Resulullah’ın Sünneti Hakkındadır

 

 

 

1-Bismillah dedikten sonra: Eğer âlemlerin Rabbi Al­lah Teâlâ: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Pey- gamber’e ve sizden olan ulu’l-emr’e (idarecilere) de ita­at edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Al­lah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu(n çözü­münü) Allah’a ve Resûlüne havale edin…” (Nisa, 59) ve eğer Allah Teâlâ: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 44) ve eğer Allah Teâlâ: “Ha­yır, Rabbine andolsun ki aralannda çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hü­kümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam anlamıyla kabullenmedikçe iman etmiş ol­mazlar.” (Nisa, 65) buyuruyorsa bu, bizlerin Kur’ân-ı Kerim’i ancak ve ancak Sünnet yoluyla anlayabilece­ğimiz manasına gelir. Zira Kur’ân’da bir takım mücmel hükümler vardır ve bunları Sünnet beyan etmiştir.

Bu mesele son derece basit bir meseledir. Allah Teâlâ: “Namazı ikâme edin ve zekâtı verin…” buyuruyor. Acaba Kur’ân’m tamamında her namazın rekâtları ve na­sıl kılınacağı tafsilatlı bir şekilde var mıdır? Tabi ki yoktur. İşte Hz. Peygam­ber (s.a.v): “Benim na­maz kıldığımı gördüğü­nüz şekilde namazlarınızı kılın” diyorsa ve Allah da: “Andolsun ki Allah’ın Elçisinde sizin için (kendisine uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21) bu­yuruyorsa, aklı başında bir insan, Müslüman bir kim­senin Hz. Peygamber (s.a.v)’i taklit etmeden ve O’nun Sünneti’ne tabi olmadan namazını doğru kıla­bileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermez ve bunu imkân dâhilinde bir şey gibi görmez.

Kur’ân’ı Sünnet olmaksızın anlama konusu son dö­nemlerde bir takım İslam düşmanları tarafından or­taya atılmıştır ve belli bazı hedefleri vardır. Bu he­deflerin en başında da Müslümanları dinlerinden koparma amacı yer almaktadır. Zira ibadet etmenin yolunu, şer’î ahkâmı vs. bilmeyen bir insan dinini yaşayamaz. Farz-ı muhal, bir iki nesil sonra gelen ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’ni unutan insanlar dinlerini nasıl yaşayabilirler? Zekâtı nasıl öder, na­mazı nasıl kılarlar? Kur’ân’da zekât emrini gören bir insan onu nasıl ödeyeceğini bilmezse, o konudaki hüküm atıl kalır. Diğer örnekler de böyledir. Dolayı­sıyla Sünnet’e tabi olmak bir zorunluluktur. Kısacası bu naklî açıdan böyledir. Yani Kur’ân ve hadislerle gelen deliller bizlere Sünnet ile amel etmemizin va­cip olduğunu gösterir.

Bunun içindir ki Tabiûn’dan birine: “Bize Kur’ân’dan başka bir şeyle konuşmayın” denilince o: “Sizlere an­cak, Kur’ân’ı bizden çok daha iyi bilen birinden ko­nuşuyoruz”, yani Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözleriy- le/sünnetiyle konuşuyoruz şeklinde cevap vermiştir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki bu iddia, belirli bir kesim için aldatıcı bir iddiadır. Şer’î ilimleri yeterince tahsil etmemiş bazı kim­seler ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirilen Kur’ân ayetlerinin, hükümlerin ikame edilmesinde ye­terli olduğu zehabına ka­pılabilir. Onlara diyece­ğimiz şudur: Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, ken­disiyle evlenilmesi ha­ram olan bir takım in­sanlar zikretmiştir. Diğer bir kısım ise Sünnetle haram kılınmıştır. Kadının hala veya teyzesiyle yahut iki kız kardeşle aynı anda evlilik gibi… Acaba sadece Kur’ân ile hükmederiz denilse netice ne olur?

Bir diğer husus da, Sünnetle amel etmenin vakıa ve tarihî durum itibariyle bir zorunluluk olduğu gerçeği­dir. Şöyle ki; Sahabe ve ondan sonraki nesiller Sün- net’i muhafaza ve onunla amel noktasında son dere­ce titiz davranmışlardır. Bu emanete öyle bir şekilde sahip çıkmışlardır ki, bunun tarih içinde bir başka ör­neği yoktur. Onlardan hiç kimse kendi sözünü Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözünün önüne asla geçilme­miştir.

Yine Mikdâm b. Ma’dîkerib (r.a) yoluyla nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuş­tur-

“Dikkat edin bana Kur’ân ve onunla birlikte ben­zeri de verildi.” Peki, bu “benzeri” nedir? Âlimlerin de dediği gibi bu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’dir. Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta iken başvuru kaynağı kendisi, vefatından sonra ise O’nun Sünneti olmuş­tur. Duygusallıktan tamamen uzak bir şekilde diyebi­liriz ki, yeryüzündeki herhangi bir insan Allah’ın, Pey­gamberin hakemliğine başvurma konusundaki emri­ni gördüğünde bunun vefatından sonra O’nun Sün- neti’nin hakemliğine başvurmak olduğunu bilir. Nite­kim başta Sahabe olmak üzere Müslümanlann, Sün- net’e bu derece önem atfetmelerinin sebebi de Al­lah’ın şu ayetinde yer alan hükümdür: “Hayır, Rabbi- ne andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık husu­sunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam anlamıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

Hz. Ömer (r.a)’m, Hacer-i Esved’e bakarak: “Biliyo­rum ki sen bir taşsın, eğer Habibim (a.s.v)’ı seni öperken veya selamlarken görmeseydim, seni ne öper, ne de selamlardım” sözleri ve bu konudaki tav- n son derece manidardır. Yine malum olduğu üzere Resûlullah (s.a.v) fetih günü, müşriklere celâdet ve kuvvetlerini göstermeleri için Sahabeye ve yanında­kilere omuzlarını açmalarını (ızdıba) ve tavafta hızlı ve çalımlı yürümelerini (remel) emretmiştir. Islâm devleti güçlendiğinde Hz. Ömer, bu amelin illetinin son bulduğunu düşünmüş ve: “Bugün Allah, İslâm’ı hâkim ve güçlü kılmış, küfrü ve kâfirleri de bertaraf etmiş olduğuna göre remel yapmanın ve ızdıbanın ne faydası var? Ancak buna rağmen bizler, Resûlul­lah (s.a.v) döneminde yapmış olduğumuz şeylerden hiçbirini bırakmayız” demiştir. Buna benzer hayli ör­nek vardır.

Sahabe’nin, Tabiîn’in ve onlardan sonraki nesillerin Sünnet’e bağlılıkları konusu tartışılacak bir mesele değildir. Bana Sünnetle amel edilmeyeceğine dair aklî, naklî yahut da amelî tek bir delil gösterin. Böy­le bir şey yoktur! Aksi takdirde Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Dikkat edin bana Kur’ân ve onunla birlik­te benzeri de verildi” sözünün manası nedir? Bu ha­disin devamında yer alan bir bilgide Hz. Peygamber (s.a.v)’in Hayber günlerinde bir münadi gönderdiği ve: “Allah size mut’a nikâhı yapmayı ve ehli eşek eti­ni yemeyi haram kılmıştır” diye ilan ettirdiği ve bunu duyanların kaynamakta olan kazanları birer birer döktüğü belirtilmektedir. Onlar “bugün için kaynat­tıklarımızı yiyelim, bundan sonra yemeyiz” diyebilir­lerdi mesela. Ancak böyle yapmamış, tıpkı içkinin haramlığına dair ayet nazil olduğunda yaptıktan gibi, anında Resûlullah’ın emrine icabet edip kazanları dökmüşlerdir.

Aklî ve naklî bütün deliller kesin bir şekilde Sünnet’e ittiba edilmesi gerektiğini göstermektedir. Peki, öy­leyse Sünnet’e karşı bu itiraz niye? Bunun tek açıkla­ması, İslam düşmanlarının Kur’ân ile Sünneti birbi­rinden ayırma gayretleridir. Hedefte Kurân’ı da Tev­rat ve İncilin konumuna düşürme vardır. Tevrat ve İncil nasıl kiliselerde sadece “okunuyorsa” Kurân’ı da Müslümanlar arasında sadece okunan bir kitap hali­ne getirmek istemektedirler. Açık olmak gerekirse te­mel amaç budur.

Not etmekte tayda gördüğüm bir diğer husus da ken­dilerine “Cemaatul-Kuriân” veya “Kurâniyyûn” (Meal- ciler) diyen kimselerin bütün bir İslam âleminde ancak İngilizlerin İslam topraklarından çekilmesinden kısa bir süre sonra ortaya çıkmış olmalandır. Bunun da bir sö­mürge oyunu olduğu muhakkaktır. Amaç bellidir ve o da fitneyi başka bir şekilde devam ettirmektir.

2-Daha en başta şunu kaydedeyim ki bizler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edildiği kesin bir şekil­de sabit olmuş bütün rivayetlerle amel eder, sabit ol­mayanlarla ise amel etmeyiz.

Allah Teâlâ borçlar ve mallarla ilgili şahitlik kapsa­mında: “(Bu işleminizde) erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstere­ceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona ha­tırlatacak iki kadın (da olur)” (Bakara, 282) buyuru­yor. Yani dindarlığı, emaneti ve zabtı konusunda gü­venilir olan kimselerin şahitliğidir bu (ve aynı durum hadis ravileri için de geçerlidir.)

Şimdi konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı âlimler Hz. Peygamber (s.a.v)’in “dağlamayı yasakla­dığını” ve: “Kendini dağlayan ve rukye yapan kimse (Allah’a) tevekkülde bulunmamıştır” buyurduğunu ri­vayet etmişlerdir. Acaba bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Esa’d b. Zurare’yi dağladığını bildiren hadis­le çelişiri teşkil etmez mi? Acaba işin aslı böyle midir?

Şimdi yukarıdaki hadisin ne tür bir bağlamda dile ge­tirildiğini irdeleyelim. İnsanlar cahiliye döneminde, bir deveye özellikle mafsallarında oluşan ve bir nevi cildin zayıflaması ve cüzama benzeyen uyuz hastalığı bulaştığında, hastalığa yakalanan deve şifa bulur zannıyla hastalıklı deveyi değil de başka bir deveyi dağlanmışlardır.

Böyle bir şeyi akıl kabul eder mi? Sana “amcaoğlun hastanede, iyileşmesi için sema iğne vuralım” desem bu ne kadar mantıklı olur? Adama deli demezler mi? Bunu meşhur Arap şairi Zi’r-Rumme’nin, bir tartışma esnasında kendisini kınayan kimseye yönelttiği şu di­zeleri çok iyi bir şekilde yansıtmaktadır:

“Başkasının günahını üzerime yıkıp, onu bir kenarda bıraktın

Uyuz hastalığından titreyeni bırakıp, sağlamını dağla­yan gibi!”

(Rıhle’nin notu: İbn Kuteybe bu beytin en-Nâbiğa’ya ait olduğunu söyler.)

Bu tarihî bir vakıadır. İşte Hz. Peygamber (s.a.v)’in yasaklamış olduğu dağlama, bu nevi bir dağlamadır. Olaya böyle bakıldığı zaman ortada problem diye bir şey kalmaz. Esa’d b. Zurare’yi dağlaması ise tedavi amaçlı bir şeydir ve dağlamanın gerektiği bir nokta­da buna başvurulmuştur. Nitekim eski zamanlarda kan kaybı olduğu zaman dağlamaya başvurulduğu malûmdur. Bu da bir tedavi yöntemidir ve sebeplere başvurmayı gerektiren bir durumdur. Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in şu hadisi de bunu göstermektedir: ‘Te­davi olun ey Allah’ın kullan! Allah verdiği bir derdin mutlaka devasını da vermiştir.” Binaenaleyh, ilacı yerli yerinde kullanmak ve gerektiği yerde tedaviye başvurmak hiçbir şekilde eleştirilecek bir durum de­ğildir. Bazıları bu iki hadise bakıp bir çelişki olduğu­nu düşünüyorlarsa bu onların hatasıdır.

Eskiden bazı kimseler, aklı, şeriatın önüne geçirmek veya aklı şeriat üzerine hakem kılmak istemiş ve bu tür şeyleri de malzeme olarak kullanmışlardır. Ancak bu konularda âlimlerin karşısında duramamış ve tu­tunamamışlardır.

Diğer hususla ilgili olarak; bir takım kimseler, ‘bilimsel bazı gelişmeler, bazı hadislerin sahih olmadığını te’yîd etmektedir. Bunun en bariz örneklerinden biri de Hz. Peygamber (s.a.v)’in, birinizin yemek veya su kabına sinek düşecek olursa, onu daldırsın ve sonra çıkarsın. Zira onun bir kanadında hastalık öbür kanadında ise şifa vardır, mealindeki hadisidir’, diyorlar. Şimdi birile­ri çıkıp bu söz makul değildir diyebilir, acaba işin aslı böyle midir? Bunun cevabını uzman bir Mısırlı doktor bakınız nasıl veriyor: Sahih olduğu kesin olan hadisle­rin şeriata (akla vs.) muhalif olması imkânsızdır. Her­hangi bir kimse, bir hadisin derecesini öğrenmedikçe ona ta’n etmemelidir. Böyle bir durumda öncelikle kendi aklına yönelmeli ve onu tenkide tabi tutmalıdır.

İnsanlar eskiden, bedendeki açık yaralan sineklerle tedavi etmişlerdir. Zira sinek, kanatlarında bir takım bakteriler ve anti bakteriler taşır. Nitekim bazı haşeratın, başka bazı haşerat ile mücadele ettiği zaman bir takım salgılar yaydığını ve böylece hasmını tama­men etkisiz hale getirdiğini görürüz. İşte sinek de (kanatlarında) bir takım zehirler ve panzehirler taşır.

Batılı insanlar da, eski zamanlarda sinek beslemiş ve bu tür yaralar sözkonusu olduğunda sinekleri kulla­narak tedavi yoluna gitmişlerdir. Nitekim sinekler böyle bir durumda yaranın üstüne konar, alması ge­rekeni aldıktan sonra bir takım salgılar bırakıp yarayı en kısa zamanda tedavi ederler.

Yine uzman doktorun söylediği şeylerden biri de pe­nisilin gibi bir takım panzehirler keşfedildiği zaman sineğe ihtiyacımızın kalmamış olduğudur. Bunun se­bebi sineğin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de belirtmiş olduğu o panzehiri taşımıyor olmasından değil, bila­kis yeni şeylerin keşfedilmiş ve artık buna ihtiyacın kalmamış olmasındandır.

Hadisin bizi davet ettiği şey sinek beslemek yahut il­la da bu yöntemi kullanmak değildir. Burada asıl söz­konusu edilmesi gereken, ortada Peygamberi bir mucizenin olduğu meselesidir.

Bu hadis özel bir durumla ilgilidir. Burada başka bir yemeği veya içeceği olmayan bir kimse mevzubahis edilmektedir. Yoksa içine sinek düşen su ya da ye­mek illa da yenilmelidir, dememektedir. İsteyen sine­ği daldırır ve sonrasında gönül, rahatlığıyla yiyeceğini yer ve içeceğim de içer. İsteyen de bunu yapmaz. Ki­min gönlü neye yatıyorsa onu yapar.

Bu açıklamaları yapan kimse kendi sahasında uzman bir cerrah doktordur ve daha önce de dediğimiz gibi, bu tür hadislerle karşılaşan kimse hadisleri eleştirme­den önce kendi aklını yoklamalıdır, demektedir.

Tarihsellik konusu; örneğin sakal-sarık gibi bir takım meselelerin örfî ve o dönem için geçerli olduğu, bu dönemde bizi bağlamadığı meselesiyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim. Âlimlerimiz: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in kavli hadisleri, O’nun fiillerine öncelenir” demişlerdir. Bu ise lafızların, fiillerden daha güçlü ol­ması dolayısıyladır. Yine sözkonusu edilen bazı fiiller Hz. Peygamber (s.a.v)!e has olabilir. Eğer Hz. Pey­gamber (s.a.v): “Sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kı­saltın (ve böylelikle) Hıristiyanlara muhalefet edin” buyuruyorsa, bu, sakalın sünnet olduğu ve o emrin bir örf/adet yahut tarihî bir şeyle ilgili olmadığı anlama gelir Biz bir ümmetiz ve bizim bir asaletimiz “dir Kendi değerlerimiz vardır. Bu konudaki emir gayet açıktır ve buna benzer başka emirler de vardır. Konuştuğumuz şey bir emirdir, fiil değil. Ayrıca bu emir fiille de desteklenmiştir.

Geriye fiiller meselesi kalıyor. Bu konuyu en güzel şekilde işleyenlerin başında İmam eş-Şatıbî gelir. Biz­zat benim de bir kitabımda koyduğum başlıklardan biri “Hz. Peygamberin hangi amelleri ile amel edece­ğizedir. Öncelikle Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisi­ne has olan bütün fiillerini farklı bir çerçevede ele al­mamız lazım. Örneğin Hz. Peygamber (s.a.v)’in sa­bah namazının sünnetini kıldıktan sonra sağ tarafı üzerine uzanıp dinlendiği rivayet edilmektedir. Bu ri­vayet Tirmizî’de yer almaktadır. Bunun yanısıra bir başka rivayet vardır ki: “Hz. Peygamber (s.a.v): “Kim sabah namazının sünnetini kılarsa sağ tarafına uza­nıp dinlensin” demiştir” şeklindedir. Bu ise fiil değil de söz kapmasmdadır. Hadis âlimleri, bu rivayet “il­let lidir, basit bir ifadeyle de sorunludur, demişlerdir. İşte hadis ilmi ile hadis âlimlerinin önemi burada or­taya çıkmaktadır.

Nitekim bu fiil Hz. Peygamber (s.a.v)’e has bir du­rumdur. İsteyen sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e olan sevgisinden do­layı O’nun yaptığını yapar, isterse de bunu yapmaz.

Bu sebeple rivayete, isnadın medarına ve bir hadisin rivayet yollarına dikkatli bir şekilde eğilmemiz lazım­dır. Ta ki bu konuda bir yanlışlığa düşmeyelim.

Örneklik açısından sakal meselesine dönecek olur­sak, bu bir sünnettir. Hatta bazı Hanbeliler işi daha da ileri götürüp, sakalını kesen kimselerin fasık oldu­ğuna hükmetmişlerdir.

Şunu da söyleyeyim ki bu konuları konuşurken ya­hut bir şeyi savunurken ya da reddederken heva ve hevesimizden tamamen uzak olmalıyız.

Bu noktada istifade ederiz diye İbn Ömer (r.a)’ın ri­vayet ettiği şu hadisi zikretmek istiyorum ki, bu ha­diste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Üç şey helak edicidir. Üç şey insanı kurtarıcıdır. Üç şey keffarettir. Üç şey de dereceleri yükselticidir. Helak edici olanlar: Kendisine boyun eğilen cimrilik, kendi­sine tabi olunan heva ve heves ve kişinin kendi gö­rüşünün beğenisine kapılmasıdır. Kurtarıcı olanlar: Öfke ve rıza hallerinde adalet, fakirlik ve zenginlik anında iktisat(ölçülü olmak)tır ve gizli-açık her halde Allah’a karşı haşyettir. Keffaret olanlar: Soğuk gün­lerde abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğer namazı beklemektir/gözlemektir. Dereceleri yükseltici olan­lar: Selamı yaymak, yemek yedirmek ve insanlar uy­kuda iken gece namazına kalkmaktır.”

3.(Hadislerin Kur’ân’a arzı meselesiyle başlayacak olursak;) bu batıl bir iddiadır. Örneğin hadis diye nakledilen “Benden size bir hadis ulaştığında onu Al­lah’ın Kitabı’na arzedin, ona muvafık olanla amel edin, olmayanı ise fırlatıp atın” sözü hakkında başta Süfyan es-Sevrî, Yahya b. Ma’în ve Süfyan b. Uyey- ne olmak üzere İslam âlimleri, “Bu sözü İslam düş­manları uydurmuştur” demişlerdir. Hadislerin Kur’ân’a arzı meselesi, acaba Allah’ın: “Peygamber si­ze ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah’tan sakının, doğrusu Allah’ın ceza­landırması pek çetindir.” (Haşr, 7) kavliyle çelişmiyor mu? Birileri buna hayır diyebilir. Ben de bunun ma­hiyetini bana açıkla derim.

“Peygamber size ne verirse onu alın” ifadesi genel bir ifadedir. Yani “size Kur’ân kapsamında verdiklerini de, bunun haricindekileri de alın” anlamını içerir. Bu sebeple İmam eş-Şafiî (r.), er-Risâle adlı eserinde “Vahiy iki çeşittir; birincisi vahy-i metluv olup tilave­tiyle ibadet olunan vahiydir, yani Kur’ân’dır. İkincisi ise tilavetiyle ibadet olunmayan vahy-i gayr-i met- luv’dur ve o da Sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnet olarak ortaya koyduğu ve hükmü Kur’ân’da olmayan hususlar da bizzat Allah’ın hükmüyle sünnet kılınmıştır” demektedir. Bunu söyleyen İmam eş-Şa- fîî’dir, ben değilim.

“Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden me­nederse ondan geri durun…” buyuruyor Allah. Bu emirden sonra, “Kur’ân’da varsa var, yoksa yok” de­mek mantık işi midir? Allah bize Peygamber’e karşı göstermemiz gereken tavn böylece beyan ediyor ve aynca: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 44) buyuruyor. Düşünüp anlamak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nden müstağni bir şekilde olur mu? Bu mümkün müdür?

Aslında bu tür iddia sahipleri boş bir dairenin etrafın­da dönüp duruyorlar. Ne dediklerini de bilmiyorlar. Bütün istedikleri insanları, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti konusunda şüpheye düşürmek!

“Hadis metodolojisindeki ölçü ve kıstaslar yeterli ol­muyor, yeni bir metodoloji geliştirmek lazım” iddiasına gelecek olursak; acaba aklı başında bir kimse “ya­lan fazilettir”; “sadakat ve doğruluk rezilliktir” der mi? Nitekim hadis rivayeti “emanet”, “sıdk” ve “hıfz” ile kaim olmuştur. Peki değişen nedir, şimdilerde ölçü nedir?

İmam et-Taberî’nin “Tehzibu’l-Âsâr”; Hicri 292 yılın­da vefat eden Ebû Bekr el-Bezzâr’m “Müsnedu’l- Bezzâr”; Ebû Hâtim er-Râzfnin “İlelu’l-Hadis” adlı eserlerine bakacak olursak, bizleri dehşete düşürecek durumlarla karşılaşırız. Hadis tariklerinin ne şekilde ele edindiği, hangi ravi nerede ne hata yapmış, kim şaz durumlara düşmüş… Bütün bu konuların işlen­mesi bizleri hayrete gark eder. Bu öyle bir sistemdir ki, değil ona alternatif sunmak, bugünün insanının mevcut metodolojiyi tam anlamıyla idrak edip ede­meyeceği dahi şüphelidir.

Sahabe ve Tabiîn’den başlayarak, hayatlarının en in­ce detaylarına varıncaya kadar ravileri inceleyen Ri­cal Tarihçeleri, Biyografileri, Tabakât kitapları mı dersiniz; onların isimlerine, neseplerine, lakaplarına, künyelerine has kılınmış kitaplar mı dersiniz; ravileri tenkide ve tevsike yönelik Cerh ve Ta’dil konulu ki­tapları mı dersiniz; uydurma rivayetlerle ilgili müsta­kil Mevzuat kitapları mı dersiniz; hadislerde geçen ve anlaşılması güç ifadelerle ilgili Garibu’l-Hadis kitapla­rı mı dersiniz; birbiriyle çelişkili gibi duran hadislerle ilgili yazılmış Muhtelifu’l-Hadis kitapları mı dersiniz; genel anlamda Usul-i Hadis kitapları mı dersiniz, sa­yın sayabileceğiniz kadar. Böyle bir miras var önü­müzde. Bunu hakkıyla anlamış kimse var mı ki bir de yeni bir metodolojiden bahsedilir?!

Öz bir ifadeyle söyleyecek olursak, ele aldığımız ko­nu, üç noktayı içermektedir. Birincisi “zabt-ı tam ve hıfz”dır. İkincisi “adem-i ihtilat” üçüncüsü ise “sıdk”tır. Şimdi bir ravi sıdkı noktasında sadık, hıfzı noktasın­da hafızası sağlam ve neyi nasıl rivayet ettiğinin de bilincinde ise onun rivayetini neden reddedeyim?
Günümüzde bazı kimseler Sahabeyle ilgili bile ileri geri konuşabiliyorlar, eskiden de bazı kimseler bu yo­la başvurmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v): “Kim bana izafeten bir hadis rivayet eder ve bu hadisin yalan ol­duğunu da bilirse o kimse yalancıların ikisinden biri­dir” buyuruyor. Varlarını yoklarını bırakıp Hz. Pey­gamber (s.a.v) ile birlikte Mekke’den Medine’ye hic­ret eden sahabîler hakkında, hadis uydurmuş olabi­lecekleri gibi bir düşünce akla gelebilir mi? Aklî ola­rak böyle bir şey mümkün değildir.
Şer’î ve ahlakî boyuta gelecek olursak; Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in: “Kim bile bile bana yalan nisbet ederse ateşteki yerine hazırlansın” hadisini duyan herhangi bir sahabînin O’na atfen yalan uydurması mümkün müdür? Ailesini, çocuklarını, malını mülkünü hür ira­desiyle terk edip Allah’a kulluk için hicret eden bir kimse, böyle bir şeyden sonra dindarlığını yalan ile kirletebilir mi? Bu imkânsızdan da öte bir şeydir. As­lında bu tür meselelerin tartışılması bile yersizdir.

Hz. Peygamber (s.a.v): “Devirlerin en hayırlısı be­nim devrimdir, sonra ondan sonra gelen devir- dir/nesildir, sonra da ondan sonraki devirdir/nesil- dir. Ondan sonra yalan yayılır. Bir kimse, kendisin­den şahitlik istenmediği halde şahitlik, yemin etme­si istenmediği halde yemin eder” buyurmaktadır. Bu Hicrî üçüncü asır sonrasıdır artık. Bütün Sünen ve Sahih kitapları ise üçüncü asrın nihayetinden ön­ce yazılmıştır, diyebiliriz. Hadise göre yalanın yayıl­ması üçüncü asır sonrasında olmuştur. Şimdi bize karşı bu hadisi kullananlara sormak lazım: “Neden bu hadisi yalanın yayılacağına dair bir delil olarak kullanıyorsunuz da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sahih olarak sübut bulmuş diğer hadisleriyle amel etmi­yorsunuz?”

Enes b. Mâlik (r.a): “Hz. Peygamber (s.a.v) sabah na­mazını kıldıktan sonra Sahabe O’nun etrafında halka halka olurlar, Hz. Peygamber onlara Kur’ân’ı, farzları ve sünnetleri öğretirdi. O’nun yanından ayrıldıktan sonra kendi aramızda hadisleri müzakere ederdik. Hiç kimse Hz. Peygamberin söylemediği bir şeyi ona atfetmezdi” demektedir.

Yine İmam Abdullah b. Mübarek (r.a) şöyle demek­tedir: “Eğer bir kimse Hz. Peygamber’e atfen gecele­yin bir yalan düzmeye çalışsa, hadis hafızları sabah­leyin onun yalanını açığa çıkarırlardı.”

Ali b. el-Medinî ise, daha yatsı namazından sonra bir sonraki günün sabah dersi için halkalardaki yerlerini aldıklarını söylemektedir. Şimdi böyle bir şey yapan kimse var mıdır? Bana böyle bir örnek gösterebilir misiniz? Acaba içimizde bir gün üniversitede ders ve­rip ertesi günü öğrenimle geçiren kimse var mıdır? Doğrusunu söylemek gerekirse, günde iki saat oku­yan kimse bile bulmak zordur.

Kıstaslar, usuller zamanında ve belli bazı hedefler doğrultusunda konulmalıdır ve konulmuştur da. On­lar sadece bir tek hadis için bir şehirden başka bir şehre yolculuk yapmış insanlardır. Burada son derece önemli bir farklılıktan bahsediyoruz. Onlar, kendi­lerini Hz. Peygamber (s.a.v)’in rehberliğiyle yönlerini bulmuş kayıplar olarak addetmişlerdir. Hz. Peygam­ber (s.a.v)’den sabit olmuş en ufak bir şeyi dahi kayıt altına almış, bununla amel etmiş ve kendilerinden sonraki nesillere bir emanetçi titizliğiyle aktarmışlar­dır. Bu tarihî bir gerçekliktir ve kesinlikle gözardı edil­memelidir.

Örneğin İlel-i Hadis ilmi, en zor ilim dallarından biri olup hıfza dayanır. Hadis tariklerini derleyip toparla­mayan, bunları birbirleriyle kıyas etmeyen kimsenin içinden çıkamayacağı bir ilimdir. Bu işte mahir olma­yan kimse hangi hadislerin illetli, hangilerinin şaz ol­duğunu kesinlikle bilemez.

Adamın biri hadis tenkitçilerinden birine: “Anlamı­yorum, bu hadis illetlidir, bu ise sahihtir diyorsun, bunu nasıl anlıyorsun?” diye sorunca kendisine: “Bu ilhamdır” yani tecrübedir, demiştir. Yine ona: “Bir sarrafa gidip eline bir san parça versen ve o da sa­na ‘bu sahtedir’ dese, ona bunu nasıl anladığını so­rar mısın? İşte bizler de hangi hadis illetlidir, han­gisi değildir böylece bili­riz ve bu da hıfz ile olur” dedikten sonra ona:

“Müslim b. Verâ’ya ayrıca falan ve falana git ve şu hadisleri sor; eğer onların söyleyecekleri aynı olursa bil ki bu bir ilhamdır, yani hıfz ve itkandır; yok, eğer farklı şeyler söylerlerse bil ki biz hevamızdan konu­şuyoruz” demiştir. O adam da gidip belirtilen şahıs­lara soruları yöneltmiş ve hepsinden aynı cevabı al­mıştır.

4-Sîzlere, asrının fıkıh ve usûl konusunda en bilgin ki­şi olan İmam Mustafa ez-Zerkâ’dan duyduğum bir şe­yi nakledeceğim. Kitaplarını tetkik eden bir kimse onun ne kadar derin bir âlim olduğunu görebilir ve onun engin ümi karşısında hayrete gark olur. Manevî hocamız diyebileceğimiz, “er-Risaletu’l-Mustatrefe” adlı eserin sahibi Muhammed b. Ca’fer el-Kettânfnin amcazadesi olan Şeyh Muntasır el-Kettâni, İmam Ebû Hanife’nin fıkhıyla ilgili bir şeyler yazar. Ebû Hanife’yi büyük bir övgüyle andıktan sonra, onun zayıf hadisle amel ettiğini; zayıf hadisi, kıyastan veya ricalin sözle- ri/görüşlerinden önde tuttuğunu, bunun ise Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in hadisleri karşısındaki duyarlılığa çok güzel bir örnek olduğunu söyler. Yani bu, onun bu
konudaki ihtiyatının ne boyutlarda olduğunu göster­mektedir.

Bize bunu aktaran İmam ez-Zerkâ Hanefî’dir ve aynı zamanda ilmi konularda son derece dakiktir. Mağrib- li bir muhaddisin bu konudaki görüşünü okuduğun­da onun insafına hayran kalır. Nitekim Şeyh el- Kettânî, İmam Ebû Hanife’yi övmekle kalmaz, aynı zamanda onun Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledi­lenler konusundaki bu ihtiyat ve itinasının ne kadar önemli olduğunun altını da çizer. İmdi kim kalkıp di­yebilir ki Hanefiler veya diğer mezhep imamları Sün- net’i ihmal etmişlerdir?

İmam Ebû Hanife’nin bir Müsned’i olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Eserindeki hadislerin dereceleri âlimler tarafından ortaya konulmuştur. Zayıf hadis konusun­daki tavrını ise yukarıda açıkladık. Hal böyle iken hiç kimse bu konuda bir genelleme yapamaz, yapma­malıdır.

Âlimler arasındaki tartış­maların letafeti ehline malumdur. Tartışmayı da eleştiriyi de bu güzel­likte tutmak lazım. Me­sela size son derece önemli bir örnek arzede- yim. İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (r.) Irak’ta (nahak yere) eleştirildiği zaman bunu duyan İmam eş-Şafiî: “Eğer, Kur’ân-ı Kerim Muhammed b. Hasen eş-Şeybânînin dili üzere indirilmiştir, diye ye­min etsem, bu yeminimin boşa gitmeyeceğini bilirim” demiştir. Bu övgüyü görebiliyor musunuz? ikisi fark­lı mezheplerde, bazı görüşlerinde birbirlerine muhalif olmalarına rağmen övgünün boyutları bu noktada­dır. Nitekim bu söz bir hakikattir ve İmam Muham­med b. Hasen eş-Şeybânî Arap dili konusunda Sibe- veyh’den çok daha yetkindir.

Binaenaleyh birbirimize karşı açık olmamız, tartışma­yı da usulüne uygun yapıp ilmîlikten uzaklaşmama­mız lazım.

5-Ahâd hadislerle ilgili olarak; her şeyden önce bir takım kimselerin düştüğü hatalara düşmemek lazım. Akideyle ilgili her müslümanın bilmesi gereken hu­suslar mutlaka ama mutlaka -Kur’ân veya Sünnet­ten- mütevatir delillerle sabit olmuştur. Hz. Peygam­ber (s.a.v)*in, “Müslümana küfretmek fısk, onunla sa­vaşıp öldürmek ise küfürdür” hadisini ele alalım.

Eğer âhâd hadislerle akide sabit olur dersek, bu, sö­zü geçen bu haberi inkâr eden kimse kâfir olur, ma­nasına gelir. Eğer akidedir dersek!

Öyleyse birtakım kimselerin ortaya koymuş olduğu bu şeyleri bir kenara bırakmamız lazım. Zira akidey­le ilgili her husus ya Kur’ân ya da mütevatir sünnetle sabit olmuştur. Hal böyleyken Müslümanların yollarını çatallandırmanm ve ‘akide âhâd hadislerle sabit olur’ demenin ne anlamı var!

6-Sünnetin Müslüman ferdin ve dolayısıyla da Müs­lüman toplumun kimliğinin oluşumuna katkısı konu­sunda birkaç örnek olay aktarayım da varın ötesini siz takdir edin.

Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün evinin dışında bir gü­rültü duyar ve dışan çıkar. İki sahabînin birbiriyle tar­tıştığını görünce meramlarının ne olduğunu sorar. Onlar, kendilerine miras olarak kalmış bir şey hak­kında tartıştıklarını söyle­yince, delilleri olup olma­dığını sorar ve şöyle der:

“Sizler benim huzurumda çekişir, benim hakemliği­me başvurursunuz. Belki biriniz, delillerini daha iyi sunup meramını karde­şinden daha iyi bir şekil­de dile getirir ve ben de duyduklarım üzerine onun lehine hükmede­rim. Kimin için kardeşi­nin hakkı aleyhine hükümde bulunursam, bilin ki ona ateşten/cehennemden bir parça biçmişimdir.” Bunu duyduklarında ikisi birden: “Bu malı istemiyo­ruz, ey Allah’ın Resûlü” derler.

Ebû Said el-Hudrî ise şu olayı nakletmektedir: “Çok fakir düşmüştük ve ailem bana Hz. Peygamber’e gi­dip O’ndan bir şeyler istememi söyledi. O’nun yanı­na vardığımda arkadaşlarına konuşuyor ve şöyle di­yordu: “Kim iffetli davranır, başkasından bir şey iste­mezse Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Al­lah da onu gani kılar. Kim de isterse elimiz altında olandan/bulduğumuzdan ona veririz.” O’nun bu söz­lerini duyunca kendi kendime: “Vallahi iffeti tercih edeceğim ve Allah için iffetli olacağım” dedim ve is­teyeceğimi istemedim.”

İmanın etkisini görüyor musunuz? “Allah dilediğini if­fetli kılar, benim ihtiyacım var” diyebilirdi; ama böy­le yapmamıştır. Üstelik son derece mağdur bir halde olmasına rağmen!

Ebû Müslim el-Havlânî ise şöyle demiştir: Kendisini sevdiğim ve sadık-ı masduk olan Ebû Mâlik el-Eşcâ? bana şunu rivayet etti: “Bizler Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanında yedi veya sekiz veyahut dokuz ki­şiydik. Bize: “Allah Resûlü’ne biat etmez misiniz?” de­di. Ellerimizi uzatarak: “Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın Resûlü?” dedik. Şu cevabı verdi: “Allah’a ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirle­re) kulak verip itaat etmek. Bu sırada gizli bir kelime fısıldayarak devamla, “Halktan hiçbir şey istemeyin” buyurdu. Hz. Peygamber (s.a.v)’i benimle dinleyen o kişilerden öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı yere düşse kimseye “şunu bana verir misin?” demez, iner kendisi alırdı.”

Bir başka olay ise hepi­nizin bildiği Tebûk Gaz­vesinden geri kalan üç kişinin hikâyesidir. Malûm olduğu üzere bu üç kişiye gazveden geri kaldıktan için tam bir ambargo uygulanmıştır. İşte Ka’b b. Mâlik de bunlardan biridir. O sı­kıntılı günlerde Gassân kralı, Ka’b b. Mâlik’e bir mektup gönderir. Mektup­ta şöyle demektedir: “Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yarat­mamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikramda bulunalım.”

Dikkatinizi çekerim, bu mektubu gönderen sıradan bir insan değil, bir kraldır. Ka’b (r.a) mektubu oku­yunca: “Bu da bir başka imtihan, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım” demektedir.

Hz. Peygambere ve O’nun Sünneti’ne bağlılığın boyutlarını yansıtan en güzel birkaç örnektir bunlar ve bunun gibi sayıya gelmez daha nice örnek vardır.

Prof.Dr.Muhammed Acac el Hatib

Rihle Dergisi-Sünnet Sayısı

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce