Sadeleştirmenin Perde Arkası Kime Dayanıyor?

sadelestirmenin-perde-arkasi-kime-dayaniyor-1 Sadeleştirmenin Perde Arkası Kime Dayanıyor?

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin akrabalarından Mustafa Sungur ağabey’inde yıllarca yanında bulunmuş Sabri Okursadeleştirme konusunda dikkat çekici açıklamalarda bulundu.

Doğrusu ben bu sadeleştirme adı altındaki tahrifatla alakalı bir şey yazmak istemiyordum.

Çünkü başta muazzez Üstadımızın; “Hem talebelerim hem varislerim hem de manevi evlatlarım” gibi pek çok sözleriyle  taltif ettiği, aynı zamanda hizmetinde ve nurların telifinde bulunmuş, hem de  tarzı hizmetine vekil tayin etmiş olduğu pek muhterem ağabeylerimiz, bununla alakalı gayet açık mektuplar yazarak, bu sadeleştirmenin çok ciddi bir tahrifat olduğunu, gerek ilmi, gerek mantıki ve  gerekse de manevi veçhesiyle en kati bir şekilde ispat edip reddetmişlerdir.

Buna karşın bu işe tevessül edenlerin herhalde bundan  vazgeçip yaptıkları bu azim hatayı telafi edeceklerini beklerken, esefle müşahede ettik ki ikinci bir kitap daha tahrif etmişler.

Buna karşı bu işe alet olanlara  burada birkaç husus zikretmeyi bir vecibe bildim; ta ki bu sadeleştirme ile ne denli bir suikast ve ne büyük bir cinayet işlediklerini anlasınlar.

Evvela şunu çok açık olarak belirtmek isterim kihizmet adı altında yapılan bu sadeleştirme faaliyeti katiyen bir hizmet değildir belki çok büyük bir hezimettir.

Sadeleştirilen  eserler aslındaki hasiyeti muhafazadan çok uzak oldukları gibi, artık vasfını yitirmiş, nurlarla hiç bir alakası kalmamış olup Risale-i Nur eserleri değillerdir. 

Bunun böyle olduğunu bir hatıra ile izah etmek istiyorum;

Bir gün Ahmet feyzi ağabey üstadımıza gelerek “Gençlerin anlaması için nurların bazı yerlerini sadeleştirsek olur mu?” Sorusu üzerine  Üstadımız,” O zaman o eser benim olmaz; ismimi siler, kitaba kendi ismini yazarsın” buyurur.

Gerek nurlarda gerekse de hatıralarda bu gibi hususlar çokça zikredilmiş. Hatta üstadımız “Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz” tabiriyle kendinin bile kalem karıştıramayacağını  ve bu husustaki hassasiyetini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Üstadımızın ve varislerinin bu hassasiyetini idrak edemeyenler nurları anlamamış  kimselerdir,  nasıl başkası anlasın diye tahrif ediyorlar, doğrusu hayret ediyorum.

Üstadımız eserlerin bir çok yerlerinde nur  risalelerinin cansız değil belki hayattar ve ruhani eserler olduğunu bir mürşit gibi talebelerinin imdadına yetiştiğini okunması da bir sadakai makbule nevinden bu vatanı afatı arziya ve semaviyeden muhafaza ettiğini zikretmiştir.

Nurların sadece akli mesaili ilmiye olmayıp belki kalbi ruhi ve hali mesaili imaniye olduğunu Kur’an’dan geldiğini akla ders verdiği gibi kalbe de iman hali telkin ettiğini ruha iman zevki verdiğini ilaahir beyan etmişlerdir.

Bunun böyle olduğunu nurları okuyan her aklı selim ve insaf sahibi anlayacağından işin bu cihetini burada ifade etmeyeceğim.

Asıl bu sadeleştirme adı altında yapılan dehşetli bir plan, bu planın nereye dayandığını ve bu işe alet olanların arkasında kimlerin olduğunu göstermek için bir hususu arz edeceğim şöyle ki:

Ehli dalalet ehli imana karşı yaptığı muharebede Risale-i Nur gibi bir esere mukabele edemeyeceklerini anlayınca planlarını değiştirmişler.

İnceleyin:  Herbir yüz Sâni-i Hakîmin vücuduna şehadet eder

Zira dinsizlerin bütün hile ve şüphelerini kökünden kesip bel kemiğini kıran ve iman hakikatlarını madde alemiyle iki kere iki dört eder katiyetinde ispat eden bir hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’u, ancak onu sıradan bir esermiş gibi gösterip tesirini kırmakla, maksatlarına muvaffak olacaklarını düşünmüş olacaklar ki; perde üstünde bazı safdil kimseleri bu işe alet edip, sadeleştirme adı altında bu tahrifatı yaptılar

Zira aynı zihniyet, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim için de bu Kur’an müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hakim olamayız ya Kur’an-ı Müslümanların elinden kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız demişlerdi.

Daha sonra bu planın bir parçası olan  Kur’an tercüme edilsin ta ne mal olduğu bilinsin fikriyle ortaya çıktılar. Yani Kur’an yerinde tercümesi okunsun deyip, i’cazının en mühim veçhi olan icazını  yani belağatını ortadan kaldırdırıp ruhani tesirini ve ulvi feyzini ve daha bir çok manevi esrarını izale ettikten sonra neticede Kur’an’dan kopan bir nesil meydana getirmek, onlar için çok ta zor olmamıştır.

Zaten Tarihçe’i Hayat’ta bu plan açıkça zikredilmiş  ve denilmiş: Öyle bir plan yapalım ki otuz kırk sene sonra gelen nesil kendi eliyle Kur’an-ı kaldırsın.  

Bütün bu gibi dehşetli planlara karşı Üsdadımız Bediüzzaman Hazretleri: “Bende Kur’anın sönmez ve  söndürülemez bir manevi güneş olduğunu aleme ispat edeceğim “deyip o saik ile çalışmıştır.

Kur’an-ın hakiki tercümesinin kabil olamayacağını, lisan-ı nahvi olan lisanı Arabi-den başka hiçbir lisan bu manaları ifade edemeyeceğini, küfrün dayandığı bütün temellerinin çürük olduğunu, imanın uhrevi saadet gibi dünya saadetine de medar olduğunu ve iman hakikatlarını zıtlarına imkan kalmayacak bir surette hak ve hakikat olduğunu güneş gibi ispat edip, küfrün temel taşını zir’u zeber etmiştir.

Eski Said olduğu dönemde İngilizlerin İstanbul’u işgali hengamında, hutuvatı sitte adlı eserini telif edip neşrettiği zaman, İngilizler; bu eser sahibi dünyada kalsa biz emellerimizi tahakkuk ettiremeyiz, derhal bunun vücudunu ortadan kaldırmalıyız; o zaman demişlerdi.

Risale-i Nurlar te’lif edilmeğe başlandığında ise aynı zihniyet tekrar meydana çıkıp üstadı imha için her vesileyi kullanmaktan çekinmediler. Bazı resmi makamları evhamlandırıp alet ederek, onu sürgün ettiler. Yanına kimseyi yaklaştırmadılar,  haspse attırdılar, hücrelerde ölüme terkkettiler  ve en nihayet defalarca zehirlediler ama gayelerine ulaşamadılar.

Kainatın efendisi Hz Peygamber (asm)’ı Kureyş müşriklerine karşı örümcek ağı ile muhafaza eden Allah-ı Zülcelal  hazretleri, onun bu asırda en büyük bir varisini de her türlü şerlere karşı muhafaza edip, Kur’an-ın dellallığı vazifesini ifada onu muvaffak kılmıştır.

Üstadın vefatından sonra bu kez, hizmetin tarzını muhafazada ve nurların intişarında üstadılarının kendilerine tevdi ettiği bu mukaddes vazifayi yine ona layık tarzda muhafaza için, can ve mallarını evladu iyallerini nazara almadan, her türlü eza ve cefalara katlanan onun mühim ve en yakın talebelerini hedef aldılar.

İnceleyin:  Her şeyin yaradılış gayesi üçtür

Çeşitli işkencelerle, akla gelmez iftiralarla, insanları onlardan uzaklaştırmak ve soğutmak ve  halk nazarında küçük düşürmek,  talebeler arasındaki tesirlerini kırmak için her vesileyi istimal ettiler. Ama heyhat! Bunda da maksatlarına ulaşamadılar.

Çünkü Nur dairesi bir cemiyet olmadığı gibi onları idare eden bir şahsiyette de yoktur. Her Nur talebesi Nur arkadaşlarıyla ancak manen bağlıdır, hiçbir dünyevi komite bunları kendi gayelerine alet edemez.

Şimdi  dünyanın her köşesinde  Risale-i Nur’lar intişar etmiş manevi fütuhatına devam ediyor. Bunu gören ehli dalalet, bir kez daha meşum gayelerine ulaşmak için bu defa daha büyük bir hücum ile, nurlardaki tesiri, me’hazdeki kutsiyeti kırarak, bu sayede nurların intişarına set çekilir düşüncesiyle ,gayet sinsi bir plan ile bazı safdil kimseleri de bu işe alet ederek meydana çıktılar. 

Risale-i Nur gibi dünyada emsaline rastlanmayan  bir selaset, belağat , fesahat ve cezalet timsalini ve yüzlerce defa okumak hissini veren cazibedar uslubunu ve ulvi feyzini ve ruha kut ve gıda olup imanı ilmel yakinden aynel yakin ve hakkal yakin mertebesine çıkaran tekrarı tilavetini sadeleştirme adı altında izale edip, sıradan bir kitap seviyesine düşürtüp okunmaz hale getirmek, adeta ruhsuz bir cesede çevirip, o ulvi ve parlak yıldızları sönük cam parçaları şeklinde göstermekle nur halkasını dağıtmak, bu sayede imanın yeryüzündeki ihtişamlı neşrine set çekmek, acaba perde arkasında ehli dalaletten başka kimin işi olabilir.

Onun müellifi muhteremini ki Ahmet feyzi Ağabey Afyon mahkeme müdafaasında şöye tarif ediyor ;

“Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve aliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hareket izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?”

Aynı hakikat olan bu halini perdeleyerek sıradan bir müellif gibi göstermeye çabalamak, acaba üstadımızın bahsettiği kendisiyle mücadelede her vesileyi istimal eden kökü dışarıda kendisi içeride olan o komiteden başka kim olabilir.

Bu sadeleştirme tahrifatını yapanlar, kime ve nasıl bir gayeye hizmet ettiklerinin farkına varıp derhal bu ateşi söndürmeye çalışsınlar. Yoksa nurlara hiçbir  zarar veremeyecekleri gibi, o; onların amellerini heder edecektir.

Dostlarda şunu bilsinler ki hiç kimse nurların intişarına zarar veremez. Çünkü  Üstadımızın ifadeleriyle “Risale-i Nur’lar Kur’an-ın himayesi altında kendi kendine intişar ediyor ve muhtaç olanlara kendini okutturuyor. Kainatı dağıtamayan bir kuvvet onu (Risale-i Nur’u) bozamaz. Risale-i Nurlar Kur’an’ın himayesi altında olduğundan, ona ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur ”

Sabri Okur

Kaynak:Risale Ajans

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir