Sadi Şirazi – Gülistan ve Bostan’dan Hikayeler ve Nasihatlar

 

SeyhSadiSirazi Sadi Şirazi - Gülistan ve Bostan'dan Hikayeler ve Nasihatlar

Cemşid ve Çeşme Taşı Hikâyesi

Cemşid ve Çeşme Taşı Hikâyesi İyi huylu Cemşid11 meğer bir çeşme taşma şunlan yazdırmış; “Bizim gibi nice insanlar vardı, bu çeşme başında oturdu, dinlendi, sonra gözlerini kapayıverdi. Kimi mertlikle, kimi kuvvetle dünyaya hükümdar oldu. Ne ki aldıkları yerler hep geride kaldı. Süleyman peygamberi düşün. Mal-mülk, güç-erk her şey ondaydı. Tahtını sabah-akşam rüzgârlar taşırdı. Peki, şimdi o taht ve sahibi nerde? Asıl mutlu kişi, şöhretini ilmiyle adaletine borçludur. Gelen, gider; eken, biçer. İnsana iyi ya da kötü bir ad kalır geride. Düşmanını yendiğinde onu öldürme. Bu yenilginin acısı ona yeter. Düşmanının minnet ederek etrafında dolaşması; kanının, eteğine bulaşmasından daha iyidir.

Dara ve At Çobanı Hikâyesi

Daranın bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duy­dum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Daranın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa ge­rek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dara; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”

Haykırışları duyan Dara rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”

Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağ­lamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atla­rı, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellik­teki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de be­nim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”

Bu öğütler Dara’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllen­dirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.” diye geçirmiş.

 

Rum Sultanı ve Bilge Hikâyesi

Rum sultanının, ilim ehlinden birinin huzurunda ağladığım duydum. Ona yana yakıla şöyle demiş; “Düşmana karşı koyacak gücüm yok. Şu kaleyle şu şehirden başka mülküm kalmadı. Oğluma ardımda güzel bir miras bırak­mak isterdim. Gör ki soysuz düşman, bende mecal bırakmadı. Bir çare düşün­meli, bir şeyler yapmalıyım. Aksi takdirde kahrımdan öleceğim.”

Bilge, bu yakarışlara karşılık sultana kızarak şunları söylemiş; “Boş yere ağlama sultanım. Aklınla gönlünden geçene ağlamak lazım. Bak şu haline, ömrünün çoğu geçip de gitti bile. Mülkün, ömrünün geri kalanı için yeterlidir. Öldükten sonra, yerine geçecek olandan sana ne! Bırak o, kendini düşün­sün. Her şeyi bırakıp ölmek yok mu kaderde? O halde cihanı ele geçireceğim diye bu kılıç, bu cenk niye? Geçirdin diyelim, bu kez de onu savunmak için kendini yıpratacaksın ve sonunda bırakıp bu dünyadan ayrılacaksın. Değer mi sence, bunca zahmete? İran şahlarından Feridun’u, Dahhak’ı, Cem’i örnek al; acaba şimdi hangisi hayattadır? Ebedi mülk ve saltanat ancak Allah’ındır. Üç beş günlük dünyaya bu denli meyletme. Ahiretini düşün ve ona göre tedbirli ol. Hangi sultanın malı-mülkü, altım-gümüşü, parası-akçesi geride kaldı? Tabi ki hiçbirinin. Ama hayır işleri farklı. Ardında hayırlı eserler bırakırsan şayet güzel adın daima hayırla anılır, ruhuna fatihalar okunur. Böylesi iyi insanların bedenleri çürüse de, adları ebediyete kadar yaşar gider. Sultanım, kerem ağacı dikip yetiştirmeye gayret et.

Zira onun yemişi, diğer meyvelerden çok daha le­ziz ve ümit saçıcıdır. Cömert ol sultanım, lütuf ve ihsanda bulun sürekli. Yarın mahşerde divan kurulunca, herkesin derecesi dünyada yaptıklarına göre ayar­lanır. Padişahım, ibadet ve itaatte ileri olanın, Hak dergahındaki rütbesi yüce olur. Kalbine ihanet eden, ibadetlerini erteleyip itaate kusur işleyen kişi mah­şerde mahcup olur. Allah’tan hangi yüzle ne istesin! İş görmeden ücret iste­mek ne mümkün! Gaflet uykusuna yatanları kendi hallerine bırakma ki yarın yaptıklarından pişman olmasınlar. Tandır kızgın ateşteyken ekmeklerini pişi-remeyenlere benzer onlar. Ekinler harman vakti ürün verir. İş, işten geçtikten sonra çürüyen ekinlerin kime, ne faydası olur! İşte gaflette bulunup gevşeklik gösterenler, çürüyen bu ekinler gibidir.

 

Hatır Gözetmek

Ey ulu kişi, küçüklere zorbalık etme! Çünkü dünya bir kararda kalmaz; bugün zorbasın, yarın düşkün. Zayıfın kolunu bükme, sonradan güç kazana­cak olursa bunu sana pahalıya ödetir, ilk fırsatta ananı ağlatır. Kimseyi kandır­ma, ayağını kaydırma. Düşersen kaldıranın olmaz zira.

Ey ulu kişi, düşmanını kesinlikle küçümseme! Şu koskoca dağlara dik­katlice bakarsan, küçük taşlardan oluştuğunu anlarsın. Karıncaların birleşerek güç birliği edip yeleli aslanı helak ettiğini duymadın mı? Bir saç teli, ibri­şim kadar güçlü değildir ancak birkaçı bir araya geldiğinde zincirden bile sağ­lam olur. Hâzinenin yükünü tutmaktansa, dost tutmaya bak. Bırak dostların yerine hâzinen boş kalsın. Kimsenin işini sürüncemede bırakma. Sonra yığı­lır ayaklarına düşersin.

Ey düşkün insan, sen de güçlüye tahammül göster! Gün gelir belki sen de güçlü olur da halini anlarsın. Zorbalardan intikam almak için dostlarının elin­den tut. Zira dost eli, kuvvet elinden daha güçlüdür. Mazlumun kuruyup çat­layan dudağına söyleyin, gülsün. Zalimin dişlerinin dökülmesi yakındır. Sa­bahleyin davul sesleriyle uyananlar, bekçinin geceyi nasıl geçirdiğini nerden bilsin? Kervandakiler ancak kendi mallarını düşünürler. Sırtı yüklü eşeğe sa­hibinden başka kimsenin içi yanmaz. Say ki düşkünlerden değilsin. Peki bir düşkün gördüğünde niçin durur, ona yardım etmezsin? Bununla ilgili başım-. dan geçen bir olayı sana anlatayım. Sırası gelince konuşmamak kusur sayılır.

 

Bağdat’la Yangın Hikâyesi

Bîr gece halkın yanık bağrından çıkan ah ateşinin, Bağdat’ın yarısını küle çevirdiğini duydum. O anda adamın biri ellerini havaya kaldırıp Allah’a şöy­le dua etmiş; “Çok şükür, bu yangın dükkanıma zarar vermedi.” Yoldan geçen bir ulu kişi, adamın niyazını işitince onu uyarmak istemiş; “Ey bilgisiz adam, sen yalnız kendini mi düşünürsün! Koca şehrin yansı yanıp küle dönmüş, sense dükkânının kurtulduğuna seviniyorsun, öyle mi! İnsanların açlıktan ka­rınlarına taş bağladığını gören birisi, taş yürekli değilse, ağzına bir lokma ata­maz. Yoksulların açlıktan kan tükürdüğünü gören bir zengin, ağzındaki lok­mayı ne yüzle çiğner! Hasta sahibi sağlıklıdır diye düşünme, çünkü hastasının derdiyle kıvranmaktadır, Merhametli yolcular konak yerlerine vardıklarında, geride kalan dostları gelmedikçe uyumazlar. Diken taşıyan kişinin eşeği çamu­ra saplandığı zaman padişahların gönlü bundan muzdarip olur.”

Mutlu olmak isteyen irfan sahibi kimseye Sadi’nin şu sözü yetişir. Dinler­sen sana da Öğüt vereyim; “Diken ekersen, gül biçemezsin,’

 

Gönül Rızası

Saltanattan daha yüksek bir makam olamaz, deme; zira yücelttiğin ma­kam, fakirin derecesinden daha üstün değildir. Yükü hafif insanlar, rahat yü­rürler. Sözün doğrusu budur. irfan sahipleri de bunu böyle kabul ederler. Eli boş kimse, sadece ekmek kaygısı çeker; padişahsa çok geniş ülkelerin idare­sini. Yoksulun akşama ekmeği varsa, gece Şam hükümdarı gibi rahat ve hu­zur içinde uyur.

Kaygı da geçer, sevinç de. Yeter ki ölmeyegörsün insan. İster başında taç, ister boynunda vergi; sonun toprak olduktan sonra ne fark eder! İster zengin­lik içinde yıldızlara değsin başın, ister yoksulluk çekip zindanlarda çürüsün gövden; ölüm kapısından girdikten sonra her şey biter; bütün insanlar o gün varlıkla yoklukta eşit olur. Ecel, başa gelince; insan, tanınmaz olur. Bilene, pa­dişahlık başa beladır. Dilencinin görünüşüne aldanma, gerçek padişah odur.

 

İyilik-Kötülük

İyi işli kimseye, kötülük uğramaz; kötülük edenin yoluna, iyilik bulaş­maz. Kötülük düşünen baş, kötü yol tutar; akrep gibi deliğinde fazla durmaz. İçinde iyilik düşüncesi yoksa; ha sen, ha taş, farkın olmaz! Güzel huylu dos­tum, kötüyü taşa benzetmekle hata yaptım. Çünkü taşın, demirin, tuncun bile faydası var. Böylesi kötülerin ölmesi iyidir, bırak gebersin. Her insan, hayvan­dan iyi ve değerli olamaz. Kötü bir insandansa, vahşi hayvanla yaşamayı yeğ­lerim. Çünkü kötü insanlar, en vahşi hayvanlardan da alçak ve onursuzdur­lar. Yalnızca yemeyi, içmeyi, uyumayı marifet zannedenler, hayvanlardan na­sıl daha değerli olabilirler! Yol bilen yaya, yol bilmeyip kılavuzu olmayan at­lıdan daha önce varır menziline. İyilik tohumu eken, huzur ve saadet harma­nına kavuşur. Ben ömrüm boyunca kötü bir adamın, güzel bir şekilde anıldı­ğını işitmedim. 

 

Zaman Ve Mülk

Mısır’lı büyük bir beyin ömrüne ecel askerlerinin hücum ettiğini duydum.Çok geçmemiş,parlak yanağındaki güzellik gitmiş,gün bitimi sararan güneşe dönmüş.Şehrin önde gelenleri,ecele çare olmadığını bildiklerinden ‘eyvah beyimiz elden gidiyor’ diye yakınıp ağlamaya başlamışlar.Oysa her taht,saltanat bir gün bitecektir;bitmeyecek tek saltanat Allah’a aittir.Artık son nefesinin iyice yaklaştığını anlayan bey titreyen sesiyle;’Mısır’da benim kadar büyük birisi daha yoktu.Gör ki sonum geldi,anladım ki her şey boşmuş.Dünyanın her türlü nimetini toplayıp yığdım ve fakat meyvesinden yiyemedim.Şimdi hepsini ardımda bırakıp düşkünler gibi çıplak gideceğim’ diye yakınmış.

Aklı başında olan kimse;dünyayı kendisine toplar,hem yer,hem bağışlar.Hayırlı şeyler yap ki, öldükten sonra peşini bırakmasın.Çünkü kazandıkların senin değildir.Ölüm döşeğindeki insan geride bıraktıklarının hasretiyle tutuşurken,ziyan korkusuyla yanar.Zengin kişi, hayatını çürüten ölüm döşeğinde de elini uzatır,ötekini çeker.Dile gelemediği için,söyleyeceğini eliyle anlatmak ister.El uzatıp çekmenin manası şudur:Bir yanda lütuf ve ihsan,beri yanda zulüm,açgözlülük ve hırs.

Dostum;elindeyken iyilik yap,yarın kefeni yırtacak değilsin.Güneş,ay ve yıldızlar daha nice zaman parlarken,sen başını mezarından kaldıramayacaksın.

 

Talihsiz Boksör Hikâyesi

‘Yokluk içinde yaşayan, açlıktan neredeyse ölüm derecesine gelmiş, talih­siz, zavallı bir boksör vardı. Yumruklarıyla para kazanamadığından kamını doyurmak için sırtıyla çamur taşımaya başlamıştı. Bu durum, çok ağırına gi­diyordu. Kimi zaman coşar, düşkünleri öldüren felekle savaşır; kimi zamansa ümitsizliğe düşer, hayata küserdi. Halkın tatlı tatlı geçindiğini gördükçe, bo­ğazına acı sular tıkanır, zehirlenir; çoğu kez perişan haline ağlayıp şöyle in­lerdi; “Şu dünyada benden daha beteri var mı acaba? Kimileri bal şerbeti içi­yor, kimileri tavuk, kuzu eti yiyor. Oysa ben ekmeğime sürecek yağ bile bula­mıyorum. Şu talihe bak; kedi, kürk giysin; ben, çıplak kalayım; olacak iş mi! Çamur işiyle uğraşırken, ayağım büyük bir hâzineye batsa, ne olurdu! Feleğin cilvesiyle hâzineme kavuşsam, ben de gün görsem, hayattan zevk alsam, üs­tümdeki sıkıntıları bitirip eğlenceye dalsam, fena mı olurdu!”

Neyse duydum ki, boksör bir gün yine toprak kazıyormuş. Kazarken top­rakta ne görse beğenirsiniz? Dura dura çürüyüp parçalanmış, dişleri yere ka­rışmış bir çene kemiği! Kemik, kendi diliyle başlamış öğüt vermeye; “Arka­daş; yoksulluğunla düşkünlüğüne tahammül et,yarın toprak altında bu hale dönmeyecek misin? Akıbetin böyle olduktan sonra; ha şeker yemişsin, ha ci­ğer kanı içmişsin; ne önemi var. Hoş gör, iyi-kötü dönsün devran; bizsiz daha çok dönecektir.”

Çürümüş çene kemiğinin bu sözlerinden çok etkilenen boksör, içindeki kederi bir kenara atıp kendi kendine söylenmeye başladı; “Ey akılsız, tedbir­siz nefis! Yokluk, sıkıntı yükünü çekeceksin tabi. Boş yere kahrolup da ken­dini öldürme. Şu fani dünyada başı üstünde yük taşıyanla şan ve şerefçe başı göğe değenin sonunu kim bilebilir? Hem yarın yer değiştirmeyecekleri ne ma­lum? Bu dünyada keder de, sevinç de geçicidir. Ebedi kalan şeyse yaptıkları­nın karşılığıyla iyi adındır.”

Ey padişah; taht da fanidir, taç da; yalnız kerem kalır yanında! Kendini ta­lihli hissediyorsan lütuf ve ihsanda bulun, sana yaraşan da budur. Saltanatına, devletine, hizmetindekilere bakıp da böbürlenme boşuna. Zira senden Önce, senin gibi niceleri geldi geçti; senden sonra da gelmeye devam edecek. İzzet sahibi kimse, dinin emirlerine uygun hareket eder. Çünkü bilir dünyanın fani olduğunu^ Düzgün ve güçlü bir saltanatım olsun diyorsan dini onunla bera­ber düşünmelisin. Er-geç bu dünyayı sen de terk edeceksin; o halde altınları- nı çıkar, ihtiyaç sahiplerine pay et.

Bak, Sadî de öyle yapıyor. Ne ki, altını olmadığı için inci gibi sözler saçı­yor.,,

 

Yetimi Gözetme

Babasız kalan çocuğun başına gölge sal, onu himayene al, yüzünün to­zunu silip ayağındaki dikeni çıkar. Neden bu kadar zavallı, düşünmedin mi;kökü olmayan ağaç, hiç taze olur mu? Boynu bükük bir yetim gördüğünde, karşısına geçip de çocuğunu öpüp okşama. Ağlayınca, kim çeker nazını yeti­min yahut öfkelendiği zaman kim yatıştırır? Dikkat et, ağlamasın yetim; zira ağlamaya başlarsa, arş da titremeye başlar. Esirgeyerek sil gözyaşını, şefkatle al yüzünün tozunu. Baktın ki başında gölgesi yok, gölgende besle onu. Vaktiyle babamın kucağına yaslandığım zaman benim de başımda taç vardı. Hele be­denime bir sinek konmayagörsün, kaç kişinin gönlü bundan perişan olurdu. Ya şimdi? Düşmana esir düşecek olsam, dostlarımdan hiçbiri bana yar olma­yacak. Bir ben bilirim yetim çocukların halini. Çünkü çocukluğumda ben de babamı kaybetmiş idim.

 

İyi-Kötü Herkese İhsan Hikâyesi

Birisi çölde giderken yolu üzerinde susamış bir köpek buldu. Baktı ki; nerdeyse ölecek. Hiç vakit kaybetmeden başındaki külahı çıkarıp kova yaptı, sangını ip gibi taktı. Hizmet için eteğini bağlayıp kollarını sıvadı. Zavallı kö­peğe bir yudum su verdi. Vefatından sonra, peygamber bu adamı kast ederek; “Allah, günahlarını affetti!” diye haber verdi.

Dikkat et, zalim isen akıbetini düşün, vefadan ayrılma, cömertliği huy edin! Kişinin, bir köpeğe ettiği iyilik bile kaybolmazken iyi bir insana yaptığı hayır nasıl kaybolur! Elinden geldiğince cömert davran. Cihanı yaratan, iyilik kapısını kimseye kapamadı. Fakat hâzineden kantarla bağışladığın altın, elin­den bağışlanan bir kırat gümüşün yerini tutmaz. Herkes gücü nispetinde yük taşır; karıncaya göre, çekirgenin ayağı ağırdır. ’

 

Örnek Davranışlar Hikayesi

Eğer iyi adamsan ve hak yolunda doğru yürüyorsan, iyilerin nasıl davran­dıklarını anlatayım da dinle: Şeyh Şibli bir dükkandan bir torba buğday sa­tın almış, bunu sırtına yükletip ta köyüne kadar taşımıştı. Nihayet evine geldi, çuvalı açıp bakınca ne görse iyi! Tahılın içinde şaşkın şaşkın her yana koşan bir karınca.. . Acıdı ona, geceleyin uyku tutmadı gözleri ve; “Bu zavallı karın­cayı yurdundan ayırışım iyi olmadı!” diyerek onu tekrar eski yerine götürdü.

Perişan olanların gönüllerini kurtar ki, felek bir gün seni perişan etme­sin.

Allah’ın rahmeti içinde yatsın, o temiz soylu, büyük zat Firdevsi bak ne güzel söylemiş; “Tane çeken bir karıncayı dahi incitme. Çünkü onun da bir canı vardır ve tatlı canlar hoştur.”

Bir karıncanın dahi rahatsız olmasını hoş gören kişinin kalbi kararmış, yüreği taşlaşmıştır. Elini zorbaca, düşkünün kafasına vurma. Bir gün ayağı­na karınca gibi düşebilirsin. Mum, pervanenin haline merhamet etmedi de ne oldu; meclisin önünde nasıl yandı, gör.

Evet senden zayıflar çok olabilir ama öte yandan senden güçlülerin var ol­duğunu da hatıradan çıkarma.

 

Dervişle Tilki Hikâyesi

Bir derviş, elsiz ayaksız bir tilki görünce; “Bu elsiz ve ayaksız; nerden yi­yip nasıl içiyor?”diye Allah’ın lütfuna hayran kaldı. Şaşkın derviş bu haldey­ken, pençesinde avladığı çakalla bir aslan çıkageldi. Aslan, zavallı çakalı he­men oracıkta yiyiverdi. Arta kalanları da tilki silip süpürdü. Herkesin rızkını veren Allah, ertesi gün başka bir şekilde tilkinin günlük yiyeceğini gene gön­derdi. Bu apaçık gerçek karşısında adamın gözleri açıldı. Hemen gidip solu­ğu bir mescitte aldı ve Allah’a şöyle niyazda bulundu; “Aslanlar bile rızıklarını zorbalıkla yemiyorlar. İyisi mi bundan böyle ben karıncalar gibi bir köşeye çekilivereyim.” O günden sonra derviş işini gücünü bıraktı. Rezzak Allah’ın, gaipten rızk yollayacağını umarak beklemeye başladı. Ne el-alem, ne eş dost; kimseler arayıp sormayınca; çok geçmedi, çenk gibi bir deri bir kemik kal­dı. Çaresizlikten sabrı da, idraki de tek tek tükendi.

Derken uzlete çekildiği mescidin mihrabından kulağına sesler geldi; “Hey miskin adam! Tilki gibi el­siz ayaksız düşünme kendini. Bilakis yırtıcı aslan ol ve öyle çalış ki aslan gibi senden başkalarına bir şeyler kalsın. Neden tilkiye benzeyip artıklarla doya­caksın ki? Aslan gibi yeleleri gür ve ensesi kalın olan insan, tilki gibi düşkünle­şip yemeğini başkasından beklerse, köpekler bile ondan üstün olur. Hadi dur­ma, çalış, çabala, hem ye, hem yedir. Başkalarının artığına göz dikme. Aksine ercesine çalış, yorul, zahmet çek, Başkalarını rahata eriştir. Alçaklar gibi baş- kalanının el emeğine göz dikme.

Ey genç, ihtiyar yoksulun elini tut ve kendini elinden tutulacak dereceye düşürme. Yüce Allah’ın lütuf ve ikramı, varlığının gölgesinde halkı dinlendi­ren kimseleredir. Aklı başında insan, daima cömert olmak için çalışır. Çünkü himmeti az olanların beyni yoktur ve kafaları kuru bir tasa benzer. Allah’ın ya­rattıklarına iyilik eden kimse, iki cihan iyilik görür.

Bir deveci, Babendikiş yolunda oğluna bak ne söylemiş; “Oğlum; azı­ğını iyi insanlarla ye. Çünkü iyiler, arkadaşsız yani tek başlarına azıklarını ye­mezler.” ,

 

Yemen Padişahı ile Hatem-i Tai Hikayesi

Bu Hikâyeyi bana kim anlattı, şimdi hatırlayamıyorum. Vaktiyle Yemen de ulu bir padişah vardı. Ünlü kimselerden devlet topunu o kapmıştı. Çünkü hazine
bağışlamakta eşi-benzeri yoktu. Eli yağmur gibi para saçan padişahı görenler ona kerem bulutu diyordu. Ancak bu padişahın herkesçe bilinen büyük bir kusuru vardı.
Huzurunda ne zaman Hatem’den bahsedilse, gazaplanırdı. Bu yüzden huzurunda kimse Hatem’in adını anmak istemezdi. Padişah da sağda solda gerinerek; “O kuruntucunun adından da, laflarından da bıktım usandım artık. Ne saltanat sahibi, ne ferman; üstelik hâzinesi de yok.” diye hava atıyor; “ama duyduğuma göre kendince büyük bir meclis kurmuş, o mecliste halkı çenk gibi hoş tutuyormuş.” deyip onu fazlasıyla küçümsüyormuş.

Bir gün yanındakilerden biri, Hatem’den bahsetmeye başladı; bir diğeri de methe koyuldu. Kıskançlık adamı kin deryasına götürür ya… Padişah hemen galeyana gelip;

“Benim saltanatımda o yaşadıkça adım iyilikle anılmayacak” diyerek emrindekilerden birini, Hatem’in kanını dökmeye memur etti ve bu belalı adam da Tai kabilesinin yolunu tuttu. Alçakgönüllü Hatem’i öldürme kararıyla ilerlemeye başladı. Yolda karşısına güleryüzlü, bilgili, tatlı dilli bir genç çıktı. Kendisinden aşinalık kokusu geliyordu. Bu genç, o gece yolcuyu evinde misafir etti, güzelce ağırladı, eğlendirdi.

Böyle yaparak iyilikle kötü niyetlinin gönlünü çeldi. Seher vakti gelince; “Birkaç gün daha yanımızda kal!” diye ricada bulunup eline ayağına yapıştı. Fakat yolcu onca güzelliğe rağmen reddetti;

“Burada kalamam. Görülecek pek mühim bir işim var.” Delikanlı mühim işi öğrenebilmenin hevesiyle; “Eğer bana açarsan, gönlü bir olan dostlar gibi, senin için canla başla çalışırım.” deyince, misafir ondan şunu istedi; “Beni adamakıllı dinle. Bilirim ki yiğit gönüllü kimseden sır çıkmaz. Acaba sen bu memlekette Hatem adlı birini tanır mısın? Hani güzel fikirli, iyi huylu olarak nam salmış. Padişahımla aralarında sebebini bilmediğim bir kin peyda olmuş. Yemen padişahı benden onun kellesini istiyor. Bulunduğu yerin yolunu bana göster, başka bir lütuf beklemem.”

Delikanlı güldü ve; “Hatem benim, işte başım, kılıcınla ayır tenimden! Yoksa birazdan gün ağaracak, sana zarar gelmesinden korkarım.” deyip hiç çekinmeden kellesini ortaya koyunca adamın vicdanından bir feryat yükseldi. Toprağa düştü, sıçradı, kalktı. Kah yerlere kapanıyor, kah Hatem’in eline-ayağına sarılıyordu. Nihayet kılıcını fırlatıp tirkeşini bıraktı. Biçare kimseler gibi elini göğsüne koyarak acı içinde inlemeye başladı; “Eğer senin vücuduna bir gül yaprağı dokundurur- sam, erlerin yanında er değil, kancık olayım!” Sevgi ve pişmanlık duygularıyla Hatem’i kucaklayıp gözlerinden öptükten sonra gri döndü. Hükümdar, iki kaşının arasına bakar bakmaz,adamın emrini yerine getirmediğini anlayıp soru yağmurlarına başladı; “Gel bakalım,ne haber getirdin? Niçin terkiye bir baş asmadın? Yoksa cesur bir düşman sana saldırdı da direnmeye mecal mi bulamadın?” Adam sakin bir dille cevap verdi;

“Padişahım; gördüm ki Hatem, şan ve şeref sahibi, hünerli, yakışıklı, temiz yüzlü, cömert ve akıllı bir gençtir. Yiğitlikte de benden üstündür. Onun lütuflannm yükü, belimi büktü. Ben, onu değil; ihsan ve fazilet kılıcıyla o, beni öldürdü.” Adam Hatem’in keremlerine dair ne gördüyse üşenmedi, bir bir hepsini anlatıverdi. Bunun
üzerine padişah, Tai kabilesini överek; “Evet” dedi, “cömertlik, Hatem’in namıyla sona ermiştir!” Gönderdiği adama, mühürlü bir keseyle altın verirken ekledi; “Eğer Hatem’in cömertliğine şahitlik ediliyorsa, gerçekten bu, onun hakkıdır. Çünkü şöhretiyle gönlü, birlikte yürüyor.”

 

Yumuşak Başlı Padişah Hikâyesi

Birinin eşeği balçığa saplanmış, sıkıntıdan adamın kalbi kan ağlamaya başlamıştı.Çölün ortasında soğuk bir hava, sel gibi bir yağmur, karanlığın eteği ufuklara inmiş durumda. Eşek sahibi, ızdırap çekerek bütün gece sabahlara kadar kötü kötü söylendi, lanet etti, sövüp saydı. Ne dost kurtulabildi dilinden, ne düşman, hatta ne de o ülkenin padişahı. Eşek sahibi böyle söylene- dursun, nasıl olduysa oradan geçen padişah asılsız bu sözleri duydu. Dinlemeye sabrı, cevap vermeye mecali kalmayıp; “Bu densiz herif, bana niçin, kimden dolayı kızıyor?” diye düşünüp cezalandırma niyetiyle eşek sahibine baktı. Yanında bulunanlardan biri; “Padişahım, şunun boynunu vurdur, yeryüzünden kökünü kazdır!”diye ateşe körükle gitti. Fakat yüce sultan anlayışlı,yumuşak başlıydı. Bir, balçıkta debelenen eşeğe; bir de, bela içinde kıvranan sahibine baktı ve zavallı adamın haline acıdı. Onun kötü sözlerinden doğan öfkeyi başından savdıktan sonra adama para, at, kürklü kaftan bağışladı.
Hiddet zamanı muhabbet göstermek ne hoştur! Biri, eşek sahibine bakarak kükredi; “Hey akılsız, idraksiz ihtiyar; ölümden zor kurtuldun!” İhtiyar, cevaben; “Sus” dedi ona, “eğer ben kendi derdimden şikayet ettimse, o da kendine yaraşan lütfü göstermiş oldu.”

Kötülüğü, kötülükle cezalandırmak kolaydır. Mertsen, kötülük yapana iyi, yumuşak davran.

 

Sabır ve Sebat Hikâyesi

Yoksul kılıklı ve fakat zengin gönüllü Allah dostlarından birinden vaktiyle şöyle bir Hikâye işittim: Bir ihtiyar, sabah vakti dilenmeye çıktı. Yolda bir mes­cide uğradı, kapısını açıp seslendi. Az sonra içerden çıkan adam, onu fena hal­de tersledi; “Be saygısız herif! Allah’ın evi burası. Halkın evi değil ki sana bir şey versinler. Hadi, arsız arsız bekleme, hemen çek git buradan!” Dilenci istifi­ni bozmadı ve sakince sordu; “Bu merhametsiz evin sahibi de kim?” Adam iyi­ce küplere bindi; “Sus be ahmak! O nasıl söz öyle, bu evin sahibi hepimizi ya­ratan Yüce Allah’tır.” Bunun üzerine ihtiyar baktı; mihrabı ve kandili görünce derinden yana yakıla bir ah çekti ve; “Heyhat! Bu kapıdan da yoksun dönmek, bu evi bırakıp gitmek ne acı! Daha önce hiçbir mahalleden eliboş dönmedim ben.

Şimdiyse Allah’ın evinden kovuluyorum. Olacak iş mi bu!” dedi. Sonra ihtiyar bu mescitte bir yıl konuk oldu. Bu süre zarfında hiç çalışmadı, tersine hep dilendi. Nihayet bir gece iki ayağı birden çukura battı. Halsizlikten kalbi çırpmıyordu. Gözleri söndü sönecek. Gör ki; buna rağmen sevinç içinde te­rennüm ediyor; “Kim çalarsa çalsın, cömerdin kapısı mutlaka açılır!”

Dilek sahibi çok sabırlı, sebatkâr olmalı. Ben kimyagerlerin yaptıkları iş­ten dolayı usanç duyduklarını asla duymadım. Tam tersi; belki bir gün bakı­rı altın yaparız diye nice altınları toprağa saldılar. Oysa altın, bir şey satın al­mak içindir. Dosta kavuşmaktan daha kıymetli ne alabilirsin ki? Eğer sevgili­nin biri; kalbine sıkıntı verirse, hüznünü gidermek için kendine başka bir sev­gili bul. Hem asık suratlı sevgiliyi kim ister ki! Yaktığı ateşi, bir başkasının suyuyla söndür. Güzellikte benzeri yoksa şayet, incinsen de sudan bahanelerle onu terk etme. Zira onsuz yaşayabileceğine inandığın bir sevgiliyi ancak gön­lünden çıkarabilirsin. Aksi takdirde her türlü cefasıyla nazma katlanacaksın.

 

Gidecek Başka Kapınız Var mı?

Bir gece pirin biri sabaha kadar ibadet etmiş, seher vakti elini Tanrı’ya kaldırıp hacet dilemişti. O sırada kulağına gaipten şöyle bir ses geldi:

—İster defol git, ister yalvarıp yakarmana devam et; bu kapıda senin dileğin kabul edilmeyecek. Boşu boşuna uğraşma, başının çaresine bak!

Pir ertesi geceyi de zikirle, ibadetle geçirdi. Müritlerden biri onun durumunu öğrenmişti: “Pirim” dedi; “gördün ya, sana o taraftan kapı kapanmış. Boş yere bu kadar uğraşıp durma!”

İhtiyarın gözlerinden, yüzüne hasretle, yakut renginde yaşlar boşandı.

“A oğlum” dedi; “eğer bundan daha iyi bir kapı bilseydim, ancak o vakit umudumu keser, geri dönerdim. O benden dizginini çevirdi ama sanma ki terkisinden ben el çekeceğim. Dilenci, eğer başka bir kapı tanıyorsa, herhangi bir kapıdan mahrum döndüğü zaman gam yemez. Evet, benim bu semte yolum yokmuş, işittim. Ama başka bir ülkeye gitmem de imkânsız.”

Pir bunları söylerken kendini Tanrı’ya vermiş, başını yere koymuştu. O sırada can kulağına bir ses geldi; diyorlardı ki:

“Bize lâyık bir hüneri yoksa da onu kabul ettik. Çünkü Bizden gayrı sığınağı yok!”

 

Hasret ve Cefa Hikâyesi

Bir yeni gelin, ihtiyar bir adama muhabbetsiz kocasını şikayet etti; “Haya­tımın bu anlayışsız kocayla meşakkat içinde bitip tükenmesi bana reva mı! Ba­kıyorum da, bizimle aynı mahallede oturanların gönlü bizimki kadar perişan değil. Başkaları gül gibi geçinip gidiyor. Görsen, kabuktaki iki badem içi sa­nırsın. Ya ben; evlendiğimden beri, kocamın bir kez olsun yüzüme güldüğü­nü görmedim.” İhtiyar, kadının şikayeti bittikten sonra gün görmüş hali ve tat­lı diliyle ona öğüt verdi; “Kocan güzelse, tahammül et. Çünkü dengini bulma­dıkça, ondan yüz çevirmen sana acı verecektir. Böyle yapma, sonra yazık olur sana. Gerisini düşünmeden böyle bir kocadan ayrılırsan, çok geçmeden ayrılı­ğına dayanamaz ömrün boyunca azap çekersin.”

Kul olduğunu bil, Allah’ın emrine itaat et. Onun gibi efendi bulamaz­sın!”

 

Kibrin Sonu, Tevazuun Bereketi

Dünyada mağrur olan, din yoluna giremez; kendini gören, Yüce Allah’ı göremez. Yücelik istiyorsan -alçakların yaptığı gibi- insanlara hakaret gözüyle bakma. Akıllı insan yüceliğin, şanla şöhretin kibirle ortaya çıkmayacağım iyi bilir. Halkın sana iyi huylu demesinden daha büyük bir şeref olamaz. Dengin olan biri, sana karşı kibirli davrandığında, sen onu akıl gözüyle büyük göre­ceksin, öyle mi! İşte sen de, başkalarına karşı onun gibi davranacak olursan o kişinin düştüğü zillete düşersin.

Büyük bir makama kavuştuğunda senden düşük insanlarla alay etme.

Çünkü felek şaşırtıcıdır. Nice makam sahipleriyle düşkünlerin yer değiştirdikleri sıkça görülmüştür. Tut ki sen gerçekten kusursuz birisin. Benim gibi kusurlu birini hor görmenin alemi ne! Kimileri, Kabe kapısının halkasına yapı­şırken; kimileri de, meyhane kapısında zil zurna sarhoş olur. Eğer Yüce Allah o sarhoşa hidayet eder ya da makam sahibini huzurundan kovarsa, buna kim engel olabilir! Ne o makam sahibi kendi ameline güvenebilir, ne de bu sarhoşa tövbe kapısı kapanır.

 

Hz. İsa ile Günahkâr Hikâyesi

Rivayet edenlerden işittim: Hz. îsa zamanında, ömrünü cehalet ve azgın­lık içinde geçirip sapkınlıkla tüketen bir adam varmış. Taş kalpli, merhamet­siz, korkusuz bir günahkârdı. Öyle ki şeytan bile, ne zaman görse, ondan çeki­nirdi. Günlerim boşuna geçirmiş, dünyada bir tek gönlün rahat etmesine im­kan vermemişti. Kibri çok, aklı yoktu ve haram lokmalardan şişkin bir kama sahipti. Kısası; yamuk yürüdüğünden eteği kirlenmiş, günahtan yüzü kapka­ra kesilmişti. Ne irfan sahipleri gibi doğru yürüyen bir ayağa, ne de adam gibi öğüt dinleyen bir kulağa sahipti. Görenler, uğursuz yıl gölmüşçesine nefret­le ondan kaçarlar; insanlar hilal görmüş gibi kendisini ona uzaktan gösterir­lerdi. Fena arzular harmanını kül etmiş, bu yüzden -bir arpacık olsun- iyi bir ad kazanmamıştı. Bu adam o kadar günahkâr yaşadı ki nihayet defterinde gûnahlarını yazacak yer kalmadı. Fasık, kimseyi dinlemez, şehvetine düşkün, ga­fil, gece-gündüz sarhoştu.

Hz. İsa, bir gün çölden gelirken yolu üzerinde bir âbidin..çadırına uğradı. İnsanlardan ırak, kendi halinde ömrünü Allah’a ibadet ederek geçiren bu âbit, Hz. İsa’yı görür görmez, zikrini bırakıp başını yere ko­yarak ayaklarına kapandı. Bedbaht günahkâr, uzaktan onları görüp seyre ko­yulmuştu. Görseniz; ışığa hayran pervane kesilmişti. Zenginin eline utanarak bakan yoksul gibiydi adeta. Utancından yana yakıla ah etti, gaflet içinde geçir­diği gecesiyle gündüzlerine hayıflandı. Buluttan boşanırcasına ızdırap yaşlan dökülüyordu gözlerinden. “Yazıklar olsun bana, hayatım cahillik içinde geçti, hiçbir şey kazanmadan değerli Ömrümü boşa harcamışım meğer. Ölümü, ya­şamından daha hayırlı olanlar, benim gibi yapmasınlar. Çocukken ölenler, ih­tiyarlıkta utanca düşmezler.” deyip şöyle dua etti; “Ey kainatın yaratıcısı Yüce

Rabbim! Günahlarımı affet, beni bağışla, aksi takdirde vay halime! Ey çaresiz­lerin elinden tutan Allah’ım! Bana acı, feryadımı işit, bağışla!”

Günahkâr adam, pişmanlık gözyaşları dökerek böyle inleyedursun; âbit, mağrur gözlerle o kötü adamı uzaktan görünce kaşlarını çattı ve; “Bu bedbaht adamın bizim aramızda işi ne! Bu talihsiz cahil, bize layık değil. Boğazına ka­dar ateşe girmiş, ömrünü yele vermiş. Murdar nefesinden ne hayır gelecek ki Mesih’le, benimle dostluk etmek ister! Defolup gitsin buradan. Günahlarının ardı sıra cehennemi boylasın. Çirkin suratını görmek istemiyorum. Aman, ate­şi üstüme sıçramasın da. Ey Rabbim! Mahşer günü herkesi huzuruna topladı­ğında beni bu adamla birlikte aynı yerde diriltme!” diye dua etti.

Âbit, duasını bitirir bitirmez, Yüce Allah’tan, şerefli elçisine vahiy geldi; “Biri, âbit; diğeri, günahkâr iki kulumun da duasını kabul ettim. Günlerini boşa geçiren şu bedbaht, huzurumda öyle bir tövbeyle inledi ki onu kerem eşiğimden kovmayacağım, fena işlerini affedeceğim, böylece onu ihsanımla cennetime alacağım. Yanındaki âbit, cennette bu günahkârla arkadaş olmak­tan hicap duyuyorsa söyle, onun da duasını kabuk ettim. Mahşerde ondan yana kaygılanmasın. Çünkü o günahkâr, cennete; kendisiyse, kibrinden ötürü cehenneme girecek. Günahkâr kulum, tövbesiyle kapkara kalbini apak parla­tırken; sözde âbit, riyakar ibadetine güvendi de, çaresizliğin dergahımda kibir ve benlikten daha yüce olduğunu idrak etmedi.’’

Dostum! Üstü başı temiz ve fakat ahlakı kirli olan kimseye cehennem anahtarı ne hacet! Hakk katında düşkünlük ve çaresizlik, gösterişle yapılan ibadet ve kibirden daha iyidir. Mertsen, bundan bahsetme. Her oyuncu, topu çizgiden çelip çıkaramaz. Kendini iyilerden görüyorsan, kötüsün demektir. Zira Allah katında benlik olmaz. İçini fıstık zannedenlerin çoğunun dışı so­ğan gibi hep kabuktur. Kibir ve benlikle yapılan ibadetler de böyledir. Bu ne­denle hiçbir şeye yaramaz. Sen önce git, ibadette ettiğin kusurlar için Rabbinden özür dile. Hakk’a karşı iyi ama halka karşı kötü olan akılsızlar, ibadetleri­nin meyvesini yiyemezler. Allah katında bedbaht ayyaş ile gösteriş için ibadet eden, aynıdır. Biri, işlediği günahlar yüzünden; öbürü, ibadetinde riyakâr dav­randığı için zarar görecektir.

Dostum! Allah’ı hakkıyla zikretmeye, layıkıyla anmaya çalış ve son pey­gamberini örnek al, onu geçecek kadar ibadete dalma. Siyahlık kadar, haddin-den fazla beyazlık da iyi değildir. Akıllı kişilerden bize armağan kalan bilgece söylenmiş sözleridir. Sadî’nin şu tek sözünü çıkarma aklından; “Allah’tan kor­kan günahkâr, riyakâr âbitten çok daha hayırlıdır.”

 

Tövbe Hikâyesi

– Gence’de -duyanlardan Allah uzak tutsun- zalim ve ahlaksız bir şehza­de vardı. Bir gün içip içip sarhoş olmuş, kafası esrik, elinde bir kadeh şarap­la şarkı söyleyerek mescide girdi. O anda tatlı dilli, temiz kalpli bir âbit min­bere oturmuş, cemaate vaaz veriyordu. Bilgeler ne güzel söylemiş; “Âlim ol­mayana, âlimi dinlemek yaraşır.” İşte o gün de birçok kimse bu zatın etrafın­da toplanmış pür-dikkat onu dinliyordu. Derken o sarhoş şehzade saygısızlığa başlayıp içerdekilerle alay etti. Cemaat, bu duruma çok üzüldü. Kalpleri peri­şan da olsa; saygısızlık yapan şehzade olduğu için, içlerinden hiçbiri sesini çı­karamadı. Padişahın hareketleri kötü olunca, kim ona ‘dur ve iyi ol’ diyebilir ki! Sarımsak, gül kokusunu bastırır; çengin sesi, davul karşısında kısılır. Yan­lış ve uygunsuz bir davranışı elle defetmek mümkünse, insanın elsiz ayaksız oturması, yakışık almaz. Elinle durduramıyorsan, bu kez dilinle onu engelle­melisin. Zira birçok kötülük tatlı dil ve öğütle yola gelebilir. Bu da olmazsa, Allah dostları o zaman gönülden himmetle engellemeye çalışır yani kalpleriy­le buğzederler.

Cemaatten biri, abitin yanma gitti, başını önüne eğerek ağlayıp inledi; “Şu sarhoş karşısında elimiz, dilimiz bağlı, hiçbir şey yapamıyoruz biz. Şu küstah için, bir dua etseniz de yola girse. Erenlerin gönlünden çıkan yanık bir nefes, yetmiş kılıç ve baltadan daha güçlüdür, derler.”

Bu talep üzerine güngörmüş o âbit, ellerini havaya açtı ve; “Ey yerlerle gökleri yaratan Yüce Allah’ım! Bu çocuğun keyfi yerinde, dünyada hoşça va­kit geçiriyor. Keyfini bozma!” diye dua edince, bir başkası hemen araya girdi; “Ey doğruluğun kıblesi; bu kötüye iyilik dilemenle, bütün bir şehre haksızlık etmiş oldun, yazık değil mi!” Akıl ve irfan sahibi âbit, adamın şaşkın yüzüne bakarak onu uyardı; “Arkadaş! Sözün sırrını anlamadıysan sus. Ben sözümü nükteyle süsledim ve Yüce Allah’tan şehzadenin tövbe etmesini istedim. Cen­nette sonsuz nimete ulaşmak isteyen, dünyadayken bir an önce çirkin huylarını terk etmelidir. Şarabın verdiği zevk sadece beş gün sürer, onu bırakmak­ta ise sonsuz zevkler vardır.” Oradakilerden biri, bu güzel sözlü âbidin söyle­diklerini hemen şehzadeye yetiştirdi. Duyar duymaz gözleri bulut olup yaş­lar dökmeye başladı. Yüzüne pişmanlık seli boşandı. İçi iştiyak ateşiyle yandı. Utancından gözlerini yere dikti, başını kaldırmadı. Medet deyip tövbe kapısı­nı çalarak o temiz âbite bir adamla haber yolladı; “Lütfen zahmet edip buyur­sunlar da, doğru yoldan sapan başımı ayağına koyayım; böylece cahillikten, çapkınlıktan vazgeçerim.”

Öğüt verici âbit, şehzadenin ricasını kırmayıp ayağa kalkarak padişahın sarayına gitti. Sofada şeker, incir, mum, şarap gördü. Kısası; her türlü nimet mevcut, gör ki meclis mamur, insanlarsa harap halde… Kimi, kendini kaybet­miş; kimi, çakırkeyif; kimi, elinde kadehle şarkı söylüyor; kimi, çalgıcıların arasında raksa dalmış… Saki; “iç” diye ünlüyor habire…

Şarap herkesi kendine esir etmiş anlayacağın. Cenkçinin başı, mahmur­luktan çenk gibi göğsüne düşmüş. Mağrur nedimlerin başlan yere düşmüş. Bir tek nergislerin gözleri açık. Def ile çenk uyumlu. Yalnız neyin inleyen sesi, defle çengin neşesini bozmuş. Gördüğü manzara karşısında enikonu şaşkına dönen âbidi gören şehzade derhal hizmetçilerine emretti. Ne varsa parampar­ça ettiler, O güzel muhabbet bulandı birden. Sazlar parçalandı, çenkler kırıldı, teller söküldü, şarkılar kesildi, şarap küpleri taşa çalındı, devasa sürahiler im dirildi. Şarap testilerinin boynu vuruldu. Boğazlanmış kazdan akan oluk oluk kan gibi, baş aşağı düşen testilerden kızıl şaraplar döküldü. Küp, dokuz aylıkşaraba gebeydi. O kargaşada kız çocuğunu düşürdü. Tulumun kamını ta gö­beğine kadar yardılar.

Bunu gören kadehin gözleri kanlı yaşlarla doldu. Yakut rengi şarabın kızıllığına boyanan saray avlusunun taşlan yıkamakla temizlenemeyecegi için tek tek söküldü, çekiçle yeniden yontuldu, iyice kazındıktan sonra tekrar yerleştirildi. O gün dökülen onca şarabı içen lağımın bugün ha­rap kalışına şaşma! Kopuz yasak edildi. Elinde kopuz görülenler, halkın elin­den tef gibi sille yedi. Omzunda çenk taşırken görülen bozguncuların kulak­ları tambur gibi burkuldu. Kısası; eskiden kibir ve gururla sarhoş olan şehza­de-, şimdi ihtiyarlar gibi, ibadet köşesine çekilmişti. Oysa babası; “Oğlum, gü­ze! davran, iyi ol, uygun konuş!” diye onu defalarca uyarmış, tehdit etmiş, ce­zalandırmış, zindana attırmış ve fakat bunların hiçbiri güzel sözlü âbidin öğü­dü kadar etkili olmamıştı. Hey gidi hey! Bir zamanlar kendisine öğüt vermeye kalkan dervişleri tersleyip gençlik gururunun sarhoşluğuyla kimini sağ bırak­mayan şehzade, şimdi nereden nereye gelmişti!

Arkadaş! Kükreyen aslan, savaştan kaçmaz; kaplan, keskin kılıçtan kork­maz. Düşmanın derisini ancak yumuşaklıkla yüzebilirsin. Aksini yapıp sert davranacak olursan, dostunu bile kendine düşman edersin. Örs gibi sert yüzlü olup da kafasına ikaz çekicini yemeyen var mı! Makamca büyüklere söz söy­lerken, sert konuşma. Baktın ki sertleşiyor, alttan al. İster halktan olsun, is­ter saraydan; küçük-büyük herkese iyi davran. Onlara iyilikle muamele eder­sen; büyüğü yumuşatır, küçüğü kendine bağlamış olursun. Başarı, tatlı dilde­dir. Kötü ve sert söz, insanları hırçınlaştırır.

Tatlı dilliliği Sadî’den öğren sen; asık suratlı, bırak acı çeksin. *

 

Onurla Yiğitler Hikâyesi

Köpeğin biri, yörüğün ayağını ısırdı. Öyle şiddetle ısırdı ki, dişlerinin ara­sından sanki zehir damladı. Zavallı yörük, o gece ızdıraptan gözlerini kırpma­dı. Küçük bir kızı vardı. Babasına çıkışarak; “Senin de dişin yok muydu?” diye sorunca, babası onca acıya rağmen gülmeye başlayarak cevap verdi; “A gön­lümün nuru, yavrucuğum; benim hem ondan üstün kuvvetim vardı, hem de keskin dişlerim. Ama dişime damağıma acıdım. Başıma kılıç vursalar dahi di­şimi, köpeğin ayağına götürmem mümkün değil!”

Soysuzlara, kötülük etmek mümkündür. Ancak insan olan, köpeklik yap­maz.

 

Maruf-ı Kerhi ile Hasta Yolcu Hikâyesi

Şöhret budalası insanlar, Maruf-ı Kerhi’nin izinden gidemezler. İşitti­ğime göre, bir gün Maruf-ı Kerhi’ye ölmek üzere olan biri, misafir gelmişti. Başında saç kalmamış, yüzünün rengi uçmuştu. Canı, bedenine bir kılla ası­lı gibiydi. Bu hasta, geceleyin yıkılıp yattı. Hemen feryat edip inlemeye başla­dı. Geceleri bir nefes olsun uyumadığı gibi feryatlarıyla da kimsecikleri uyut­muyordu. Üstelik huysuz ve sert tabiatlı, geçimsizdi. Ölmediği yetmiyormuş gibi, zehir sözleriyle nice kimseleri öldürüyordu. Çok geçmedi, oradakiler, bu feryatlardan bıkıp firar yolunu tuttular. O yerde ahaliden kimsecikler kal­madı. Bir tek hasta ile Maruf-ı Kerhi, o kadar. Maruf, geceleri ona hizmet edi­yor ve bu yüzden hiç yatamıyordu. İnsan, uykusuz ne kadar dayanabilir? Ni­hayet bir gece daha fazla dayanamadı ve uyumak istedi Maruf, ancak gözle­rini yumar yummaz, hasta, yeniden homurdanmaya, abuk sabuk konuşma­ya başladı; “Şu pis sofilere lanet olsun!

Bunların kisi sırf isim, gösteriş, riya ve hava… Temiz giyinirler ama pis itikat beslerler, Sofuluk satıp adam kandırırlar. O uyku sersemi, aymaz herif gözleri uyku tutmayan ben zavallının halin­den ne anlar?” Kısası; bu hasta adam, gaflete düşerek uyudu diye, Maruf’a ol­mayacak laflar etti. Şeyh, alttan alarak bu zehir sözleri bal niyetine içti. Söy­lenenleri haremdeki kadınlar da duymuşlardı. İçlerinden biri, Maruf’a usul­ca şöyle dedi; “Efendi, lütfen söyle de artık başının çaresine baksın şu men­debur. Yaptıkları yetişir, gitsin başka kapıda gebersin. İyilik de yerinde, mer­hamet de. Kötülere insanlık yaramaz. Alçak insanın başının altına yastık kon­maz, tersine başı, taş üzerinde olmalı.

Ey mübarek, bahtiyar zat; kötülere iyi­lik etme. Çorak yere ağaç dikilir mi hiç! Ben, sana; “halka riayet etme” demiyo­rum, sadece “alçaklara iyilik etme” demek istiyorum. Çirkin tabiatlılara karşı, güzel huyunla yumuşak davranmamalısın. Kedinin sırtını sıvazlarlar da köpeğinkini sıvazlayamazlar. Doğrusunu istersen, sahibinin nimetlerini tanıyan kö­pek, nankör adamdan daha iyidir. Kar gibi tertemiz su verip esirgeme aşağılık kimseleri. Esirgedinse de, sevabını yaz buzun üstüne. Bu hasta kadar nankör, alçak birini görmedim, hiç merhamet etme şu değersize.” Maruf; söylenenleri sabırla dinledi ve gönlü taşarak karşılık verdi; “Bırak bu kötü düşünceleri de, git, rahatça uyu sen. Acı da olsa, sözlerine alınma bu hastanın. Rahatsız, hu­zursuz, hayatta karar kılmamış birinin, öfke saçan bu sözleri bana öyle hoş ve güzel geliyor ki, cefasına kolayca katlanabiliyorum. Adamcağıza baksana, ra­hatsızlığı yüzünden gözüne bir dirhem uyku girmiyor.”

Kendini güçlü ve diri hissediyorsan bunun şükür ifadesi olarak zayıfla­ma yüküne katlanmalısın. Yok, ben tılsım gibi sırf kalıptan ibaretim diyor­san, kendinle birlikte adın da ölür. Kerem ağacını beslemeye gayret et ki, iyi adla anılmanın meyvesini ye. Kerh’te nice kabirler vardır da, bunların içinde Marufun mezarından başkası maruf değildir. Büyüklüğe aldanan insan, sade­ce kibir satar. Büyüklüğün, alçakgönüllülükte yattığını bilmez ki!

 

Arifin Sırrı

Arkadaş, anilerin sırana-dair bir başka Hikâye daha anlatayım sana. Şöy­le ki; bazı rivayetçiler Hatem-i Taiiçin sağırdı derler. Ama sen inanma. Bir seher vakti, sineğin biri örümcek ağına takılıp vızıldamaya başlamıştı. Örüm­ceğin zayıf görünüp susması sırf hiledir. Sinek onun ağzını bal sanmıştı ve fa­kat o ağız aslında gizli bir tuzaktı. Hatem, ibretle baktı ve; “Ey hırs tuzağı­na tutulan, tahammül et. Çünkü her yerde bal, şeker olmaz. Aksine, çok yer­de ağlar, tuzaklar bulunur.” dedi. Orada bulunan aklı başında biri, hayret di­liyle Hatem’e sordu; “Yahu bizim bile zor duyduğumuz sinek sesini sen nasıl anladın ey Allah dostu? Sinek sesini fark ettiğine göre sana sağır demek doğ­ru olmaz.” Bunun üzerine Hatem, adamın şaşkın yüzüne bakarak tebessüm etti ve; “Ey ince zekalı dostum! Bâtıl, boş söz duymaktansa sağır olmak daha iyidir. Mesela benim yanımda bulunanlar ayıplarını örtmek için beni methe­derler. Ama onlar aslında bana iyilik yapmıyorlar. Tam tersi; kötü tabiatlarımı sakladıkça bir gün gelir, gururum beni alt edebilir, nefsime yenilebilirim, onlar bunu hiç düşünmüyorlar. İşte sırf bu yüzden sağırmış gibi davranıyo­rum. Meclistekiler de beni sağır bildiklerinden iyi kötü neyim varsa söylüyor­lar. Ben de bu söylenenleri dikkate alarak fena hareketlerden eteğimi çekiyo­rum.” diye cevap verdi.

Övgü dolu söz ve alkış ipiyle kuyuya inme. Hatem gibi sağır ol, kendi ayıplarını dinle. Sadî’nin sözünden yüz çevirenler; ne mutlu olabilir, ne de hu­zur bulabilir! Daha iyi bir öğütçü istiyorsan, bilmem ki benden sonra kimin­le karşılaşacaksın?

 

Âbide Kopuzcu Hikâyesi

Sarhoşun biri, koltuğunda bir kopuz taşıyordu. Geceleyin bunu bir âbidin kafasında parçaladı. Sabah olduğunda, âbit, bu taş yürekli sarhoşa bir avuç gü­müş para götürdü ve özür yüklü bir dille; “Dün gece, epey sarhoştun. Kopu­zunla kafamı yardın. Sonuçta senin kopuzun kırıldı, benimse kafam. Şimdi benim yaram iyileşti. Fakat senin yaran ancak bu parayla iyileşecektir.” deyip avucundaki gümüş paralan ona uzattı.

Başlan, halkın cefasından kurtulmadığından, Allah dostları hep baş üs­tünde tutulurlar.

 

Vahş’lı Âlim Hikâyesi

* Vahş’ta büyük bir zatın yaşadığını duydum. Kendi halinde biriydi, hal­vet köşesinde gizli yaşardı. Bu zat gerçek bir erendi. Elini halka uzatarak di­lencilik eden ve hırkasıyla ârif geçinen kimselerden değildi. Saadet kapısı yü­züne açılmış ve fakat kendi kapısı başkalarına kapanmıştı. Bir gün, akılsız ve uzun dilli biri küstahlık ederek bu zat hakkında ileri geri söylenmeye başla­dı; “Bu hilekâr, düzenbaz adamdan sakının. Dev misali, Süleyman tahtına kurulmuş da bize kibir taslıyor. Bunlar, mahalle sıçanlarını avlamak isteyen kedi­ler gibi sürekli yüzlerini yalarlar. Şöhret kazanmak, kurum satmak için sözüm ona uzlete çekilirler. Boş davul gibi, yaygara ve gürültüleri o kadar çok ki!” Adam bunları konuşadursun, kadınlı erkekli, ahali başına çöreklendi. Tam da bu esnada Vahş’li âlim oradan geçiyordu, kendisi hakkında söylenenleri du­yunca, hüngür hüngür ağlamaya başlayıp şöyle dua etti; “Ey yüce Allah’ım! Söyledikleri yalansa sen bu adama tövbe nasip et. Yok, eğer doğruysa bu kez de benim tövbemi kabul et ki, yarın hüsrana uğramayayım. Rabbim! Bu ada­mın sözleri çok hoşuma gitti. Çünkü o konuştukça, kötü huylarımdan vazge­çiyorum ben.”

Eğer düşmanının söylediği gibiysen, üzme tatlı canını; değilsen; “var git işine” deyip boş ver onu. Kıt akıllının biri, miske fena kokuyor dediyse ne ol­muş, saçmalamış işte. Soğan hakkında söyleseydi, sen de tasdik ederdin. Sa­kın onun gibi kıt akıllı, kötü kokulu olma! Parlak fikirli, akıllı adamın; düş­manı için falcılardan hile yoluyla yardım istemesi, ne akla sığar, ne de mantığa. Aklı başında olan kimse, kendi işine bakar ve böylece kendisi hakkında kötü niyet besleyenlerin dilini bağlamış olur. Sen daima doğru ve güzel davranış­lar sergile ki; senin hakkında art niyet besleyenler, karşında kusurlarını söyle­meye cesaret bulamasınlar. Düşmanın sözü ağına gidecekse, ayıplayacağı ha­reketlerde bulunma. Kusurlarımı yüzüme karşı söyleyenler, iyiliğimi isteyen dostlarımdan başkası değildir.

 

 

Mısırlı Zünnun Hikâyesi

“‘Aklımda kaldığı kadarıyla anlatayım: Nil sakası bir yıl, Mısır’a hiç su ver­memişti. O yıl, halktan binleri dağlara çıktı, feryat edip inleyerek yağmur di­ledi. Yine de akmadı ırmaklar. Gökyüzünden boşalan tek tük gözyaşlarıydı. İçlerinden biri, Zünnun’a haber götürüp; “Halkımız sıkıntı ve zahmet için­de. Ne olur, şu acizler için bir dua etsen. Zira Allah katında, makbul olanların duası reddedilmez.” diye ricada bulundu. Heyhat gör ki; Zünnun hemen ora­dan kaçıp Medyen’e vardı ve çok geçmeden yağmur yağmaya başladı. Yirmi gün sonra; “Kalbi kara bulutlar, Mısır’lıların üstünde ağlamış.” diye bir haber ulaştı Medyen’e. Bunun üzerine Zünnun, bahar seliyle havuzların dolduğunu düşünerek geri dönmeye niyetlendi. İlim ve irfan sahibi zatın biri bunu anladı ve ona gizlice sordu; “Buraya gelişinizdeki hikmet neydi?” Zünnun, tebessüm ederek arife şunları söyledi; “İşitmiştim ki; kurtların, kuşların, vahşi hayvanların rızıkları hep kötülerin talihsizlikleri yüzünden daralırmış. Çok düşündüm, bu memlekette kendimden daha perişan ve kötü bir kimse görmeyince oradan ayrılmayı doğru buldum. İşte bu sebepten Mısır’dan kaçtım.”

Arkadaş; büyüklük istiyorsan, önce küçülmeyi öğrenmelisin. Zira büyük­ler kendilerini cihanda herkesten daha küçük gördükleri için yücelmişlerdir, Halkın gözünde itibar kazanmak istiyorsan, kendine değer vermemelisin. An­cak kendini küçük gören bir büyük; hem dünyada hem de ahirette büyük­lük kazanabilir. En değersiz insanın ayağında toprak olan kişi, dünyadan te­miz kul olarak ayrılır. Ey mezarımızdan geçen insan, bizi sakın unutma. Aziz­lerin hatrına iyice kulak ver öğütlerime. Yaşarken toprak olan Sadî, şimdi top­rak olmaktan gocunup üzülecek, olacak şey mi! Sağlığında rüzgar gibi dünya­yı kat edene bak sen! Öldükten sonra toprak, onu acz içinde yiyecek; rüzgar, sil-baştan tozunu, dünyaya serecek. Gel gör ki; mana gülistanı açıldığı günden beri, hiçbir bülbül ondan daha güzel ötmedi. Şimdi böylesine muhteşem bül­bül ölür de, kemiklerinden gül bitmez, öyle mi?

 

 

Akbaba ile Çaylak Hikâyesi

Bir akbaba, çaylağın birine; “Uzağı görmekte benden üstün kuş yoktur.” dedi. Çaylak buna itiraz etti; “Söylemekle olmaz. Havalan bakalım, ovanın et­rafında ne görüyorsun, anlat!” Bunun üzerine akbaba, bir günlük yol tutan yükseklikten aşağılara bakarak gururla söylendi; “İnanır mısın, ovanın tam or­tasında gövermiş bir buğday tanesi görüyorum.” Çaylak, bu işe şaştı kaldı. Da­yanamadı, havalanıp yukarıdan aşağı doğru birlikte süzülmeye başladılar. Ak­baba tam tanenin yanma gelmişti ki, ayağı ipten tuzağa yakalandı. Boşuna de­belenmeye başladı. Zavallı akbaba, taneyi yemek düşüncesiyle inerken, fele­ğin ayaklarına kement attığını bilemedi. Her sedef nasıl inci tutamazsa, her ni­şancı da daima hedefini vuramaz. Neyse çaylak, debelenen akbabayı görünce öğüt verici bir dille konuştu; “Yahu sen, düşmanının tuzağını fark edemedik­ten sonra taneyi görmüşsün, ne fayda!” Ne yapsın akbaba. Boynu kemendin içinde başlamış yakınmaya; “Kaderden kim kaçabilmiş ki, ben de kaçayım!”

Ecel, akbabanın kanma kastedince; kaza, keskin gözlerine perde çeker. Kıyısı görünmeyen denizde, yüzücü boşu boşuna gururlansın dursun, ne fay­da!”

 

Dokumacı Çırak Hikâyesi

Bir dokumacının çırağı, kumaşın üstünde anka, fil, zürafa resimleri gö­rünce hayretten dile geldi; “Ustam, yukarıdan bunların nakışlarını bağlama- saydı acaba elimden böyle resimler çıkar mıydı?”

Durumun, davranışların -iyi ya da kötü- hep Allah’ın takdir eliyle işlen­miştir. O halde; “beni Amr, incitti; Zeyd, yaraladı.” deme. Yoksa şirke düşer­sin. Her şeyin takdirini elinde tutup nakşeden Yüce Allah, şayet sana kalp gö­zünü bağışlamış olsaydı, artık ne Amr’a bakardın, ne de Zeyd’e.”

Kul ne kadar şikayet ederse etsin, Allah’ın onun rızkına kalem çekeceği­ni sanmam. Durma, hemen cihanı var eden Allah’a yalvar yakar ki, sana hu­zur ve rızık versin. Çünkü onun kapadığı rızık kapısını, yine ondan başka hiç kimse açamaz.

 

İhlasın Bereketi ile Riyanın Afeti

İbadet, ihlasla yapıldığı takdirde bir anlam kazanır. Aksi takdirde içsiz bir kabuktan ne anlam hasıl olur. Halkı aldatmak niyetiyle giyindikten sonra; ha belinde mecusi zünnan olmuş, ha sırtında hırka, ne fark eder! Ben, sana; “Er­liğini ifşa etme.” diyorum. Bunu bir kez gösterdinse ondan sonra sana korkak­lık yaraşmaz. Varlığından az görünen, asla mahcup olmaz. Eğreti giysiyi üs­tünden çeki verirlerse, sırtındaki eskilerle kalırsın. Boyun kısaysa, çocukların gözüne yüksek görünmek için bacaklarına tahta ayak bağlama. Gümüşle kap­lanmış bakın, ancak işten anlamayanlara yutturabilirsin. A canım; bir para­lık pula altın suyu dökme. Zira hünerli sarraf bunu bir pula almaz. Alım kaplı şeyleri ateşe tutarlar ki; altın mıdır; bakır mıdır, hemen bilinsin.

 

İkiyüzlü Zahit Hikâyesi

işittim ki; ikiyüzlü zahidin biri, merdivenden düşmüş ve hemen oracık­ta can vermiş. Oğlu birkaç gün ağlayıp sızlandıktan sonra gene eşiyle dostuyla düşüp kalkmaya başlamış. Bir gece rüyasında babasını görmüş, ona halini sor­muş; “Babacığım; haşır-neşirden, sorgu-sualden nasıl kurtuldun?” Adam, hı­şımla cevap vermiş; “Oğlum, ne saçmalıyorsun sen. Ben merdivenden düşüp dosdoğru cehenneme yuvarlandım.”

Dışı sade ve fakat huyu güzel adam; içi harap ve fakat adı iyiye çıkmış ki­şiden daha büyüktür. Bana sorarsan; gece yol kesen bir harami, dindar kılıklı ikiyüzlülerden çok daha iyidir. Yaşarken başkalarının kapısında zahmet çeken kimselere, Yüce Allah kıyamet günü mükafat verecektir. Evlat! Zeyd’in evin­de çalıştığın halde, Amr’dan ücret bekleme. Ancak yüzü dosta dönük olanlar, dostuna varacaktır. Doğru yoldan git ki, menzile varasın. Aksi takdirde hep geride kalırsın. Tıpkı yağcının öküzü gibi. Zavallı öküz, gözleri bağlı akşama kadar bir taşın etrafında döner de döner. Akşam olanda gözlerini açar ki, hâlâ aynı yerdedir.

Mahalle halkı, mihraptan yüz çeviren birini gördüğünde, ona kâfir gö­züyle bakar. Eğer yüzünü ihlasla Allah’a çevirmiyorsan, sırtı kıbleye dönüknamaz kılan adama benzersin. İyice kök salan ağacı büyüt ki, günü geldiğin­de sana çeşit çeşit meyve versin. Toprağında ihlas kökü yoksa, bu kapıda sen­den daha yoksunu bulunmaz. Taş üstüne tohum atanın eline, hasat zamanı bir tek arpa geçmez. Riyadan dökülen yüzsuyuna yer verme. Çünkü bu suyun dibi balçıktır. İçim, fena ve sefil olduktan sonra dışım, gösterişli olmuş, ne fay­da! Eğer Yüce Allah’a satabileceksen, riya ile hırka dikmeye devam et. Zira in­sanlar, elbisenin içindeki kimdir, ne bilsin? Mektupta ne yazdığım ancak onu kaleme alan bilir. Doğruluk divanıyla adalet terazisinin bulunduğu yerde, içi hava dolu tulumun ağırlığı ne tutar!

İşte ancak o zaman vaktiyle takva satan sahtekârın foyası meydana çıkar. Hünerden nasibi olan, bundan ne diye bah­setsin ki! Hüneri zaten kendisini gösterecektir. Eğer güzel kokun yoksa; “Ben­de güzel koku var.” deme. Varsa, kokusu her yere dağılacaktır. “Bu altın, mağ­ribi altınıdır.” diye boşuna yemin etme. Çünkü onun ne olduğunu mihenk taşı söyler. Güzel görünsün için elbisenin yüzünü, astarından daha hoş yaparlar. Çünkü astar, örter; yüzse, göze batar. Oysa ulular, görünüşe önem vermedik­leri için astan ipekten yapmışlardır. Eğer sen de sırf her yerde adım anılsın di­yorsan; ağır güzel giysiler giy, varsın için sade ve sıradan olsun. Bak ne güzel söylemiş Bayezid-i Bistami; “Ben müritlerden ziyade münkirlere güvenirim. Çünkü münkirin inkarı açıktır. Ama ya mürit ikiyüzlüyse. İşte ona yanarım.”

Gerçek padişahlar, bu dergâhın dilencisidir. Varlığının anlamını bilip ha­kikati görenler, dilencilerden hiçbir şey ummaz. Zira dilencinin karşısında el açmak doğru olmaz. İçinde cevher olan, başını sedef gibi kendine çeker. İba­det yüzün, Allah’a dönük olduktan sonra, varsın Cebrail seni görmesin.

Evlat! Eğer baba öğüdü gibi akimda tutacaksan, Sadî’nin sözleri sana ye­ter. Bugün sözümüze kulak vermezsen; korkarım ki, yarın buna pişman ola­caksın.

 

Altına Bölüm

 

 Kanaat

Yüce Allah’ın verdiği talihe, rızka kanaat etmeyen kimse; onu bilmemiş, ona ibadet etmemiş demektir. Dünyayı dolaşan o hırs azgınına söyleyin; asıl zenginlik, kanaattir. Ey yerinde durmayan, kararsız adam, sakinleş biraz! Yu­varlanan taşın üzerinde ot bittiği nerede görülmüş. Eğer azıcık aklın ve mantı­ğın varsa vücudunu aşın besleme. Zira aşın beslemekle onu mahvedersin. Sırf vücutlarını besleyenler, hünerlerini aç bırakırlar. Bu yüzden akıllı insanlar vücutları yerine hünerlerini beslemeye bakarlar. Sadece yiyip içip yatmak, vahşi hayvan işidir; onu örnek atanlarsa, ancak ve ancak akılsız kişilerdir. Adam ol­mak isteyen, önce nefsinin köpeğini sustursun. Bir köşeye çekilip de marifet gıdasını temin eden bahtiyar kimseye ne mutlu!

Kendilerine hak sim açılanlar, bâtılı, hakka tercih etmediler. Nuru, karan­lıktan ayırt edemeyenlerin nazarında şeytanın suratıyla hurinin yüzü aynıdır. Ey nankör, kanaatsiz kişi! Sen de kuyuyu, yoldan ayıramadığın için, bak işte kendini kuyuda buldun.

Kanadına hırs taşı taktığın doğan, göklerin yücesine çıkabilir mi? Ama onun eteğini, şehvet pençesinden kurtarırsan, ta sidretü’l-münteha’ya kadar uçabilir. Normalden az yiyen insan, bu sayede meleğe bürünebilir. Midesini tıka basa dolduran yırtıcı aslan, meleğe nasıl yetişir; yerden, göğe uçulur mu hiç!

Ey kanaatsiz kişi! Sen önce insan olmayı öğren, ondan sonra melek huylu olmayı düşün. Say ki at üstünde, köprüden geçiyorsun. Dikkat et de; at, em­rinden baş çevirmesin. Eğer dizginini elinden koparırsa, kendisi öldüğü yet­miyormuş gibi senin de kanma girer. Adam olmak istiyorsan eğer, yemeği ölçülü ye, karnım tıka basa doldurma. Karnını bu kadar doldurduktan sonra; adam mısın, küp müsün, kim bilecek! İnsanın içi; gıda, zikir ve nefes yeridir. Sen onu sırf ekmek teknesi mi sandın. Hırsla kaplı olan yere, Allah’ın zikri sığ­maz. Bırak zikri, nefes bile orada zar zor barınır.

Can besleyenler, midesi dolu olanın hikmetçe boş olduğunu bilmez. İn­san; iki gözle tek kama sahip olduğu halde bir türlü doymak bilmez. Şu bük­lüm büklüm bağırsak bırak boş kalsın, senin için daha iyi. Hani ateşe atacak şeylerle cehennemi doldururlar da; o, hâlâ; “daha yok mu?” diye bağırır ya; işte bu da, onun gibi…

İsa, zayıflıktan ölüyor, sen ise eşeği beslemenin derdindesin! Be soysuz nankör; din karşılığında dünyayı satın almak da, ne! Görmüyor musun; kurt­ları da, kuşları da tuzağa düşüren hep o doymak bilmez kursakları, kör bo­ğazlarıdır. Vahşi hayvanların karşısında boyun eğmeyip dimdik duran kaplan, sırf boğazı yüzünden, fareler gibi tuzağa düşer. Eğer sen de, fare gibi ekmeğini, peynirini yediğin kimsenin kapanma düşersen; onun iğnesiyle okunu yersin.

İnceleyin:  Nankör Olan Kaybeder !

 

Açgözlü Sofu Hikâyesi

Bir sofunun dinarı vardı ve kamı çok açtı. Dayanamadı, onunla midesini tıka basa doldurdu. Dostlarından biri, gizlice sordu; “Dinarı ne yaptın?” Sofu cevap verdi; “Kamımı doyurdum. Ne ki gözüm hâlâ aç.”

Gıda gerek lâtif olsun, gerek şöyle-böyle, ele geçince, hemen tatlı tatlı ye­nir. Oysa akıllı insan ancak uykunun kemendine zorla bağlandığında başını yastığa koyar. Bunun gibi, söz de, yeri gelince söylenmelidir. Baktın ki meydan yok, topunu sakla. Konuşurken ölçüye dikkat et. Kararında, kıvamında olsun sözlerin. Ne gereğinden fazla, ne de az; adımlarını uygun at. İsteksizken, şeh­vete meyletmek; bile bile kendi kanını akıtmak demektir.

Yürü, kalbini temiz tut sen. Midenle uğraşma, onu yalnız toprak doyurur.

 

Ziyafet Hikâyesi

Adamın birinin, soğandan başka yiyeceği yoktu. Başkaları gibi azığa da sahip değildi. Bir gün birisi gelip ona müjde verdi; “Hey dünyanın maskara­sı, falanca yerde ziyafet var, git oradan nasiplen!” Adam durur mu hiç! Eteği­ni beline dolayıp kollarını sıvazladığı gibi hemen ziyafet çekilen yere gitti. Bir kalabalık, bir patırtı ki, sormayın gitsin! Zavallının o kalabalıkta elbisesi yırtıl­dı, bu da yetmezmiş gibi kolu kırıldı. Zavallı adam bir yandan kan ağlıyor, bir yandan söyleniyordu; “Kendim ettim, kendim buldum. Hırsa kapılan açgözlü insan, belasını işte böyle bulur. Bundan sonra evimden, soğanımla ekmeğim­den asla ayrılmayacağım.”

Kendi elinle yediğin arpa ekmeği, kerem sahiplerinin sofrasındaki nefis yemeklerden daha lezzetlidir. El-âlemin sofrasını gözleyen o açgözlü, aris, dûn gece ne kadar mustarip yattı, duymadın mı?

Arkadaş; bal diye peşine düştüğün arının iğnesine dayanmalısın. Böyle yapmaktansa elindeki pekmezle yetin, daha iyi! Yüce Allah, kısmetine razı ol­mayan kuldan hoşlanmaz.

 

Diş Çıkaran Çocuk Hikâyesi

Birinin çocuğu diş çıkardı. Babası, başını eğip derin düşüncelere dal­dı; “Şimdi bu çocuğun ekmeğiyle katığını nereden bulacağım? Bulamazsam, adamlığıma yakışmaz.” Karısı, bu sözleri duyunca erkekçe konuşmaya başla­dı; “Efendi, vesveseye kapılma ki, şeytan kahrından gebersin. Derin düşünce­lere dalmanın âlemi ne! Dişi veren Allah, elbet ekmeği de verir.”

Âleme rızık veren Yüce Allah, her şeye güç yetirendir. Çocuğun rızkı da ona aittir. Ana karnında çocuğa şekil veren, onun ömrünü de, rızkını da yaz­mıştır. Köleyi satın alan bir efendi ona baktıktan sonra, köleyi yaratan Yüce Al­lah neler yapmaz ki! Arkadaş, ne yani! Kulun, efendisine duyduğu güven ka­dar, Yüce Allah’a güvenmeyecek misin? ,

 

Akla, İyiliğe, Saltanata ve İnsana Dair

Cömert insan zaten kemal sahibidir. Altını yoksa bu, onun için noksan­lık sayılmaz. Ekmek bulamadığı zamanlarda bile eli-bol kimsenin, gönlü eski­si gibi zengindir. Ama isterse Karun kadar zengin olsun, alçak adamın huyu değişmez. İyilik, tarlaya; para, ekine benzer. Sen cömert ol ki, tarlan ekinle ta­mamlansın. Topraktan insan yaratan Yüce Allah, insanın iyilik ve cömertliğini asla unutmaz. Paranın saklamakla artacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Çünkü durgun su, fena kokar. İyilik yapmaya gayret et sen. Zira iyilik bulutlan, yal­nız akarsulara yardım eder. Değersiz insanlar, makam ve mevkiden düştüler mi, bir daha da toparlanamazlar. Sen değerli bir cevhersen, gam yeme; zaman, seni zayi etmez. Yere düşen keseye, kimsenin baktığını görmezsin. Fakat ma­kasın ağzından bir zerre altın düşecek olsa, herkes onu mumla arar. Taştan, sırça çıkarırlar da, aynayı pas içinde hiç bırakmazlar. İnsana hüner, fazilet, din ve kemal gerek. Makam, mevki, para ise gelip geçicidir.

 

 

Sûkûtun Fazileti

Dağın yaptığı gibi ayağını, eteğine çekersen; başın, göklerden daha yük­sek olur. Ey çokbilmiş; tut dilini! Çünkü yarın, dilsizlerden hesap sorulmayacaktır. Sırrın, inci kadar değerli olan hakikatini bilenler, ancak sedef gibi ağız­larını açarlar. Çünkü inciyi sadece sedef kapar. Çok söyleyenin kulağı tıkalı olur. Nasihat de yalnız susana fayda verir. Nefes nefese konuşacaksan, kimse­nin sözünden tat alamazsın. Düşüncesiz sözler sarf edilmemeli. Ölçmeden bi­çilmemek. Yanlışı, doğruyu iyice tarttıktan sonra söyleyenler, hazırcevap her­zevekillerden daha üstündür.

Söz, insanın nefsinde olgunluktur; sözünle, kendini küçültme. Az ko­nuşan, hiçbir zaman mahcup olmaz. Azıcık misk, bir yığın çamurdan iyidir. On adamlık konuşan cahilden çekin. Bilge gibi az ama öz söyle. Cahilin attı­ğı yüz ok da hedefini bulmaz. Fakat akıllı öyle mi, bir okla hedefini tutturur. İşte sen de ok attığında böyle davran. İnsan, duyulduğu zaman yüzünü sarar­tacak sözü neden gizlice söyler! Duvar önünde çok gıybet etme. Belki arka­sında seni dinleyen biri vardır. Gönlün içi, sırlarla kapalı kale gibidir. Dikkat et de, kapısı açık kalmasın. Mum, dili yüzünden yanar. Bunu bilen âlim, ağ­zını kapalı tutar.

 

Tekiş Hikâyesi

Sultan Tekiş sırlarından birini kölelerine açmış ve; “Sakın bunu kimse­ye söylemeyin!” diye onlara sıkı sıkıya tembih etmişti. Kalpten ağza bir yılda çıkan bu sır, bir günde cihana dağılıverdi. Padişah, kölelere merhamet etme­den derhal celladına emretti; “Vur şunların boyunlarım!” Kölelerden biri, he­men aman diledi; “Padişahım, bizim gibi zavallı köleleri öldürme! Günah, şe­nindir. Bu sözü henüz pınar gözü iken tıkamalıydın. Sel haline geldikten son­ra deliği tıkamaya çalışıyorsun ama nafile!”

Arkadaş; kimseye açma sırrını. Zira o da başkalarına açabilir. Mücevherle­ri, hazinecilere teslim et; sırrım da kalbine. Çıkmadığı müddetçe söze sen ha- kimsindir. Çıktığı an; o, sana hakim olur. Söz; gönül kuyusuna atılmış, ora­da bağlı tutulan devdir. Damağına ve ağzına çıkmasına izin verme sakın. Zira dev, kafesten kurtulunca kimsenin la-havle çekmesiyle geri dönmez, bunu bi­lirsin. Her ne kadar tutsak deve yol vermek mümkünse de, hileyle onu tek­rar yakalamak mümkün değildir. Rüstem’in atı olan Rahş’ın bağını bir çocuk dahi çözer. Ne ki, yüz Rüstem de bir araya gelse, onu kemende getiremez. Du­yulduğunda, başkasının başını belaya sokacak sözler söyleme. Cahil bir köy­lüye, bak karısı ne güzel söylemiş; “Ya bilerek söz söyle, ya da sus!” Duyma­ya tahammül edemeyeceğin şeyi, kendin de söyleme. Arpa ekilirse buğday bi­çilmez. Brahman’ın biri, ne de hoş söylemiş; “Herkesin itibarı, kendi derece-sindendir.”

Oyuna çok dalma sakın yoksa kendi kıymetini düşürürsün. Çok sert ve acımasız olursan, kaçarlar senden. Haddinden fazla yumuşak ve merhametli olursan, tepene binerler bu kez. Ne çok sert, ne fazla yumuşak; ne hiç acıma­sız, ne hep merhamet; her şey ölçüsünde ve kararında güzeldir.

 

Suskun Âbit Hikâyesi

Mısır’da biri vardı. İyi huyluydu ama eski püskü giyinirdi. Epey zamandır hiç konuşmadığı için ülkede suskunluğuyla meşhur olmuştu. Birçok akıllı in­san, uzak-yakın demeyip yanına gelir, pervane misali etrafında dönerek ondan nur umardı. Bu mübarek zat, bir gece; “Kişi, dilinin altında gizlidir.” diye dü­şünüp o günden sonra konuşmaya başladı. Çok geçmeden dost-düşman her­kes, Mısır’da ondan daha zırcahil biri olmadığını anladı. Neyse kısa zamanda adamın huzuru kalmadı, hali perişan oldu. Mısır’dan uzaklaşıp başka mem­lekete gitmekte buldu çareyi. Ayrılırken oturduğu mescidin kemerine şunları yazmıştı; “Ah keşke; aynada kendimi görseydim de, yüzümü örten şu perdeyi cahillikle yırtmasaydım. Kendimi güzel yüzlü sandım ve perdeyi açtım. Aman Allah’ım, bir dene göreyim! Meğer ben gerçekte çok çirkin biriymişim.”

Az konuşanın sesi, şöhret olur. Konuşursa değeri, şöhreti kalmaz. O za­man kaçmalı bu yerden. Ey akıllı insan; sükutun, vakarındır! Ve sen ey cahil; sükut, cehaletini örten perdedir! Şimdi de sana söylüyorum ey insan; eğer bilgiliysen, saygınlığını yitirme; yok eğer cahilsen| perdeni çekip yırtma! Gön­lündeki sim, hemen gösterme. Bunu ne zaman istersen, gösterebilirsin. Sır­rın ortaya çıktıktan sonra gizleyeceğim diye boşuna uğraşma. Ucu, bıçakla ke- silmedikçe yazmayan o kalem, sultanın sırlanın ne de güzel sakladı. Hayvan, susar, insan, konuşur. Ama gel gör ki; saçma sapan konuşanlar, hayvanlardan daha aşağılıktır Kişi, ya insan gibi akıllı uslu konuşmalı ya da hayvan gibi susmalı. Ademoğlu, aklı ve nutkuyla meşhurdur. O halde sen de, dudu gibi ko­nuş ve fakat onun kadar bilgisiz olma!

 

Dayak Hikâyesi

Biri, kavga sırasında kötü sözler edince oradakiler hemen üzerine atlaya­rak yakasını yırtıp ensesine okkalı tokat indirdikten sonra çekip gittiler. Ada­mın üstü başı paramparçaydı. Oturup ağlamaya başladı. Sesleri duyan gün- görmüş bir zat, yanma gidip ona şu öğüdü verdi; “Hey kendini beğenmiş uka­la! Ağzın gonca gibi kapalı olsaydı, gömleğin böyle gül gibi kızarmazdı.”

Evet, ahmaklar, işte böyle saçma sapan konuşurlar. Dışı gürültülü ama içi boş tambura benzer öylesi insanlar. Baksana be adam; ateş de tümüyle dil­dir fakat azıcık su ile bir anda harareti diniverir. İnsan hünerliyse sussun; za­ten hüneri, onu konuşur. Güzel kokun varsa, konuşma. Güzel koku kendini belli der zira. Bırak elindeki madenin ne olduğuna, mihenk karar versin. Bu yüzden dedikoducular; “Sadî; iyidir, hoştur ama sıcakkanlı olmadığından in­san içine çıkmaz.” diye söylenir durur. Evet öyleyim. İsterlerse derimi yırtsın­lar, ahmakların kafamı patlatmasına razı değilim.

 

Ayıptan Dil Çekmek

Ey akıl sahibi, yiğit gönüllü kişi; ister iyi olsun, ister kötü, kimsenin ar­dından fena sözler söyleme! Yoksa kötülüğü kendine düşman edersin, iyiyi de kötü yaparsın. Kim, sana; “Filan kişi, kötüdür.” derse, bil ki kendi ayıbım söy­lemektedir. Filan kişi hakkında yapılan zan, ispata muhtaçtır. Ama söyleyenin kötülüğü açığa çıkmıştır. Başkalarının kötülüğünden bahsettiğin takdirde, sö­zün doğru olsun diyelim ama bu kez de sen kötü sayılırsın.

 

Mergaz’lı Divane Hikâyesi

Mergaz’lı bir divane, öyle bir söz söyledi ki hayretten dudağını ısırırsın; “İnsanların ardından gıybete başlasaydım, işe ilkin annemle başlardım. Zira akıl ve irfan sahibi insanlar, sevabın anaya bağışlanmasının daha hayırlı oldu­ğunu bilirler.”

Ey güzel huylu dostum! Kaybolan arkadaşın şu iki emaneti, arkadaşları­na haramdır: Biri, bıraktığı malı haksızca yemek; diğeri, ardından gıybet et­mek. Yanındayken başkalarını çekiştiren alçak herifin, başkalarının yanındayken seni iyi anacağım sanıyorsan aldanıyorsun. Dünyayla değil de sırf kendi­siyle meşgul olan kimse, bence âlemin en akıllı kişisidir.

 

Gıybeti Caiz Olanlar

İşittim ki, üç kişinin ardından gıybet etmek caizdir. Dördüncüsü yoktur. İlki; halkın kalbini inciten, halka zararı dokunan ve halkın ayıpladığı yolu tu­tan padişahtır. Bu tür padişahların şerrinden kurtulmak ve zulmünü başkala-rına haber vermek amacıyla ahali arkasından konuşabilir. İkincisi; hayasız in­sandır. Bunların ayıplarını örtmek doğru olmaz. Zaten kendi perdelerini yine kendileri yırtınışlardır. Bu tür arsızlan koruma; varsın, havuza düşsün. Diye­lim ki kurtardın onu havuzdan. Bu kez de çok geçmez ötedeki kuyuya bıra­kır kendini. Bu kadar laf anlamaz, ahmak insanlardır. Üçüncüsü; bozuk terazi kullanan sahtekârdır. Bu yalancıların hile ve kötülükleri hakkında ne biliyor­san söyle ki, başkaları da aldanmasın.

 

Sofu ile Gammaz Hikâyesi

Birisi, gönlü saf ve güzel huylu sofuya sordu; “Filandı adam, senin ardın­dan ne söyledi, biliyor musun?” Bunun üzerine-sofu, hemen ellerini dudağına götürüp cevap verdi; “Aman kardeşim, ne olursun sus! Çünkü düşmanın ne söylediğini bilmemek, daha iyidir.”

Düşmandan söz getiren, ondan daha düşmandır. Düşmanı dost belleme- yense, onun sözünü dostuna taşımaz. Ey gammaz! Duyduğumda tir tir titreye­ceğim kötü sözü düşmanım bile yüzüme karşı söyleme cesaretini gösteremez­ken; sen, bana ondan daha düşman kesilip; “Düşmanın senin hakkında gizli­ce şöyle dedi.” diyerek söz taşımaya utanmıyor musun?

Söz getirip götürenler, eski kavgaları tazelerler. Yumuşak huylu insanları bile çileden çıkarırlar. Uyuyan fitneye; “Ne yatıyorsun, kalksana!” diyen arka­daştan kaçabildiğin kadar kaç. Birinden, diğerine söz taşıyarak fitneye sebep olmaktansa, bırak ayakların zincirle bağlı kalsın, daha iyi. Kavga, iki kişi ara­sında parlayan ateş gibidir ve gıybetçi, bu ateşi daha da alevlendirmek için ha- bire odun taşıyan oduncuya benzer.

 

Bilge Vezir ile Gammaz Hikâyesi

Feridun’un herkesçe beğenilen, günlünün saflığı ve uzak görüşlülüğüyle övülen bilge bir veziri vardı. Her işinde önce Allah’ın rızasını gözetir, padişa­hın fermanını ondan sonra düşünürdü. Kötü niyetli, alçak bir memur; “Mem­leket idaresinin icabı budur, hâzineyi çoğaltmak gerekir.” diye halka yeni sal­gınlar ve vergiler yükleyip onlara habire eziyet ediyordu. Padişahın rızasını korumazsan, bizzat padişahın elinden zarar görürsün. Bir sabah, ahaliden biri, padişahın huzuruna çıktı ve uygun bir dille; “Gününüz huzur içinde geçsin, Allah bütün arzularınızı gerçekleştirsin!” diye sultana dua edip ardından ha­cetini söyledi; “Padişahım, bir maruzatım var. Ancak bunu garez olarak değil de nasihat olarak kabul ediniz ve lütfen sözümü kesmeden dinleyiniz. Padişa­hım; veziriniz, gizli düşmanımızdır. Çünkü büyüğünden küçüğüne kadar or­dunuzun bütün askerlerine borç para veriyor ve yüce padişahımız ne zaman ölürse o vakit ödersiniz diye onlara şart koşuyor.

Ve böylece bu kendini be­ğenmiş adam, parası pulu yanmasın diye sizin ölmenizi istiyor.” Adamı sabır­la dinledikten sonra padişah, derhal çağırtıp devleti elinde tutan vezire hışım­la bakarak; “Karşımda dost gibi görünüyorsun ama içinden kötülüğümü isti­yorsun, niye?” diye ona hesap sordu. Padişahın ani çıkışma bir anlam vereme­yen vezir, tahtın önünde yer öperek konuştu; “Ey iyi adı cihanı kuşatan padişahım! Mademki sonlunuz, saklamak doğru olmaz artık. Bütün cihan, benim gibi iyiliğinizi istesin, adınızı hayırlı ansın diye yaptım bunu. Paramın vadesi olarak sizin vefatınızı şart koştum ki; borçlular, benden korktukları için, uzun ömür sürmenizi isteyeceklerdir.

Bilirsiniz, borç ödemek insana ağır gelir ve herkes borcunun vadesinin uzamasından hoşlanır. Bu yüzden ne kadar borç­lu varsa, hepsi bir ağızdan; “Aman ulu padişahımız ölmesin, hayırlı ve uzun ömürler sürsün ki, şu borcun vadesi hiç bitmesin.’ diye dua ederler. Halkı­nızın samimiyet ve niyazla, ömrünüzün uzun olması için dua etmelerini siz de istemez misin? Erenler, duayı ganimet sayarlar. Çünkü dua, kaza okunun önünde zırhtır, kalkandır.” Vezirin bu bilgece sözleri, sultanın çok hoşuna git­ti. Yüzünün gülü, taptaze açıldı. Vezirinin şan ve şerefini yüceltti. Gammaza gelince; onu öyle bir cezalandırdı ki, adam bir daha konuşamaz oldu.

Ben gammaz kadar başı dönmüş, talihi ters, uğursuz adam görmedim. Cehaleti ve kafasızlığı yüzünden iki dostun arasına nifak sokar. Sonra o iki dost, işin içyüzünü anlar ve gönüllerini hoş tutarlar. Olan ara yerde gamma­za olur. Rezil-rüsvay halde herkese mahcup olur. İki kişi arasında ateş yakıp da ortada kendini yakmak akıl kârı değildir. Yalnızlığın zevkine varanlar, Sadî gibi, her iki âlemden de dillerini çekmiş olanlardır. Faydası olacağına inandı­ğın sözü söyle; varsın, kimsenin hoşuna gitmesin. Bugün sana kulak verme­yen, yarın adamakıllı pişman olacak ve; “Eyvah, ben o doğru sözü niye dinle­medim ki!” diye hayıflanıp feryat edecek.

 

Kadınların İyi ve Kötü Huyları

Allahtan korkup söz dinleyen güzel kadın, yoksulu padişah yapar. Dos­tum; yanında uygun bir sevgilin varsa git, kapında beş kere nöbet tut! Bütün gün kaygı çeksen bile kucağında bir dert ortağın varsa, hiç korkma, Çünkü Yüce Allah; evi mamur, karısı dost olanlara esirgeyerek bakar. Kadın, hem gü­zel ve hem de namusluysa; kocası, ona baktıkça kendini cennette bilsin Kalbi, eşinin sevgisiyle dolup taşan kişi, dünyada gönül dileğine kavuşmuş demektir. Kadın namuslu ve tatlı dilliyse, onda güzellik ve çirkinlik arama. Ahlakı güzel olan kadın, varsın çirkin olsun, ne önemi var! Zira onun güzel ahlakı, bütün kusurlarını örter. Çirkin ve fakat iyi huylu kadın, peri yüzlü ama çirkin huy­lu kadından daha hayırlıdır. İyi huylu kadın, kocası sirke getirse, helva niyetine yer. Kötü huylu kadın ise, kocasının getirdiği helvayı suratını sirke yaparak beğenmez. Kocasının iyiliğini isteyen kadın, eşinin gönül eğlencesidir. Huysuz kadınlara gelince, Allah bizi, bu gibilerin şerrinden muhafaza etsin!

Dudu bile karga ile beraber olunca kafesten kurtulmayı kendine ganimet bilir. Eşin, karga gibi olursa; ya al başını git ya da otur, her türlü zahmete kat­lan, dur. Dar pabuç giymektense, yalınayak gezmek iyidir. Bunun gibi, evde kavga etmektense, yolculuk belasına katlanmak gerekir. Evinde çatık kaş gö­receğine; git zindanda uyu, daha güzel. Evinde yaramaz karısı olan koca için seyahat, bayram demektir. Eğer bir evden kadının sesi yüksek çıkıyorsa, o evde huzur ve mutluluk arama. Kadın çarşıya, pazara izinsiz çıkıyorsa onu uyar. Söz dinlemiyorsa, hafifçe döv. Yine de söz geçiremiyorsan; sen, kan gibi evde otur; o, erkek gibi gezsin dolaşsın.

Kadın, erkeğinin sözünü dinlemiyorsa ona erkek denmez. Bu yüzden ona kadınların giydiği mavi entari giydirilmelidir. Câhil ve hâin kadını alırsan, kan değil, başına bela almışsın demektir. Kadın bir parça arpa için hıyanet ettikten sonra, sen buğday ambarını gözünden çıkar. Karısının eli ve kalbi doğru olan erkeğe, Allah’ın lütfü geniş ve sınırsızdır. Kadın, yabancıların yüzüne gülüyor­sa, kocasına; “Artık sakın erkeğim deme!” diye söyle. Kadının gözü, yabancıla­ra karşı kör olmalı ve evden çıktığında doğruca mezarlığa varmalı. Küstah ka­dın, kaşlarına rastık çekecek olursa ona; karalı elleriyle kocasının yüzüne allık sürmesini söyle. Her şeye rağmen baktın ki kadın hâlâ evinde durmuyor, artık o evde durman akıl kârı değildir. Uygunsuz, iffetsiz kadının elinden timsahın ağzına kaç. Çünkü namusunla ölmek, namussuzca yaşamandan daha hayırlı­dır. Yabancıların yanında karına yüz verme sakın. Eşine sözünü geçiremiyor­san şayet, rolleriniz değişir ve sen, kadın olursun; o ise, erkek…

Sözün özü; iyi huylu, güzel kadın; huzur, ikbal ve mutluluk demektir. Öylesini asla bırakma. Kötü huylu, çirkin kadına gelince; bırak, gitsin.

 

Çocukların Terbiyesi

Çocuk, on yaşını geçince ona namahremlerinden uzak durmasını söyle. Pamuğun yanında ateş yakmak doğru değildir. Sonra, sen göz yumup açınca- ya kadar evin pamuk gibi yanıp tutuşur. Adın yerinde kalsın dersen, çocuğu­na akıl ve marifet öğret. Çocuğuna yeteri kadar terbiye, hüner ve marifet ve­rememişsen, ölümünden sonra yerine adam bırakmamış olursun. Babası, oğ­lunu nazlı büyütüyorsa, vay o çocuğun haline! Yarın babasız kaldığında epey sıkıntı, eziyet çekecek desene! Bu yüzden çocuğunu akıl ve takva sahibi biri olarak yetiştirmeye gayret et, onu seviyorsan nazlı alıştırma. Henüz küçükken okut oğlunu ve yeri geldikçe yumuşak bir dille azarla. Yaptığı iyilikleri ödül­lendir, kötü yönlerini uyar. Okula yeni başlayan öğrenciler için; “Aferin, ne güzel, çok iyi!” demek, hocanın azar ve korkutmalarından iyidir. Karun ka­dar hâzinen bulunsa bile, evladına sanat ve hüner öğret ki, sayende altın bile­zik kazansın.

Ne bileceksin, feleğin ters dönüşü onu belki diyar diyar gezdirecektir, Elindeki varlığa güvenme; gün olur bu servet yitebilir. Çocuk, bir sa­nat edinmişse, kimseye el, avuç açmaz. Keseler dolusu altın, gümüş biter de, sanatkârın kesesi hiç boş kalmaz. Hocanın çevrini çekmeyen çocuk, feleğin çevriyle perişan olur. Oğlunu hoş tut ve rahat ettir ki; onun bunun eline gö­züne bakmasın. Eğer baba, çocuğuyla ilgilenmezse; onunla başkası ilgilenir ve çocuğu baştan çıkarır. Daha yüzünde tüy bitmeden ahlaksızlık yapan çocuk, ne kötüdür! İçki meclisinde oturan çocuğa da yazıklar olsun ki; henüz hayat­tayken babasını zillet ve utançtan öldürmüş olur. Çocuğunu dindar, namus­lu, bilgili hocaya ver ki iyi yetişsin. Eğer hocası kötüyse, çocuğun da onun gibi mutsuz, yaramaz ve kötü olur.

Bilmiyor musun; Sadî, henüz ovalar geçmemiş, denizler aşmamışken mu­radım nerden buldu? Dur ben, sana söyleyeyim. Çocukluğunda iyi hocalardan ders aldı, yeri geldi tokat yedi ve nihayet Allah büyüklüğünde sefa verdi.

Büyüklerin buyruklarına boyun eğenler, çok geçmez buyruk sahibi olurlar.

 

Düğün Hikâyesi

Bir gece mahallemizde düğün vardı. Konu-komşu herkes oraya toplan­mıştı. Çalgıcının sesi, mahalleyi aşmış; âşıkların inlemeleri, göklere ulaşmıştı. Ayyüzlü, sevgili bir arkadaşım vardı. Düğünü kastederek ona; “Aziz dostum, niçin bu toplantıya arkadaşlarla birlikte sen de gelmiyorsun? Gelirsen mec­lisimizi mum gibi aydınlatırsın.” dedim. Yüzüme bakıp, gülümsedi ve; “Dos­tum; erler kadar sakalın yoksa, onların yanında oturman erlik sayılmaz.” diye karşılık verdi.

Henüz sakalı çıkmadan ar damarı çatlayan ahlaksız bir çocuktan daha re­zil kimse yoktur. Öyle soysuzdan kaçmak gerek. Çünkü namertliği, erkekli­ğin onurunu kırmaktadır. Sarhoşlarla düşüp kalkan çocuğun babasına, artık oğlundan hayır gelmeyeceğini şöyle. Boşu boşuna acımasın çocuğuna, Çünkü huyu babasına çekmeyen çocuğun, babasından önce ölmesi daha hayırlıdır.

 

Güzel Yüzlülerden Sakınma

Ev yıkıcı dilber, seni mahveder. Evinin mamur olmasını istiyorsan, evlen. Her sabah karşısında başka başka bülbüller gören güle heves etmek doğru ol­maz. Bunun gibi, her meclise mum olan sevgilinin de etrafında pervane gibi dolanıp durma. İyi huylu, yaratılıştan güzel bir kadın, yeni yetme gence ben­zer mi hiç! Kadın dediğin bir gonca güldür ve onu ancak tatlı dil güldürür, oysa yeni yetme gençler öyle mi! Aksi, inatçı ve sert olurlar, öyle ki taşla bile kırılmayan ebucehil karpuzuna benzer onlar. Gençlerin iki yüzü vardır: İlki, cennet hurisi gibi güzel olurlar; diğeri ise; aynı zamanda şeytan kadar kurnaz. Bu yüzden dikkat et onlara. Ayağını öpsen, minnet etmez; yoluna toprak ol­san, umursamaz. Gönlünü, bir gence kaptırmışsan şayet; başında akıl, elinde para kalmamış demektir. Başkalarının çocuğuna kötü gözle bakma ki, onlar da senin çocuğuna kötü gözle bakmasın.

 

 

Köşeye Çekilmenin Selâmeti

Dünyanın cefasından kurtulmuş bir insan varsa bu dünyada; o da, halka karşı kapısını kapamış olandır. İster ikiyüzlü olsun, ister dürüst, halkın dilin­den kimse kurtulamaz. Melek gibi göklere uçsan da, kötü fikirli biri gelir, ete­ğine sarılır. Çalışıp çabalamakla Dicle’nin suyunu kesersin de kötü fikirlinin dilini bağlayamazsın. Birtakım namussuzlar toplanıp; “Filanca kuru sofudur, falanca ekmek düşmanıdır.” diye dedikodu ederler. El-âlem, varsın seni hiçe saysın; yine de sen, Hakk’a tapmaktan vazgeçme. Yüce Allah, kulundan razı olduktan sonra bunlar razı olmasınlar, ne önemi var! Halkın fenalığını düşü­nen kimse, Allah’ın varlığından gafildir. Çünkü onun bunun kavgasını etmek­ten, Hakk yolu tutamamıştır.

İşte bunun gibi, ilk adımda yanlış yol tutanlar, yollarım doğru makamlara ulaştıramazlar. Bir sözü iki kişi dinler; biri melek suretli, diğeri şeytan suratlıdır. Biri, o sözü öğüt bellerken; öteki, bunu beğen­mez, kusur aramaktan buna kulak vermez. Kapkaranlık yerde çaresiz kalmış bir insan, dünyayı parlatan güneşten ne anlar! İster aslan ol, ister tilki; ister yi­ğitçe davran, ister kurnaz; halkın dedikodularından kurtulamazsın. Sohbete pek tahammülü olmayan biri, tutup halvet köşesine çekilse; “Yaptığı iş riyadır, hiledir ve o, insanlardan kaçan şeytan gibidir.” derler. Bununla da yetinmeyip güleryüzlü, sıcakkanlı adamı, namuslu veya takva sahibi olarak görmezler ve bu kez de; “Dünyada Firavun varsa, odur!” diye çekiştirerek zenginin derisi­ni yüzerler. Yoksulun biri, yana yakıla ağlasa; “mutsuz, uğursuz!” derler. Öte yandan yoksul, sıkıntı içinde kalsa; uğursuzluğuna, mutsuzluğuna yorarlar. Gönlünce yaşayan biri düşkünleşse bunu ganimet bilip Allah’ın fazlı sayarlar ve pişkince, Bu mevki, bu azamet daha ne kadar sürecekti? Elbette hoşluğun ardında nahoşluk vardır” diye onu kötülerler.Eli yufka, sermayesi az birinin hali vakti düzelse ona karşı zehirli dişlerini gıcırdatırlar; “Zaten bu alçak dün­ya, soysuzlara yâr olur!” derler. Elinde bir iş görseler; “Şuna bak! Ne kadar da hırslı, açgözlü, dünyaya tapıcı.” diye seni kınarlar.

Beri taraftan elini işten çe­kip gayretini kessen; dilenci tabiatlı, mirasyedi olduğunu söylerler. Güzel söz söylersen, saçmalarla dolu bir davula; susarsan, hamamdaki nakşa benzetirler seni. Başkalarına tahammül edenleri, korkaklıkla suçlayıp; “Zavallı, korkudan başını kaldıramıyor.” diye düşünürler. Yiğitlik sevdasında olan heybetli kim­selerden, “Bu ne biçim deliliktir?” diye kaçarlar. Az yiyenleri, “Yemeyenin yiyi­cisi olur” diye hor görürler. Çok yiyenleri; “Midesinin kölesi, pisboğaz.” diye aşağılarlar. Hali vakti yerinde olduğu halde, zengin gibi giyinip kuşanmayan birine, kendini bilenlerin nazarında süs ayıptır oysa, kılıç gibi dil uzatıp; “Şu bahtsıza bak, parayı kendisinden bile saklıyor.” derler.

Tersini yapsa yani köş­künün kemerini nakışlatıp güzel giyinse bu sefer de; “Kadın gibi süsleniyor” diye onunla alay ederler. Seyahat etmemiş âbidi, gezgin arkadaşları adam ye­rine koymaz ve; “Karısının kucağından ayrılmamış. Onda hüner, akıl, fikir ne gezer?” diye utandırırlar. Cihan görmüş olanın ise; “Eğer başı dönük, talihi ters biri varsa, odur. Devletten birazcık nasibi olsaydı, felek onu şehir şehir dolan­dırmazdı.” diye derisini yüzerler. Ayıp ve kusur arayan; “Onun yatıp kalkma­sından yer bile incinir.” deyip bekan kınar. Adam, evlenecek olsa bu defa da; “Nefsine uydu da, eşek gibi boynuna kadar çamura saplandı.” derler. Öfkeyle kalkan ya sersem, kara fikirli olur ya da başkalarının yüküne katlanır. Böylesini haysiyetsiz diye çağırırlar. Cömerde gelince; “Yeter dağıttığın! Yarın bir elin önünde, bir elin ardında kalacak” diye ona yol gösterirler. Kanaatkar ve tu­tumlu olan insanlar bile kurtulamaz gammazların dilinden, onun için de; “Bu alçak da dünyayı hasretle bırakıp giden babasına dönecek.” derler.

Kısası; ne çirkinler, halkın cefasından kurtulabilir; ne de güzeller, çirkin sözlü alçakların elinden. Selâmet köşesinde kim oturabilmiş ki? Peygamberi­miz bile halkın fenalığından kurtulamadı. Ve hatta densiz, alçak, putperest­ler o kadar ileri gittiler ki; eşi, benzeri ve ortağı olmayan Allah için, neler de­mediler!

Arkadaş; gördüğün gibi insanların elinden kurtulmak ne mümkün! Bir kez dile düştüysen şayet, tek çıkış yolun var, o da sabretmek!

 

Peltek Genç Hikâyesi

Hünerli, akıl-fikir sahibi bir genç vardı. Vaaz vermekte usta ve etkiliy­di. Adı iyilikle anılan, gönül sahibi bir âbitti. Yüzünün hatları, el yazısından daha güzeldi. Yalnız -lügatte kuvvetli, nahivde pişkin olmasına rağmen- ebced sözünü doğru söyleyemezdi. Çünkü dilinde tutukluk vardı ve nokta­lı harfleri çıkaramıyordu. Bir gün, gönül erlerinden birine; “Filâncanın ön diş­leri yok!” dedim. Ben böyle deyince o mübarek zatın yüzü kızardı birden ve; “Bir daha, öyle fena şeyler düşünme. Sen onun yüzüne bakıp sadece bir ayıbı­nı açığa vurdun. Bu kadar hünerine karşı akıl gözün de mi kapalı?” diye beni uyardı.

İyiyi gören kimseler, gerçeklerin meydana çıkacağı gün, asla kötülükle karşılaşmayacaklardır. Üstün dereceli, hünerli, akıl ve irfan sahibi bir adamın ayağı önemsiz bir ayıpla itibardan kayarsa, bu kusur için ona cefa etmemeli­sin. Bak, bilgeler ne de güzel söylemiş; “İyisini al, kötüsünü bırak!”

Ey akıllı adam! Gül bile dikeniyle beraberdir. Dikeni bırak da, gülüne bak. Tavus ayağındaki kusur, her insanda vardır. Ey donuk yüzlü, önce kalbi­ni parlat! Kararmış ya da paslı ayna, bir şey göstermez. Azaptan kurtaracak bir yol ara kendine, parmak basmak için kusur değil!

Ey alçak herif! Başkalarının ayıp ve kusurlarını görmekten kendi kusur ve ayıplarını göremez oldun. Kendi kabahatim bildikten sonra kabahatinden dolayı ne diye başkalarına sopa atıyorsun! Kendi hatalarını geveleyerek düzel­tirken, başkalarına sertlik göstermen doğru olmaz. Kendine yapılmasını iste­mediğini, sen de başkasına yapma. Yani kötülük sana hoş gelmiyorsa yapma ve ondan sonra komşuna; “kötülük etme!” diye öğüt ver. Ben ister hakkıyla Hakk’a tapayım, ister gösteriş yapayım; dışım sana, içimse Allah’a açıktır. Bak­tın ki dışım, takva ile bezenmiş; sen artık gerisine karışma. Yaptıklarımı -güzel ya da çirkin- senden iyi bilen yaratıcı vardır. Kişinin kötülüğünü cezalandır ki, yaptığın bu iyiliğe karşılık seni mükâfatlandırsın. İster iyi olayım, ister kötü, bana karışma. Çünkü kârımın da, zararının da hamalı benim. Allah, temiz in­sanların bir iyiliğine on kat sevap yazar. Bunun gibi, çocuğum sen de, bir hü­nerini gördüğün kişinin on ayıbını gizle. Basit bir kusuru parmağına dolayıp koskoca fazilet dünyasını hiçe saymak, akıl kârı değildir!

Sadî’nin şiirine nefretle, kapkara kalbiyle bakan düşman, yüz tane latif nükteye kulak vermez de, küçük bir kusur gördü mü, hemen basar yaygarayı. Kıskançlık, iyiliği gören gözlerini çıkardığı için böyle yapar. Âdem’i var eden Yüce Yaratıcı; insanların kimini siyah, kimini beyaz; kimini güzel, kimini çir­kin yaratmıştır.

Her gördüğün gözle kaş, güzel olamaz. Sen fıstığın içini ye, kabuğunu at.

 

Yaradılış Sanatı

Allah’ın sanatıyla bir parmak, kaç eklemden meydana gelmiş, baksana! O halde onun sanatının bir harfine dahi parmak uzatman, ahmaklık ve deli­lik olur. İnsanın yürüyebilmesi için Allah, kaç kemiği sinirlerle bağlayıp bir­leştirmiş, düşünsene! Topuğun, dizin ve ayağın hareket etmedikten sonra bir adım bile atamazsın sen. Belindeki omurga kemiği tek bir parçadan yaratılma­dığı için, secdeye varmak insana zor gelmez. Allah, senin gibi çamurdan bir vücudu meydana getirmek için iki yüz kemiği birbirlerine eklemlemiştir. Güzel dostum; vücudun, ülkeye benzer. Damarlar ise, üstünde akan üç yüz alt­mış ırmak. Yüce Yaratıcı; gör, duy, düşün ve öğren diye başına; göz, kulak, akıl ve fikir hasletlerini verdi. Vücudun diğer organlarını, kalple süsledi; kalbi de, ilim ve irfanla bezedi.

Hayvanlar yüz aşağı yani hakir olarak yaratıldı. Oysa sen elif gibi ayak­ta yürüyorsun. Onlar bir şey yemek için başlarını aşağı doğru indirirken; sen, izzetle yemeğini önüne getiriyorsun. Bu kadar yüce vasıflarla donatılmışken, ibadetten başka bir şey için baş eğmen doğru olmaz. Allah ihsan buyurdu, sana saman yerine güzel yiyecekler verdi. Hayvanlar gibi otlamağa mecbur et­medi seni. Şu var ki; bu güzel şekle aldanma sen, iyi huylar edinmeye çalış. İnsana doğru boy değil, doğru yol gerek. Çünkü kâfir de sırf suret açısından bize benzer. Akıllıysan; sana göz, ağız ve kulak verenin emrinden çıkma. Düş­manını taşla ezdin diyelim; sakın ha, cahillik edip de dostunla savaşma. Min­net bilen, akıl sahibi insanlar; nimeti, şükür çivisiyle çakarlar.

 

Yaratıcıya Övgü

Yüce Allah; geceyi, rahatın; gündüzü, çalışman için yaratmıştır. Geceyi, ay; gündüzü, güneş parlatır. Güneş ışınlan, sana bahar yaygısı seren bir ya­taktır. Rüzgâr, kar, yağmur ve bulut; bulutlan kamçılayan gök gürültüsü, kılıç sallayan şimşek, Allah’ın emriyle, senin toprağa attığın tohumu beslemek için çalışıyorlar. Susuz kalırım diye telaşlanma hemen. Bulut sakası, omuzlarında sana su getirecektir. Yüce Allah; gözün açılsın, damağın hoş olsun, gönlün hu­zur bulsun diye topraktan renkler, kokular, yiyecekler çıkardı. Andan bal, ha­vadan kudret helvası, hurma ağacından hurma, çekirdeğinden hurma ağacı vücuda getirdi. Öyle ki süs ve gösterişe merak salanlar; “Böylesine muhteşem bir süsü, Yaratıcı’dan başka kimse yapamaz!” diyerek hayret duygularını kuşa­nıp ellerinin tersini ısırdılar. Güneş, ay, Ülker; senin sarayının tavanında etrafı­nı aydınlatan kandil olmuşlardır. O; senin için dikenden, gül; ceylan derisin­den, misk; maden ocağından, altın; kuru daldan, taze yaprak çıkardı. Mahrem iş, yabancıya bırakılamayacağı için, gözlerini, kaşlarını kendi eliyle nakşetti.

Kullarını böylesi naz ve çeşit çeşit nimetler içinde besleyen Yüce Yaratıcı, her şeye güç yetirir. Yüce Allah’ın şükrünü yerine getirmek, sadece dilin işi de­ğildir. Bilakis insan, canı gönülden bütün azalarıyla ona şükredebilmelidir.

Ya Rabbi! Bana verdiğin sonsuz nimet karşısında aczimi bildiğim için hu­zuruna yüreğim kanlı, gözlerim yaralı bir halde çıkıyorum; kabul et. Yeryüzündeki yırtıcılar, karıncalar, balıklar bir tarafa, gökteki sayısız melek bile, sana lâyık şükrün binde birini ifa edemez.

Sadî! Elini çek, defterini kapa ve sonu olmayan bir yolda koşma.

 

Nimetleri Tanıma

Hiçbir kimse sıkıntı ve eziyet çekmedikçe iyi günlerin kıymetini bil­mez. Kıtlık yılında yoksulun geçirdiği kış, varlıklı insana ne kadar kolay gö­rünür. Sağlıklı adam, iniltileri yüzünden geceyi uykusuz geçirmediği müddet­çe Allah’ın bu nimetine şükretmez. Mademki erler gibi yürüyor ve ayaklarının çevikliğine güveniyorsun, bunun şükür ifadesi olarak ağır ağır gidenlere katlanman gerekmez mi! Gençler, ihtiyarlara; güçlüler, zayıflara acımalıdırlar. Ceyhun kıyısında yaşayanlar suyun kıymetini nereden bilecek? Sen bunu asıl, kızgın güneş altında kervandan geri kalana sor. Dicle kenarında oturan Arap, Zerûd çölünün susuzlarını düşünür mü hiç! Sağlığın kıymetini, bir zaman sıtmayla eriyen kimse bilir. Sen ki; yatağında nazlı nazlı bir yandan öbür yana dönüyorsun. Karanlık gece, sana niçin uzun gelsin! Sıtmadan kıvrananları dü­şün; gecenin uzunluğunu ancak hastalar bilir.

Davul sesiyle uyanan efendi, bekçinin geceyi nasıl geçirdiğini bilir mi hiç!

 

Sarhoş ile Fakîh Hikâyesi

Fakîhin biri, yıkılıp yerlerde yatan bir sarhoşun yanından geçti. Kendi takvasıyla gururlanarak, sarhoşa bakmadı. Bunun üzerine sarhoş, başını kal­dırıp; “Güzel dostum; gurur mahrumluk getirir. Nimet içinde olduğun için Allah’a şükretmeksin. Birisini zincirde gördüğün zaman gülme çünkü sen de ansızın o zincire yakalanabilirsin. Nihayet yarın sen de benim durumuma dü­şüp sarhoşluk içinde yıkılabilirsin.”

Ey müslüman, felek senin yazını mescide yazmış. Kilisede bulunanları kötüleme. Beline kâfir zünnarı bağlamadığı için Allah’ın karşısında samimi­yetle el bağlamaksın.

Allah’ı arayan kişi, kendi kendine yürümez; dostun lütfü onu zorla çeker götürür. Zira yardım ve başarı ancak Allah’tandır.

 

Sandal Hikâyesi

Binsi, beyninin üzerine çelik bir gürz darbesi yedi. Bir başkası da ona; “Ağrıyan yerine sandal  sür!’ diye öğüt verdi.

Tehlikeden kaçabildiğin kadar kaç. Fakat kaderle pençeleşmeğe yeltenme sakın. İnsanın içi, yiyip içecek şeyleri kabul ettiği müddetçe; dışı, taze ve diri görünür. Ancak mizaçla yiyecek uyuşmadığı takdirde, bu ev harap olur. Se­nin mizacında yaş, kuru, sıcak ve soğuk vardır, insan bu dört unsurdan mü­rekkeptir. Bunlardan biri, diğerini bastırınca tabiatın itidal terazisi kırılır. Eğer nefesin soğuk rüzgârı geçmezse, midenin harareti cam feryada sürükler. Mide çömleği yemeği pişirmezse, nazlı vücudun dengesi bozulur. Akıl ve irfan sa­hipleri, bunlara gönül bağlamaz. Çünkü bunlar, birbirleriyle her zaman uyuş­maz. O halde vücudun kuvveti yemekten gelir sanma. Onu veren, Allah’ın lütfudur. Allah rızası için, gözünü kılıca, bıçağa tutsan dahi, gene onun şükür borcunu yerine getiremezsin. İbadetle yüzünü yere koyduğun zaman Allah’a Şükret, kibirlenme. Tespih, zikir, huzur, bunların hepsi dilenciliktendir ve di­lenciye gurur yakışmaz. Yüce Allah’a ibadetle hizmet ediyorsun diyelim. Ede­ceksin tabi, çünkü daima onun nimetini yiyorsun.

 

Dil ve Kulak Kapısı

Allah önce kalbine istek verir, kul ondan sonra eşiğe baş koyup ibadete başlar. Allah muvaffak kılmadıkça kul, başkalarına iyilik edebilir mi hiç! Sen dilin ikrarına bakma, dile söyleme kudretini kim verdi, ona bak. Göklere ve yere açılan marifet kapılan âdemoglunun gözleridir. Allah, senin yüzüne bu kapılan açmasaydı, inişi yokuşu fark edemezdin. Allah, yoktan baş ve el yarattı.. Birine cömertlik, öbürüne secde verdi. Öyle olmasaydı; el, nasıl cömert­lik edecek; baş, ne diye secdeye gidecekti! Allah, gönül sandığının anahtarı ol­sun için, hikmetiyle insana dil ve kulak verdi. Dil söylemeseydi; kimse, kim­senin gönül sırrını anlayamaz; kulak casusu çalışmasaydı, akıl sultanına haber ulaştırılamazdı. Bana, hanendelerin tatlı dilini; sana, bilginlerin anlayış kula­ğını bahşeden Yüce Allah’a daima şükretmeliyiz. Bu ikisi; emir-erleri gibi hep kapıda durur; sultandan, sultana haber taşırlar. Amelim iyidir diye böbürlen­me! Hakk kapısından baktığında, her şeyin onun takdiriyle ortaya çıktığını görürsün. Bahçıvanın padişah köşküne hediye ettiği yemiş yine onun bahçe- sindendir.

 

……….

Dokuzuncu Bölüm-

Tevbe

Gel, ey ömrü yetmişe yeten; düşün hele bir, bu ömür nasıl da boşa geç­ti! Oysa sen kalmak için hep çare aradın, gitmeyi ise hiç aklından geçirmedin. Şunu sakın hatırından çıkarma; yarın kıyamet günü cennet pazarı kurulacak ve herkes orada -iyi, kötü- yaptıklarına göre muamele görecek. Dün dünyadan kalan sermayen neyse yarın o kadarını alacaksın. İflas ettiysen eğer, vay hali­ne, daima mahcup olacaksın. Çarşı-pazarda ne çeşit mal varsa, züğürdün gön­lü o kadar perişan olur. Elli dirhemden beşi eksik olunca gam pençesiyle kal­bin yaralanır. Bak işte elli yıl nasıl da geldi geçti. O halde kalan şu üç-beş günü ganimet say. Zavallı ölünün dili olsaydı, yana yakıla şunu söyleyecekti; “Ey diri insan! Şimdi söylemek imkânı varken dudağını ölüler gibi yumarak Yüce Allah’ı zikirden geri durma sakın. Bizim zamanımız gafletle geçti. Sen, bize çekme. Hiç olmazsa kalan şu birkaç nefesi fırsat bil.”

 

Hekim ile İhtiyar Hikâyesi

Son nefesine dayandığı acı acı inlemelerinden anlaşılan bir ihtiyar, heki­me giderek; “Ey güzel düşünceli, sevgili dostum; elini, nabzıma koy, ayakla­nın kolay kolay yerinden kalkmıyor. Bükülü belime bak, balçığa batmış gibi­yim.” deyip ondan kendisini tedavi etmesini istedi. Bunun üzerine hekim aya­ğa kalktı ve gülümseyerek ona şunu söyledi; “Elini şimdi cihandan çekersen , yarın kıyamet günü ayağın balçıkta kalmaz.”

Gençlerin çevikliğini, ihtiyarlardan bekleme. Çünkü akan su, yeniden ır­mağa dönmez. Gençlikte hop oturup kalkansa; bari ihtiyarlıkta aklını, başı­nı topla. Yaş kırkı geçince heves olmaz. Zira su, boyunu aşmıştır. Ne zaman ki akşamım ağarmağa yüz tuttu; zevk, eğlence, neşe benden kaçar oldu. Heva ve hevesle cilveleşmek için artık çok geç. Baksana, heves çağı geride kaldı. Top­rağında çimen bitenin gönlü çayırla tazelenir mi hiç! Biz nasıl vaktiyle bizden öncekilerin mezar topraklarına bastıysak, bizden sonrakiler de gelip bizim toprağımızı çiğneyecek. Yazık ki; gençlik çağı tükendi ve hayatımız oyun, eğ­lence peşinde geçti. Heyhat; o can besleyen zaman, üstümüzden Yemen şim­şeği gibi geçti. Şunu yiyeyim, bunu giyeyim sevdasıyla dini düşünmeğe fır­satım olmadı. Ne yazık ki; gafilce davranıp bâtılla uğraşmaktan haktan uzak­laştık. Öğretmenin, öğrencisine söylediği şu güzel sözü duymadın mı; “Cevap veremedin, süren de geçti.”

 

Gençliğin Değeri

Delikanlı! İbadet yolunu bugünden tut ki, yarın ihtiyarlarsın da gençliğin geri gelmez. Henüz gönlün huzurlu, gücün kuvvetin yerinde, meydansa olan­ca genişken şu gençlik topunu çeliversene! Ben o günlerin kıymetini bileme­dim, şimdi bilsem ne fayda! Felek öyle günlerimi kaptı ki, her biri kadir gece­sinden daha değerliydi. Ömrü yük altında geçip kocayan eşek ne yapar! Yürü git sen, çünkü yel ayaklı bir ata binmişsin. Paramparça olmuş kadehi, ne ka­dar da yapıştırsalar yine de eskisi gibi sağlam olmaz. Şu da var ki; gaflette bu­lunup elinden düşürdüğü kadehi, özenerek yapıştırmaya gayret etmeli insan. Sana kim, Ceyhun ırmağına atla, dedi. Madem atladın, o halde yüzmeye ça­lış. Cahillik edip elindeki tertemiz suyu başkasına verdin. Şimdi toprakla te­yemmüm etmekten başka çaren yok. Koşuya katıldın, hızlı koşanları geçeme­din, hiç olmazsa düşe kalka yürü. O yel ayaklılar hızla gittilerse; elsiz, ayak- sız oturmanın âlemi ne! Ey çok akıllı, hünerli insan; gerçekten akıllıysan, beni dinle. Sadî’nin sözünü yerine getirdiğin takdirde; yüce feleği, ayağının altına almış olursun.

 

İbret Hikâyesi

Allah’ın takdiri, birinin can damarını kesti. Bir başkası da, onun için ya­kasını yırtıp feryat etti. Bunu gören keskin akıllı, basiret sahibi, mübarek bir zat, yana yakıla inleyen adama; “Eğer mümkün olsaydı, ölen kimsenin eli, ke­fenini yırtar ve sana; ‘Benim için bu kadar üzülme, nihayet ben senden iki gün önce yola çıktım. Sen de öleceksin. Bu gerçeği unutmuş olmalısın ki, benim için kendini bu derece paralıyorsun.’ derdi. O halde kurtulan ölüye değil, kur­tulamayan kendine üzül!” diye öğüt verdi.

Hakikati gören, keskin akıllı insanların gönlü; ölünün üzerine toprak atarken, ölen için değil, kendisi için yanar. Toprağa gömdüğün yavrun için ne diye inliyorsun ki! O temiz gelmiş, temiz gitmiştir. Sen asıl kendini düşün. Temiz geldin, sakın kirli gitmeyesin. Çünkü toprağa pis gitmek, insana utanç verir. Kuşun ayağını; ipin ucunu kaçırdıktan sonra değil, şimdi bağla ki, hiç­bir yere kaçamasın. Sen şimdi nasıl başkasının yerinde oturuyorsan, başkası da yarın senin yerinde öyle oturacak. İster pehlivan ol, ister savaşçı, dünya­dan ancak bir kefen götüreceksin. Yabaneşeği, kemendini koparsa bile; kuma girdiğinde ayaklan bağlanır. Bunun gibi senin gücün ve kuvvetin de, ayakların mezar kumuna batıncaya kadardır. Yaşlanmış dünyaya meyletme. Çünkü kubbesinde koz durmaz.

Dün, geçti; yarın, henüz gelmedi. O halde hesabını şimdi yap.

 

Öğüt

Hey kemikten kafes; senin canın, nefes denen bir kuştur, bunu biliyor musun? Kuş ipten kurtulup kafesten uçtuktan sonra, ne kadar çabalarsan ça­bala, onu bir daha yakalayamazsın. Fırsatları kaçırma. Çünkü dünya bir nefes­ten ibarettir ve bilgeler katında bir nefeslik zaman, bir cihandan daha kıymet­lidir. Vaktiyle tüm cihana hükmeden İskender bile, giderken dünyayı ardın­da bıraktı. Elverseydi, tüm servetine karşılık bir nefeslik daha isterdi. Ama ne mümkün! Herkes ölür ve insan ne ektiyse onu biçer. Geride -iyi ya da kötü- bir tek adı kalır. Dostlar gittiğine göre, artık sıra bizde, O halde ne diye bu kervansaraya gönül bağlayalım ki! Şu dünya güzeline gönül verme Bu dilber kiminle oturduysa, hiç çekinmemiş, kalbini koparıp almıştır. İnsan mezar­da uyuduktan sonra, yüzünün tozunu ancak kıyamet günü silebilir. Öyleyse ne duruyorsun! Gaflet yakasından kaldır başını ve yarın utançla bakma yere. Şiraz’a dönerken yolculuktan kirlenen üstünü başını yıkamayacak mısın? Ey günah tozuna batmış insan! Yakında, yolunu yordamını bilmediğin bir şehre doğru yolculuğa çıkacaksın. Bu yüzden iki gözün iki çeşme ağla ki; üstünde -kir, pas, toz, toprak- ne varsa yıkansın.

 

Yusuf ile Zûleyha Hikâyesi

Bir gün Züleyha aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmış-tı. Züleyha’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmaz- dı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde

çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapa­mış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyha; el­lerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan ke­silen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kainatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”

Ömrünün sermayesini bir kez kaybetti mi, sonradan pişman olsan, ne ya­zar! Çehremiz kanlansın diye şarap içenler, sonunda yüzlerinin sarardığını gö­rünce kahrolurlar. Özrün varsa, bugün söyle. Çünkü yarın söyleyemeyecek­sin.

 

Sanan Hikâyesi

Sanan’da bir yavrum vefat etmişti. Çektiğim acıyı yalnız Allah bilir.

Hangi Yusuf yüzlü olursa olsun, balığın Yunus’u yutması gibi, Yüce Allah’ın ecel takdiriyle bir gün mezar balığı tarafından yutulacaktır. Dünya bahçesinde ecelin rüzgârıyla kökü kazılmayan servi, nerede görülmüş! Bir fi­dan, otuz yılda ağaç olur da; fırtına gelir, onu bir anda kökünden çıkarıp deviriverir. Yeraltında nice gül-endamlılar yatarken, toprağın üstünde güller aç­ması tuhaf değildir.

Bunları düşünerek; “Hey zavallı ihtiyar! Yavrun, temiz gitti. Ya sen; bo­ğazına kadar günaha battığın halde hâlâ yaşıyorsun. Artık öl!” diye kendime kızdım. Bu duygular içinde çocuğumu kendi ellerimle gömdüm. Aradan bir­kaç gün geçti. Yavrumun boyuna boşuna duyduğum hasret beni yiyip bitirdi. Kalktım, hemen kabrine vardım. Mezarından bir taş kopardım. O dar, karan­lık yere bakınca betim benzim soldu, yıkıldım. Ne kadar bu halde kaldım bil­miyorum. Kendime geldiğimde, çocuğumun sözleri değdi kulağıma. Şöyle di­yordu; “Sevgili babacığım; bu karanlık yerden ürküyorsan, aklını başına top­la, buraya ışıkla gel!”

Mezar gecesinin gündüz gibi aydınlık olmasını istiyorsan, henüz dünya­da iken amel kandilini tutuştur. Binbir zahmetle hurma ağacı yetiştirenler, “Ya ağaçlanınız bu yıl hurma vermezse” diye endişelenirken; kimi açgözlü, ahmaklar; buğday ekmeden harman kaldıracaklarını sanıyorlar.

Sadî; ağaç diken, hurma yer; buğday eken, harman kaldırır.

 

 

Meczup Hikâyesi

Bir meczup, Harem-i Şerifte Yüce Allah’a münacat ediyordu. Aklıma gel­dikçe vücudum titrer hâlâ. Gönlü yaralı meczup, yana yakıla şöyle dua edi­yordu:

“Allah’ım! Beni bağışla, zillet içinde bırakma! Bırakırsan eğer, kimse tuta­maz elimden. İster lütfunla çağır, ister kapından kov; eşiğinden başka yere sü­recek başım yok benim! Allah’ım; ne kadar yoksul, çaresiz olduğumuzu bili­yorsun. Kötülüğü emreden nefsin kölesi olmuşuz biz. Bu azgın nefis, öyle hız­lı koşuyor ki; dizgini, akılla zapt edilecek gibi değil. Bir başına nefisle şeytanı kim yenebilir? Karınca, kaplanlarla nasıl dövüşebilir ki! Hakk yolun erleri için, bana bir yol göster ve bu düşmanlardan beni, sen muhafaza buyur.

Allah’ım! İlahi zatın hürmetine, eşsiz ve benzersiz sıfatların hürmetine, Beytü’l-Harem’deki hacıların lebbeyk çağrılan hürmetine, Medine’de met­fun Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hürmetine, kılıç çakan savaşçı yiğitlerin tek­bir nidaları hürmetine, temiz soylu ihtiyarların ibadeti hürmetine, hak yolda yürüyen gençlerin doğruluğu hürmetine; son nefesimizde, bire iki demekten kurtar beni! Gece-gündüz ibadet edenlerin, benim gibi ibadetsize şefaat etme­sini umuyorum.

Allah’ım! Temiz soylu insanların hakkı için, beni kötülüklerden uzak tut. Elimizden fenalık çıktıysa bağışla. İbadetten iki büklüm olan ve günahlarının utancıyla gözlerini yerden kaldıramayan ihtiyarların yüzü suyu hürmetine; sa­adet zamanı, gözümü kapalı; şahadet vakti, dilimi bağlı tutma. Hakkı gösteren yakîn nuruyla yolumu aydınlat. Kötülük yapmasın elim, çirkini görmesin gö­züm, kirli işler çevirmesin kudretim.

Allah’ım! Muhabbetinin havasında asılı duran hakir bir zerreyim ben. Öyle ki; karşında varlığımla yokluğum birdir benim. Lütuf güneşinden azıcık ışık ver bana. Görenler, o ışık içinde görsünler beni.

Allah’ım! Âsî, kötü kullarına nazar et ki, iyi olsunlar. Sen, sultansın; biz­se, köleniz. Padişahın bir iltifatı, köleye yeter de artar bile.

Allah’ım! Bana ceza verdiğin takdirde merhametine sığınırım. Amel defte­rime bakacak olursan; ‘Vaat ettiğin, bu değildi.’ deyip yana yakıla ağlarım.

Allah’ım! Beni kovma kapından. Çünkü gidecek başka kapım yok benim. Cahillik edip birkaç günlüğüne kapından uzaklaşmışsam, geldim işte, şimdi kapıyı yüzüme kapama. İşlediğim günahlardan dolayı utanç içinde başımı öne eğerek af diliyorum senden.

Ey lütfü bol, ihsanı geniş Allah’ım! Huzuruna yalnız aczimi getirecek ka­dar yoksulum. Kabahatimle, günahımla yargılama beni. Zenginlerin, yoksulla­ra yardım etmesi âdettendir. Zayıfım, güçsüzüm diye niçin ağlıyorum ki ben? Evet, belki zayıf, güçsüz olabilirim. Ama güçlü, kudretli efendim var benim.

Allah’ım! Gaflette bulunup elest-bezminde verdiğim ahdi unuttum. Ne yapabilirim; olan, oldu bir kez. İstek eli, kadere karşı ne yapabilir ki? Hem tedbir elimizden ne gelir? Günahlarımızın özrü için, bu nükte kâh,değil mi­dir? Ne yaptımsa, sen bozdun. Kul, efendisi karşısında el açıp dilenmekten başka ne yapabilir!

Allah’ım! Hükmünden baş çekmiyorum ben; yalnız benim için neye hük­metmişsen; başıma, o geliyor.”

 

Sarhoşla Müezzin Hikâyesi

İşitim ki; sarhoşun biri, hurma şarabının etkisiyle mescide girmiş ve Yüce Allah’ın kerem eşiğinde; “Rabbim, beni güzel cennetine koy!” diye yalvarmış. Bunu duyan müezzin, sarhoşun yakasına yapışmış hemen ve alaylı bir dille; “Hey akıldan, dinden gafil sarhoş! Köpeğin, mescitte ne işi olur! Ne amel işle­din ki, karşılığında cenneti talep ediyorsun. Şu surata bak hele. Bu çirkin su­rata naz mı yaraşır!” deyip onu mescitten kovmuş. Sarhoş, hüzünlü gözlerle bakmış müezzine ve ağlamaklı sesiyle karşı koymuş; “Müezzin efendi! Gördü­ğün gibi bir sarhoşum ben. Çek ellerini üstümden. Sarhoş bile olsa, insanla­rın kalbini kırmak yakışıyor mu sana? Hem sen, bir günahkârın Allah’tan ba­ğış dilenmesini tuhaf mı buluyorsun? Bunları özrümü kabul edesin diye söy­lemiyorum. Tövbe kapısı daima açıktır ve Yüce Yaratıcı darda kalanların her zaman yardımcısıdır. Yüce Allah’ın lütfü o kadar büyüktür ki, bu büyüklüğün karşısında ben günahlarımı büyütmeye utanarak, şimdi burada ondan af di­liyorum. Ya sen; kibirlenerek beni bu temiz yerden kovmaya utanmıyor mu­sun hiç!”

Yaşlanıp da bu yüzden ayaktan kesilenin elinden tutmazsan; ihtiyar, tek başına nasıl ayağa kalksın! İşte o ayaktan kesilmiş ihtiyar benim.

Allah’ım! Lûtfunla elimden tut, Senden nebüyüklük ne makam istiyo­rum. Yalnızca şu zavallı, çaresiz halimi görüp günahlarımı bağışlamam dili­yorum.

Dostlarımdan biri, ufacık bir kusurumu görse, ar perdesini yırtıp bu akıl­sızlığımı dillere destan eder. Bu yüzden biz, birbirimizden korkarız. Ama sen her kusurumuzu gördüğün halde örtüyorsun. Bu vesileyle affına sığınırız.

Cehaletlerinden dolayı köleler, serkeşlik ederken; efendileri, bunu gör­mezden gelir.

Allah’ım! Kerem ve ihsanınla affedecek olursan, dünyada bir tek günahkâr kalmaz. Ama kullarına, günahlarına göre muamele edecek olursan; teraziyi kaldır, hepsini cehenneme gönder.

Allah’ım! Elimden tuttuğun takdirde, erişemeyeceğim makam kalmaz. Bı­raktığın takdirde de, elimden tutan olmaz. Huzurundan atarsan, kimse kabul etmez beni.

Allah’ım! Bana güç verirsen kimse karşımda duramaz. Senin kurtardığını kimse yakalayamaz. Mahşer günü insanlar iki zümreye ayrılacaktır. Bilmem ki ben hangisinden olacağım. Eğer sağ zümreden olursam şaşarım. Çünkü ben, sol zümrenin yaptığı gibi kötü şeyler peşinde koştum. Ara sıra; “Yüce Allah, ak saçlanma bakıp belki beni bağışlar.” der, gönlümü bu ümitle avuturum.

Hz. Yusuf (a.s.), bunca musibetler görüp hapislerde yattıktan sonra, bir gün kıymeti bilinip hükmü yürüyünce Yakuboğullarının fenalıklarına bakma­dı. Kendisine yaptıkları onca kötülüğe rağmen onları affetti. Getirdikleri bir­kaç dirhemi de onlara geri verip; “Size bugün serzeniş yoktur. Artık sıkıntıla­rınız bitmiştir. Rahat ve huzurlu olunuz.” dedi.

Bunun gibi ben de, bugün suçlu ve sermayesiz bir halde huzuruna çıkı­yorum. Sen, bu günahkâr ve yoksul kulunu affeyle Allah’ım!

Allah’ım! Hiç kimse, benimkinden daha kara bir defter görmemiştir. Çün­kü amel defterimde hoşuna gidecek hiçbir şeyim yok. Hakkıyla kulluk ve ita­atte bulunamadım sana. Yalnız lütfuna, ihsanına güveniyor ve ancak senden af diliyorum.

Allah’ım! Ümitten başka sermaye getiremedim huzuruna. Ümit bağladı­ğım affından, mahrum etme beni..

 

———————————————————————————————————–

 

 

GÜLİSTAN

 

İyi yetiştirilmiş, ihtiyar ve söz bilen,

Önce düşünür, sonra söyler

Düşünmeden söze başlama, iyi söyle.

Geç söylersen sakıncası yok.

Düşün sonra söyle ve hatta

Başkaları susturmadan susmasını bil

İnsanı hayvandan üstün tutan konuşma yeteneğidir.

Ancak doğruyu söylemezsen hayvan, senden üstün olur.

 

Birinci Bölüm -Sultanların Âdetleri

Üçüncü Hikâye

Bir sultanın şehzadelerinden birinin kısa ve sade, kardeşlerinin ise uzun ve güzel olduklarını işittim. Kısacası sultan kısa boylu oğlunu küçümsüyormuş. Bir gün ona anlamlı anlamlı bakmış. Zeki şehzade durumun farkına var­mış. Babasına hürmette kusur etmeden “Ey baba! Akıllı kısa, cahil uzundan daha iyidir” demiş. “Boyca her uzun olanın kıymeti de büyük olmasa gerektir.Çünkü koyun temiz, fil ise murdardır.”

Yeryüzündeki dağların en küçüğü Turdur.

Fakat kıymeti Allah katında öteki dağlardan daha büyüktür.

İşittin mi bir gün bir zayıf âlim,

Bir şişman ahmağa şöyle demiş:

‘Arap atı her ne kadar zayıf ise de,

Bir tavlı eşekten daha seridir.

Şehzadenin sözlerine babası için için gülmüş, saray erkânı pek beğenmiş­ler, kardeşleri ise incinmişler.

Bir insan söz söylemedikçe

Ayıbı ve hüneri gizli olur.

Her ormanı boş sanma.

İçinde uyuyan bir kaplan olur.

O sırada çetin bir düşmanın sultana savaş ilan ettiğini işittim. İki ordu karşı karşıya gelmişler. Meydânda atını ilk koşturan kısa boylu şehzade olmuş ve düşmana cesurca şöyle seslenmiş:

Cenk günü size sırtını dönecek kadar korkak değilim ben.

Kanlı toprak arasında baş arıyorsan bil ki işte o benim.

Harbe giren kendi, kaçansa ordusunun kanıyla Oynar.

Şehzade bunları söyledikten sonra düşmana hücum etmiş. Karşı saftan birkaç yiğidi yere sermiş. Ardından dönüp babasının huzuruna gelerek yeri öpmüş ve:

Muhterem babacığım, sana değersiz görünmüştüm.

Sense şişmanlığı hüner saymaktaydın.

Savaş meydanında ince belli Arap atı işe yarar.

Koşmaktan âciz besili öküzler ne yapsın!

Dedikten sonra adamakıllı huzursuzlanan ordusunu dolaşmaya başlamış. Meğer düşman sayıca çok, bunlar az imişler. Askerlerin bir kısmı kaçmak is­temiş. Şehzade “Yiğitlerim” diye onlara seslenmiş, “savaşın da kadın elbisesi giymeyin.”

Şehzadenin sözleri süvarileri hırslandırmış. Bunun üzerine hemen düş­mana hücum etmişler ve aynı gün içinde savaşı zaferle bitirmişler.

Oğlunun bu zaferine tanık olan sultan, şehzadesinin alnını öperek onu bagrına basmış ve hemen oracıkta veliahdı olduğunu haykırmış. Kardeşle­ri onu kıskanmışlar. Yemeğine zehir koymuşlar. Çardaktan bu suikastı gören kızkardeşi, pencerenin pervazlarını çarparak onu uyarmış. Zeki şehzade hileyi anlayıp yemekten elini çekerek kardeşlerinin duyabileceği bir sesle; “Hünerli kişiler ölsün de, hünersizler geride kalsın. Bu olacak iş mi!” demiş.

Dünyada hûmâ kuşu kalmasa dahi

Baykuşun gölgesine kimse yanaşmaz.

Hadiseyi sultana duyurmuşlar. Bunun üzerine sultan oğullarını huzuruna çağırtıp onları bir bir cezalandırmış. Sonra kardeşler arasındaki kıskançlığı bi­tirmek üzere memleketinden her birine istedikleri yerleri taksim etmiş. Nite­kim bu taksimden sonra gerçekten de fitne bitmiş tükenmiş.

Bilgeler; “On derviş bir kilime sığar da, iki sultan bir cihana sığmaz.”der.

Allah dostu, bir ekmeğin yansım yerse,

Diğer yansını fakirlere sunar.

Bir sultan yedi kıtaya sahip iken,

Diğer bölgeleri de almayı arzular.

….

Dokuzuncu Hikâye

Arap sultanlarından biri, hem hasta hem de yaşlıydı. Hayatından ümit ke­silmişti derken bir süvari huzura varıp; “Filan kaleyi efendimizin sayesinde ele geçirip ordusunu ve halkını esir aldık.” diye bir müjde getirdi. Müjdeyi işiten sultan, içini çekerek “Bu haber bana değil, düşmanlarıma yani benden sonra kalanlaradır” dedi.

Gönlümde dinmez bir dilek vardı.

Yazık ki ömrüm onu beklemekle geçti.

O dileğim gerçek oldu ama ne fayda!

Geçen ömrüm bir daha gelmeyecek.

İki gözüm! Ecel eli göç davulunu çaldı, başa veda ediniz.

Ayaklarım, bileklerim, kollarım birbirinize veda ediniz.

Düşmanlarımın arzusu nihayet kapıma dayandı.

Ey dostlar! Ömrüm cehaletle geçti, ibret alınız.

Bir gün gelip de öleceğimi akıl edemedim.

Günahlarımdan sakınmadım, bari siz sakınınız.

 

İnceleyin:  Resulullah Aleyhiselama Hürmetsizliğin Cezası

İkinci Bölüm:Dervişlerin Ahlakı

Dokuzuncu Hikâye

Manevî derecesi yüksek, kerametleri Arap ülkelerinde bilinir, Lübnan Dağı çevresinden saygın bir şeyh vardı. Bir gün kalktı, Dımaşk Camii ne gel­di. Kellâse havuzunda abdest almak isterken ayağı kaydı ve içine düştü. Güç­lükle çıkardılar. Namaz kılındıktan sonra dostlarından biri “Bir sıkıntım var, yardım eder misin?” dedi. “Sıkıntın nedir?” diye sordu şeyh. Bu soru üzerine dostu “Denizin üstünde yürüyebilirken nasıl oldu da bu birkaç adımlık havu­za düştün, anlayamadım” dedi

Şeyh başını eğdi, gözlerini kapadı, düşünüp taşındıktan sonra; “Hz Pey­gamberin ‘Allah ile aramda meleklerin ve peygamberlerin bile ulaşamadığı özel bir vakit vardır.’ dediğini, fakat daima böyleyim diye buyurmadığını, bu özel vakitte Cebrail ve Mikail ile dahi görüşmezken diğer zamanlarında eşle­ri Hafsa ve Zeynep ile konuştuğunu duymadın mı!” diyip “Allah dostları şöy­le demiştir” diye ekledi, “İyilerin görüşü, açık ve gizli perde arasında bir görü­nür, bir kapanır.”

Allah’ım! Cemalini gösterip gizlemekle

Yanan gönüllerimizdeki kıymetin artıyor,

Sevdiğimi aracısız görünce kendimi

Kaybetmiş halde bulup ateşim yükseliyor.

İşte bu yüzden dostlarım beni,

Bir yanmış, bir boğulmuş görüyor.

 

Onuncu Hikâye

Çocuğunu kaybeden biri Hz.Yakub’a sordu: “Ey cevheri parlak, akıllı ihti­yar! Yusuf’unun gömleğinin kokusunu tâ Mısır’dan alırsın da, onu Kenan ku­yusunda nasıl göremezsin?

Hz. Yakub cevap verdi: “Bizim hallerimiz çakan şimşeğe benzer. Bir görü­lür, bir kaybolur.”

Bazen en yüksek feleğin üstünde oturur,

Bazense ayağımın altını göremem.

Eğer derviş bir halde karar kılsaydı,

İki âlemden de elini ayağını çekerdi.

 

On beşinci Hikâye

– Sultanın biri; “Bizi hiç andığın oldu mu?” diye sordu bir zâhide.

Zâhit; “Evet sultanım” diye cevap verdi, “Ne vakit Allah’ı unuttuysam sizi andım durdum.”

Allah, birini kapısından kovarsa

O zavallı her yana koşar durur.

Fakat Allah birini çağırmışsa da

Onu kapı kapı dolaştırmaz.

 

Yirmi birinci Hikâye

Lokman Hekim’e sordular: “Edebi kimden öğrendin?”

Cevap verdi: “Yaptıklarını yapmaktan sakındığım edepsizlerden ”

Şaka niyetine de söylenmiş olsa bile,

Her sözde akıl sahibi için ibret vardır.

Cahilin karşısında yüz hikmet okunsa da

Kulaklarında kalan sadece masaldır.

 

Yirmi dokuzuncu Hikâye

Ebu Hureyre (R.A.) her gün Peygamberimizin huzuruna gelirdi. Bir gün Peygamberimiz “Ey Ebu Hureyre! Beni günaşırı ziyaret et ki, sevgim çoğalsın.” buyurdu.

Arife sordular: “Güneş bu kadar güzelken, iltifat edeni hiç işitmedik, ne­den?”

Cevap verdi: “Her gün görüldüğü için. Kışın bulutların arasından çıktığı vakit sevinmez misin?”

Görmeye gitmen elbet ayıp değildir,

Yeter dedirtmediğin müddetçe insanları.

Kötü işlerinden ötürü kendini kınarsan,

Başkalarının kınamasına gerek kalmaz.

 

Otuz sekizinci Hikâye

‘Bir din bilgini, oğluna; “Vaizlerin güzel sözleri seni neden etkilemiyor?” diye sordu.

Oğlu; “Söylemleriyle eylemleri uyuşmadığı için” diye cevap verdi. Vaizler halka dünyadan el ayak çektirirken kendileri mal üstüne mal yı­ğarlar. İlmiyle hareket etmeyen âlime kimse değer vermez. Yüce Allah, İnsan­lara iyilik etmeyi emrederken niçin kendinizi unutuyorsunuz!’ diye bize öğüt verir.

Zevk düşkünü bilginler öyle yaşamaya

Israrla devam ettiği müddetçe,

Kendisi yolu kaybettiği halde

Halka yol gösteren adama benzer.

Babası oğluna bakıp “Çocuğum, bu yanlış düşünce ve kuruntularla va­izlerin terbiyesinden vazgeçmek, öğütlerini dinlememek, tembellik ederek âlimleri zevk düşkünü görmek, yerine masum bir âlim aramak boşuna. Sana bir kıssayla düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu göstereyim” dedikten sonra başladı kıssayı anlatmaya:

Gözleri görmeyen bir adam, gecenin bir yansı çamura saplanmış. ‘Ey din kardeşlerim, bana bir kandil tutun da şu bataktan çıkıvereyim’ diye bağırmış. Ahlaksız bir kadın körün yakarışını işitip ‘Sen körsün, kandille nereyi göre­ceksin’ diye alay etmiş.

“İşte böyle çocuğum” dedi babası. “Vaaz meclisi kumaşçılar çarşısı gibi­dir. Para vermezsen bir şey alamazsın. Buraya istekli gelmedikten sonra mut­lu olamazsın.”

Âlimin işi sözüne uymazsa, onu yine de can kulağınla dinle,

Bakma sen,‘gafil, gafili uyandırmaz’ diyen şarlatan kişiye.

Kulağına küpe etmeli insan, duvara kazınmış öğüdü bile.

Bir gönül dostu dergahta sûfi dostlarıyla bir süre oturdu,

Sonra tarikat ehlinin sözünü bozup medreseye konuk oldu.

Ona sordum; ‘Âlimle zahit arasında ne fark gördün de,

Zahit hırkasını çıkarıp âlimler zümresini seçtin’ diye.

Zahit, gemisini kurtaran kaptan gibidir cevabım verdi,

Âlimlerse suya düşenleri çıkarmaya çalışan dalgıç, dedi.

 

Kırk ikinci Hikâye

Bir gönül adamı, pehlivanı öfkeden kızmış köpürmüş halde görünce sor­du: “Buna ne olmuş?”

Orada hazır bulunanlardan biri cevap verdi: “Biri, ona sövmüş,”

Gönül adamı bu cevap üzerine şöyle dedi: “Ey soysuz! Bin okkalık taşı kaldırırsın da, kötü bir söze mi katlanamazsın!”

Ey alçak nefsine karşı güçsüz kalan pehlivan!

Yiğitlik sevdasını bırak erkeklik neyine senin!

Tatlı dil ol! Ağza yumruk atmak mertlik değil!

Filin ağzını dayırtsan, insanlıktır mühim olan

Mütevazı ol! Zira ademoğlu yaratıldı topraktan.

 

Üçüncü Bölüm:Kanaatkarlığın Faziletleri

Dördüncü Hikâye

Bir Acem sultanı hünerli doktorunu Müslümanlara yardımcı olsun diye Peygamberimize gönderdi. Doktor birkaç yıl Arap ülkesinde kaldığı halde, ne muayene ne de ilaç için kimse kapısını çalmayınca bir gün Peygamberimizin huzuruna gelip bu durumdan yakınarak; “Beni dostlarını tedavi etmem için göndermişlerdi. Halbuki kimse yanıma gelmedi. Aylak bir halde görevimi ya­pamaz haldeyim” dedi. Doktorun sitem yüklü sözlerine karşılık Peygamberi­miz; “Benim arkadaşlarım işte böyledir” diye cevap verdi, “iştahları olmadıkça yemezler, iştahları varken de yemekten el çekerler.”

Doktor; “Haklısın Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedi, “nitekim sağlığın temeli de budur.”

Bilge kişi söylenmediğinde zarar varsa söze başlar;

Sağlığı bozulacağı zaman yemeği ağzına koyar

İşte bu halde sözü hikmet, yemeği de sağlık olur

 

On ikinci Hikâye

Bir derviş sıkıntıya düşmüş. Biri, ona “Filan kişinin hadsiz hesapsız malı mülkü var. Halini bilirse sana yardım eder” demiş. Derviş “İyi de ben onu ta­nımıyorum” diye karşılık vermiş. O kimse “ben sana yol göstereyim” diye der­vişin elinden tutmuş, alıp onu zenginin evinden içeri sokmuş. Derviş bak­mış ki zengin ev sahibinin yüzü asık. Bir şey demeden geri gelmiş. “Niye böy­le yaptın?” diye sormuş o kişi. Derviş, gülerek; “bağışını yüzüne bağışladım” diye cevap vermiş.

Asık yüzlü adama ihtiyacını söyleme.

Yoksa fena huyundan rahatsız olursun.

Gönül derdini öyle bir kimseye aç ki,

Nur yüzünde hiç olmazsa huzur bulasın.

 

On dördüncü Hikâye

Hâtem-i Tâiye sordular: “Dünyada kendinden gönlü daha büyük birini görüp duydun mu?”

Cevap verdi: “Evet! Bir gün Arap beylerini davet etmiş, kırk deve kestir­miştim. Ziyafet sonrası çölde gezintiye çıkmıştık. Bir adam görmüştüm. Di­kenleri kırıp kendine barınak yapıyordu. Ona Hâtem’in ziyafetine niçin katıl­madığını sormuştum. Bana bakıp cevap verdi:

Kendi elinin emeğini yiyen kimse,

Hâtem-i Tâi’y’e minnet etmez.

“Yâ işte böyle dostlar! O, kanaat ve fazilet bakımından benden çok çok üstündür.

 

Yirmi birinci Hikâye

Malı, parası çok, zengin bir dilenci varmış. Bir sultan ona gidip; “Hadsiz hesapsız malın ve paran var. Bizimse mühim bir sıkıntımız. Eğer bize borç ve­rirsen günü gelir fazlasıyla iade ederiz” demiş. Zengin dilenci; “Ey yeryüzünün sultanı, bizim gibi para pul dilenen insandan borç isteyip elinizi kirletmek size yaraşmaz” diye cevap vermiş. Sultan; “Önemi yok! Zaten ben de bu parayı ka­firlere vereceğim. Kirli para, kirlilere gidecek.” diye üstelemiş.

Hıristiyan kuyusu kirliyse de ziyanı yok

Zira o suyla ölü Yahudi’yi yıkayacağız-

Kireç çamuru temiz değil dediler,

Dedik ki, heladaki yarıkları kapatacağız.

Birzaman sonra işittim ki; dilenci para vermeyi kabul etmemiş. Bunun üzerine sultan da gereken miktarı elinden zorla aldırmış.

Tatlılıkla halledilmeyen iş zoraki yapılır,

Kendine açmayana kimse acımaz.

 

Yirmi dördüncü Hikâye

Zayıf bir balıkçının ağına iri bir balık takıldı. Balıkçının onu çekip alacak dermanı yoktu. Balık ona galip geldi. Ağını çekip götürdü.

Bir uşak nehirden su getirmeye gitti.

Su taşkın seller gibi onu alıp götürdü.

Her defasında ağ balık tutarken,

Bu kez balık ağı alıp beraberinde götürdü.

Diğer balıkçılar bunu duyup “Ağına böyle iri bir balık yakalanmışken na­sıl da kaçırdın” diye onu ayıpladılar. Balıkçı hayıflanarak “İnsaf edin arkadaş­lar! Demek ki rızkım değilmiş. Balığınsa kaderinde yaşamak varmış.” diye ce­vap verdi.

Rızıksız balıkçı Dicle’de balık tutamaz, eceli gelmeyen balık karada öl­mez.

 

Yirmi sekizinci Hikâye

Bileği güçlü bir adamı anlatırlar: İşleri hayli zaman ters gitmiş. Boğazı ge­niş ama eli dar olduğundan gına gelmiş. Babasına gidip; “Bileğimin gücüyle para kazanabileceğim bir yere gitmek istiyorum” diyip izin istemiş.

Gösterilmeyen hünerve marifet

Bir zaman sonra yok olup gider.

Ödağacını ateşe atıp kokusu

Çıksın diye tomurcuklarını ezerler.

Babası “Oğul bu ham hayalleri bırak” diye onu uyarmış, “Kanaat ayağı­nı selamet eteğine çek. Nitekim büyükler ‘Huzur çalışmakla olur’ demişlerdir. Sen de azla yetin, çoğa yönelme!”

Kimse zorla mutlu olamaz,

Kör kadının kaşına kalem çekme boşuna.

Talihsiz hüner bir işe yaramaz,

Kuvveti bileğinde değil talihinde ara.

Ama genç direnerek; “Babacığım” diye cevap vermiş, “Yolculukta; gönül eğlendirmek, kazanç elde etmek, şehir görmek, dost edinmek, para kazan­mak, zamana ayak uydurmak gibi daha bir çok fayda var. Bak o yolun yolcuları ne güzel söylemiş.”

Evde oturmakla asla adam olamazsın,

Ecel varmadan önce âlemi gez dolaş.

Babası bu kez oğluna şöyle akıl vermiş: “Oğlum söylediğin gibi seferin faydalan çoktur. Ama unutma ki sefer şu beş insana mahsustur: îlki; mal mülk sahibi tâcirlerdir ki, yakışıklı köleleri, güzel cariyeleri ve atak uşaklarıyla o di­yar senin bu diyar benim dolaşırlar.”

Zengin adam dağda, çölde garip değildir,

Nereye gitse çadır kurar,

Dünya muradına ermeyen kişiyse

Anayurdunda bile yabancılık duyar.

“İkincisi; tatlı sözü ve öğütleriyle herkes tarafından saygı ve ikrara gören âlimlerdir ki, nereye varsalar büyük bir sevinç ve hizmetle karşılanırlar.”

Âlimin varlığı saf altın gibidir,

Nereye gitse kıymeti bilinir,

Varlıklı birinin cahil oğlu ise

Ancak kendi şehrinde bilinir.

“Üçüncüsü; gönül dostlarının kendisiyle görüşmeyi çokça arzuladıkları güleryüzlü insanlardır ki, herkes sohbetinde bulunmayı ister. Nitekim azıcık güleryüz, çok maldan iyidir. Hastaların merhemi, kapalı kapıların kilididir de­nir.”

Ana-babası tarafından kovulan güzel,

Gittiği her yerde ilgi görür.

Tavus tüyünü Mushaf yaprakları arasında Gördüm ve dedim ki,

‘Bu makamı, derecenden fazla görüyorum. ’

Tüy cevap verdi,

‘Süs! Güzel nereye gitse kimsecikler

Ona engel olmaz!’

Oğlanda güzellik ve zarafet olunca

Babası darılsa ne gam!

O incidir, varsın sedefi olmasın!

Tek inciye herkes talip olur.

“Dördüncüsü; Dâvûdî sesiyle suyu akmaktan, kuşu uçmaktan alıkoyan güzel sesli kişilerdir ki, ilim ve irfan sahipleri onu dinlemekten neşe duyarlar.

Kulağını güzel nağmelere yatkındır!

İki telli sazı çalan da kim!

Sabah şarabıyla mest olanların

Kulağında hazin ses ne hoştur!

Ruhu okşayan güzel ses,

Nefsi çeken güzel yüzden daha iyidir.

“Ve sonuncusu; kimseye minnet etmeyip elinin emeğiyle geçinen zanaatkârlardır ki, bak akıllı insanlar onlar için ne söylemişlerdir:”

Zanaatkâr başka şehre gitse de

Kimseye minnet etmez, aç kalmaz,

Fakat Nîmrûz sultanı ülkesini

Terk edecek olsa acından helak olur.

“Sana anlattığım gibi” diye devam etti babası “Bu sıfatlar, huzurlu yolcu­luğa ve mutlu hayata birer gerekçedir. Bunlardan nasibi olmayansa boş bir ha­yalle yola çıkar da adı bile bilinmeden silinip gider.”

Feleğin kin beslediği kişinin vay haline!

Her şey onun için felakettir.

Yuvasını bir daha göremeyecek kuş için,

Yem ve tuzak birer bahanedir.

Genç, tüm bunlara rağmen yine de diretmiş ve; “Babacığım! ‘Herkesin rızkı bellidir. Çalışmaksa sadece bir sebeptir diyen bilge insanların sözlerine ben nasıl karşı gelirim!” demiş,

Akıllı insan rızkı ayağına gelmeden

Onu aramak için yola koyulandır.

İnsan ecelsiz ölmeyecekse de,

sen Ayağınla ejderhanın ağzına girme.

Ve şöyle devam etmiş: “Sahip olduğum bu bilek gücü sayesinde, heybetli fille dövüşür, kükreyen aslana pençe atarım ben. Yolculuğa çıkmam lazım. Ar­tık bu yoksulluğa daha fazla katlanamayacağını.”

Yiğit, yurdundan bir kez çıkmaya-görsün!

Artık tüm dünya onun evidir.

Zengin için gece her yer saraydır.

Yoksul içinse her yer Allah’ın evidir.

Genç, böyle söyleyip babasından helallik dilemiş ve yola koyulmuş. Yol­da kendi kendine şu beyti mırıldanmış:

Hüner sahibinin talihi arzusuna uymazsa,

Adı sanı bilinmez diyarlara gider.

Gide gide, şiddetinden taşları çatlatan, çağıltısıyla dalgaları fırlatan bir ır­mak kenarına varmış.

Öyle bir su ki; ördek bile güvende değil,

En küçük dalgası değirmen taşını söküyor.

Genç, o sıra para ve altın karşılığında gemisine yolcu alan bir kaptanı gör­müş. Ona nice dil dökmüşse de halini anlatamamış. Yolcular demişler ki;

Varsa altının zora muhtaç değilsin, yoksa zor edemezsin.

Kaptan arsızca gülüp gence şunu söylemiş:

Altının yoksa denizi geçemezsin,

On kol kuvveti yerine bana bir altın getir.

Bu sözler çocuğu incitmiş.Kaptandan intikam almak istemişsede gemi yola koyulmuş Genç, son bir gayretle kaptana bağırmış; “Şu sırtımdaki elbiseye  razı ol bari ‘’

Kaptan kabul edin gemiyi geri çevirmiş.

Hırs, akıllı insanların göçünü bağlar,

Kuşları ve balıkları tuzağa atar.

Gemi kıyıya iyice yanaştığında çocuk, kaptanı sakalından tuttuğu gibi adamakıllı dövmüş. Gemici dostları, kaptana yardım etmek istemişlerse de ba­şardı, olamamışlar, hemen gemiye kaçmışlar. Sonundu anlaşıp çocuğu ücret­siz gemiye almışlar.

Baktın ki iş kavgaya varacak sabret!

Çünkü sabır savaş kapısını kapatır

inatçı biriyle karşılaştığında alttan al!

Keskin kılıç yumuşak ipeği kesmem.

Gemiciler, bu tatsız olaydan sonra çocuktan özür dileyip sinsice en ufak bir fırsatta onu denize atmanın planını kurmuşlar. Gide gide su üstünde Yu­nan eseri bir direkle karşılaşmışlar. Kaptan sinsice çocuğa bakıp “Gemide bir delik var. İçinizde en cesur ve güçlü kim varsa, şu ipi alıp direğe kadar yüzsün ve ipi ona bağlasın” demiş. Genç, bu teklif üzerine gönlü incinmiş hasmından hiç şüphelenmeden bilgelerin şu sözlerine kulak vermemiş: “Kalbini kırdığın insana yüz kez yardım etsen de, öcünü alacığını unutma. Çünkü okun ucu ya­radan çıkar elbet ama gönülde derinden izi kalır.”

Bir subay askerine ne güzel demiş;

‘Düşmanı yaraladığında ondan emin olma*

Birinin gönlünü incitmişsen,

Bil ki bir gün sen de incineceksin,

Kalenin burcuna taş atma ki,

Kaleden de sana taş atılmasın.

Ve geminin ipini aldığı gibi bileğine dolayıp direğe çıkar çıkmaz kaptan ipi keserek gemiyle uzaklaşmış. Genç, şaşakalmış. İki gün sıkıntı ve açlık çek­miş. Üçüncü gün uyku gözlerini bağlayıp onu suya bırakmış. Bir gün bir gece suda yüzdükten sonra sahile çıkmış. Neredeyse ölecekmiş. Ağaç yaprakları, ot kökleri kemirmiş. Gücünü bir nebze toplamış. Yine aç ve susuz halde bir ku­yunun başına varmış. Kuyu önünde sıraya giren bazı insanların para karşılı­ğı bir bardak su içtiğini görüp onlara imrenmiş. Ama parası yokmuş. Su is­temiş, vermemişler. Dil dökmüş dinlememişler. Kaba kuvvet kullanmış, mü­saade etmemişler. Bunun üzerine genç, birkaçını dövmüşse de fena halde da­yak yemiş.

Sivrisinekler çoğalıp hırçın fili devirir,

Karıncalar birleşip aslan derisini kemirir.

Hasta ve yaralı bir halde çaresiz yoldan geçen bir kervana katılmış. Kafile akşamüstü hırsızların uğrak yeri bir konakta duraklamış. Kervandakiler kor­kudan tir tir titrerken, genç; “Korkmayın aranızda ben varım. Elli kişiye güç yetiririm. Gençler de bana yardım eder” diyince kervandakilere cesaret gelmiş. Genci bir güzelce yedirip içirmişler. Uykusu gelmiş. O uyurken, kervan içinde gün görmüş, deneyimli bir ihtiyar; “Arkadaşlar, ben hırsızlardan çok bu deli­kanlıdan çekiniyorum. Size bir hikâye anlatayım da dinleyin” demiş ve başla­mış anlatmaya:

Bir zamanlar, Arap’ın biri, bir miktar para toplamış. Hırsızların korku­sundan gece evde yalnız yatamaz olmuş. Korkusunu dindirmek ve can sıkın­tısını gidermek için bir dostunu evine almış. Birkaç gece dostuyla birlikte kal­mış. Dostu olacak adam, Arap’ın parasının yerini öğrenince bir boşlukta para­lan alıp kaçmış. Arap çırılçıplak, perişan bir halde ağlamış. Onu bu halde gö­renler, “Ne oldu yoksa hırsızlar paralarını mı çaldı?” diye sormuş. “Hayır mu­hafız götürdü” diye cevap vermiş.

Yılanın hilesini öğrendiğimden beri

Ondan emin olamadım,

İnsanın gözüne dost görünen

Düşman yarası daha fenadır.

İhtiyar hikâyesini böylece bitirdikten sonra “Arkadaşlar! Bu genç, sinsice aramıza girip mallarımızı elimizden almak isteyen hırsızların bir casusu olabi­lir Şu halde en iyisi onu uyurken bir başına bırakıp gitmektir” demiş.

Genç, uyandığında sırtına vuran güneşin sıcaklığıyla başım kaldırıp bak­mış ki kervan yok. Sağa sola koşturmuş nafile. Aç ve susuz yüzükoyun yere uzanıp kendini ölüme teslim ederek şöyle yakınmış:

Develere yularlar takılmışken

Benimle kim konuşur?

Anladım ki garibin garipten

Başka dostu yoktur.

Genç, bu sözleri söyler söylemez, av peşindeyken muhafızlarını kaybe­den bir şehzadeyi görmüş. Şehzade, güçlü kuvvetli çocuğun bir temiz görü­nüşüne bir de perişan haline bakıp “Kimsin, nerelisin, bu hale nasıl düştün?” diye sormuş. Genç, başından geçenleri tek tek anlatmış. Şehzade haline acıyıp, ona bolca para vermiş ve yanına bir muhafızını katıp memleketine göndermiş. Babası çocuğunu karşısında sağ salim görünce sevinerek Allah’a şükretmiş. Genç, babasına gece boyunca gemi yolculuğunu, kaptanın nankörlüğünü, su başında yediği köteği ve kervan halkının vefasızlığını uzun uzadıya anlatmış. Bunun üzerine babası; “Oğlum! Yolculukta eli boş olanın mertlik eli bağlanır, aslan pençesi kırılır diye ben seni daha önce uyarmadım mı?” demiş.

Parasız pulsuz bir cengaver ne güzel söylemiş:

Arpa kadar altın, elli batman güçten daha iyidir.

Genç; “Babacığım! Eziyet çekmedikçe hâzineyi elde edemezsin” diye ce­vap vermiş, “Can tehlikeye atılmadıkça düşmana karşı zafer kazanılmaz. Tane tarlaya saçılmadıkça ürün alınmaz. Bak; çektiğim az eziyetle ne büyük müka­fatlar aldım, içtiğim bir damla zehirle ne çok bal kazandım!”

Rızıktan başkası yenmeyecekse de,

İstemekte tembel olmamalı insan.

Timsahın ağzına düşmekten korkan dalgıç,

İnciyi asla elde edemez-

Değirmenin temel taşı sabittir,bu yüzden çaresiz ağır yüke katlanır.

Hırçın, öfkeli aslan mağaranın dibinde

Ne yer, yaralı doğan ne avlar?

Evinde av tutayım dersen örümcekler gibi

Ancak sinekleri avlarsın.

Babası “Oğlum” dedi, “Felek bu kez sana yardım etti, talihin rehber oldu.Gülün dikenden, dikenin ayaktan çıktı. Devlet sahibi bir zat sana acıdı da ikramda bulunup eksiğini tamamladı. Böyle bir tesadüf nâdir olur ama yine de nâdirle hükmedilmez.”

Avcı her zaman çakal avlamaz.

Bir gün kaplan onu parçalar.

“Beni can kulağınla dinle. Sana bir hikâye anlatayım. Pars sultanlarının birinin yüzüğünde çok kıymetli bir taş varmış. Bir gün ferahlamak niyetiy­le gezintiye çıkıp, Şirâz’da namaz kılınan bir yere gelmiş. Bu sırada muhafız­larına yüzüğü, Azududdevle’nin türbesinin kubbesine koymalarını emretmiş. Sonra tellalları aracılığıyla ‘okunu bu yüzüğün halkasından geçirene yüzük hediye edilecek’ diye halka haber salmış. Hizmetinde bulunan dört yüz hüner­li okçu bu işi başaramamış. Derken bir çocuk, kervansarayın çatısına çıkmış. Havaya gelişigüzel oklar savurmuş. Saba rüzgarı bu oklardan birini alıp halka­nın arasından geçirmiş. Sultan yüzükle beraber çocuğa bol miktarda para da vermiş. Parayı ve yüzüğü alan çocuk birden okunu ve yayım yakmış. Sebebi­ni sormuşlar. “Kazandığım ilk parlak zafer bu. Bırakın şerefi baki kalsın” diye cevap vermiş.

Bilge kişiden her zaman

Parlak bir fikir çıkmayabilir,

Bazen cahil bir çocuk yanlışlıkla

Oku hedeften geçirir.

……

 

Dördüncü Bölüm:Sükutun Faydaları

Birinci Hikâye

Dostlardan birine; “Çoğu zaman susmamın nedeni, sözlerimin içinde iyi ve kötü şeylerin olmasındandır. Çünkü düşmanlarım menfaatleri gereği, söy­lediklerimin iyilerini bırakıp kötülerini seçerler.” dedim.

Dostumsa; “Kardeş” diye cevap verdi, “düşmanlarının iyi şeyleri görme­mesi normaldir.”

Hüner, düşman gözünde kusur görünür,

Sadî gül olsa da düşmana diken görünür.

Düşman iyiye yalancı diye taş atar,

Cihanı parlatan güneş yarasaya çirkin görünür.

 

Dördüncü Hikâye

Hatırı sayılır bir bilgin, dinsizin biriyle tartışmaya başladı. İspat noktasın­da onunla başa çıkamayınca çaresiz döndü ve gitti.

Bilginin bu tavrına şaşıran birisi ona sordu; “Bunca bilgine, edep ve hik­metine rağmen nasıl olur da bir dinsizle başa çıkamazsın?”

Bilgin şöyle cevap verdi; “Benim bilgim Kuran, Sünnet ve büyüklerin söz­lerine dayanır. Bu kişiyse bunların hiçbirine zaten inanmıyor. Ne yani! Oturup bir de küfrünü mü dinleyeyim!”

Kuran ve hadisle uyaramadığın kişiye karşı

En güzel cevap, sükut hakkını kullanmaktır.

 

Altıncı Hikâye

’ Sehbân-ı Vâil için, hatiplikte eşi benzeri yoktur derler. Gerçekten öyle­dir. Nitekim bir sene boyunca konuşsa aynı sözü tekrar etmez, aynı manayı söyleyecek olsa başka bir sözcük bulmakta güçlük çekmezmiş. Sultan dostla­rına da böylesi bir edep yakışır doğrusu.

Söz gönlü her ne kadar okşasa,

Güzel bulunup öyle kabul görse de,

Tekrar edilen söz usandırır,

Zira bir yemekte helva bir kez yenir.

 

Yedinci Hikâye

Bir bilgenin şöyle dediğini işittim: “Biri konuşurken sözü bitmeden araya giren kişi dışında, hiç kimse kendi cehaletini itiraf etmemiştir.”

Ey akıllı! Sözün başı ve sonu vardır,

Birisinin sözü bitmeden araya girme,

Saygılı, görgülü, akıllı kişi

Başkası susmadıkça söz söylemez.

 

On birinci Hikâye

Bir müneccim evine geldiğinde eşini, yabancı bir erkekle otururken gördü. Kendini tutamayıp yabancıya sövüp saydı, aralarında kavga çıktı. Du­ruma vakıf olan bir gönül dostu şunu söyledi:

Ey müneccim! Sen ki evindeki adamı bilemezsin.

O halde göğün zirvesinde olanı nereden bileceksin!

…..

Yedinci Bölüm:Terbiyenin Önemi

 

Üçüncü Hikâye

Büyüklerden biri, şehzadenin birine ders verirken onu pervasızca dövü­yor, çekinmeden eziyet ediyordu. Şehzade bu baskı ve disipline dayanamadı, sırtını açıp yaralarını gösterdikten sonra hocasını, babasına şikayet etti. Sul­tan, bu işe çok kızdı. Derhal hocayı huzuruna getirip “Başkalarının çocuklarına uygun görmediğin eziyet ve dayakları neden çocuğuma reva görüyorsun, söyle bakalım!” dedi.

Hoca şöyle cevap, verdi: “Sultan çocuğu sözü düşünerek söylemeli, yaptığı harekete dikkat etmelidir. Çünkü er geç bir gün sultan olacak. Ve yaptığı her iş, söylediği her söz halkın ağzında dolaşacak. Halkın çocuklarına ise bu kadar özen gösterilmez. Çünkü onlar kendilerinden sorumludurlar.”

Yoksul yaptığı hatadan dolayı mesul tutulmaz,

Fakat sultan kusur işlerse, dilden dile dolaşır.

Ve devam etti: “İşte bu yüzden Yüce Allah’ın güzelce yetiştirilmelerini bu­yurdukları değerli insanlara, biz daha fazla özen gösteririz.”

Küçükken terbiye edilmeyene

Büyüklükte birşey yapılamaz,

Çubuk yaşken istediğin gibi eğilir,

Kuru çubuğu doğrultmak için ateş gerekir.

Hocanın bu sözleri sultanın hoşuna gitti. Ona bolca para ve mal verip rüt­besini yükseltti.

 

Yedinci Hikâye

Bir şeyhin, yetiştirdiği müridine şöyle dediğini duydum: “İnsanlar rızka bağlandıkları kadar, rızık sahibine de bağlansalardı yaratılışça meleklerin üs­tüne çıkarlardı.”

Ana karnında bir cenin iken,

Rabb’in seni asla unutmadı.

Sana ruh, akıl, beden, düşünce,

Görüş, bilgi, anlayış, güzellik ve huy verdi.

Hepsi de birbirinden hünerli,

Eline on parmak, omzuna iki kol dizdi.

Ey cimri insan! Bunlara rağmen

Rabb’in rızkını unutacak mı sanıyorsun!

 

Dokuzuncu Hikâye

Bilgelerin kitaplarında şu sözler yazılıydı: “Akrepler diğer hayvanlar gibi doğmaz. Yavrular rahmi yiyip, mide zarını yırtarak dışarı çıkar. Yuvalarda bu­lunan kabuklar bu artıklardır.”

Ben bu garip olayı bir gün büyük bir zatın huzurunda söyleyince “Evet haklılar” dedi, “Zaten başka türlü de olamaz. Küçüklüğünde anne ve babaları­na bu şekilde muamele ettikleri için, büyüdüklerinde sözüm ona bu kadar ta­lihli ve sevgili(l) olurlar.”

Bir baba oğluna vasiyet etti:

Ey oğul şu öğüdümü iyi dinle ve tut!

Ailesine vefa etmeyip soyuna çekmeyen,

Talihli ve huzurlu olmaz.

 

On üçüncü Hikâye

Bir adamcağız gözü ağrıdığı için baytara gidip “Ağrıyan gözüme ilaç sür” dedi. Baytar, hayvanlar için hazırladığı ilacın aynısını gözüne sürdü. Hemen kör oldu. Adamcağız, baytarı şikayet için hâkimin huzuruna çıktı ve başından geçeni anlattı.

Hâkim sertçe “Göze diyet olmaz” dedi, “çünkü bu adam eşek olmasaydı, ona gitmezdi.”

Bu sözle kastedilen şudur: Büyük bir işi için tecrübesiz adama gidenin, son pişmanlığı fayda vermediği gibi, düşünceli insanların yanında rezil olur.

Akıllı, parlak zekalı insan

Soysuz kişiye büyük iş vermez,

Hasır dokuyanı, hiçbir insan,

İpek dokuma tezgahına götürmez.

 

On altıncı Hikâye

Bir sene Belh’ten sefere çıktım. Yol, haydutlar yüzünden tehlikeliydi. Bir genç rehber bana yoldaş oldu. Ustaca kılıç kullanır, iyi yay çekerdi. Kılıcı gibi iradesi de keskindi, öyle güçlüydü ki; oniki kişi ancak yayını kurabilir, yeryü­zünün bütün pehlivanları birleşse sırtını yere getiremezdi. Fakat bu genç, ka­palı kapılar, dar kafesler ardında nazlı bir şekilde büyütülmüştü. Ne gün gör­müşlüğü vardı, ne de yolculuk tecrübesi. Ne kahramanların gök gürültüsü çı­karan davul sesini duymuştu, ne de akıncıların kılıç şakımasını.

Düşman eline tutsak olmamış,

Etrafına ok yağmuru yağmamıştı

Tesadüf bu ya, bu genç kervanda hemen önümde yürüyordu. Yolda kar­şısına çıkan duvarı bir yumruk darbesiyle indirecek, pençesiyle ulu bir çınarı kökünden kaldıracak sandıydım. Öğünerek şöyle diyordu;

Fil nerede! Gelsin yiğitlerin omzunu, kolunu görsün,

Aslan nerede! Gelsin erlerin elini, pençesini görsün.

Tam bu sırada iki Hindli başlarını çıkarmış bizi öldürmek için pusuya yatmışlardı. Birinde sopa, diğerinde tokmak vardı. Gence bakıp “Daha ne duru­yorsun, şimdi erlik vaktidir, hadi göster kendini!” dedim.

Yiğitlikten dem vuran kişi !Hadi göster kendini !

İşte düşman kendi ayağıyla mezarına geldi.

Bir de ne göreyim! Genç, korkudan titreyerek, elindeki oku ve yayı dü­şürmüş.

Zırh delici okla kılı yaran her kişi,

Zorlu yiğit karşısında belki duramaz.

Eşyamızı, malımızı, silahımızı geride bırakıp canımızı kurtarmanın tela­şıyla kervanı terk ettik.

Ağır işlere iş görmüş adam gönder ki,

Aslanı kemendiyle bağlasın.

Boynu güçlü, fil cüsseli genç,

Düşman karşısında korkudan titrer.

Şeriatı âlimlerin bildiği üzere,

Savaşı da savaş görmüş kişiler bilir

 

On sekizinci Hikâye

Büyük bir zata sordum; “En büyük düşman, içindeki nefistir hadisinin anlamı nedir?”

Cevap verdi; “Hangi düşmana iyilik edersen sana dost olur. Fakat nefis tam aksi! Ona uydukça daha bir azgınlaşır, sana kafa tutar.”

İnsan az yemekle melek huylu olur,

Hayvanlar gibi çok yerse cansız şekilde düşer.

İstediğini verdiğin kişi emrine girer.

Ancak nefis, istediğini verdikçe sana emreder.

 

Sekizinci Bölüm

Sohbet Âdabı

 

-Mal, ömrün huzuru içindir yoksa ömür mal biriktirmek için değil.

Bir akıllıya sordular: “Mutlu ve mutsuz kimdir?”

Cevap verdi: “Mutlu yiyen ve eken, mutsuzsa ölüp ardında bırakan kişi­dir.”

Hiçbir iyilik yapmayan adamın namazını kılma sakın,

Çünkü ömrünü mal biriktirmek için harcamış fakat yiyememiştir.

 

-Musa (a.s), Karun’a öğüt verdi: “Rabb’imin sana bağışladığı iyiliği sen de insanlara dağıt!” Ama Karun onu dinlemedi ve sen de başına gelenleri duymuşsundur.

Ömründe altın ve parayla hayır kazanamayan kişi

Sonunda başını altın ve para sevdasıyla yitirmiştir.

Dünya nimetlerinden faydalanmak istiyorsan eğer,

Allah’ın sana verdiği cömertliği sen de halkına ver.

 

-Arap şöyle der: “Cömertlik et ama verdiğini başa kakma. Yaran son­ra sana gelir.”

Cömertlik ağacının kök saldığı yerde,

Boyu ve dalı feleklerin üstüne yükselir.

Cömertlik ağacından meyve istersen,

Başa kakma testeresiyle kökünü kesme.

Hayra ulaştığın ve nimetlerinden yoksun

Kalmadığın için Yüce Allah’a şükret,

Sultan’a hizmet ediyorum diye minnet etme,

Hizmetini kabul ettiği için asıl sen, ona şükret.

 

-Şu iki insan yok yere sıkıntı çekip, boşuna çalıştılar: Biri kazanıp yiye­meyen, diğeri ilmiyle amel etmeyen.

Ne kadar okusan da amelin yoksa şayet cahilsin,

İlmiyle amel etmeyen ne araştırıcıdır, ne bilgin.

Sırtında taşıdığı odun mu defter mi bilmeden,

Üzerine birkaç kitap yüklenmiş eşek gibidir.

 

-İlim, dini beslemek içindir yoksa dünyayı kazanmak için değil.

Takva, ilim ve zühdü satan kişi,

Harmanı derleyip tümüyle yaktı.

 

-Günahtan kaçınmayan âlim, elinde meşale, halka yol gösterse de ken­di önünü göremeyen köre benzer.

Ömrünü boşuna harcayan kimse,

Bir şey almadığı gibi elindeki altını da çarçur etmiştir.

 

-Memleket akıllı insanlarla süslenir, dinse âlimlerin elinde olgunla­şır. Sultanlar, akıllıların öğütlerine, onların yanında bulunmasından daha çok muhtaçtır.

Ey sultan! Öğüdümü dinlersen,

Bütün âlemde bundan iyisini bulamazsın.

Memurluk her ne kadar akıllı işi değilse de,

Yine de sen başkasına verme.

 

-Üç şey, üç şeysiz olmaz: Ticaretsiz mal, araştırılmayan bilgi, siyasetsiz saltanat.

 

-Kötülere acımak iyilere, zalimleri bağışlamak mazlumlara zulümdür.

Kötüleri koruyup okşarsan,

Devletine ortaklık isterler

 

-Sultanların dostluğuna ve çocukların güzel sesine aldanma. Çünkü ilki vehimle, diğeri bir rüyayla biter.

Bin dostlu sevgiliye gönül verme!

Yoksa gönlünü mahkum edersin.

 

-Dostlar arasında sırrını açma. Belki biri düşmandır. Düşmanına da elinden gelen her zararı verme. Bir gün dostun olabilir. Sırrını çok güvendi­ğin dostuna bile söyleme. Dostun da dostu olabilir. Böylece sırrın dosttan dos­ta açılabilir.

Susmak, sırrını söyledikten sonra

‘Başkasına açma’ demekten daha iyidir,

Ey saf gönül! Suyu pınar başında kapat,

Taşıp ırmak olursa kapatamazsın.

Söylenmiş söz gizli kalmaz,

Bir mecliste söylenmiş olmasa da!

 

-Zayıf düşman sana itaat edip dostluk gösterirse kanma! Amacı vakit kazanıp güçlenmektir. Bilgeler, ‘Düşmanın dostluğuna güven olmazken düş­manlığına insan nasıl aldanır!’ der.

 

-Zayıf düşmanı küçümsemek, az ateşi ihmal etmektir.

Ateşi vakit varken söndür

Yoksa bir parlarsa cihanı yakar.

Düşmanı okun varken öldür

Yoksa yayını kurmaya bakar.

 

-İki düşman arasında, dost olduklarında, utanmayacağın sözleri söyle.

İki kişi arasındaki savaş ateşe benzer,

Gammaz da odun taşıyan kimseye.

Bununla o bir ardık barışırlar,

Fitneciyse ara yerde mahcup olur.

 

İki kişi arasında ateş yakmak,

Kan içici düşmanının duymaması için

Dostlarınla yavaş konuş.

Duvar önünde konuşurken dikkat et,

Ardında kulak bulunabilin

 

-Dostlarının düşmanlarıyla uzlaşan,onları incitmiştir.

Ey akıl sahibi, düşmanlarınla

Yatıp kalkan dosttan elini çek,

 

-Endişeli bir işe kalkıştıysan, zararı az olan tarafı kabul et.

Yumuşak söyleyene sert konuşma,

Barış kapısını çalana savaş açma.

 

-Parayla çözülecek mesele için, kendini tehlikeye atmak doğru değil­dir.

Kılıç hilenin sonudur, hiçbir çare kalmayınca

Ancak o zaman ele kılıç almak helal olur.

 

-Düşmanın zayıflığına acıma!Gün gelir, kuvvet bulunca sana acımaz zira.

Düşmanı zayıf gördüğün zaman gururlanma asla,

Çünkü her kemikte ilik, her gömlekte insan vardır.

 

-Kötüyü öldüren kimse, halkı onun belasından, onu da Yüce Allah’ın azabından kurtarmıştır.

Bağışlamak güzeldir ama

Halkı üzenin yarasına merhem sürme,

Yılana acıyan adam bilmiyor mu,

Onun insanoğluna zulmettiğini!

 

-Düşmanın öğüdünü kabullenmek hatadır. Onu dinle fakat dediğinin zıddını yap.

Pişmanlık elini dizine vurmak istemiyorsan,

Düşmanın ‘şunu yap’ sözünden sakın.

Sana ok gibi dosdoğru bir yol gösterse bile,

Sen: o yoldan şap, yolun tersine git.

 

-Aşırı öfke nefret uyandırır. Yersiz yumuşaklık heybeti giderir. Ne et­rafındakiler! bıktıracak kadar sert ol, ne karşındakine cesaret verecek derece­de uysal!

Hem damarı yaran hem yaraya

Merhem olan kan alıcı gibi.

Sertlikle yumuşaklık bir arada

Bulunduğu takdirde çok güzeldir.

 

Akıllı insan ne sert olur,

Ne değerini düşürecek kadar yumuşak,

Akıllı insan kendini olduğundan

Ne büyük gösterir, ne de alçak.

 

Çobanın biri babasına şöyle dedi;

Akıllı babacığım bana nasihat et!’

Babası karşılık verdi; ‘Oğlum iyilik et!

Ama sakın, dişi kurt seni parçalamasın!’

 

-Mülk ve din düşmanı iki insan vardır: biri bilgisiz-öfkeli sultan, diğe­ri bilgisiz-katı sofu.

Allah’ın emrini yerine getirmeyen sultan,

Mülkün başına buyurgan olmasın.

 

-Sultan, dostlarının güvenini sarsacak kadar öfkeli olmamalıdır. Çünkü hiddet ateşi önce sahibini yakar. Ardından düşmana ya erişir, ya erişmez!

Topraktan gelen ademoğluna yakışmaz,

Başında gurur, kibir ve şiddet bulunması.

Bu kadar hiddet ve asilikle sanırım sen,

Topraktan değil, ateşten yaratılmışsın.

Beylekân’da bir zahide rastlayınca ona,

Terbiyenle beni cehaletten kurtar dedim.

‘Ey bilge! Git, toprak kadar dayan,

Yahut bildiklerini göm’ dedi.

 

-Kötü huylu kişi, kendi huyunun tutsağıdır. Nereye gitse, ne yapsa on­dan kurtulamaz.

Kötü huylu beladan sıyrılmak için

Göğe çıksa nafile, bela içinde kalacaktır.

 

-Düşman askerini ayrılık içinde görürsen rahat ol. Birleşirlerse perişan olmaktan kork.

Düşmanlar arası savaş varsa,

Dostlarınla huzurlu otur,

Şayet birleşmişlerse kur yayını,

Kalelerine gülle atadur.

 

-Düşman hilesiz kaldığında dostluk zincirini sallar. İşte o vakit, dost görünüp düşmanın yapamayacağı işler becerir.

 

-Yılanın başını düşman eliyle ezersen iki güzel şeyden biri olur: Düş­man galip gelirse yılan ölür yahut yılan yenerse düşmanından kurtulursun.

Savaş günü düşmanın zafiyetine güvenme.

Canından ümit kestiğinde aslan beynini çıkarır.

 

-Kalp kıracağını düşündüğün haberi, sus, başkası söylesin.

Ey bülbül! Sen bahar müjdeni şah,

Bırak kötü haberi baykuş okusun.

 

Sözünü tamamen ispatlayabiliyorsan sultanı, o kişinin hainliğine kar­şı uyar. Aksi takdirde kendi canınla oynamış olursun.

Tesir edeceğini bildiğin sözü

Söylemekten asla çekinme.

 

-Kendi fikrini dayatmak için konuşan kimse, öğüt almaya daha layık­tır.

 

-Düşmanın hilesine aldanma. Yüzüne doğru seni övenlere karşı gurur­lanma. Çünkü biri seni aldatmanın, diğeri senden bir şeyler koparmanın telaşındadır. Ahmak olanın nefsine övgü hoş gelir. Çünkü o, bacağından ûfürüldüğûnde şişen, ayağı kesik koyun gibidir.

Şairlerin seni öven sözlerine kanma.

Çünkü senden faydalanmak isterler.

İstediklerini vermeyince seni ayıplayan,

Yeren şiirleri ikiyüz katı olur.

 

-Konuşan uyarılmadıkça, sözü hiçbir kıymet taşımaz.

Bir cahilin takdirine gururlanıp

Kendi sözünün güzelliğine kanma.

 

-Herkese kendi aklı mükemmel, çocuğu güzel görünür.

Bir Yahudi ile Müslüman beni güldürecek şekilde

Kavga edip şöyle diyorlardı:

Müslüman; ‘Ey Allah’ım! Söylediklerim yalansa

Beni Yahudi olarak öldür. ’

Yahudi; ‘Tevrat’a yemin ederim ki

Sözlerim yalansa beni onun gibi öldür.

Yeryüzünde akıl bütünüyle yok olsa bile,

Kimse ben cahilim diye düşünmez.

 

-On adam bir sofradan yer, iki köpek bir leş yüzünden kavga eder. Cimri dünyayı kazanır, yine açtır. Kanaatkâr insan ise bir ekmekle toktur.

Yeryüzü serveti açgözlüyü doyurmaz.

Oysa aç karın kuru bir somunla doyar.

Babam ölmeden önce bana şu öğüdü verdi:

‘Şehvet ateştir, ondan pek sakın.

Cehennem ateşine dayanamıyorsun eğer,

Bugün bu ateşi sabır suyuyla dindir!’

 

-İktidarında iyilik eden, güçsüz kaldığında sıkıntı çekmez.

Kalp kıran zalimden daha kötüsü olamaz.

Çünkü musibet zamanına dost kalmaz.

 

-Çabucak ele geçen şey, çok sürmez.

Doğu’da toprağı sabırla yoğurduktan sonra

Bir çini kaseyi kırk yılda yaparlarmış,

Bağdat’ta ise bu iş günde yüz kase civarındaymış.

Duydun artık, bu işin değerini sen ver!

 

Civciv yumurtadan çıkınca yiyecek arar,

Halbuki insan aklı bu dertten yoksundur,

Böyle olsa da civciv aklı hep aynıdır.

insan yavrusunun ise aklı zamanla gelişir,

Cam her yerde bulunduğu için değersizdir,

Yakuta nadir olduğu için kıymet verilir.

 

-İşler sabırla yürür. Acele eden tepetaklak yıkılır.

Çölde yavaş giden adamın

Koşanı geçtiğini gözlerimle gördüm,

Hızlı giden at çabuk yoruldu,

Deveyse yoluna aynı hızla koyuldu.

 

-Cahil için en iyisi susmasıdır. Zaten bunu bilseydi cahil olmazdı.

Eğer bilgin yoksa susmalısın,

İçsiz cevizi hafifliği, insanı dili rezil eder.

Bir ahmak, eşeğine konuşmayı öğretiyordu,

Bunun için epey çaba sarf etti.

 

Bir bilge onu gördü ve şöyle dedi;

‘Boşuna uğraşma, bu sevdadan vazgeç,

Hayvan senden birşey öğrenmez,

Bari sen, ondan susmayı öğren!’

 

Düşünmeden konuşan kişilerin,

Sözlerinin çoğu yanlıştan arınmaz.

Ya insana yaraşır şekilde güzel konuş,

Ya da o eşek gibi otur ve sus!

 

-Kendini bilgili göstermek için, bir bilginle tartışmaya girenin cehale­ti hemen açığa çıkar.

Senden daha bilgili söze başladıysa,

Daha iyi bilsen de karşı gelme.

 

-Kötülerle düşüp kalkan iyilik göremez.

Şeytanla oturan melek ondan

Kötülük, hile ve bozgunculuğu öğrenir.

 

-İnsanların gizli ayıbını açığa çıkarma. Çünkü hem onları rezil edersin, hem de insanların sana duyduğu güveni bitirirsin.

 

-Gönülsüz ibadet olmaz. İçsiz kabuk bir işe yaramaz.

 

-Çenesi güçlü olanın, işi sağlam olmayabilir.

Çarşaf altında çok güzel endamlar görünür.

Fakat açarsan anneanneni görürsün.

 

-Bütün geceler Kadir Gecesi olsaydı, bu gecenin özel bir anlamı kalmazdı.

Her taş Bedehşan yakutu olsaydı,

Yakutla taş bir olurdu.

 

-Görünüşü güzel olanın huyu güzel olmayabilir. En iyisi ahlakça gü­zelliktir.

Kişinin bir günlük davranışlarına bakıp

Bir gün içinde bilgisini anlayabilirsin,

Fakat onun kalbinden emin olma.

Çünkü ahlak kötülüğü yıllarca anlaşılmaz.

 

-Büyüklerle uğraşan, kendine yazık eder.

Kendini büyük görüyorsun.

Doğru ! Şaşı insan biri, iki görür,

Koçla kafa kafaya tokuşunca

Alnının parçalandığını anlarsın.

 

-Aslana pençe, kılıca yumruk sallamak akıllı işi değildir.

Sarhoşa takılma ve erkeklik taslama!

Üstün kimsenin yanında başını önüne koy.

 

-Güçlûye karşı mertlik taslayan zayıf kişi, kendini yok etmede düşma­nına yardım eder.

Gölgede nazla büyütülmüş insan,

Ne yüzle kahramanlara savaş açar,

Gevşek kollu kişinin, demir pençeliyle

Mücadelesi cahilliğinin eseridir.

 

-Çarşı köpeklerinin av köpeğini görüp yanına yaklaşamadıktan gibi, hünersiz insanlar da hünerlileri-görmek istemez. Bu nedenle alçak karakterli kişiler başa çıkamadıklarından hünerli insanları arkalarından çekiştirirler.

Güçsüz kıskanç, yüzüne söylemese de,

Arkandan kesinlikle konuşacaktır.

 

-Açlık derdi olmasaydı kuşlar tuzağa düşmez ve avcı tuzak kurmazdı.Bilgeler ağır ağır, zahitler yan doymuş, sofular ölmeyecek kadar, gençler taba­ğı silip süpürünceye dek, yaşlılar terleyinceye kadar yerler. Kalenderlere gelin­ce, midelerinde nefes alacak yer kalmayacak, sofralarında kimseye bir şey bı­rakmayacak şekilde yerler.

Midesine düşkün insanı

İki gece uyku tutmaz asla,

Biri midesinin bomboş,

Diğeri dopdolu olduğu gece.

 

-Kadınlara danışmak yersiz, iflas edenlere cömertlik günahtır.

Keskin dişli kaplanlara acımak

Ancak koyunlara zalimlik olur.

 

-Önündeki düşmanı öldürmeyen, kendine düşman olur.

Elinde taş ve taş üstünde yılan varken

Düşünüp taşınmak aptallık olur.

 

-Bilgelerin bir kısmı; “Mahpusları öldürmek isterken düşünmek daha doğrudur. Çünkü seçim şendeyken hakkın devam etmektedir. İster öldür, is­ter bırak. Ancak düşünmeden öldürürsen telafisi olmayan bir yaran yok etmiş olabilirsin.” demişlerdir.

Diriyi öldürmek pek kolaydır,

Ancak ölüyü bir daha diriltemezsin.

Okçu sabırlı olmalı, çünkü yaydan

Çıkan ok bir daha geri gelmez.

 

-Cahillerle düşüp kalkan bir bilgin, onlardan saygı görmeyi umuyor demektir. Bu durumda, bir cahil çene gücüyle onu yenerse şaşılmamalı. Çün­kü mücevheri kıran da bir taştır.

Kargayla aynı kafese konan bülbülün

Dili tutulmuşsa, bu işe şaşmamalı.

Hünerli kişi terbiyesizlerden

Eziyet görmüşse gönlü incinmesin,

Sıradan bir taş, altın kaseyi kırabilir.

Kimse buna üzülmesin,

Çünkü bu halde ne taşın değeri artar,

Ne de altının kıymeti azalır.

 

-Terbiyesizler içinde akıllı kişinin sözlerine önem verilmezse, şaşma. Çünkü davulun güçlü sesi kopuzu bastırır. Sarımsağın ağır kokusunun amber kokusunu bastırdığı gibi.

Yüksek sesli cahil, bir âlimi mağlup edince

Hayasızlıkla herkese kafa tutar,

Hicazkardan çıkan nağmenin davul sesi

Yanında işitilmeyeceğini anlamaz

 

-Mücevher pis suya düşse de değerli, toz göğe erişse de değersizdir. Geliştirilmeyen yeteneğe yazıklar olsun! Oysa çok insan, yeteneği olmayanları eğitmekle boşa vakit geçirir. Şekerin kıymeti kamıştan değil, bizzat ken­di özelliğidir.

Nuh oğlu Kenan hünersiz olduğu için

Peygamber oğlu olması kıymet vermedi,

Varsa hünerin göster, bırak asaleti!

Bak işte: Gül dikenden, İbrahim Azer’den.

 

-Mis kendiliğinden kokar, attar istediği için değil. Âlim, attarın tezgahı­na benzer; ne sesi çıkar, ne de hünerini gösterir. Oysa cahil, davul gibidir. İçi boştur ama sürekli gümbürder.

Cahiller arasında kalan

Âlim için doğru sözlü kişiler,

Körler arasında dilsiz,

Zındıklar evinde mushaf derler.

 

-Ömür boyunca elde edilen bir dostu, tek nefeste incitmek yaraşmaz.

Taş nice yıl sonra yakut olur,

Sakın onu bir taşla kırmayasın.

 

-Âciz erkeğin güçsüz kadının elinde tutsak olması gibi akıl da nefise esirdir.

Kadın bağırtısı gelen evde

Huzur ve mutluluk olmaz-

 

-Dayanaksız düşünce hile ve yalandır. Akılsız ve fikirsiz güçse delilik ve cahilliktir.

İnsana ilkin akıl, fikir ve düşünce sonra saltanat gerekir.

Çünkü cahilin savaşı Yüce Allah’a meydan okumaktır.

 

-Yiyip dağıtan eliaçık kişi, oruç tutup cimrilik eden dindardan iyidir. Sırf gösteriş ölsün diye şehveti bırakan, helal şehvetten haramına düşmüş de­mektir.

Kendi köşesine çekilen dindar kişi,

Karanlık aynada acaba kimi görecek?

 

-Az az, çok olur. Damla damla sel olur. Güçsüz insanlar ilk fırsatta za­limden intikam almak için ellerindeki ufak taşlan saklasınlar.

Damlalar birleşir, nehir olur,

Nehirler birleşir, deniz olur.

Az toplanıp çok olur,

Koca kiler tane tane dolar.

 

-Cahil insanların anlayışsızlığını affetmek bilgine yakışmaz. Çünkü bu afla bilgin saygınlığını yitirir, cahil de terbiyesizliğine daha çok imkan bulur.

Yumuşak huyla yaklaştığın alçak kişinin

İsyan ve kibri daha çok yükselir.

 

-Kimden çıkarsa çıksın günah, çirkindir. Bilginlerden çıkmasıysa tam bir felaket. Çünkü ilim, şeytanla mücadelede en büyük silahtır. Silahlı insan tutsak edilirse, utancı fena olur.

Sıradan cahil bir günahkâr,

Günahtan korkmayan bilginden daha iyidir,

Çünkü o cahil gün görmemiştir,

Oysa âlim iki gözü açık halde kuyudadır.

 

-Yusuf (a.s), kıtlık zamanı Mısır’da açları unutmamak için pek az yerdi.

 

-Üzümün tadım dul kadın bilir, sahibi olan bağcı değil.

Varlık içinde yaşayan,

Açın halini nereden anlar,

Düşkünleri bir tek

Kendileri gibi düşkünler anlar.

 

Hey uçan ata binmiş kişi!

Etrafım bir kolaçan et!

Diken taşıyan oduncunun

Eşeği çamura saplanmış.

Mangal yakmak için

 

Yoksul komşundan ateş dileme,

Çünkü bacasından âteş yerine

Dert dumanı yükselir.

 

-Hali perişan yoksula kıtlık yılının darlığında ‘nasılsın’ diye sorma. Ya­rasına merhem olacak yardımı yapacaksan sor.

Yüklü eşek çamura düşmüşse;

İçinden acı ama yanına fazla yaklaşma,

Gidip de nasıl düştüğünü soracaksan

Adam gibi tut, kuyruğundan çek.

 

-İki şey akıl bakımından olanaksızdır: Biri ezelden takdir edilen rızkın­dan daha fazlasını yemek, diğeri ecelin gelmeden ölmek.

Bin ahla yalvarıp bin iniltiyle

Şikayet etsen bile ezelî hüküm değişmez.

Rüzgar hazînelerinden sorumlu melek,

Dul kadının mumum düşünmez!

 

-Ey rızkı peşinde koşan! Yorulma, rızkın seni bulur. Ey eceli gelmiş in­san! Kaçma, ecelin seni bulur.

Rızkın için ister çabala, ister otur,

Allah sana bir şekilde ulaştırır.

Aslanın, kaplanın ağzına dagirsen

Seni ancak ecelin geldiyse yerler.

 

-Ezelden takdir edilmeyene hiçbir el ulaşamaz. Takdir edilense sahibi­ni er geç bulur.

İskender bengisuyu mihnetle aradı,

Fakat yine de içmesi ona nasip olmadı.

 

-Kısmetsiz balıkçı Dicle’de balık tutamaz. Eceli gelmeyen balık da ka­rada ölmez.

Zavallı açgözlü! Dünyanın her yanında rızkını arar.

Rızkı ardından, eceli de rızkı peşinde onu yakalar.

 

-Günahkâr zengin, altın yaldızlı çamura yahut Firavun’un sıvazlanmış sakalına benzer. İyi yoksulsa yüzüne, gözüne toz toprak bulaşmış bir güzel, yahut Musa’nın yamalı hırkası gibidir.

Makamı ve gücü varken,

Gönlü hastaları sormayan adama,

‘öte dünyada ne makamın,

Ne de gücün fayda verecek’ diyin.

 

-Kıskanç insan, Allah’ın sayısız ve hesapsız nimetlerine karşın cimrilik edendir. Bu yüzden günahsız insana karşı yok yere düşmanlık etmektedir.

Güç sahibi birini yeren

Aptal bir adam gördüm ve ona

Sen mutsuzsan şayet,

O bahtiyar adamın suçu ne!’ dedim.

Sakın kıskanç kişiye bela okuma.

0 zaten belanın içindedir,

Ona düşman olmaya ne hacet!

Tepesi zaten düşmanla doludur.

 

-İsteksiz öğrenci parasız âşığa, hünersiz gezgin kanatsız kuşa, amelsiz bilgin meyvesiz ağaca, ilimsiz derviş kapısız eve benzer.

 

-Kuran’ın indirilmesindeki amaç, kuru bir dille ayet ve surelerini oku­mak değildir. Okumakla beraber güzel davranışlar edinmektir. Kendini iba­dete adamış bir cahil yürüyen adama, ibadette kusur eden âlim ise uyuklayan süvariye benzer.

Elini Allah’a açan isyankâr,

Beyninde kibir taşıyan dindardan daha iyidir.

 

-Bir zata sordular: “Amelsiz âlim neye benzer?” Cevap verdi: “Balsız arı­ya“ .

Vicdansız iri arıya söyle!

Bal vermiyor, bari sokmasın!

 

……

 

 

Anlayışsız erkek, kadın gibidir, Açgözlü dindar da yol kesici sayılır.

Ey halkı kandırmak için süslü elbisesini ak,

Amel defterini kara eden kimse!

Cüppe yeni ister uzan, ister kısa olsun.

Dünyadan el çekmek gerekir.

 

-İki kimsenin gönlünden hasret gitmez ve batık ayağı çamurdan çık­maz. Biri gemisi parçalanmış tâcir, öteki hazır-yiyicilerle düşüp kalkan miras­yedi.

Malın orta yerde bağış olmazsa,

Yoksul katında kanın helal olur,

Ya mavi gömlekli yiyicilerle oturup kalkma

Ya da evinden vazgeç.

Ya fil sahipleriyle arkadaşlık kurma

Ya da file uygun geniş bir ev ara.

 

-Sultan kaftanı değerlidir. Fakat kişinin kendi eski giysileri ondan daha kıymetlidir. Büyüklerin sofrası lezzetlidir. Ancak kendi azığındaki kırıntılar ondan daha lezizdir.

Kişinin kendi emeğiyle yediği sirke ile tere,

Efendinin ekmek ve kuzusundan daha tatlıdır.

 

-Şüpheyle ilaç içmek, bilinmeyen yola kervansız gitmek akıllı işi değil­dir.

 

-Muhammed Gazâlî’ye sordular: “İlimde bu dereceye nasıl ulaştın?” Ce­vap verdi: “Bilmediğim bir şeyi sormaya utanmadığım için.”

Nabzını iyi bir doktora gösterirsen

Hasta olup olmadığını anlarsın.

Bilmiyorsan sor! Gerçi sormak zillettir.

Ama olsun, sanayine de rehberlik eder.

 

-Kesinkes öğreneceğin bir şeyi sormakta acele etme. Çünkü bilinecek şeyi sormak hikmetine zarar verir.

Lokman, Davut (as)ın elinde

Mum gibi eriyen demiri gördü.

Fakat nedenini sormadı.

Çünkü onunla ne yapacağım biliyordu.

 

-Sohbetin gereklerinden biri de ya evi boşaltman ya da ev sahibiyle iyi geçinmendir.

Seni dinlemek isteyene

Onun diliyle konuşman gerekir.

Zira Mecnun’la görüşen,

Leyla’dan başkasını konuşmaz.

 

-Kötülerle düşüp kalkan onlar gibi olmasa da o yolda olmakla suçlanır. Örneğin; namaz kılmak için meyhaneye gitse şarap içmeye gitti derler.

Bilgisizle görüştüğün için

Bak, kendine de bilgisiz dedirttin.

Bir bilginden öğüt istedim.

Bana “cahillere yanaşma’ dedi,

‘Çünkü asrın bilginiysen eşek,

Cahilsen daha ahmak olursun. ’

 

-Devenin uysallığı herkesçe bilinir. Bir çocuk yularından çekip epey yol götürse ona boyun eğer. Fakat önüne tehlikeli bir dere çıksa ve çocuk ille de götüreceğim diye tuttursa yuları koparıp ona bir daha boyun eğmez. İşte bu nedenle sertlik zamanı yumuşak olmamak gerekir. Bilge kişiler ‘Düşman yu­muşaklıkla dost olmaz. Hatta küstahlığı dize gelir’ derler.

Sana güzel davrananın ayak yoluna toprak ol,

Küstahça davranmışsa gözlerini toprakla doldur.

Kaba huylu adama güzel ve yumuşak konuşma,

Çünkü paslı demir, yumuşak eğeyle temizlenmez.

 

-Üstünlüğünü kabul ettirmek için başkasının sözünü kesen, ancak bil­gisizliğinin ne denli vahim olduğunu göstermiş olur.

Akıllı kimse, kendisine bir şey

Sorulmadıkça cevap vermez,

Çünkü sözü doğru da olsa,

Önem vermezler, yanlış sayarlar.

 

-Vücudumun gizli bir yerinde yara vardı. Şeyhim, bana her gün yara­mın nasıl olduğunu sorduğu halde, bir gün olsun yaran nerede diye sormadı. Her uzvun anılmasını uygun görmediğini anladım. Bilgelerin dediği gibi: ‘Sö­zünü tartmadan söyleyen, alacağı cevaptan incinir.’

Sözünü tam anlamıyla bilmiyorsan,

Sakın düşünmeden ağzını açma.

Doğru söyleyip zincire vurulmak,

Yalan söyleyip kurtulmaktan iyidir.

 

-Yalan, kılıç yarası gibidir. İyileşse bile izi kalır. Yusuf Peygamberin adı yalancıya çıkan kardeşleri gibi. İkinci sözüne doğru da olsa inanmayıp ‘Hayır, nefisleriniz size bir başka tuzak hazırlamış’ derler.

Sözü doğru insanın hatasını hoş görürler,

Yalancıya ise bir daha asla inanmazlar.

 

-Yaradılışça en mükemmel canlı, insan; en aşağılık olanıysa, köpektir. Fakat bilgili insanlar; ‘Nimetin hakkını bilen köpek, nimeti inkar eden insan­dan daha iyidir’ derler.

Yüz kere taşla vursan da

köpek yediği Lokmayı hiçbir zaman unutmaz,

Nankörü ömrünce okşasan da

En küçük kavgada sana düşman kesilir.

 

-Kendini düşünenin hüneri olmaz. Hünersize başkanlık yaraşmaz.

Çok yiyen adama acıma.

Çünkü çok yiyen insan,yedikçe perişan olur,

öküz gibi şişmanlamak istersen

Eşek gibi başkalarına katlanmalısın.

 

-İncirde “Ey insanoğlu! Sana zenginlik bahşetsem, malını saymaktan beni unutursun. Seni yoksul düşürsem bu kez perişan olursun. O halde beni nerede hatırlayacak ve kulluğuma ne zaman koşacaksın!” yazılıdır.

Varlık zamanı Allah’ı unutursun.

Yokluk içinde perişan olursun,

Varlık ve yokluk halin huyken,

Allah’ı ne zaman hatırlayacaksın!

 

-Sıfatları her tariften üstün olan Yüce Allah’ın iradesi, birini tahtından indirir, diğerini balık karnında korur.

Zikir meclisine dahil olan kul,Yunus gibi

Balık karnında olsa da vaktini hoş geçirir.

 

-Yüce Allah kahır kılıcını çektiği takdirde nebiler ve veliler başlarını içe­ri çekerler. İhsan gamzesini oynattığında ise kötüleri, iyiler katına yükseltir.

Mahşer günü kahırla seslendiğinde

Peygamberlerin özrü ne fayda verecek!

Ey Allah’ım! Lütuf yüzünden perdeyi kaldır,

Zira günahkârlar bağışlanma diler.

 

-Dünya terbiyesiyle yola gelmeyen ahiret azabına tutulur. Zira Allah “Biz onlara büyük azaptan önce elbet dünya azabını tattıracağız.” diye buyur­muştur.

Büyükler önce uyarırlar,

Dinlenilmezlerse zindana atarlar.

 

-Talihli insanlar geçmişlerinden ibre alır ve böylece kendilerinden son­ra geleceklere ibret olmazlar.

Tuzağa düşen kuşu gören bir başka kuş

Artık yemlere yanaşmaz bir daha,

öncekilerin helakinden ibret alırsan,

Başkası seni ibret almaz sonra.

 

-İstek kulağı sağır yaratılan duyamaz. Mutluluk kemendiyle çekilen git­mez de ne yapar!

Allah dostlarının karanlık gecesi

Aydınlık gün gibi parıldar.

Bağışlayan Allah bağışlamadıkça,

Bilek gücüyle huzur olmaz.

Senden kime şikayet edeyim!

Tek hâkim serisin, daha yücesi yok Hidayet ettiğin, yoldan çıkmaz,

Yoldan çıkardığın, iflah olmaz.

 

-Sonu iyi dilenci, talihi kötü sultandan iyidir.

Ardından sevineceğin hüzün,

Sonunda hüzünleneceğin sevinçten iyidir.

 

-Gökten yere rahmet iner. Yerden göğe toz kalkar. Kap, içinde olanı sız­dırır.

Benim huyumu beğenmiyorsan,

Kendi güzel huyunu kaybetme.

 

-Yüce Allah görür ve örter. Komşuysa görmez, haykırır.

Allah’a sığınırız! İnsan gaybı bilseydi,

Kimse bir daha gün yüzü göremezdi.

 

-Altın madenden kazınarak, cimrinin canı ise malı elinden alınarak çı­kar.

Alçaklar, yemeyip saklar ve

Ümit etmek, yemekten iyidir derler,

Fakat bir gün altını düşmana kalmış

Ve alçağı da ölmüş görürsün.

 

-Elinin altındakilere acımayan, kendinden büyüklerin zulmüne uğrar.

Güçlü insanlar, mertlik bahanesiyle

Düşkünlerin kolunu kırmamak.

Güçsüzün kolunu kırma, gün gelir

Güçlünün zulmü altında kalırsın.

 

-Akıllı insan gereksiz tartışmalara yanaşmaz. Uzlaştıklarını görünce de­mir atar. Çünkü orada kurtuluş kenarda, buradaysa tatlılık ortadadır.

 

-Kumarbaza üç altılı gerekirken üç bir gelir.

Çayırlık, meydandan bin kat hoştur.

Ancak atın, dizgini elinde değildir

 

-Bir derviş Allah’a yakarıp şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Kötüleri bağış­la. Çünkü iyilere, zaten onları yarattığın için iyilik ettin.”

 

-Elbiseye nişan diktiren ve sol elin parmağına yüzük takan ilk insan Cemşîd’di. Ona sordular. “Üstünlük sağda olduğu halde niçin yüzüğünü sola taktın?” Cevap verdi: “Sağ tarafa sağlık süsü yeterli olduğu için.”

Ferîdûn, Çinli nakkaşlara dedi ki;

‘Otağımın etrafına şu beyti dikin!’

Ey akıllı kişi! Kötüleri iyi tut ki,

İyiler zaten talihli ve büyük kişidir.

 

-Bir büyüğe sordular: “Sağ elin bunca üstünlüğü varken yüzüğü neden sola takarlar?” Cevap verdi: “Fazilet sahiplerinin daima mahrum kaldıklarını hiç duymadın mı!”

Rızkı ve nasibi veren Allah;

Ya fazilet verir, ya baht.

 

-Ancak başından korkmayan ve bir menfaat beklemeyen, sultana öğüt verebilir.

Allah’ı birleyenin ister ayağına altın dök,

İster başına hind kılıcı koy, gözünde fark etmez.

Çünkü kimseden beklentisi ve kaygısı yoktur

İşte birleyici kimse ancak bu halde olur.

 

-Sultan zalimleri kovmak, subay kan döken canileri yakalamak, hâkim­se yankesicileri, hırsızları ve haksızlık yapanları tutuklamak için vardır. Hak­kına razı olan iki davalı, hâkim huzuruna asla çıkmaz.

Hak olanı, verilmesi gerekeni gönül rızanla vermen,

Zorla elinden alınmasından daha iyidir.

Kim vergisini gönül rızasıyla vermezse,

Askerler o kişinin elinden zorla alır.

 

-Herkesin dili ekşiyle, bir tek hâkimin dili tatlıyla kamaşır.

Hâkim rüşvetle beş hıyar yerse,

On kavun tarlasını sana verir.

 

-Yaşlı kahpe fuhuştan, azledilen subay da halkı incitmekten tövbe et­meyip de ne yapacak!

Güçlü gençler şehvetten sakınmalı,

Yaşlının zaten bir yeri kımıldamaz,

Gençken köşesine çekilip kendini

İbadete veren Allah’ın mert aslanıdır.

Yaşlı zaten kendi köşesinde öylece,

Hareket edemeyecek durumdadır.

 

-Bir bilgeye sordular: “Yüce Allah’ın yarattığı yemiş veren onca ağaç du­rurken, sadece -o da yemiş vermeyen- servi ağacına âzâd/hür’ denilmesinde­ki hikmet nedir?”

Cevap verdi: “Her ağacın belirli bir çağı var. Açılır ve solar. Oysa servi ye­miş vermediği için böyle değildir. Her zaman taze ve diridir.”

Fani şeylere gönül verme boşuna! Çünkü Dicle,

Halifeden sonra Bağdat’tan daha çok geçecek.

Elinden geliyorsa hurma ağacı gibi cömert ol!

Eğer hurma olamazsan bari servi gibi hür ol

 

-İki kişi ah vah edip inleyerek öldü: Biri kazandığını yemeyen, öteki bildiğiyle hareket etmeyen.

Faziletli ama cimri kişiyi herkes

Ayıbını yüzüne vurmak için görmek ister,

Oysa cömert kişinin ikiyüz kusuru olsa da,

Cömertliği bu ayıplarını örter.

 

Kaynak:Sadi Şirazi:Bostan ve Gülistan (Beyan Yayınları)

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir