Imam Rabbani’ye Göre Sahabelerin Içtihadı…

images-9-1 Imam Rabbani'ye Göre Sahabelerin Içtihadı...

D.Sahabelerin Içtihadı

“İctihad”, lügatte bir çaba sonunda elde edilebilecek bir şeyi elde etmek veya başarmak için olanca gücüyle çalışıp gayret etmek demektir. Bu kelime, ağır bir taşı kaldırmaya çalışan kişi için kullanılır ama bir hardal tanesini kaldırmak isteyen kişi için kullanılmaz(597). Dini bir ıstılah olarak “ictihad”, dini bir hüküm hakkında zan hâsıl etmek için fakıh ilmiyle ilgilenen (fakih) zatın olanca gücüyle çalışıp gayret etmesi olarak tarif edilebilir(598). İmâm-ı Rabbânî sahabenin içtihadı meselesine Şia’nın bazı iddi alarına cevap vermek üzere girer. Ama önce o da diğer Ehl-i sünnet kimliğine sahip âlimlerin söylediği gibi vahiy ile bildirilen meşelerde ashabın vahyin emrine uymaktan başka bir tercihinin olmadığını ve onların her birinin bunu yaptığını belirtir(599). Ancak Şia’ya göre saha be, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun izinden gitmemiş, hatta çoğu dinden çıkmıştır (irtidat)(600).

Onlar halife olarak Hz. Ebu Bekir’e biat etmekle, aslında Hz. Ali’nin hakkı olan halifeliği gasp edilmesi ne yardımcı olmuşlardır. Sonraki yıllarda Hz. Ali’nin karşısmda Hz.Ayşe’nin veya Hz. Muaviye’nin yanında yer alarak bu irtidat hareketlerini devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla imandan çıkan o insanların dine zararı olmuştur(601).

İmâm-ı Rabbânî’ye göre bazı insanlar,, sahabenin Hz. Peygamber’e olan samimi davranışlarını edepsizlik olarak değerlendirebilirler. Ancak bu, sahabenin öyle olduğundan değil, öyle sananların idrak kısalığından kaynaklanır. Çünkü sahabe, içinden geçeni olduğu gibi ve net bir şekilde söylemeyi tercih eder, sunî zorlamalardan uzak dururlardı. Düşündüklerini söylemek için süslü cümle kurmak gibi bir endişe taşımazlardı. Onlar daha çok iç dünyalarını (batın) düzgün tutmaya ehemmiyet verir, dış görünüşe daha az dikkat ederlerdi. Yani edeplere surî olarak değil, hakikî manası itibariyle uyarlardı.

Sahabenin tek düşüncesi, Hz. Peygamberin emrini tutmak, razı olmadığı şeylerden uzak durmaktı. Onlar, ana, baba, çocuk ve eşlerini onun yolunda feda etmişlerdi. Hz. Peygamber’i öyle seviyorlardı ki, onun tükürüğünü bile yere düşürmez, tam aksine alıp hayat suyu gibi bedenlerine ve yüzle rine sürerlerdi. Onlar Hz. Peygamber kan aldırdıktan sonra damarın dan çıkan kanı bile içmeye kalkışmışlardı. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i bu kadar seven o büyük insanlardan ona karşı edepsizlik ima edecek bir cümle sadır olmuşsa onlar iyi manalara yorulmalıdır. Kullanılan kelimelere bakmak yerine söyleyenin ne demek istediği hedeflenmelidir(602).

İmâm-ı Rabbânî’ye göre Şia’nın sahabe hakkındaki edepsizlik iddiaları oldukça insafsız ve bilinçsiz iftiralardır. Bunu ispatlamak üzere o, sahabenin içtihadı meselesini ele alır(603). Kuran-ı Kerim’deki “Ey basiret sahipleri ibret alınız”(604) ve “İşlerinde onlarla istişare et”(605) ayetlerin den anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Peygamber’in bulunduğu meclislerde ashab-ı kiramın da içtihat etme ve akıl ile bilinebilecek şeylerde söz söyleme hakkı vardı(606). Bu hakla onlar, verilen bazı kararları redde debilir veya değiştirebilirlerdi. Çünkü yukarıdaki ayette geçen “ibret alınız” ifadesi “bir değerlendirme yapınız” manasındadır. Değerlendirme yapmak, verilen karara katılmak veya onu reddetmek üzere bir karar belirtmektir.

Dolayısıyla insanın reddedemeyeceği veya değiştiremeyeceği şey hakkında değerlendirme istemenin bir manası olmaz dı. Böyle bir yetkinin verilmediği kişilerle istişare de aynı şeydir. Daha isabetli olduğu takdirde istişare edilen kişinin görüşü tercih edilmeye cekse ona danışmanın bir manası olmaz(607). İmâm-ı Rabbani “Mevakıf’ şârihi Seyyid Şerif Cürcani’nin, Amedi’den (v. 631/1233) aldığı bir görüşü naklederek bu meselede onunla aynı düşündüğünü ortaya koyar(608): Hz. Rasül-ü Ekrem vefat ettiği zaman Müslümanlar, tek akide ve tek yol üzerinde idiler. Sonra aralarmda iman veya küfre varmayan ictihadî meselelerde ihtilaflar çıktı. Ancak bu ihtilaflarda sahabe dine ait hükümleri yerine getirmek ve şeriatın temel usulünü devam ettirmekten başka bir maksat takip etmemişti(609).

Beyhakî de Hz. Peygamber’in ashabının temel itikadî meslelerde görüş birliği içinde olduklarım söylemişti. Ona göre sahabe vahiyle gelmiş hiçbir hükme itiraz etmeden olduğu gibi kabul etmişlerdir. Allah, Kitap ve Sünnette açık nass bulunmayan meselelerde onlara Ku’ran ve hadislerden hüküm çıkarmalarını (istinbat) ve içtihat etmelerini emretmiştir. İsabetli karar verenlere iki sevab, hata edenlere bir sevab (ecir) vaat etmiştir. Hz. Peygamber’in “Hâkim içtihat edip hükmünü verdiği zaman isabet ederse iki sevab alır, içtihadında hata ederse bir sevab alır”(610) mealindeki hadisi buna işaret etmektedir. Sahabe içtihat ettikleri meselelerin bazılarında aynı görüşü paylaşırken bazılarında farklı görüş beyan etmişlerdir. Onların hepsinin doğru kabul ettiği ve üzerinde ittifak ettiği hükümlere icma denmiştir. O hükümler, kanun haline gelmiş, kimsenin reddetmesine izin verilmemiştir(611).

İmâm-ı Rabbânî’nin yukarıdaki görüşleri de ondaki Ehl-i sünnet kimliğinin tezahürleri olarak değerlendirilmelidir. Mesela, imam Şafii de sahabenin Kitap ve sünnetin açık hükümlerine asla muhalefet etmediklerini belirtmiş, açık nassın bulunmadığı meselelerde içtihat ettiklerini ve içtihatlarında bazen ittifak, bazen de ihtilaf ettiklerini söylemiştir. Ona göre sahabe, temel dini akidelerde hep aynı hükme varmışlardır. Ancak feri meselelerde bazılarının içtihadı, bazen diğerlerinin içtihadından farklı olmuştur. İhtilaf ettikleri zaman onların her biri, “Ey basiret sahipleri ibret alınız”(61 ayetinin emrine uyarak iç tihat ettiği için kendine düşeni yapmıştır.

İçtihatta hata ettikleri yerlerde içtihat emrine uymakla mesuliyetten kurtuldukları gibi bir de sevap alırken, isabet edenler en az iki sevap almıştır. Sonraki fakihler, sahabenin izinden giderse (ittiba) Hz. Peygamber’in işaret buyurdu ğu “Fırka-i Naciye “den olurlar. İttifak ettikleri yerlerde onlara uyanlar, Ehl-i sünnet kimliği ile tanındığı gibi, ihtilaf ettikleri yerlerde uyanlar da aynı kimlikle tanınırlar. Çünkü onların her biri kitap, sünnet veya icmadan bir vesikaya sarılmıştır(613).

Şatibî (v. 790/1388) de sahabenin dinin temel inançlarında ittifak ettiklerini fakat açık nassın bulunmadığı meselelerde içtihat ederek Kitap ve sünnetten hüküm çıkardıklarını söyler. Kitap ve sünnetten açık delilin bulunmadığı yerlerde içtihat etmeleri ve içtihatla farklı hüküm ortaya koymaları, kendilerine verilen bir emir icabı olduğu için sahabe edepli insana düşeni yapmıştır(614).

İmâm-ı Rabbânî, sahabenin hükümlerinde heva ve heves eseri görmez. Yoksa onlar dinden çıkmış (mürted) olurlardı çünkü Hz. Peygambere edepsizlik etmek ve onun yarımda âdab-ı muaşerete dikkat etmemek küfürdür. Dolayısıyla ona göre birçok ayet ve hadiste en faziletli insan olduklarından bahsedilen o büyük zatları küfürle itham etmek bir iftiradır. Çünkü onlar, hükümlerini dünyevi bir ihtirasla değil, “Ey basiret sahipleri ibret alınız”(615) ayetiyle verilen emre bağlı içtihatla vermiştir. Burada edepsizlik değil, tam tersine Kuran’ın emrine uymak gibi edepli bir davranış vardır(616).

Aynı zamanda ayet-i kerime deki içtihat emri, Allah’ın rahmetinin genişliğinin bir alametidir. Allah (c. c. ) âlimlere içtihat etmelerini emrederken onlarm manevi inayet ve keramete ermelerini ve derecelerinin yükselmesini murat etmiştir. Hata eden de terakki eder, isabetli karar veren de. Bu yüzden Hz. peygamber’in sohbetiyle içtihat yetkisini elde etmiş o nezih insanları Allah’ın emrine uyup içtihat ettiler diye terbiyesizlikle itham etmek, cahilce bir iddiadır(617).

İmâm-ı Rabbânî sahabe arasında geçen münakaşaların içtihat ehli yeti ile yepıldığına inanır. Ona göre iki farklı içtihattan birinin isabet, diğerinin hata etmesi normaldir. Ancak isabet eden de sevap kazanır, hata eden de. Bu yüzden onlar, her hal-ü karda övgüyü hak ederler. Onlar birbiriyle tartışmış, hatta kavga etmiş bile olabilirler ama bu, onların kusur hanesine yazılmamıştır. Onlar İçtihad emrini veren aye te kulak verip ona uymakla kendine düşeni yapmıştır. Bir müctehit, başkasının içtihadını taklit edemez. Mesela İmam Ebu Yusuf’un (v. 182/798) içtihat derecesine ulaştıktan sonra Hz. Ebu Hanife’yi taklit etmesi hata olurdu.

Bu yüzden İmam Şafiî, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali de dâhil olmak üzere hiçbir sahabinin içtihadını kendi içtihadına tercih etmez, kendi reyi ile amel ederdi. Görüldüğü gibi içtihat yetkisi, sahabe olmayan bir müçtehidi, sahabeye bile muhalefet etmeye mecbur kılmaktadır.

Bu durumda, bir sahabinin içtihadının diğer sahabenin iç tihadına uymamasmda din adına yadırganacak bir şey olmamalıdır618. Vahyin inmekte olduğu günlerde sahabenin Hz. Peygamber’in içtihdma bile muhalefet etmeleri kötü kabul edilmemiş, bir yasak ge tirilmemişti. Buna Allah (c. c. ) razı olmasaydı mutlaka yasak çıkar ve ona muhalefet ettikleri için bir azab tehdidi alırlardı. Çünkü Hz. Peygamber’in hayatta olduğu yıllarda hiçbir yanlış hareket kabul görmemiştir. Mesela sahabeden bazıları, Hz. Peygamber’in yanında bir kere yüksek sesle konuşmuşlardı ama o anda ikaz edilmişlerdi. Allah Teâlâ, “Ey iman edenler, Peygamber’in yanında sesinizi yükseltmeyin. Onunla konuşurken birbirlerinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Yoksa amelleriniz yok oluverir”(619) buyurmuştu(620).

Sahabenin içtihat yetkisiyle Hz. Peygamber’e bile muhalif karar vermelerinin kötü bir şey olmadığına, tam tersine övülecek bir şey olduğuna bir başka misal, Bedir esirleri hakkındaki karardır. İmâm-ı Rabbani, Kadı Beyzavi’den (v. 685/1286) şöyle bir nakil yapar: Hz. Rasül-ü Ekrem Bedir günü aralarında Hz. Rasül-ü Ekrem’in amcaları Abbas ve Ukayl b. Ebu Talib’in de bulunduğu yetmiş esir almıştı. Onlar hakkında ashab-ı kiramla istişare ettiler. Hz. Ebu Bekir: “Bunlar senin kavmin ve ailendir. Onları serbest bırak. Belki Allah tövbe nasip eder. Onlardan fidye al, ashabını güçlendir” demişti. Hz. Ömer: “Bunlar, küfür önderleridir; boyunlarını vur. Allah Teâlâ seni fidye almayacak kadar zenginleştirdi. Bana falan kişiyi, Ali ve Hamza’ya da kardeşlerini ver; boyunlarını vuralım” dedi. Ancak Hz. Rasül-ü Ekrem bunu istemedi ve “Allah kullarının kalplerini bazen sütten daha yumuşak olacak kadar yumuşatır. Bazılarının kalbini de taştan sert olacak kadar katılaştırır. Ya Eba Bekir, senin gibiler, Hz. İbrahim’e benzer. O da “Bana tabi olan bendendir. Bana asi olanlara gelince (ya Rab, senin merhametine kalmıştır). Sen Gafur ve Rahimsin”(621) demişti. Ya Ömer, senin gibiler, Hz. Nuh’a benzer. O da “Ya Rab, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bile bırakma”(622) demişti.Sonra Hz. Rasül-ü Ekrem ashabını muhayyer bıraktı onlar da esirler den fidye aldılar. Bu kararın arkasından şu ayet nazil oldu(623): “Yeryü zünde savaşırken, İslâm izzet bulup küfür zelil oluncaya kadar hiçbir peygamberin esir alması uygun düşmez. Geçici dünyâ malını istiyorsunuz. Hâlbuki Allah âhireti kazanmanızı ister…”(624)

Bu hadiseden soma Hz. Ömer Hz. Rasül-ü Ekrem’in (s. a. v .) yanı na gelmişti. Hz. Ebu Bekir’le birlikte ikisi de ağlıyorlardı. Hz. Ömer, “Ya Rasülallah, olanları bana da anlat. İçimden gelirse ben de ağlayayım. Olmazsa ağlamaya çalışayım” dedi. Hz. Rasûlüllah, “ashabımın fidye alışma ağlıyorum. (Yanıda duran ağaçlara bakarak devam etti:) Bana, onlara gelecek azabın şu ağacın yanındaki ağaca yakınlığından daha yakın olduğu bildirildi”dedi.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Rasûlüllah, “Eğer azap inseydi Ömer ve Sa’d b. Muaz’dan başkası kurtulamazdı” buyurmuş(625). Zira o da şiddetli davranmayı tercih etmişti(626). Sahabenin Hz. Peygamber’in reyine uymadığı içtihadı reylerinden birisi de, Hz. Rasül-ü Ekrem’in vefatına yakın rahatsızlığı esnasında bir şeyler yazmak üzere bir kâğıt (kırtas) istediği zaman çıkan görüş ayrılığıdır(627).

Bu olay, kelam tarihinde ve mezhepler tarihinde “Kırtas Hadisesi” olark bilinir. Oradakilerden bazıları bir kâğıdın (kırtas) bu lunmasını isterken diğerleri buna mani olmuşlardı. Hz. Ömer el-Faruk da kâğıdın getirilmesine razı olmamış, “elimizde Allah’ın kitabı var, bize o yeter” demişti(62. Hz. Peygamberle sahabe arasında geçen o hadisedeki konuşmada geçen çekirdek kelime, “kırtas ” (kâğıt) kelimesi olduğu ve olay onun üzerinde yoğunlaştığı için olaya “kırtas hadisesi” denmiştir. Bu hadise dolayısıyla Şia, Hz. Ömer başta olmakla birlikte orada bulu nan sahabenin dinden çıktığını iddia etmiştir.

Bu iddia, Ehl-i beyt ve sahabe sevgisini iman sermayesine dönüştürmüş ve Ehl-i sünnetle Şia arasında itikadî boyutlarda ele almabilecek tartışmalara yol açmıştır. Bunlardan birisi ve belki de en mühimmi sahabenin kendi aralarında geçen tartışmalardır.

E. Sahabe Arasında Geçen Tartışmalar

Isferâinî İmamiyye fırkalarının Hz. Peygamberden sonra sahabenin dinden çıktığım iddia ettiklerini kaydeder(629). Çünkü onlara göre sahabe, makam ve reislik sevgsiyle hak yoldan ayrılıp hilafeti Hz. Ali’den gasp etmişlerdir. Hatta onlar, dalalet ve küfür içine düşmüş, ayet ve hadislerde geçen vaatlerden mahrum olmuşlardır. Onların Müslüman lığı bile tartışmalı olunca sahabelik hakkını koruyamamışlardır.

Şia’ya göre ashab, Hz. Ali’ye karşı olanlar ve taraf olanlar olmak üzere iki fırkaya ayrılmıştı. Bu ayrılık onlarm birbirlerine kin ve buğz beslemelerine yol açmış ve ölünceye kadar öyle devam etmiştir. Bu yüzden Şia, sahabeyi ya küfürle itham eder ya da onların şerli ve bedbaht insanlar olduğunu söylerler. Sahabeyi kötüleyenlerin ileri sürdüğü bir iddia da ashabın birbirlerine karşı savaş açmış olmasıdır. Onlara göre savaşan iki taraftan biri nin haksız ve kötü olacağı kesindir. Dolayısıyla en azından sahabenin hepsi doğru ve güvenilir insanlar olamazlar.

Hâlbuki Ehl-i sünnete göre sahabenin hepsi, faziletli, adaletli ve güvenilir kişilerdir. Savaşan iki taraf da güvenilir ve adil kabul edilirler. Sahabe hakkında aksini iddia edenler onlara haksızlık etmektedirler. Ancak kavganın olduğu yerde mutlaka bir tarafın haksız olması beklenirken sahabe arasındaki kavgalarda her iki tarafın da haklı olduğunu iddia etmek, bir çelişki gibi göründüğü de bir hakikattir. Burada böyle bir iddianın çelişki olmadığı ve savaşan iki tarafm da aynı anda nasıl haklı olabileceği meselesi ele alınacaktır.

İnceleyin:  Mü'minin Dünya Mutluluğu

F. Sahabe Birbirlerine Düşman mıydı?

Ehl-i sünnet ashab arasında geçen kavga ve tartışmaları iyi manalara hamledip onlann heva ve taassuptan uzak olduğuna inanır, sahabe arasında geçen olayların içtihat icabı olduğunu ittifakla kabul eder.(630). Onlara göre Hz. Peygamberin “hâkim içtihat ettiğinde isabet eder se iki, hata ederse iki sevap alır”(631) hadisi onların yanlış bir şey yap madıklarını göstermektedir. Aşağıda meali verilen iki ayet de onlarm Allah’ın Rızasına nail olduklarını beyan etmektedir(632. “Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan…”(633)  “Kasem olsun ki onlar o ağacın alında sana biat ederlerken o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları çok yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır… “(634)

İbn Hacer el-Heytemî de bu ayetleri zikrettikten sonra ileride kâfir olacak kişiler hakkında Allah’ın kendilerinden razı olduğunu bildire rek şahitlik yapmayacağını kaydeder(635).

Ömer Nasuhi Bilmen, ashab-ı kiramın İslâmî kardeşliğin en güzel örneklerini verdiği halde insan olmaları bakımmdan bazı infiallere kapılmış olabileceklerini söyler. Ona göre ashab masum olmadığı için bazı hatalar yapmış olabilirler. Ancak onlarm hataları içtihada daya lıdır. Onlar sırf dini meselelerde birbirinin içtihadına hürmet ederler, farklı görüşleri bir çekişmeye sebep olmazdı. Bununla birlikte umumu alakadar şeylerde hata kabul edilen bir içtihadın yaygınlaşması, umu mun menfaatine uygun olmayacağı için onu ortadan kaldırmaya çalış mayı bir vazife telakki eder, bunda ihmallik etmezlerdi(636).

İmâm-ı Rabbani, sahabeyi birbirine düşman olacak şekilde ikiye ayırmayı insaftan uzak bir itham olarak görür. Ona göre bu itham, her iki tarafın da rezil sıfatlara bulaşmış olduğunu ilan etmektir; Hz. peygamberim ümmetinin en hayırlıları olarak ilan ettiği o büyük insanların en şerli olduğunu iddia etmektir. Hele böyle bir iddiayı Şeyhayn’a (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) yakıştırmak, hiçbir insafa sığmaz. Çünkü Hz. ibn Abbas ve başka müfessirler, “En müttaki olan ondan uzaklaştırılır…”(637)mealindeki ayetin Hz. Ebu Bekir hakkında indiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Onlara göre buradaki “en müttaki” olan, Hz. Ebu Bekir’dir.

İmâm-ı Rabbânî, bunun sadece kendine ait bir görüş olmadığmı ima eder ve Fahreddin Razî’nin (v. 606/1210) de aynı görüşte olduğunu söyler. Onun bu ayet hakkındaki açıklamasını aynen tekrar eder: Allah’ın, “Sizin en şerefliniz, en müttaki olanınızdır'(638) hitabına mazhar olan Hz. Ebu Bekir, bu ayete göre bu ümmetin en faziletlisi olmalıdır(639). Dikkatle düşünüldüğü takdirde Kuran-ı Kerim’de bu ümmetin “en müttaki”si olarak methedilen bir zatın dinden çıktığını veya günahkâr bir fasık olup dalalete düştüğünü iddia edenleri İmâm-ı Rabbânî insafsızlıkla itham etmesin(640) bir haksızlık olarak görülmez. İmâm-ı Rabbânî, Hz. Ebu Bekir’i küfürle itham eden Şia’ya şu soruyu sorar: “Hz. Sıddık’ta küfür ve dalalet ihtimali olsaydı ashab-ı kiramın bu kadar güvenilir ve sayılarının da o kadar fazla olduğu zamanlarda onu Hz. Rasül-ü Ekrem’in yerine oturturlar mıydı?”

Imâm-ı Rabbânî’ye göre Hz. Ebu Bekir’in yalana olduğunu söylemek, onu başlarına halife yapan -kendi verdiği rakama göre- otuz üç bin sahabenin batıl üzerine ittifak edip Hz. peygamber’in yerine bir sapığı oturttuklarını iddia etmektir. Hz. Peygamber, “Ashabım hakkında Allah’tan korkun. Benden sonra onları hedef edinmeyin. Onları seven beni sevdikleri için se ver. Onlara buğz eden de bana olan buğzundan dolayı buğz eder”(641) buyurmuştur. Bu durumda Müslümana düşen şey, insanlık tarihinde en hayırlı olan bu ümmetin de en hayırlılarının hakkına riayet etmektir(642). İmâm-ı Rabbânî, sahabenin birbirine kin besleyip düşman oldukları iddiasmı Kuran-ı Kerim’in beyanına ters bulur. Allah, “Muhammed Allah’ın Rasülüdür. Onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı şiddetli ama kendi aralarında merhametlidirler.. ‘(643)mealindeki ayette ashab-ı kiramı birbirlerine karşı mükemmel merhametli tutumlarından dolayı methetmektedir. İmâm-ı Rabbânî, bu ayette geçen “rubama” (merhametlidirler) kelimesinden sahabe için bir övgü çıkarır. “Ruhamâ”, “rahîm” kelimesinin cemidir (çoğul). “Rahim” Arapçada bir sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır (vezn). Sıfat-ı müşebbehe ise bir kişi veya nesnedeki kalıcı sıfatları ifade etmek üzere kullanılır. Yani “rubama” kelimesi, sahabenin birbirine olan merhametinin sadece Hz. Peygamber’in hayatta olduğu günlerde değil, irtihalinden sonra da devan edeceğini anlatmaktadır. Dolayısıyla onların birbirlerine öfke, haset ve düşmanlık duyduğunu ima edecek ifadeler, ayetin beyanına ters düşer.

İmâm-ı Rabbânî sahabenin hepsine olmasa da bir kısmına tabi olduğunu iddia eden Şia gruplarına cevap olacak bir açıklama yapar. Yukarıdaki ayette geçen grup ve toplum ifade etmek için kullanılan “ellezîne” kelimesinde sahabe övülmektedir. Çünkü Arap dilinde işaret ismi olarak kullanılan bu kelime, işaret ettiği sınıfın her ferdini içine alan bir mana ifade eder.

Ashab-ı kirama işaret eden bu kelime, merhamet sıfatının sahabenin hepsinde mevcut olduğunu ifade eder. Ayetin manası bir bütün olarak ele alınınca sahabenin hepsinde birbirine karşı kalıcı bir merhamet ve şefkatin bulunduğunu ifade ettiği görülecektir(644). Sahabenin birbirine düşman olduğunu ilan etmek, Allah’ın onlar dan, onların da Allah’tan razı olduğunu(645) ilan eden, onların gerçek hakikî mümin(646) ve her birisinin doğru kişiler olduğu bildiren(647) ve Ümmet-i Muhammed’in insanlık tarihinde gelip geçmiş en hayırlı ümmet olduğunu beyan eden ayete(648) de ters düşer. Böyle bir iddia, kendi döneminin en hayırlı olduğunu bildiren(649) Hz. Peygamber’in yanlış ve boş konuştuğunu iddia etmek olur. İmâm-ı Rabbânî Hz. Ali sevgisiyle yola çıkan ve sahabenin çoğunu birbirine düşmanlıkla itham eden Şia’ya bir de şu soruyu sorar: “Üç ha lifenin Hz. Ali’ye, onun da diğer halifelere karşı gizli düşmanlık beslemesi, Hz. Ali’yi ne bakımdan büyütebilir acaba? Böyle bir iddia, her iki tarafı da küçük düşürür. Halifelik, onların çok istediği bir şey değildi ki onun için birbirlerine kin besleyip düşmanlık yapmış olsunlar. Hz. Ebu Bekir’in, “beni bu makam dan indirin” sözü herkes tarafından biliniyor. Aynı şekilde Hz. Ömer’in “alacak birini bulsam halifeliği bir dinara satardım” cümlesi de sağlam kanallar dan bize kadar gelmiştir. Buna rağmen onların halifelik için kavga ettiklerini söylemek, hiçbir insaf ölçüsüyle bağdaşmaz. “(650)

Hz. Ali’nin Hz. Muaviye’ye karşı savaştığı, ona karşı mücadele verdiği, tarihi bir hakikattir. Ancak o, mücadelesini halifeliğe çok heves ettiği için değil, tam tersine baş kaldıranlara karşı savaşmanın ve onları defetmenin farz olduğuna inandığı için başlatmıştı. Hz. Ali, Hz. Muaviye’ye karşı mücadelesinde onun şahsına değil, halifelik makamına karşı gelindiğini düşünerek mücadele vermiştir. O gün halife başkası olsaydı da Hz. Ali aynı şekilde davranır, aynı mücadeleyi verirdi. Çünkü o, Kuran-ı Kerim’deki, “Başkaldıranlara karşı, Allah’ın emrine gelinceye kadar savaşın”(651) mealindeki ayeti ölçü almıştı. O, orada halifeye başkaldırıya mani olmak istemişti. Hz. Ali’nin Halifeliği kaptırmamak gibi bir sevdası olmadığı gibi Hz. Muaviye’nin de mutlaka halife olmak gibi bir düşüncesi yoktu(652).

İmâm-ı Rabbânî’ye göre Hz. Peygamberle birlikte olmanm vesile olduğu manevi kazanç, sahabe-i kirama kirli sıfatların bulaşmasına mani olmuştur. Onların nefsleri, Hz. Peygamberle birlikte olmanın bereketiyle tezkiye olmuş, kin ve hırstan temizlenmiş, emarelikten çıkmış, mutmainne olmuştur. Onların kalbleri gibi, nefisleri de Allah’ı tasdik edip hakikî mümin olduğu için daima şeriate uygun şeyleri istemişlerdir. Onların her birisi, kendi içtihadına uymuş, îla-i hak için gayret etmiştir(653). Bu bakımdan anlaştıkları zaman hak için anlaşmışlar, tartışıp vuruştuklarında da Allah’ın rızasmı hedeflemişlerdir. Hiç birisi heva ve heves gibi şeylere bulaşmadan muhaliflerini kendilerinden uzak tutmuşlardır. Farklı içtihadın bulunduğu yerde kavga ve uyum suzluğun olması kaçınılmazdır. Çünkü içtihat eden kişinin (müctehid) başkasının içtihadma karşı çıkması değil, onu tasdik etmesi hatadır.

Bir müctehid kendine malum olanın doğru olduğuna inandığı için baş kasının hatırına o görüşten vazgeçemez. Onu sahiplenir ve korumak üzere elinden gelen her şeyi yapar. Yani onların birbirlerinin reyleri ne ters düşmeleri de uyumlu olduklarındaki gibi heva, heves ve nefs-i emmareye tabi olmak için değil, hak için olmuştur(654). Bir meseleye dair içtihatla verilen iki farklı hükümden biri mutla ka hatalı olmalıdır. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki tartışmalarda Hz. Ali’nin haklı ve muhaliflerinin hatalı olduğunu zaten Ehl-i sünnet âlimleri de kabul etmiştir(655). Ama usul-ü fıkıh ilminin de ortaya koy duğu gibi, insanlar içtihadındaki hatadan dolayı haksız olmaz ve yerilmez, tam tersine onlar içtihat edilmesine dair emre uymakla övülecek bir şey yapmıştır. Bu yüzden hata eden bir sevap alırken isabet eden, en az iki olmak üzere on katına kadar sevap alır(656).

İmâm-ı Rabbânî de çoğu Ehl-i sünnet âlimleri gibi, sahabenin bir birleri ile tartıştıkları zamanlarda üç fırka olduklarım söyler. Bir kısmının içtihadına göre, Hz. Ali tarafı, bir kısmının içtihadına göre de karşı taraf haklıydı. Üçüncü kısımdakiler ise karar vermekte tereddüt edip her hangi bir delille birini diğerine tercih edememişlerdi. Ancak görüş farkı içtihattan kaynaklandığı için herbirinin içtihadın icap ettiği yerde durması gerekiyordu. Yani birinci fırka Hz. Ali tarafına, ikinci fırka, Hz. Ali’nin muhaliflerine yardım etmeliydi. Üçüncü fırka ise her hangi bir tarafı tercih etmeden tarafsız kalmalıydı. Dolayısıyla üç gruba ayırlmış olan sahabenin her biri, içtihadının icabı ile amel edip kendine düşeni yapmıştır. Kendine düşeni yapanlar kötülenmez, methedilir. İmâm-ı Rabbani bu hususta Ömer İbn Abdiaziz (v. 101/720) ve İmam Şafii’nin yolunu tutar ve onların “Allah o kanlardan elimizi temiz eyledi bizler de dilimizi temiz tutalım”(657) cümlesini tekrar eder. Taraflardan birini itham etmez. Ona göre Hz. Rasül-ü Ekrem “Ashabımdan bahsedildiğinde dilinizi tutunuz”(658) hadisiyle “ashabımdan ve onların arasında geçen anlaşmazlıklardan söz edilirse geri durun; birini diğerine tercih etme yin” demek istemişti(659) İmâm-ı Rabbânî’ye göre ashap arasında çıkan savaşlarda Hz. Ali tarafı haklı idi ama ihtilaf edilen her meselede onun haklı olması veya karşısmdakilerin hatalı olması gerekmez.

Bu hususta kesin konuşulamaz. Zira tabiîn ve ilk dönem müctehidleri, ihtilaflı meselelerin bir çoğunda Hz. Ali’nin muhaliflerini tercih etmişlerdi. Hz. Ali’nin haklı olduğu kesin olarak belirlenmiş olsaydı tabiinin müctehidleri ona uymayan bir hüküm veremezlerdi. Mesela tabiînden olan Kadı Şüreyh, (v. 80/699) Hz. Ali’nin görüşüne göre hüküm vermemişti(660): Hz. Hasan (v. 49/669), Hz. Ali’nin oğlu olduğu için babası lehine şahitliğini kabul etmemişti. Sonraki müctehidler de Kadı Şüreyh’in sözüyle amel edip onun hükümlerini almış, oğlunun babasına şahitlik yapmasını caiz görmemişlerdir. Hz. Ali’nin görüşlerine ters düştüğü halde müctehid- lerin tercih ettiği daha birçok mesele vardır. Dolayısıyla Hz. Ali’ye karşı çıkmaya itiraz etmenin bir manası olmadığı gibi ona muhalif olanların kınanması da doğru değildir(66.

Hem Ehl-i sünnet hem Şia, Hz. Ali’ye karşı olanların hatalı, tarafın da olanların haklı olduğunu söyler. Ancak Ehl-i sünnet, Hz. Ali’ye kar şı savaşanlar hakkında “tevilden kaynaklanan hata” ifadesinden fazla bir ifade kullanmazlar. Onlara dil uzatıp çirkinliklerini dile getirmekten geri durdukları gibi Hz. Muhammed’e sahabe olanların hakkını korur lar(662). Bu durumda îmâm-ı Rabbânî, diğer ehl-i sünnet âlimleri gibi(663) sahabeye eza ve cefa etmekten uzak durmanın ve her birini hayırla yâd etmenin en doğru yol olduğu neticesine varır(664).

Maksat, Hz. Ali’nin haklı, muhaliflerinin hatalı olduğunu ifade etmekse zaten Ehl-i sünnet bunu yapıyor(665). Bu durumda muhaliflere lanet edip kötülüklerini dile getirmenin faydası bir tarafa, zararı var dır. Zira o muharebelere katılan sahabenin bir kısmı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş, Bedir muharebesine katıldığı için günahları affolmuş(666( ve Rıdvan biatinde bulunduğu için cennete gireceği haber verilmiştir(667). Kısacası Allah onlardan razı olduğunu bildirmiş(668), her birisini cennetle müjdelenmiştir(669). İmâm-ı Rabbani, sahabeyi kollamanın Hz. Ali karşıtlığından kaynaklanmadığını ifade etmek üzere şunları yazar: “Hz. Ali’ye karşı sava şanları sevmekten dolayı bir kazancımız olmaz. Tam tersine bundan rahatsız olmamız gerekirdi. Ancak onlar Hz. Peygamber’in ashabı olduklarından bizim de onları sevmemiz emreldildiği ve onlara buğz ve eziyet etmemiz yasaklan dığı için ona olan sevgimizin icabı olarak severiz. Bir ucu Hz. Rasulüllah’a varacağı için onlara buğz ve eziyet etmekten uzak dururuz ama haklıya haklı, haksıza da haksız deriz. Hz. Ali haklı, muhalifleri de hatalı idi. Bundan fazlasını söylemek fuzulî olur. “(670)

İmâm-ı Rabbânî, Hz. Ali’yi ifrat derecede seven Taftazanî’nin bile ashab arasındaki muhalefet ve muharebelerin hilafet meselesinde bir çekişmeden değil, içtihadi hata yüzünden olduğunu söylediğini(671)hatırlatır. Hayâlı Ahmed Efendi, (v. 875/1470) Taftazanî’nin “Şerhul- Akaid”ine yaptığı “Haşiye”sinde şunları kaydeder: Muaviye ve taraftarları Hz. Ali’nin zamanının en üstünü olduğu için imamete daha layık olduğunu itiraf etmişler ama Hz. Osman’ın katillerine kısası terk ettiği için ona karşı bir şüphe duymuş ve bu yüzden ona itaat etmemişlerdir(672).

Taftazanî’nin “Şerhul-Akaid” isimli eseri üzerine yapılan “Kara Kemal Haşiye “sinde Hz. Ali’nin “Kardeşlerimiz bize baş kaldırıyorlar. Onları öyle karar vermeye sevk eden tevilleri olduğu için ne kâfirdirler ne fasık” dediği nakledilir(673). Buradaki tevil ile farklı içtihat kast edilmiştir. Yani Hz. Ali onların içtihadı o yönde olduğu için öyle davranıyorlar demişti. Hz. Ali de kendine karşı çıkanların nefslerinin esiri olarak değil, içtihadın eseri olarak itiraz ettiklerini biliyordu. Dolayısıyla İmâm-ı Rabbânî’ye göre içtihada bağlı bir hatadan dolayı sahabenin kınanması, kötü ve çirkin kişiler ilan edilmesi Hz. Ali’yi de memnun etmeyecektir(674).

İnceleyin:  Sahabe ve Tabiun'da Görülen Savaşlar Hakkında

Imâm-ı Rabbânî, Ehl-i sünnetin çoğunun delillere bakarak Hz. Ali’nin haklı, muhaliflerinin hatalı olduğunu kabul ettiklerini, bura daki hata içtihada bağlı olduğu için onların iki taraftan birini küfür ve fasıklık ile şuçlamadıklarını nakleder. Ayrıca o, Ehl-i sünnetin “Sakın, ashabım arasında geçen şeylere dalmayın”(675) hadisindeki ya saktan uzak durduklarını söyler(676). Mesela, Mevakıf şarihi Seyyid Şerif Cürcanî, Amedî’nin “Cemel ve Siffin olayları ictihadi bir kararla yapılmıştı” dediğini kaydeder(677).

Imâm-ı Rabbânî, ayrıca bir Hanefî âlimi olan Ebu Şekür Salimi’nin de şöyle dediğini nakleder: “Muaviyenin Ali’ye karşı çıkışı, hilafet meselesinde idi. Zira Hz. Nebi Muaviye’ye şöyle buyurmuştu: “İnsanların başına geçtiğin zaman onlara nfk ile muamele et. “(678) Muaviye’de hilafet meselesinde bu cümleden kaynaklanan bir hırs oluştu ama o, içtihadmda hatalı, Hz. Ali ise haklı idi. Zira o zaman halife Hz. Ali idi. “(679)

Şeyh Ebu Şekür Salimi, Temhid’inde şöy le bir açıklama yapar: “Ehl-i sünnet vel-cemaat, yanında bulunanlar la birlikte Muaviye’nin hatalı fakat hatasının içtihada bağlı olduğuna hükmetmişlerdi. ” Şeyh İbn Hacer Heytemî de (v. 974/1566) “Savaik”da Muaviyenin Ali’ye karşı çıkışının (münazaa) içtihada bağlı olduğunu söyler(680). “Mevakıf” isimli kitabı şerh eden Cürcanî, “dostlarımızın birçoğu o tartışmaların (münazaa) içtihada bağlı olmadığına inanmışlardır” demiş(681). İmâm-ı Rabbânî onun bu cümlesini doğru bulmaz. “Acaba o, “dostlarımız” derken kimleri kastetmekteydi?” diyerek Ehl-i sünnetten böyle düşünenlerin olmadığını ve Cürcanî’nin yanıldığını ima eder. Zira Ehl-i sünnet, onun dediğinin tam tersine hüküm vermiştir.

Imâm-ı Rabbânî, Gazali (v. 505/1111), Ebu Bekr Bakıllanî (v. 403/1013) gibi bazı meşhur kelamcıların ondan farklı düşündüklerini söyler. Ona göre Ehl-i sünnet kitapları, o mücadelelerin içtihadî hata olduğuna dair hükümler ile dopdoludur. Buna göre, Hz. Ali’nin muhaliflerinin fasık olduğunu ve sapıklığa düştüklerini (dalalet) söylemek caiz olmaz(682). Aralarında Hz. Ayşe, Hz. Talha ve Zübeyr gibi zatların bulunduğu sahabenin fasık ve dalalette olduğunu söylemek, İmâm-ı Rabbânî’ye göre kalbi manen hasta olan birisinin yapabileceği bir iştir. Başka hiçbir Müslüman bunu yapamaz(683). Hakikaten Hz. Ali başlangıçta Hz. Ebu Bekir’e biatte gecikmişti ama o gecikme bir kin ve öfke eseri değildi.

O sadece Hz. Ebu Bekir’in seçiminde meşverete davet edilmediği için biraz kırılmıştı. Zaten kendisi de “Biz sadece meşverette geriye bırakıldığımıza kızdık. Yoksa Ebu Bekr’in bizden hayırlı olduğunu biliyoruz”(684) demişti. Zaten sahabe, Hz. Peygamber’in vefat ettiği ilk anlarda onun Ehl-i beytin yanında kalsın, acılarını paylaşsın ve onları teselli etsin diye çağırmamıştır. Bu bir iyi niyet göstergesidir(685). Ehl-i sünnet âlimleri de benzer şeyleri zikrettiği gibi Hz. Ali’nin sahabeden bir topluluk huzurunda Hz. Ebu Bekir’e biat ettiğini kaydetmişlerdir(686).

Kısacası, İmâm-ı Rabbânî’ye göre sahabe-i kiram arasına girmek ve onlarm arasında geçen kavgalar hakkında hüküm belirtmek, bir edepsizlik ve şekavet emaresidir. Ona göre doğru olan, onların aralarında geçenleri Allah’a havale etmek ve Hz. Rasül-ü Ekrem’in “onları seven beni sevdiği için sever”(687)hadisi gereğince hepsini sevmektir(688). Ehl-i sünnetle Şia arasında ashab-ı kiram hakkıdaki tartışmanın te melinde Halifeler asamdaki fazilet sıralamasının bulunduğu da söylenebilir. Zeydiye dışındaki Şia fırkalarma göre en faziletli olanın halife olması şarttır.

Onlara göre Hz. Ali en faziletli olduğu için halife odur. Diğer üç halife ve sahabe onun hakkını gasp etmiştir. Hatta onlara göre imamet, nübüvvet derecesinde bir iman meselesi olduğu için Hz. Ali’ye biat etmeyen ilk üç halife ve ashab, Hz. Peygamber’den hemen sonra dinden çıkmıştır(689). Onların bu iddialarına İmâm-ı Rabbânî zav- yesinden bakılarak bir değerlendirme yapılacaktır.

 

Mustafa Özgen – Imam Rabbanide Ehli Sünnet Kimliği,syf.139-156

597 Tehanevî, Keşşaf-u Ishlahatil-Funun, 1,267.

598 Koksal, Mustafa Asım, İslam’da İki Atta Kaynak Kitab ve Sünnet, TDV Yay, Ankara, 2012, s. 155.

599 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 36, s. 54,55.

600 İsferâinî, Ebul-Muzaffer Tahir b. Muhammed, et-Tabsîr fi’d-Dîn ve Temyîzu l-Fırkati’n-Naciye ani’l-Fıraki’l-Hâlikin, thk, Kemal Yusuf el-Hud, Alem’ül-Kutüb, Beyrut, 1983, s. 41.

601 Bağdadî, Usûlı’d-Din, s. 290.

602 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 36, s. 55.

603 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 96, s. 146.

604 Haşır, 59/2.

605 Âl-i İmran, 3/159.

606 İmâm-ı Rabbânî, Te’yid-i Ehl-i Sünnet, 58; Mektubat, c. 2, mektub. 96, s. 147.

607 İmâm-ı Rabbâni, Mektubat, c. 2, mektub. 96, s. 147.

608 İmâm-ı Rabbani, Te’yid-i Ehl-i Sünnet, s. 58.

609 Cürcanî, Şerhu l-Mevakıf, VIII, 376. Ayrıca Bkz. Nesefi, Tabsıratil l-Edille, II, 894; Amedi, Ebkaru l- Efkâr, 3, 581, 582).

610 Buharî, el- İtisam bi’s-sünnet, 21, Müslim, Akziye, 6, nr. 15, Tirmizî, Ahkâm, 2, nr. 1326.

611 Beyhakî, el-İtikad, s. 134.

612 Haşır, 59/2.

613 Beyhakî, age, aynı yer.

614 Şatıbî, Ebu İshak İbrahim b. Musa, el-Muvafakat fi Usulil-Ahkâm, I-TV, thk. Muhammed Muh- yiddin Abdülhamid, Kahire trs. IV, 122. 615 Haşır, 59/2.

616 İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 2, mektub. 96, s. 147.

617 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 96, s. 148.

618 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 3, mektub. 100, s. 141.

619 Hucurat, 49/2.

620 İmâm-ı Rabbânî, Te’y ‘ıd-i Ehl-i Sünnet, s. 58.

621 İbrahim, 14/36.

622 Nuh, 71/26.

623 Beyzavî, Kadı Abdullah b. Ömer, Enyânı’t-Tenzîl ve Esrânı’t-Tevîl, I_IV (Şeyhzade’nin Haşiye sinin Kenarında), Hakikat Kitabevi, İstanbu, 1990, II, 417.

624 Enfal, 8/67.

625 Müslim, Cihad, 18, nr. 1763; Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiul-Beyân an Tevil-i ayil-Kuran, I-XXX, Kahire, 1954, X, 44; Kurtubî, el-Câmî Liahkâmiî-Kur’an, VII, 403; Emiroğlu H. Tahsin, Esbab-ı Nüzül, V, 263.

626 İmâm-ı Rabbânî, Te’yid-i Ehl-i Sünnet, s. 58.

627 İmâm-ı Rabbânî, age, s. 58; Mektubat, c. 2, mektub. 36, s. 54.

628 Buharî, ilim, 39; Müslim, Vasiye, 5, nr. 1637; Ahemed, el-Müsned, 1/324.

629 İsferâinî, et-Tabsîr fi’d-Dîn, s. 41.

630 Taftazanî, Şerhu l-Makasıd, V, 303; İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 2, mektub. 36, s. 55.

631 Buharî, el- İtisam bi’s-sünnet, 21.

632 Bakılanı, el-İnsaf, s. 68.

633 Maide, 5/119. 634 Fetih, 48/18.

635 Heytemî, es-Savaikul-Muhrika, s. 216.

636 Bilmen, Ömer Nasuhi, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Hisar Yay, İstanbul, trs, s. 61.

637 Leyi, 92/17,18.

638 Hucurat, 49/13.

639 Razi, Mefâtihu l-Gayb, XXXI, 204..Aynı şeyi îci de kaydeder. Bkz. îci, Adududdîn Kadı Abdur- rahman d . Ahmed, el-Mevakıf fi-İlmil Kelâm, Alemul-Kütüb, Beyrut, s. 408.

640 İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 3, mektub. 24, s. 35. Seyfüddün Amidî de şunu söyler: “En müttaki olan ondan uzaklaştırılır” (Leyl, 17,18) ayeti ile Hz. Ebu Bekir’in en müttaki olduğu ortaya çıkınca “En şerefliniz en müttaki olanınız- dır” (Hucurat, 13) ayeti ile de onun aynı zmanda en şerefli olduğu ortaya çıkmıştır. (Amidî, Ebkaru l-Efkâr, III, 469.)

641 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,87; V, 54,57.

642 İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 3, mektub. 24, s. 37.

643 Fetih, 48//29.

644 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 3, mektub. 24, s. 34.

645 Tevbe, 9/100.

646 Enfal, 8/74.

647 Haşr, 59/8.

648 Al-i İmran, 3/110.

649 Buharî, Fezailü Eshabi’n-Nebi, 1; Müslim, Fezailü’s-Sahabe, 214, Ebu Davud, Sünnet, 9, nr. 4657; Tirmizî, Fiten, 45,2221; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 276; V, 357.

650 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 96, s. 150.

651 Hucurat, 49/9.

652 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 96, s. 150.

653 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 80, s. 94; c. 2, mektub, 36, s. 47; mektub. 96,146.

654 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 59, s. 71; c. 1, mektub. 251, s. 230; c. 2, mektub. 36, s. 47; c. 3, mektub. 24, s. 36.

655 Cüveynî, İmâmü’l Harameyn Abdülmelik b. Abdillah, Lüma’ul-Edilleti fi Kavaid-i Akaid-i Ehli’s-Sunneti vel-Cemâat, Dar-u Lübnan, Beyrut, 1987, (İmam Eş’arî’nin “Kitabül-Lum’a”sıyla birlikte, ss. 165-201), s. 199. Bağdadî, Usulüd-Din, s. 289; Amedi, Amedî, Seyfüddin, Ebkarul- Efkâr fî Usuli’d-Din, I-III, thk. Anmed Ferid Mezidî, Darul-Kütübil- İlmiye, Lübnan, 2002, III, 582; Taftazanî, Şerhu l-Makasıd, V, 307,308.

656 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 59, s. 71; c. 2, mektub, 36, s. 56; mektub. 67, s. 115; c. 3, mektub. 24, s. 36.

657 İsbehanî, Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü l-Evliya ve Tabakatu l-Asfıya, I-X, Matbaatü’s- Saade, Kahire, 1938, IX, 114. Bakılanı, el-İnsaf, s. 69.

658 Taberânî, el-Kebir, nr. 1427.

659 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 36, s. 48

660 Humeynî’ye göre Kadı Şüreyh bu fetvayı verdiği için Hz. Peygamberden en çok hadis rivayet eden zatlardan biri olan Hz. Ebu Hüreyre gibi zalimler sınıfına girmiş ve İslam’ı küçük düşürmüştür.Humeynî, İslam Fıkhında Devlet, s. 180). Ancak Humeyni’nin Hz. Ali gibi hak aşığı birinin haksızlık karşısında susmasını da takiyyeye bağlaması, pek arılaşılır görülme mektedir. Takiyye meselesi ileride “Takiyye” başlığı altında ele alınacaktır.

661 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 36, s. 52.

662 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 36, s.

663 Bakıllanî, el-İnsaf, s. 68; Giridi, Nakdu l-Kelam, s. 332.

664 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 80, s. 94.

665 Nesefî, Ebul-Muin, Tabsıratu’l-Edille, II, 882; Bağdadî, el-Fark Beynel-Fırak, s. 351.

666 Müslim, Fedailü’s-Sahabe, 163, nr. 2494; Tirmizî, Tefsirul-Kuran, 60, nr. 3305; Ebu Davud, Cihad, 98, nr. 2650.

667 Tirmizî, Menakıb, 56, nr. 3860; Ebu Davud, Kitabü’s-Sünne, 8, nr. 4653.

668 Maide, 5/119; Fetih, 48/18.

669 Hadid, 57/10.

670 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 266, s. 277.

671 Bkz. Taftazanî, Şerhu l-Mnkasıd, V, 307.

672 Hakikaten Hz. Ali’nin karşısında Cemel muharebesinde savaşan Hz. Ayşe’nin ve Sıffın’de savaşan Hz. Muaviye’nin Hz. Ali’den istedikleri halifelik değildi. Onlar Hz. Osman’ın ka tillerinin yakalanıp kısas edilmesini istiyorlardı. Onlara göre Kuran-ı Kerim bunun hemen yapılmasını emrediyordu. Halife Hz. Ali kısası ertelemekle hata ediyordu. Onlar Hz. Ali’nin o hatasını düzetmek istiyorlardı. Yoksa halifeliğine itiraz etmiyorlardı. Ancak Hz. Ali ise ken di içtihadına göre haklı bir sebeple katillerin hemen yakalanmasını münasip görmüyordu. Kuran’ın emri olan kısası terk etmemiş ama tehir etmişti. Zaten Hz. Osman’ın katlinden önce de Müslümanlar bir hayli tartışmış ve birbirlerine düşmüşlerdi. Hz. Ali’nin halife olduğu ilk günlerde henüz ortalık sakinleşmiş de değildi. Kısasın hemen tatbik edilmesi, yeni bir fitne dalgasına yol açabilirdi. Hz. Ali böyle bir kanşıklığa meydan vermemek için kısası ertelemiş olabilir.

673 Aynı şeyi Ebu’l-Muin Nesefi Tabsırati l-Edille’de, (II, 894) dile getirir.

674 İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 1, mektub. 251, s. 230;, c. 1, mektub. 59, s. 71; c. 3, mektub. 24, s. 36.

675 Tirmizî, Menakıb, 58, nr. 3862; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 87.

676 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 2, mektub. 96, s. 150; c. 2, mektub. 67, s. 115.

677 Cürcanî, Şerhu l-Mevakıf, VIII, 377.

678 Ahmed b. Hanbel, Miüsned, IV, 101.

679 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 251, s. 230.

680 Heytemî, es-Savaikul-Muhrika, s. 326.

681 Cürcanî, îd’nin “el-Mevakıf isimli kitabındaki “Ümmet-i Muhammed’in cumhuru, Hz. Osman’ı katledenlerle Hz. Ali’ye karşı savaşanların hatalı olduğu görüşündedir” cümlesine şerh olarak şu ilaveyi yapmıştır: “Ancak Ebu Bekir Bakıllanî gibi bazı âlimler, bu hatanın fısk derecesine varmadığı görüşünü söylerken bizin dostlarımızın çoğu, Şia’nın dediği gibi onun fasıklık olduğu görüşündedirler.’ (Cürcanî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali, Şerhul- Mevâkıf, I-VIII, Kahire, 1325, VII, 374.) Bilindiği gibi hata içtihadi hata olarak değerlendirilirse hatayı yapan günahkâr (fasık) kabul edilmez. O da bir sevap kazanır. Ancak hata, içtihadi hata olarak değerlendirilmezse hatayı San günahkâr (fasık) olur. Cürcanî, İmâm-ı Rabbânî’nin değerlendirdiği cümlesinde fısk meşini kullanmıştır. Bununla o, dostlarımız diye.bahsettiğı çoğunluğun hatayı içtihada bağlı olarak değerlendirmediğini ortaya koymuştur. İmâm-ı Rabbani de bunu tenkit etmek tedir.

682 Bkz. Nesefi, Tabsıratii’l-Edille, II, 894; Amedi, Ebkarul-Efkâr, III, 581,582.

683 İmâm-ı Rabbânî, Mektubat, c. 1, mektub. 251, s. 230.

684 Suyutî, Tarihul-Hulefa, s. 70.

685 İmâm-ı Rabbânî, age, c. 1, mektub. 80, s. 94.

686 Nisabûri, el-Gunye, s. 184; Cüveyni, İmâmül Harameyn Abdülmelik b. Abdillah, Kitâbü’l- İrşâd ilâ Kavâtu’l-Edilefi Usülil-İtikâd, thk, Es’ad Temîm, Müessesetül-kütübi’s Sekafiyye, Bey rut, 1985, s. 361; Sabunî, el-Bidayefi Usuli’d-Din, s. 58.

687 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 54,57.

688 İmâm-ı Rabbânî, Te’yid-i Ehl-i Sünnet, s. 82.

689 Geylanî, el-Gunye. 1,180.

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir