka dikkat edilirse, Allah Rasûlü’nün bu hadislerde teminat altına almak istediği konunun, yazarın tercümesine yansıyan havanın aksine, kendisinden sonra devlet idaresini deruhte etmeye yönelik siyâsi bir mahiyet arz etmediği ortaya çıkacaktır.

2.b) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inden yararlanırken, Ahmed Muhammed Şakir’in 8. cilde kadar getirdikten sonra vefat ettiği için yarım kalan tahkiki yerine, Şuayb Arnaût ve ekibi tarafından 50 cilt halinde yayınlanan çok daha titiz tahkikine müracaat edilmelidir. Bu vesileyle Nâsıruddin Albânî’nin şu anekdotunu aktaralım:

“Şeyh Ahmed Şâkir, İbn Hıbbân’ın bu bâtıl kâidesini taklid ettiği için, Müsned hadislerinin tashîhinde pek çok hatâya düşmüştür.[21] 1949 Haccında Medine-i Münevvere’de bir araya geldiğimizde, bundan dönmesi için kendisini iknâya çalıştım. Hâfız İbn Hacer’in konuyla ilgili sözlerini hulasa ettim. Oralı olmadı. Konuyu birlikte uzun uzadıya görüşmeyi arzu ettim, ancak bundan sıkıldığını fark ettim… Mekke ve Medine’de karşılaştığım âlimlerin çoğunda araştırma konusunda gönül genişliği olmaması gerçekten esef verici”.[22]

Menzile Hadisi

6.Sayın Tabatabâî, Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’nin Medine’de bırakılmasına dair 2 no’lu hadisi tercüme ederken önemli iki tahrifin altına imza atmıştır.

7.a) “Düşmanların kötü niyetinden çekindiği için de Ali’ye şöyle dedi: Medine’de benden ya da senden başka birinin kalması uygun değil”.

Hadisin Müsned’e alınan 14 tarîkinden hiç birinde bu cümle yer almamaktadır.

1.b) “Bunun üzerine münafıklar Ali’yle ilgili olarak ileri-geri konuşmaya başladılar”.

Bu cümle de hiç bir rivayet metninde bulunmamaktadır.

Ayrıca dikkatimizi çeken bir üçüncü husus, tebliğ sahibinin; “Ali, Peygamber’e durumunu şöyle arz etti: Beni burada yerine vekil mi bırakıyorsun?” şeklinde tercüme ettiği cümledir. Oysa bir yer hariç (I, 184), Müsned’deki bütün rivayetlerde Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e yönelik hitabı şöyledir: “Beni kadınlar ve çocukların başına halife/vekil mi bırakıyorsun?”. (أَتُخَلِّفُنِي مع النساء والصبيان ؟)

Tek başına “etühallifünî” kullanımının manada boşluk meydana getirdiğini görse de yazar, “kadınlar ve çocuklarla birlikte” kısmını Hz. Ali’ye -her nedense- yakıştıramadığı için, zannımızca metinden tıraşlamıştır.

Yazar bu hadisin dipnotunda Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerini kaynak vermektedir. Oysa yukarıda, onların Abbâsîlerden korktukları için bu tür rivayetleri almadıklarını iddia ediyordu!

Tevbe Sûresi’nin Tebliği ve Hz. Ebû Bekr’in Azli

7.Tevbe Sûresi’nin tebliği ile ilgili olarak kaydedilen 3 no’lu Müsned metniyle ilgili olarak bir-iki noktaya temas etmek gerekmektedir. Rivayette -Tabatabâî’nin cümleleriyle- kısaca şunlar anlatılıyor: “Peygamber (s.a.v.), ona (Ebu Bekr’e) Tevbe sûresini Mekke’ye götürüp Mekke halkına tebliğ etmesini ferman buyurdu… Ebu Bekr’in hareketinden sonra Peygamber, Ali’ye şöyle buyurdu: ‘Ebu Bekr’in ardından git ve ona yetiş. Onu bana gönder ve sen kendin o sûreyi tebliğ et’. Ali de bu emre uygun olarak davrandı. Ebu Bekr, Rasûlullah’ın yanına geri döndüğünde gözleri yaşardı ve şunu ifade etti: ‘Ey Allah’ın elçisi! Benden kötü bir şey mi sâdır oldu?’. Rasûlullah şöyle dedi: Senden hayırdan başka bir şey sâdır olmadı. Ancak bu tebliği, benim ya da ehlimden birinin yapması emredildi”.[23]

Rivayet içerisinde zikri geçen “Onu bana gönder ve sen kendin o sûreyi tebliğ et” ile “Rasûlullah’ın yanına geri döndüğünde gözleri yaşardı” şeklindeki iki cümle, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i dışında başka hiçbir hadis kaynağında bulunmamaktadır. Hz. Ebû Bekr’in görevden alındığını belirten bu cümleler, “Hasâisu Aliyy”nin müellifi Nesâî’nin iki Sünen’inde (el-Müctebâ, es-Sünenü’l-Kübrâ) bile yoktur. Kaynakların tamamında bu konu çoğunlukla Ebû Hureyre tarîkinden alınmıştır. Zira Ebû Hureyre (r.a.), o Hacc’da Hz. Ali (r.a.) ile birlikte emirleri hacılara tebliğ etmiş, hatta bu yüzden ikisinin de sesleri kısılmıştır.

İnceleyin:  Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu

Buhârî’nin rivayetinden anladığımıza göre; Allah Rasûlü (s.a.v.) tarafından kendisine “Emîrlik” görevi verilen Hz. Ebû Bekr, o Hacc’da (Vedâ Haccı’ndan 1 sene önce, 9. hicrî yılda), Ebû Hureyre (r.a.)’yi 5-10 kişilik bir grup (reht) ile birlikte (müezzinler arasında) Kurban günü Mina’ya gönderip emirleri ilan etmelerini istemiştir. Orada iki husus ilan edilmiştir: 1) Bir dahaki seneye hiçbir müşrik haccetmeyecek, 2) Kâbe’yi hiç kimse çıplak olarak tavaf edemeyecek.[24]

Bunun hemen arkasından Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali’yi göndererek Berâe Sûresi’nin ilk âyetlerini tebliğ etmesini istemiştir. Aynı gün Hz. Ali, Ebû Hureyre ile birlikte hem diğer emirleri, hem de sûrenin ilk âyetlerini tebliğ etmişlerdir. Yani herkesin görevi ayrıdır. Taberânî rivayetinde durum, İbn Abbâs (r.a.)’ın ağzından biraz daha farklı anlatılır.[25] Hz. Ebû Bekr Mekke’ye giden yolun yarısında iken, Hz. Ali elinde mektupla onlara yetişir. Mektuba göre; Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebû Bekr’i “Hac Emîri” tayin etmiş, Hz. Ali’yi ise “emirleri tebliğ” ile görevlendirmiştir.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki metinde “garîb” (ravinin tek kaldığı) lafızlar bulunmaktadır. Böyle bir durumda çoğunluğun rivayetini esas almak ve Zeyne’l-Âbidîn (Şîa’nın tabiriyle el-İmâmü’s-Seccâd) Ali b. el-Hüseyn b. Ali (r.a.)’nin tavsiyesine uymak en doğru yoldur.

İmam Süyûtî “Tedrîbü’r-Râvî”de, “31. Nev’: Garîb-Azîz” başlığı altında (II, 182), kendisinin şu sözünü nakleder:

رُوِىَ عن الزهري: قال حَدَّثْتُ علي بن الحسين بحديثٍ فلما فرغتُ قال: أحسنتَ بارك الله فيك هكذا حَدِّثْناَ قلتُ ما أراني إلا حدثتك بحديث أنت أعلم به مني قال لا تقل ذلك فليس من العلم ما لا يُعرف إنما العلم ما عُرِفَ وتواطأتْ عليه الألسُن

“İbn Şihâb ez-Zührî’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Ali b. el-Hüseyn’e bir hadis naklettim. Bitirdiğimde; ‘Ne iyi ettin. Allah bereketini artırsın. İşte hep böyle hadis rivayet et!’ dedi. Ben; ‘Tek yaptığım, senin benden daha iyi bildiğin bir hadisi sana tahdîs etmek’ deyince şöyle karşılık verdi: ‘Böyle söyleme. Bilinmeyen şey ilim sayılmaz. İlim ancak, bilinen ve dillerde dolaşan/dillerin üzerinde ittifak ettiği şeye denir”.

Velî ve Ğadîr Hadisleri

8.Velî ve Ğadîr rivayetleri (O benden sonra sizin velînizdir; Ben kimin efendisiysem/mevlâsıysam Ali de onun efendisidir) ile ilgili olarak, başta söylediklerimizi burada yeniden hatırlatmamız gerekecektir. Ahmed b. Hanbel’in görüşlerini ve naklettiği rivayetleri bir arada değerlendirmeksizin sağlıklı bir sonuç elde etmemiz çok zordur. Gerek oğlu Abdullah’ın “Fedâilü’s-Sahâbe”si, gerekse İbnü’l-Cevzî’nin “Menâkıbü’l-İmâm Ahmed”ini incelediğimizde, Ahmed b. Hanbel’in Hz. Ali’yi diğer halifelerin önünde ve daha faziletli görmediğine, bu iddiayı şiddetle reddettiğine şahit oluruz.

Şiî ve Sünnî fırkalar arasında asırlardır ihtilâf konusu olan ve adeta kangrene dönen meselelerin, onlarca kez “Hz. Ali Sempozyumu” yapılsa bile çözüme kavuşturulamayacağı gün gibi ortadadır. Ahmed b. Hanbel’in, adeta rivayetleri konuşturmaya dayanan fıkıh üslûbu, Müslümanları Müsned’deki farklı sahih rivayetlerin ortak noktasında buluşmaya çağırır. O, ayrılıkları derinleştirmek yerine çoğunluğun kanaatini desteklemeyi savunur. Oğlu ve arkadaşlarının doğrudan kendisine sordukları tafdîl ve hilâfetle ilgili meseleler üzerindeki görüşleri, Müsned’indeki rivayetlerin hülâsası olarak değerlendirilmelidir. Oradaki nakillerden onun fikrine ters düşen sonuçlar çıkarmaya kalkışmak, en azından bu tebliğin taşıdığı ruha ve önerdiği fikre aykırı davranmak manasına gelecektir.

Mesela Müsned’de üç-dört yerde geçen şu rivayet, Şîa’nın delil olarak aldığı bazı rivayetleri nasıl anlamamız gerektiği hususunda bize ışık tutmaktadır:

“Ali’ye; Rasûlullah (s.a.v.)’ın onlara özel bir hak tanıyıp tanımadığı soruldu. O da: ‘Rasûlullah (s.a.v.) bize bütün insanların umûmuna şâmil kılmadığı bir hak tanımamıştır…’ diye cevap verdi”.[26]

İçinde velî, mevlâ ve velâyetle ilgili ifadelerin geçtiği hadisler hakkında M. Reşid Rızâ (ö. 1935)’nın şu değerlendirmesi önemlidir:

“Ehl-i Sünnet, bu hadisin imamet veya hilafet anlamındaki iktidar velâyetine delalet etmediğini söyler. Bu lafız Kur’an’da bu manada kullanılmamıştır. Bilakis velâyetten kasıt; yardım etme ve destekleme velâyetidir ki Allah Teâlâ bununla ilgili olarak mü’minlerin ve kâfirlerin hepsi için ‘Onlar birbirlerinin velîsidir’ demiştir. Hadisin manası; ‘Ben kimin yardımcısı ve destekleyicisi isem, Ali de onun yardımcısı ve destekleyicisidir’ demektir. Ya da; ‘Kim beni destekleyip bana yardım ettiyse, Ali’yi de desteklesin ve ona yardım etsin’ anlamındadır. Sonuç olarak hadisin manası; Hz. Peygamber’in izinden giderek onun yardım ettiğine yardım etmek ve onun yardım ettiği şeyle yardım etmektir. Bu büyük bir meziyettir. Hz. Ali; Ebû Bekr, Ömer ve Osman’a yardım etti ve onları destekledi. Hadis, Hz. Ali gibi onlara yardım edenler aleyhinde hüccet değildir. Bilakis onlara buğz edip uzaklaşanlar için hüccettir”.[27]

Bir Hadiste Üç Fazilet

9.İbn Abbas’ın dilinden Hz. Ali’nin menkıbelerinin anlatıldığı ve özet hâlinde nakledilen hadisle ilgili olarak,[28] Ahmed b. Hanbel’in mezhepte takipçisi olan İbn Teymiyye’nin “Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye” adlı eserinde şu değerlendirmeleri okumaktayız:

“Bu hadiste Rasûlullah’a isnad edilen uydurma lafızlar vardır. “Benim seni Medine’de halife olarak bırakmadan (Tebük’e) gitmem yakışmaz” cümlesi gibi. Nebî (s.a.v.) birçok kez Medine’den çıkmış ve arkasında Hz. Ali’den başkasını halife olarak bırakmıştı. “Mescide açılan kapıların hepsini kapatın; Ali’nin kapısı hariç” cümlesi de böyledir. Şîa bu sözü, “Ebû Bekr’inki hariç hepsini kapatın” hadisine mukâbele olsun diye uydurmuştur. “Sen benden sonra her mü’minin velîsisin” cümlesi, hadis âlimlerinin ittifâkıyla uydurmadır.[29]

Her ne kadar sayın Tabatabâî, tebliğinin sonunda; “İbn Teymiyye’nin delilsiz ve taassupla hareket ederek İbn Hanbel’in Müsned’indeki Ali b. Ebî Tâlib’in faziletlerine dair sahih hadisleri zayıf olarak takdim ettiğini” iddia ediyorsa da biz, onun sahih gördüğü fazâile dair rivayetlerle dahi Hz. Ali efendimizin değerinin tam olarak tesbit ve teslim edilebileceği, saygınlığına hiçbir leke gelmeksizin hak ettiği konumu koruyabileceği kanaatindeyiz.

Konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünne’de kısaca şu fikri savunur: “Ehl-i bid‘at, hak ile bâtılı birbirine karıştırırlar… Onlar başka fırkanın yanındaki hakkı tekzib ederken, kendi yanlarındaki bâtılı tasdik ederler. Mesela Hâricîler ve Şiîler böyledir. İlk grup, Emîru’l-mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib’in (r.a.) faziletleri hakkında sabit olan şeyleri tekzib ederken, Ebû Bekr ve Ömer (r.a.)’in faziletleri hakkında rivayet edilenleri tasdik ederler, Hz. Ali’yi ve sevenlerini tekfir etme konusunda ortaya attıkları bid’atçi fikirleri de tasdik ederler. İkinci grup ise, Ali b. Ebî Tâlib’in faziletleri hakkında rivayet edilenleri tasdik ederken, Ebû Bekr ve Ömer’in faziletleri hakkında rivayet edilenleri tekzib ederler, Ebû Bekr, Ömer ve Osman’ı tekfir ve ta‘n konusunda uydurdukları bid‘atleri de tasdik ederler. İslâm dini ise bu iki uç noktanın ortasında durur”.[30]

Ehl-i Beyt Kavramı ve Bir Düzeltme

1.Tebliğ sahibi, 8 no’lu hadis için düştüğü 35 no’lu dipnotta şunları söylemektedir: “Burada, İbn Hanbel’in işinde bir tenakuz gördüğümüzü belirtmek gerekir. Zira o, Tathîr âyetiyle (Ahzâb, 33/33) ilgili olarak Ehl-i Beyt mefhumunu açık kılmak için hadisler rivayet etmiş; aynı şekilde Müsnedi’nde de, “Ehl-i Beyt’in Müsnedi” başlığı altında, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Akîl b. Ebî Tâlib, Ca’fer b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Ca’fer’den hadisler kaydetmiştir. Yukarıdaki rivayetler belli bir açıdan ele alındığında, son üç kişinin ehl-i beyt kavramının dışında kalacağı açıktır”.

Bu noktada yazar, yukarıdan beri ikaz levhası koyduğumuz bir viraja süratle girmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ini, adeta ona karşı kullanmakta; kendi zihnindeki Ehl-i Beyt kavramıyla, Ahmed b. Hanbel’in ortaya koyduğu kavram çatışınca, “onun yaptığında bir tenâkuz gördüğünü” söyleyerek üste çıkmaktadır.

Oysa Müsned sahibi, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün iki amca oğlu ve bir de amcaoğlunun oğlundan gelen rivayetleri “Ehl-i Beyt Müsnedi” başlığı altında vermekle rast gele bir tutum sergilemiş olmamakta, bilakis ve bilinçli olarak, bu kavramı Şîa’nın yüklediği dar anlamdan daha geniş bir alana taşımaktadır.

Konuyla ilgili ülkemizde yapılmış en geniş çalışmanın sahibi olan M. Bahaüddin Varol, eserinin “Kelime ve Kavram Olarak Ehl-i Beyt” başlığını koyduğu 84 sayfalık ilk bölümünün sonunda şu neticeye varmaktadır:

“Ehl-i beyt tabiri, Peygamber (s.a.v.)’in bütün hanımlarını, çocuklarını, Hz. Ali’yi, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le birlikte diğer akrabalarını kapsar. Arap dili ve örfüne uyan ve şer’î delillerle desteklenen en doğru tanım budur. Bir de mecâzî anlamda Ehl-i beyt vardır ki, Vâsile b. el-Eska‘ ve Selmân-ı Fârisî (r.anhüm) bu çerçevede mütalaa olunurlar. Zira Hz. Peygamberle aralarında hiç bir akrabalık bağı bulunmamasına rağmen onlar, bizzat Allah Rasûlü tarafından Ehl-i beyt’e dahil edilmişlerdir”.[31]

Sevgi ve Dostlukta Sahâbeyi Ayırmamak

1.Tebliğ sahibi, “Hz. Ali’ye dost olmanın İman, düşmanlık etmenin de Nifak alameti” olduğuna dair naklettiği 9 no’lu hadis-i şerifin,[32] Müsned dışındaki kaynaklarını zikretmeye gerek görmemiştir. Halbuki bu çapta mana yüklü bir rivayetin, diğer Sünen, Sahih ve Müsned sahiplerinin nasıl olup da “gözlerinden kaçmadığı” merak konusudur.

Bu rivayet Müslim’de (hadis no. 131), Buhârî’nin hocası Humeydî’nin Müsned’inde (hadis no. 58), Sünen-i İbn Mâce (hadis no. 114), Sünen-i Tirmizî (hadis no. 3736) ve Nesâî’de (hadis no. 5018, 5022) mevcuttur. Müslim bu rivayeti tahric etmeden hemen önce, yine Adiyy b. Sâbit’in Berâ b. Âzib’den naklettiği şu hadisi zikretmeyi unutmamıştır:

“Ensâra mü’minden başkası sevgi beslemez; münâfıktan başkası da buğz etmez. Onları seveni Allah da sever, onlara buğz edene Allah da buğz eder”.

Adiyy b. Sâbit’in bu rivayeti, hem Ahmed b. Hanbel (IV, 283, 292) hem de Tirmizî tarafından (hadis no. 3900) ayrıca tahric edilmiştir. Dolayısıyla aynı râviden, biri Muhâcirûn’un önde gelenlerinden biri hakkında, diğeri de onlara kucak açan Ensâr’ın tamamı hakkındaki iki rivayet alınarak sevgi duyma ve nefret etme bakımından sahâbe-i kirâm arasında ayrıma gidilmemesi gerektiği ortaya konmuştur.

Hz. Peygamber’in, Ensârın tamamını kapsayacak şekildeki hadisinin, “Adiyy b. Sâbit – Berâ b. Âzib” dışında başka tabii-sahâbî tarîkleri bulunduğunu da ayrıca hatırlatalım. Yine Müsned’de Abdullah b. Muğaffel (r.a.)’in şu rivayeti de mevcuttur:

“Ashâbım hakkında Allah’tan korkunuz! Ashâbım hakkında Allah’tan korkunuz! Benden sonra onları hedef almayın. Onları seven beni sevdiğinden sever. Onlara buğz eden bana buğz ettiğinden buğz eder. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş, bana eziyet eden Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edeni de Allah’ın yakalaması/cezalandırması yakındır”.[33]

Kur’an’ın Te’vîli İçin Savaşmak

2.Hz. Peygamber (s.a.v.)’in; “Ben nasıl ki tenzîli için mücadele verdiysem, sizden de onun te’vîli için savaşanlar olacaktır” buyurarak Hz. Ali’yi işaret ettiği 10 no’lu sahih hadis, zannedildiğinin aksine, “Sıffîn Savaşı” için vârid olmamıştır. Hâricîlerle ilgilidir!

Hz. Ali ve arkadaşlarının Hâricîlerle yapacağı savaşa Ebû Bekr ve Ömer’in (r.anhümâ) ömürleri kifayet etmeyeceği için, Peygamber Efendimiz: “Hayır siz değil!” buyurmuşlardır. İbn Hıbbân (ö. 354) bu hadisi, “Ali b. Ebî Tâlib’in Kur’an’ın te’vîli uğruna çarpışması” babında verir.[34] (ذكر قتال علي بن أبي طالب على تأويل القرآن).

Hemen ardından, şu isimle bir bab daha açar: “Ali b. Ebî Tâlib’in Kur’an’ın te’vîli uğruna savaştığı kavmin vasfı”. (ذكر وصف القوم الذين قاتلهم علي بن أبي طالب على تأويل القرآن).

Bu ve sonraki babda Hâricîler ve Harûrîler’le ilgili rivayetleri sıralar. Onlar “Allah’tan başkası hüküm veremez” (لاَ حُكْمَ إلاَّ لله) derler; buna karşılık Hz. Ali ise “Bâtıl kastedilen hak söz” (كَلِمَةُ حَقٍّ أُرِيدَ بها باطلٌ) der.

Duruş Farkı

3.Tebliğ sahibi, 3. ve son ana başlık altındaki 40 no’lu dipnotta; “Nasr b. Ali b. Ebi’l-Ezdî el-Basrî’ye (ö. 250), Hasan ve Hüseyin’i ve onların anne ve babalarını seven kimsenin Hz. Peygamber’le Kıyamet günü aynı mertebede birlikte bulunacağına dair hadisi rivayet edince, Mütevekkil’in fermanıyla bin kırbaç vurulduğunu” aktarmaktadır.[35]

Ancak Nasr b. Ali’nin aksine; aynı hadisi Müsned’ine alan Ahmed b. Hanbel,[36] halife Mütevekkil’in dostluğunu kazanmış, Samerrâ’da kalması, Mütevekkil’in yaverinin oğluna hadis okutması için kendisine her türlü hediye takdim edilmiştir. Tebliğ sahibinin zikrettiği bu rivayetin devamında, Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah (ö. 290) ve Dımeşk kadısı Ebu Bekr Ahmed b. Ali el-Mervezî (ö. 292)’nin naklettiğine göre; “halifenin onu Râfızi zannettiği için cezaya çarptırdığı, ancak Ehl-i Sünnet’ten olduğuna ikna edilince cezayı kaldırdığı” kayıtlıdır. Nasr b. Ali’ye, Mütevekkil’in 247’de ölümünden üç yıl sonra, 11. Abbâsî halifesi el-Müstaîn Billâh zamanında kadılık teklifi götürülmüştür. Şu durumda burada, “Hz. Ali’yi sevmek” ile “diğer hulefâya sövmek” (ki Ahmed b. Hanbel “Râfızî” yi böyle tanımlar) arasındaki duruş farkını iyi anlamak gerekmektedir.

Yine aynı yerde İbnü’l-Cevzî’den nakledilen; “Ali b. Ebi Tâlib öyle bir aileden geliyor ki, kimseyi onunla mukayese etmek mümkün değildir” mealindeki cümle içinde geçen “لاَ يُقاَسُ بهم أحدٌ” ifadesi, Hz. Ali’nin hilâfete diğerlerinden daha lâyık olduğu anlamına gelmez. Zaten Ahmed b. Hanbel’in ilk cümlesinde “hilâfete en lâyık olanlar”, bildiğimiz sıraya uygun olarak verilmiştir. O, “Ali’nin yeri ayrı” diyerek Ehl-i Beyt’e olan saygısını ifade etmektedir.

Bir Tercüme Hatası

4.İbnü’l-Cevzî’den Ahmed b. Hanbel’in; “Sübhanallah! O kendisine vacip olan hakkı almaksızın kanunları uygulamıyor mu? Karar vermiyor mu? Zekât almıyor mu?” ifadesini alan tebliğ sahibi, tercümeyi hatalı/eksik yapmıştır. Doğru ve tam tercüme şöyle olmalıdır:

“Sübhânallah! Ali hadleri uyguluyor, el kesiyor/devlet arazisinden pay dağıtıyor (iktâ’), sadaka (zekât) topluyor ve kendisine vacip olan hakkı almaksızın taksim ediyor. Bu sözden Allah’a sığınırım. Evet o, Rasûlullah’ın ashâbının razı olduğu ve arkasında namaz kıldığı, beraber gazveye çıktıkları, cihad ettikleri, haccettikleri bir halîfedir. O sahâbîler ona Emîru’l-mü’minîn diyorlar ve bunu istemeyerek değil, gönülden söylüyorlardı. Biz de onlara tâbiyiz”.

Adalet Kavramı ve Günahsızlık

5.Tebliğ sahibinin; “Şafi‘î, bâğîlerle ilgili hükümleri, Ali’nin Muaviye ve Haricîlerle yaptığı savaşlardaki tutumundan çıkarmıştır” cümlesiyle aktardığı paragraf için, Ebû Zehra’nın eserinde (II. Bölüm, 29. madde) hiçbir kaynak gösterilmemiştir. Ebû Zehra, bundan 1 yıl önce kaleme aldığı “İmam Mâlik’in hayatı ve görüşleri”ne dair eserinde ise (I. Bölüm, 53. madde) benzer cümleler kurmakta, ancak bu sefer Muâviye (r.a.)’nin adını zikretmemektedir. Muâviye için biz, tıpkı Ahmed b. Hanbel’in (Müsned, IV/91, 113, 236), Buhârî’nin (Savm 68), Hâkim en-Neysâbûrî’nin (el-Müstedrek, IV/224, no. 6773) ve Şâfiî’lerin büyük muhaddisi Beyhakî’nin (es-Sünenü’l-Kübrâ’da) yaptığı gibi, “radıyallâhu anh” demeyi de zül addetmeyiz.

Ehl-i Sünnet’in sahâbenin “adâleti” kavramıyla kastettiği; “rivayete kasden yalan karıştırmak ve nakilde tahrif yapmak gibi çirkin bir fiilden her bir sahâbînin berî olduğunu” kabul etmektir; “yanlışsız ve günahsız” olduklarını değil. “es-Sahâbetü küllühüm udûl” kaidesinin anlamı budur ve onların asıl değeri, Sünnet ve Sîrete dair aktardıklarıyla bizi Allah Rasûlü’ne ulaştırmaları, Nebî ile aramızda irtibat sağlamalarından ileri gelmektedir.[37] Burada temel ölçülerimizden biri; el-Berâ b. Âzib (r.a.)’in; “O dönemde insanlar yalan söylemezdi”, Enes b. Mâlik (r.a.)’in; “Biz, birbirimize yalan söylemeyen bir topluluk idik; yalanın ne olduğunu dahi bilmezdik”, Hz. Âişe’nin; “Rasûlullah’ın ashâbı nazarında yalandan daha çirkin bir huy yoktu” şeklindeki ifadeleridir.[38]

İşte bu yüzdendir ki, sahâbenin sağlam senedle gelen rivayetlerine güveniriz. Onları yalancılıkla suçlamaktan korkarız. Verdiği habere güvendiğimiz insanlara da rahatlıkla “Allah razı olsun” deriz.

Fietün Bâğiye Hadisi

6.Sayın Tabatabâî, tebliğini sonlandırırken, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Ammâr b. Yâsir’e hitaben söylemiş olduğu; “Seni bâğî/isyancı bir topluluk öldürecek” sözüne binâen; “Bizler, Ammâr’ı Muaviye’nin askerlerinin öldürdüğünü biliyoruz. Netice itibariyle Nebî (s.a.v.)’ye ait bu hadis-i şerîfin yardımıyla Ali ile Muaviye arasındaki savaşta kimin bâğî olduğu malûm olmuştur. Aynı şekilde bu hükmün, ‘sizden onun te’vîli için savaşanlar olacaktır…’ hadis-i şerîfinden istifadeyle çıkarılması da mümkündür” demekte, teşeyyu’ insiyâkıyla son golünü Muaviye (r.a.)’ye atmanın, onu Ehl-i Sünnet’in kitaplarından temin ettiği delillerle devirmenin hazzını yaşamaktadır.

Son cümlede geçen “sizden Kur’an’ın te’vîli için savaşanlar olacaktır” ifadesinin Hâricîlerle ilgili olduğunu yukarıda 13. maddede belirtmiştik. Burada “fietün bâğıye” hadisi üzerine de birkaç not düşmemiz gerekmektedir. Rivayetin, Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’indeki iki metne göre anlamı şöyledir:

Abdullah b. Abbâs (r.a.), oğlu Ali ile talebesi İkrime’yi, kendisinden hadis dinlemeleri için Ebû Saîd el-Hudrî’ye gönderir. Bahçesini sulamakla meşgul olan Ebû Saîd (r.a.), onlara şu hadisi nakleder: “Mescid-i Nebî’nin inşâsında, biz birer kerpiç taşırken, Ammâr b. Yâsir ikişer ikişer taşıyordu. Bu halini gören Nebî (s.a.v.), onun üzerindeki/başındaki toprağı silkeledi ve şöyle dedi: ‘Vah -bâğî topluluğun öldüreceği- Ammâr’a! Onlar Ammâr’ı Ateş’e çağırdıkları halde, Ammâr onları Cennet’e/Allah’a çağırıyor’. (وَيْحَ عَمَّارٍ تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ ، يَدْعُوهُمْ إلى الجنة ويَدْعُونَهُ إلى النار). Bunun üzerine Ammâr da: ‘Fitnelerden Allah’a sığınırım’ dedi”.[39]

İnceleyin:  Meşakkatin Farklı Olmasına Bağlı Olarak Ecrin De Farklı Olması

Şîa’nın Zeydiyye kolunun önde gelen muhaddis imamlarından Muhammed b. İbrahim el-Vezîr el-Yemânî (ö. 840)’nin Hadis Usûlü’ne dair “Tenkîhu’l-Enzâr” adlı eserinde, “Ma’rifetü’s-Sahâbe” başlığını taşıyan “58. Mes’ele”de, hadisle ilgili tafsilatlı bilgi bulunmaktadır. İbnü’l-Vezîr, rivayetin mütevatir olduğuna dair delillerini sıralamadan önce kısaca şöyle der: “Emîru’l-mü’minîn (r.a.) ile (Cemel ve Sıffîn’de) savaşanlara gelince; Ehl-i sünnet onların yaptığını çirkin görme ve onları bâğî/isyancı kabul etme konusunda Şîa’ya muhalif değildirler. Ne var ki Şîa’ya üç esasta muhalefet ederler: 1) Ali (a.s.) ile harbedenler te’vîl yapmışlardır, isyan ettiklerini sarâhaten söylememişlerdir, 2) Ali (a.s.)’nin imâmeti meselesi kat’î değil zannîdir, 3) Hz. Ali’nin imâmeti kat’î olsa bile, ‘namazların vücûbu’ gibi dinde zarûrî olarak bilinen kat’iyyât’tan olmadığı sürece, kat’iyyât’a (te’vîl yaparak) muhalefet eden kimse günahkâr sayılmaz”.[40]

Mütekaddim Ehl-i Sünnet alimleri, sözkonusu fitne olaylarında Hz. Ali’yi haklı görmekle birlikte, Hz. Muâviye ile ilgili olumsuz herhangi bir düşünce serdetmekten sakınmışlar, cereyan eden hâdisâtın uhrevî neticeleri hakkında söz söylemek yerine sükûtu tercih etmişlerdir. Müteahhir ulemâ ise, Hz. Muâviye’yi haksız bulmakla birlikte, Hz. Ali’ye karşı hurûcunun hatalı bir ictihaddan kaynaklandığını, bundan dolayı ecir de alacağını ifade ederler. Onlara göre hadis-i şerifte geçen “bâğî” nitelemesi, Hz. Muâviye’nin Hz. Ali karşısındaki hukûkî-siyâsî statüsünü bildirmekten başka bir anlam ifade etmez. Bir te’vîl ve ictihada istinad eden bağy/isyan, ne günaha girmeyi ne de fâsık olmayı gerektirir. Bâğî kelimesi, ıstılâhî anlamda kullanıldığı vakit, mutlak olarak zemm, ta’n ve tenkîs bildirmez.[41]

Sahih hadislerle sabit olduğuna göre, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün; “Allahım onu hâdî ve mehdî kıl; onunla insanları hidayete ulaştır” diyerek Hz. Muâviye’ye dua etmiş olması,[42] Hz. Hasan’ın Hz. Muaviye ile babası Hz. Ali’nin taraftarları arasında sulha vesile olacağına işaretle; “Benim şu torunum seyyiddir. Umulur ki Allah Teâlâ onunla iki müslüman taifenin arasını ıslah eder” buyurması,[43] “Davetleri/davaları aynı olan iki büyük topluluk birbirleriyle büyük bir savaş yapmadan kıyamet kopmayacaktır” demesi,[44] Hz. Ali’nin Sıffîn’de; “Benim ve Muâviye’nin ölüleri Cennettedir”[45] şeklinde beyanda bulunması, Ehl-i Sünnet’in bu tarihî meseleye bakışındaki ihtiyata yön veren başlıca âmillerden sayılabilir.[46] Denilebilir ki, onların nazarında Hz. Muâviye, bir dönem bâğî olsa bile, ilelebet bâğî kalmamıştır.

Yeri gelmişken, “fietün bâğiye” rivayetiyle ilgili farklı bir bakış açısına da temas etmemiz yerinde olacaktır. Hadisin, Tunuslu allâme Tahir b. Âşûr’a (ö. 1973) göre[47] yorumu şöyledir:

وَيْحَ kelimesi teaccüb içindir. Rasûlullah (s.a.v.) Ammâr’ın mescid inşâsında çektiği sıkıntıyı görünce, müşriklerin müslüman oldukları için kendisine ve annesine azab ettikleri Mekke günlerindeki iman kuvvetini hatırladı… Onun bu hali, Firavun soyundan olup da imanını gizleyen mü’mine benzemektedir. Bu adam kavmine şöyle seslenmişti: ‘Ey kavmim, nedir bu başıma gelen? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!’. (ويا قوم مالى أدعوكم إلى النجاة وتدعوننى إلى النار). İşte Rasûlullah (s.a.v.) Ammâr’ın bu durumunu, o adamın haline teşbih etmiştir (teşbîh-i temsîliyy-i mekniyy)… Ammâr’ın iman sebâtında herkesin önüne geçtiği için sahip olduğu meziyeti, mescidin bina edildiği esnada, topluluğun huzurunda kendisine hatırlatmış; Ammâr da eski hâlini düşünerek أَعُوذُ باللهِ مِنَ الْفِتَن demişti. Bununla, dinde çıkarılmış olan fitnelere tekrar dönülmesinden Allah’a sığındığını ifâde etmiştir. يدعوهم ve يدعونه fiillerindeki cem‘ zamirleri (و ile هم) müşriklere râcîdir”.[48]

Buhârî nüshalarının çoğunda, hadisin sadece “Kitâbü’l-cihâd ve’-siyer”e alınan ikinci varyantında geçen “Onu isyan etmiş/bâğî topluluk öldürecek” (تَقْتُلُه الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ) ifadesi, İbn Âşûr tarafından reddedilmiştir. Şöyle der:

“Rasûlulah’ın kelâmının, Ammâr’a Muaviye (r.a.)’nin ashâbı sebebiyle (hicrî 37’de Sıffîn’de) başına gelecekleri bildirdiğini zanneden kimse hata etmiştir. Çünkü söylenen sözle o olayın alakası yoktur. Bir kere Ammâr Şamlıları herhangi bir şeye çağırmamış; Şam ehli de onu davet etmemiştir. Keza iki fırkanın da Cennet ya da Cehennemlik bir hali yoktur. Çünkü aralarında cereyan eden, İslam toplumunun vaziyeti ile ilgili ictihad etmekten kaynaklanan tasarruflardır. Her iki tarafa da ecir vardır. Sünnet üzere olan selef imamlarımızın itikâdı böyledir. Ammâr’ı bâğî bir topluluğun katledeceği şeklinde vârid olan cümle sahih değildir”.[49]

İbn Âşûr’un görüşünü te’yîd eden bir başka bilgiyi de kaydedelim. Yahya b. Maîn’in naklettiğine göre Muhammed b. Yahya ed-Derâverdî (ö. 243), “el-Alâ b. Abdi’r-Rahmân – babası” kanalıyla Hz. Peygamber’in Ammâr’a: تقتلك فئة باغية dediğini rivâyet etmiştir. İbn Maîn şöyle der: “Derâverdî’nin bu rivayeti, el-Alâ’dan aldığı hadisleri kaydettiği kitabında yoktur. Onun kitabı, hafızasından daha sağlamdır. Hafızasına itibar edilmez”.[50]

Hadis metninde geçen mezkur cümlenin, İmam Buhârî’nin en mevsuk ravisi olan Muhammed b. Yûsuf el-Ferebrî (ö. 320) kanalıyla intikal eden bazı Sahîh nüshalarında bulunmadığına işaret ederek bahsi kapatmak istiyoruz.

Sultan II. Abdülhamid’in emriyle, hicrî 1313’te Mısır-Bolak’ta 9 cilt halinde basılan ve bütün nüsha farklarını bir arada sunan Ali b. Muhammed el-Yûnînî (ö. 701) edisyonu, sahanın uzmanlarınca da bilindiği üzere, büyük önemi haizdir. Bu edisyona nazaran, Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Cihâd’da yer alan iki hadis metninin sûreti aşağıda görülmektedir:

Yûnînî’nin metin üzerine koyduğu remizlerden anlaşıldığına göre, “taktülühû fietün bâğiyetün” cümlesi, Ferebrî’nin aslından gelen Hamevî, Müstemlî ve Küşmîhenî rivayetlerini birleştiren Ebû Zerr el-Herevî (ö. 434) nüshasında mevcut değildir. İlk rivayette aynı yer, Cürcânî ve Mervezî rivayetlerini birleştiren Ebû Muhammed el-Asîlî (ö. 392)’nin nüshasında da yoktur.[51]

Şerhine Ebû Zerr nüshasını esas alan İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852); İbnü’s-Seken, Kerîme ve Sağânî nüshalarında bulunan bu cümlenin, “el-Cem’u beyne’s-Sahîhayn”da zikredilmediğini, müellif Muhammed b. Fütûh el-Humeydî (ö. 488)’nin; “Buhârî onu hadisin her iki tarîkinde de kesinlikle zikretmedi. Ebû Mes’ûd ed-Dımeşkî de kitabında (el-Etrâf ale’s-Sahîhayn’da) böyle diyor” dediğini nakleder.[52] Arkasından, Bezzâr’ın Müsned’indeki bir rivayeti delil getirerek, Ebû Saîd el-Hudrî’nin bu cümleyi Hz. Peygamber’in ağzından bizzat duymadığını itiraf etmesi nedeniyle, İmam Buhârî’nin o kısmı bilerek hazfettiğini, bunun, Buhârî’nin ince anlayışına ve illetler alanındaki engin bilgisine delalet ettiğini söyler.[53]

Sonuç

Ehl-i Sünnet’in genelde sahâbe-i kirâm’a özelde Hz. Ali (r.a.)’ye bakışı; genelde Şîa’nın, özelde tebliğ sahibinin bakışından daha sağlam bir zemine oturmuş görünmektedir. Tebliğ sahibinin yazısına başlık olarak seçtiği “Ahmed b. Hanbel’in bakış açısı” da aynı merkezden beslenir. Ehl-i Sünnet’in hiç bir sahâbeyi diğerinden ayırmadan her birinin “şahsiyet ve mevkii” üzerindeki telakkisi, ünlü Hanefî fakîhi Ebû Ca’fer et-Tahâvî (ö. 321)’nin “Akîde”sinde şöyle dile gelir:

“Allah Rasûlü’nün ashâbını severiz. Onlardan herhangi birini sevme konusunda ne ifrât ne de tefrîte düşeriz. Hiçbirinden uzak durmaz, teberrî etmeyiz. Onlara buğz edene ve hayırla anmayana biz de buğz eder, onları ancak hayırla yâd ederiz. Onları sevmek dindir, imandır, ihsandır; onlara buğz etmek, küfürdür, nifaktır, tuğyandır”.

İnanıyoruz ki Hz. Ali (r.a.)’yi sevmek, Allah Rasûlü’nün diğer ashâbına da sevgi beslendiği takdirde anlam kazanacaktır. Muhammed b. Ali el-Erdebîlî (ö. 1101)’nin Tabakât’ında “İki sâdık imamın öğrencisi olduğu” söylenen[54] ve İmam Mâlik’in hocası olan Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131) şöyle der:

“Kim sahâbeden herhangi birini ayıplarsa, o bid‘atçidir, Sünnet’e ve Selef-i Sâlih’e muhâliftir. Hepsini birden sevmedikçe ve kalbi de selîm olmadıkça, hiçbir amelinin semâya yükselmeyeceğinden korkarım”.[55]

Fem-i Saâdet-i Nebevî’den, irtihali öncesi minbere son kez çıktığında Ensâr hakkında dökülen şu sözler, sadece Hz. Ali’ye değil, ashâbın tümüne karşı yaklaşım tarzımıza yön vermelidir:

أُوصِيكُمْ بِالأَنْصَارِ ، فَإِنَّهُمْ كَرِشِي وَعَيْبَتِي ، وَقَدْ قَضَوُا الَّذِي عَلَيْهِمْ ، وَبَقِيَ الَّذِي لَهُمْ ، فَاقْبَلُوا مِنْ مُحْسِنِهِمْ ، وَتَجَاوَزُوا عَنْ مُسِيئِهِمْ

“Size Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar benim kursağım ve heybemdir (yakın dostlarım ve güvendiğim sırdaşlarımdır). Onlar üzerlerine düşen vazifeyi ve ahidlerini yerine getirdiler. Şimdiyse geriye, bu yaptıkları karşılığında alacak hakları kalmıştır. Şu halde siz onların iyilerinin iyiliklerini alın kabul edin; kötülerinin ise kusurlarını affedin!”.[56]

Ahmet Tahir Dayhan, Rıhle Dergisi 10. Sayı


[1] Önceki Abbâsî halifelerine nazaran Alioğullarına müsamaha ile yaklaşan Me’mûn (198-218), “Mihne” adıyla bilinen süreç öncesinde, Bağdat Mu’tezilesiyle girdiği diyaloglar sonunda, “Halku’l-Kur’an” meselesiyle ilgili görüşlerin yanı sıra, 212 tarihinde Hz. Ali’nin efdaliyyeti fikrini de resmen ilan etmişti. Bk. Taberî, Târîhu’l-Ümemi ve’l-Mülûk, Kahire 1962, VIII, 619; İbnü’l-Esîr,el-Kâmilü fi’t-Târîh, Beyrut 1968, VI, 408; Muharrem Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, İstanbul 2006, s. 123-124, 201-202.

[2] Bk. İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, Kahire 1959, I, 52. أن غيره ازداد بالخلافة وتممت نقيصته، وأن عليا عليه السلام لم يكن فيه نقص يحتاج إلى أن يتمم بالخلافة ، وكانت الخلافة ذات نقص في نفسها ، فتم نقصها بولايته إياها

[3] İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, Thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî, Kahire 1998, s. 218. Onun Hz. Ali yerildiğinde sözü taşıdığı bu gerilim ve kopuş noktası, huzurunda üç halifeyi yeren Iraklıları azarlayan Muhammed Bâkır (ö. 114)’ın tavrıyla örtüşmektedir. Muhammed Bâkır (a.s.), onlara önce Haşr sûresi 8. âyeti okuyarak şu soruyu sormuştu: “Siz yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan muhâcirlerden misiniz?”. “Hayır” diye cevap verilince, bu sefer aynı surenin 9. ayetini okuyarak şunu sordu: “Peki daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlardan (ensârdan) mısınız?”. Yine “Hayır” dediler. Bunun üzerine İmam, 10. ayetle yıkıcı darbeyi indirdi: “O halde bunların arkasından gelip de ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Kalkın yanımdan, Allah işlerinizi yoluna koymasın; müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz ama İslâm’a ehil insanlar değilsiniz!”. Bk. Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû, s. 79, I. Bölüm, 61. madde.

[4] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 216.

[5] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, a.y.

[6] Mirza Muhammed Bâkır el-Mûsevî el-Hânsârî el-Isbahânî, Ravdâtü’l-Cennât fî Ahvâli’l-Ulemâi ve’s-Sâdât, Tahran 1390, I, 184.

[7] “Ahmed b. Hanbel’in Emîru’l-Mü’minîn (a.s.)’e adâveti, dedesi Zü’s-Südeyye’yi Nehrevân günü onun öldürmüş olmasından ileri geliyordu”. Hânsârî, Ravdâtü’l-Cennât, I, 184.

[8] Hânsârî, Ravdâtü’l-Cennât, I, 187, 189.

[9] Bu iddianın aynısı, Hânsârî ile aynı tarihte vefat eden Tahranlı vâiz Muhammed Bâkır el-Kecûrî’nin “el-Hasâisu’l-Fâtımiyye” adlı eserinde de (s. 102) geçmektedir. Bu senedsiz bilgiyi iki müellifin de müşterek bir kaynaktan almış olmaları muhtemeldir.

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 91, 95.

[11] Muhammed Bâkır el-Meclisî, Bihâru’l-Envâri’l-Câmia li Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethâr, Beyrut 1983, XXXIII, 396; Şeyhu’t-Tâife et-Tûsî, İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl, Kum 1404, s. 175. Hurkûs, kız çocukların genital organlarına yapışarak eşek arısı gibi sokan, pire ya da kene gibi küçük, siyah bir böcekmiş. Bk. Feyrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, I, 793.

[12] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut t.s., XI, 44, “be ce le” maddesi.

[13] Tirmizî, Sünen, V, 361, hadis no. 3222.

[14] Humeydî, Müsned, Beyrut-Kahire trs., I, 39, hadis no. 74.

[15] Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, Kuveyt 1987, III, 172, “şe ye be” maddesi.

[16] Muhammed Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, II. Bölüm, 44. madde.

[17] Buhâra valisi Halid, Buhârî’ye elçi göndererek Sahîh’ini, Târih’ini ve diğer kitaplarını kendisinden dinlemek üzere getirmesini ister. Buhârî elçiye: “Ben ilmi zelîl etmem ve insanların (veya sultanların) kapılarına taşımam. Eğer ilme ihtiyacın varsa mescidimde ya da evimde hazır ol. Eğer bu hoşuna gitmediyse, sen sultansın beni hadis meclislerinden men‘ et; ki böylece Kıyâmet günü Allah’a karşı bir özrüm olsun. Çünkü ben, Nebi (s.a.v.)’nin; ‘Kim ilimden sorulur da onu gizlerse, boynuna ateşten gem vurulur’ hadisi gereğince ilmimi gizlemem” diyerek haber gönderir . Bu ve diğer konular gerginliğe yol açınca, Buhâra’ya gelişinin üzerinden bir ay geçmeden şehirden çıkarılır. Bk. Ahmet Tahir Dayhan, Buhârî’ye Yöneltilen Bazı Tenkitler, yayınlanmamış master tezi, İzmir 1995, s. 40.

[18] İbn Hacer, Tağlîku’t-Ta‘lîk alâ Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut 1985, V, 430.

[19] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 487-505.

[20] Bu rivayet sadece Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde değil, Bezzâr’ın Müsned’inde, Taberî’nin Tehzîbü’l-Âsâr’ında (Müsnedü Aliyy, s. 60-61) ve Ziyâ el-Makdisî’nin el-Ehâdîsü’l-Ciyâdi’l-Muhtâra’sında da mevcuttur. Bk. Nâsıruddîn Albânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, X, 612-623, hadis no. 4932.

[21] “Bâtıl kâide” ile kastedilen şudur: Mechûl bir raviden sika bir râvi rivayette bulunduğu ve o râvi hakkında herhangi bir cerh de bilinmediği takdirde, İbn Hıbbân’a göre o kişi sikadır.

[22] Albânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, XI, 281, hadis no. 5173.

[23] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 3.

[24] Buhârî, Sahîh, Tefsîru’l-Kur’ân-Tevbe 4, V, 203.

[25] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, Kahire 1415, I, 284, hadis no. 928.

[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 118, 119, 151, 152.

[27] Adnan Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, İstanbul 1996, s. 65; Tefsîru’l-Menâr, VI, 365-366’dan naklen.

[28] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 330.

[29] İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Beyrut 1986, V, 34-35. Ayrıca bk. İbnü’l-Cevzî, el-Mevdûât, Medine 1966, I, 366.

[30] İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye, V, 167-168.

[31] Mehmet Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, S.Ü. İlahiyat Fak. Doktora Tezi, Şamil Yayıncılık, s. 26-110.

[32] “Rasûlullah’ın benim hakkımda vermiş olduğu sözlerden birisi de: münafıktan başkasının bana buğz etmeyeceği, mü’minden başkasının da beni sevmeyeceği idi”. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 84.

[33] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 54, 57; Tirmizî, Sünen, V, 696, hadis no. 3862; İbn Hıbbân, Sahîh, XVI, 244, hadis no. 7256.

[34] İbn Hıbbân, Sahîh, XV, 385, hadis no. 6937.

[35] İbn Hacer el-Askalanî, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 384, no. 780.

[36] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 77.

[37] Muhammed Abdülhayy el-Leknevî, Zaferü’l-Emânî bi Şerhi Muhtasari’s-Seyyidi’ş-Şerîf el-Cürcânî, Beyrut 1416, s. 486-487, 541-543.

[38] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 424; İbn Sa’d, Tabakât, VII, 21-22; Süyûtî, Miftâhu’l-Cenne, s. 85; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 152.

[39] Buhârî, Sahîh, Salât 63, I, 115; el-Cihâd ve’s-Siyer 17, III, 207.

[40] İbnü’l-Vezîr, Tenkîhu’l-Enzâr fî Tenkîdi Ehâdîsi’l-Ebrâr, Beyrut 1999, s. 261; el-Emîr es-San’ânî, Tavdîhu’l-Efkâr li Meânî Tenkîhi’l-Enzâr, Medine 1947, II, 447.

[41] Konuyu klasik kaynaklardaki yerlerine işaretle muhtasar olarak ele alan değerli bir yazı için bk. Abdülkadir Yılmaz, Sebb-i Sahabe Meselesi, Rıhle, yıl 2, sayı 7, Ekim-Aralık 2009, s. 36-38.

[42] Tirmizî, Sünen, V, 687, hadis no. 3842.

[43] Buhârî, Sahîh, Sulh 9, III, 170; Menâkıb 25, IV, 184; Fiten 20, VIIII, 98.

[44] Buhârî, Sahîh, Fiten 25, VIII, 101.

[45] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Riyad 1989, VII, 552, hadis no. 37880; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, Musul 1983, XIX, 307, hadis no. 688.

[46] Önemli bazı tespitler için bk. Muhammed Salih Ekinci, Sahabe Arasındaki İhtilaflara Genel Bir Bakış ve Tarihçilerin Durumu, Rıhle, yıl 2, sayı 7, Ekim-Aralık 2009, s. 26-29; Talha Hakan Alp, Sahabe Tanımındaki İhtilafın Sahabe Tasavvuruna Etkisi, Rıhle, yıl 2, sayı 7, Ekim-Aralık 2009, s. 16-18. Ayrıca bk. Münîr Muhammed el-Ğadbân, Muâviyetü’bnü Ebî Süfyân: Sahâbiyyün Kebîr ve Melikün Mücâhid, Dımeşk 1989, s. 406-411.

[47] Bu vesileyle İbn Âşûr’un, Tatari Köşkünde 13.09.1966’da açılan İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nü 1967’de ziyaret ettiğini, bu ziyaretten geriye Diyanet İşleri Reis Muavini Yaşar Tunagür hoca, Hacı Ahmet Tatari ve Kestanepazarı Derneği başkanı Ali Rıza Güven’le birlikte çektirilen bir kaç kare fotoğrafın kaldığını hatırlatır, şimdi dâr-ı bekâya irtihal etmiş olan değerli zevâtı rahmetle anarız.

[48] Muhammed et-Tâhir b. Âşûr, en-Nazaru’l-Fesîh ınde Medâikı’l-Enzâr fi’l-Câmiı’s-Sahîh, Tunus 1979, s. 22-23.

[49] İbn Âşûr, en-Nazaru’l-Fesîh, a.y. Benzer şekilde, Buhârî şârihi İbn Battâl da (ö. 449): “Bu haber, ancak Hz. Ali’nin Ammâr’ı Hâricîler’e göndererek onları cemaate davet etmesi durumu için geçerlidir. Yoksa, herhangi bir sahâbînin başkasını Cehennem ateşine davet ettiği kabul edilemez” demektedir. Bk. Ahmet Tahir Dayhan, Buhârî’ye Yöneltilen Bazı Tenkitler, s. 157-158.

[50] M. Mustafa el-A’zamî, Menhecü’n-Nakdi inde’l-Muhaddisîn: Neş’etühû ve Târîhuhû, Riyad 1982, s. 76-77.

[51] Buhârî, Sahîh, el-Matbaatü’l-Kübrâ’l-Emîriyye, Bolak 1311-1313, I, 97; IV, 21.

[52] Humeydî, el-Cem’u beyne’s-Sahîhayn, Beyrut 1998, II, 462.

[53] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut 1379, I, 542.

[54] Muhammed b. Ali el-Erdebîlî, Câmiu’r-Ruvât, Mektebetü’l-Muhammedî, Kum, trs., I, 111.

[55] İbn Ebî Zemenîn el-İlbîrî (ö. 399), Usûlü’s-Sünne, no. 189; Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, II, 53-54.

[56] Buhârî, Sahîh, Menâkıbü’l-Ensâr 11, IV, 226; Müslim, Sahîh, II, 1949, hadis no. 2510.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir