Ruhun Derin Yaraları
Yara almamış bir talih hiçbir darbeye karşı koyamaz. Ama yaşadığı sıkıntılarla sürekli savaşım halinde olan kişinin derisi aldığı yaralarla kabuk bağlar, hiçbir kötülüğe yenilmez; düşse bile dizlerinin üstünde dövüşür.
Seneca ‘
Derin yaraları var ruhun, âdeta bir Kutupyıldızı gibi, onlara bakarak yön tayin ederiz. Nereye gideceksek.
0 izler bize yol gösterir. Yeni bir hayata, berrak bir geleceğe doğru hamle ederek yaşıyoruz ama yolun sonunda elimize yeni bir geçmiş tutuşturuluyor. Derdimize derman ararken, derdimizin dermanımızın ta kendisi olduğunu fark ediyoruz. O halde o bilindik sözü değiştirme zamanı; Varım çünkü yaralıyım. Yaralıyım çünkü yaşadım. Yaralanmaya kendini açan insan, varlığa da kendisini açmıştır. Rüzgâra, güneşe, yağmura, borana. Sevince ve hayal kırıklığına. Hiç yenilmemiş olanlar hiç savaşmamış olanlardır.Yaralı ve incinmiş bir hayat hakikatin yalın güzelliğiyle ışır bize; kalbin belleğinden konuşur, ”Yaralarım aşktandır,” diye fısıldar, çünkü “sadece aşk sonsuza dek kanayabilir.” .
Varlığın mucizesi, küçük ”anlam anları”nda saklıdır. Çocuğunuzun nefes alıp verişinde, iyiliğin yüreğinizi ısıtmasında, derin insani bağların verdiği sıcak duygularda… Neyin biricik ve değerli olduğunu hissettiren o anlar, bize ”Niçin?” sorusunun cevabını verir. Insan ona bağışlanan varlığa layık olmalıdır. Varlığa layık olmak. Bu liyakati taşımayan, sonsuza dek yaşama yanılsaması içindedir. Ölüme bakmaz, ölümle konuşmaz. Metafizik bir ümitsizlik içinde çok çalışır, hep mülk edinmek ister. Varlığa layık olmak için, faniliğini idrak etmeli ins’an. Yarasıyla, sızısıyla barışmalı. O yaradan sızan ışığı keşfetmeli. Bir yaran varsa eğer, ömrüne ağacak bir anlamın da var demektir. O halde dostum, kendini hayatın o görkemli müziğine aç.
Hayat bir saklambaç, bazen kendimizden saklanıyoruz bazen sevdiklerimizden. Iki ruhun birbirine değdiği “karşılaşma anları”dır insanı bulduran. Dostluk, bulunmaya izin vermektir. Bulmaya talip olmaktır. Saklanan bulunmak ister, kaybolmak değil. Birisi onu gelip bulsun ister. Dünyadan saklanırız ama sevdiğimiz biri gelip bizi bulsun, bizim farkımıza varsın, bize değer versin isteriz. Bulunan kişiye bir el uzanmış demektir.
Kendi içimize döndüğümüzde, sığınacak bir yuva bulabiliyor muyuz? Orada tam içimizde, bizi dış dünyanın sağanaklarından koruyacak, belanın erişemeyeceği bir korunağımız var mı? Dünyada sürgünde hissediyorsan, belki kendinde evindesin.
“Kalbinden kırgınlıkları sök at,” dedi bilge, “orası başka bir şey için.” “Neden gül yetiştirmek dururken pıtrak ekiyorsun?” İçsel neşe hissi, dışarıdan çok uyarılmakla değil sükünet anlarında gelir daha ziyade. Sahici bir beraberlikle, dünyayı bildiğimizden farklı görebilmekle. Ümitsizlik çağında neşe, bir şeyi değiştirmeye talip olmaktır. O halde dostum, içinde bir neşe kırıntısı bulana dek göğün altında yürü.
“Sen beni bilgili, çok okumuş bir adam mı sanıyorsun?” diye sordu Konfüçyüs. ”Tabii ki,” dedi Zi Gong, ”Öyle değil misin?” “Pek sayılmaz,” dedi Konfüçyüs, “ben yalnızca başka her şeyi birbirine bağlayan bir ipi tuttum.” Varlık bir bütün, birbirine yar ve yardımcı, görünmez iplerle bağlı. İş, ipin ucunu tutmakta.
Ömürle birlikte düşünceler, duygular, duyumlar da akıp gidiyor. İnsan bütün bunların toplamından ibaret değil. Biz onlardan geriye kal’anız. Hayatın ve dünyanın şahitleriyîz. Kendi duygularımızın, düşüncelerimizin, hissedişlerimizin şahidi. Sonra çekilir ömür, geride bir tortu kalır. Biz, yaşadığımız günlerden geriye kalanız. Koca kâinatta bir zerre, o ki içinde koca bir kâinatı taşır. Bir derde müptela olmamış kişiye anlatamazsın derdini. Dert meyhanesinde başka sarhoşlar bulmalısın. “Benim ‘ içimdeki sızıyı başkasıyla mukayese etme. Başkası tuzu elinde tutuyor. Hâlbuki tuz benim yarama ekilmiştir,” diyor Hafız. Tuzu yarasında hissedenlerle düş kalk sen. Yeter ki bir derdin olsun. Derdin ile başın hoş olsun.
Kimi insanlar çocukluklarında yaşadıkları zorlukları anlamlı bir hayatın basamağı kılarken, kimileri bunu “acı mıknatısı” gibi kullanır ve kendisini inciten şeyi hayat boyu yeniden üretir. Fark, acıya karşı takındığımız tutumda: Onu yutarak büyümek mi, onun tarafından yutularak bitmek mi? Hayatı olduğu gibi kabullen dostum, iyi ve kötü, güzel ve çirkin bir arada. Sen de kusurlusun, karşındaki de. Yaralarımızdan tanışalım. Yaralarımızdan taşalım.
Ötekinin duygu ve bozgunlarını kabullenerek, öfke ve hayal kırıklığından kurtuluruz. Kendi kusurlarımızla yüzleşerek, ötekini suçlamaktan kurtuluruz. Anlamak, hayatı bir bütün olarak kabullenmektir. İnsanlık halini ve başkalarını anlamaksızın kendimizi anlayamayız. Öteki, bana ayna tutar. Varlık bir karşılıklı bağımlılık içinde. İnsan insana bağımlı ama kendisini büyütebilmeyi yani olgunlaşmayı da becerebilmeli. Olgunluk, ”Benim ihtiyacım bu,” demeden önce, ”Onun ihtiyacı ne?” diyebilmektir. Dünyaya ve insanlığa ne verebilirim? Susturulmuşlara bir ses, hikâyesiz bırakılmışlara kelime olabilir miyim?
İyi bir dostluk ilişkiği, sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek ihtimam da keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Ne isek o olabildiğimiz, hayallerimizi izleyebildiğimiz, maske takmadığımız bir beraberlik. Her insan ait olmak, sevilmek, değer ve takdir görmek ister. Dünya bizi başka biri olmaya zorlayacaktır ama biz dizlerimizin üzerinde savaşmaya devam edeceğiz, kendimiz olmak ve kendimiz kalmak için. ”Tanrım herkese kendi ölümünü ver,” demiş Rilke. Yaşanmamış bir hayatın suçunu duyarız. Pişmanlığı kabul etmek, yeryüzünde yanılabilir bir insan olduğumuzu da kabullenmektir. Geçmiş orada durmaya devam ediyor ama yarınları, oradan öğrendiğimle, yepyeni bir biçimde inşa edebilirim. Samimi pişmanlık, dünden daha iyi yaşanacak bir geleceği bahşeder. Bütün mesele kendin olmakta, sahicilikte. Kendi sesinle haykırdıysan,
kendi gözyaşlarınla ağladıysan, kendi gözlerinle gördün ve kendi düşüncelerinle düşündüysen, kendi rüyalarıma uyudu ve kendi dualarınla yakardıysan, sana ait bir ömür sürdün demektir.
Mesnevi’de bir hikâye var: “Kulağıma davul sesi geliyor,” der sağır. “Ha, gördüm pehlivanlar güreşiyor,” der kör. “O zaman ne duruyoruz, hemen gidelim!” der topal. Sınırlarını yani kendini bilmek büyük marifet. Her yokuşu tırmanamayız. Elinde olana kıymet ver ki oradan yeni bir dünya kurabilesin. Her insan evladı dünyada biricik olmak ister. Değer görmek, değer katmak, bir şeye tesir edebilmek ister. Yaşadığımız mekânlar ve zamanlar, insanın o biricik varlığını siliyor ve onu kolaylıkla ikame edilebilir, kenara atılabilir, gözden çıkarılabilir bir ”şey” e dönüştürüyor. Sen “şeyleşme”ye karşı dur dostum, bir derdin olsun bu dünyada, derdini sevenlerden ol.
Mutluluk arayışını bir kenara bırakalım artık, arayışın mutluluğu bize yeter. Bir bitiş çizgisi yok, aceleye mahal yok. Yolda olmak, büyümek ve en güzelin, en doğrunun izini sürmek. Gönlün yolla sermest olduysa, daha ne istiyorsun?
Vazgeçebilme hürriyeti. Bu hürriyete pek az sahip olduğumuzdan tuttuğumuzu bırakamıyor, bulunduğumuz yere yapışıyor, yürüyüp gidemiyoruz. Seni ne eksik bırakıyorsa, sen de onu bırak. Hayatın sorduğu sorulara cevap arıyorsun. Niye yaşıyorsun? Varlığının anlamı ne’? Bir de şöyle düşünsek: Belki sen hayata sorulmuş bir sorusun ve cevabını da, takatin yeterse, kendin bulacaksın. Ama önce beklemeyi bil. Bir eşikte dur ve bekle, o eşiğe yüz sür.
Eşiğinde beklediğin kapı, sana açılır. Başımıza gelenler ve içine doğduğumuz çevre seçimlerimizi sınırlar, karakterimizle o sınırları aşmaya gayret ederiz. Ama bazen kendi karakterimize meydan okumamız gereken zamanlar olur. Galiba asıl değişim böyle zamanlarda gerçekleşiyor. Tohumun çürümeye durduğunda filiz vermesi gibi acı da insanı büyütür, olgunlaştırır. Acından bir anlamın filizlendiği gün, o kapı sana açılmıştır.
İnsan onu olduğu gibi kabullenen bir ”yer”e ait hissediyor kendisini; düşünce ve duygularından utanç duymadığı, kınanmadan buyur edildiği, emniyet hissi veren yere. Yaralarının görünmesinden korkmadığı bir yere. İnsan yurdudur insanın. Bir madalya gibi taşı göğsünde yaralarını. Sen gerçekten yaşadığın için onlar var. Ama orada eğleşme fazla, başka cenkler, başka muharebeler, başka zaferler seni bekliyor ileride.
“Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.’ demiş Ibsen. Bazen gerçeğin ayıklığı beraberinde mutsuzluğu getirir. Olsun. Yalancı bir mutluluk yerine sahici bir mutsuzluk yeğdir. Hayal kırıklığını sürgit bir yara olarak saklayanlar, onun dönüşüme bir yoldaş, gerçekliğe ve ayaklarımızı yere daha sağlam basmaya bir davetiye olduğunu unutuyor. Dünyayı ve kendimizi böylece daha iyi bilir, o dünyada bizim için neyin iyi ve mümkün olduğunu yeniden öğreniriz. ”Ayağımdaki yara, yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana,” diyor Sohrap Sepehri. Bu dünyanın bize yurt olmadığını, yaramız sızlamaya başladığında anlıyoruz.
Yiğit, yarasından doğrulur.
Çünkü kalbin kırıldığı yer, cesaretin de şaha kalkabildiği yerdir.
Kemal Sayar – Ruhun Derin Yaralari,syf.33-38