Resulullah’ın Sünneti Hakkındadır
1-Bismillah dedikten sonra: Eğer âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Pey- gamber’e ve sizden olan ulu’l-emr’e (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu(n çözümünü) Allah’a ve Resûlüne havale edin…” (Nisa, 59) ve eğer Allah Teâlâ: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 44) ve eğer Allah Teâlâ: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralannda çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam anlamıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65) buyuruyorsa bu, bizlerin Kur’ân-ı Kerim’i ancak ve ancak Sünnet yoluyla anlayabileceğimiz manasına gelir. Zira Kur’ân’da bir takım mücmel hükümler vardır ve bunları Sünnet beyan etmiştir.
Bu mesele son derece basit bir meseledir. Allah Teâlâ: “Namazı ikâme edin ve zekâtı verin…” buyuruyor. Acaba Kur’ân’m tamamında her namazın rekâtları ve nasıl kılınacağı tafsilatlı bir şekilde var mıdır? Tabi ki yoktur. İşte Hz. Peygamber (s.a.v): “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz şekilde namazlarınızı kılın” diyorsa ve Allah da: “Andolsun ki Allah’ın Elçisinde sizin için (kendisine uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21) buyuruyorsa, aklı başında bir insan, Müslüman bir kimsenin Hz. Peygamber (s.a.v)’i taklit etmeden ve O’nun Sünneti’ne tabi olmadan namazını doğru kılabileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermez ve bunu imkân dâhilinde bir şey gibi görmez.
Kur’ân’ı Sünnet olmaksızın anlama konusu son dönemlerde bir takım İslam düşmanları tarafından ortaya atılmıştır ve belli bazı hedefleri vardır. Bu hedeflerin en başında da Müslümanları dinlerinden koparma amacı yer almaktadır. Zira ibadet etmenin yolunu, şer’î ahkâmı vs. bilmeyen bir insan dinini yaşayamaz. Farz-ı muhal, bir iki nesil sonra gelen ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’ni unutan insanlar dinlerini nasıl yaşayabilirler? Zekâtı nasıl öder, namazı nasıl kılarlar? Kur’ân’da zekât emrini gören bir insan onu nasıl ödeyeceğini bilmezse, o konudaki hüküm atıl kalır. Diğer örnekler de böyledir. Dolayısıyla Sünnet’e tabi olmak bir zorunluluktur. Kısacası bu naklî açıdan böyledir. Yani Kur’ân ve hadislerle gelen deliller bizlere Sünnet ile amel etmemizin vacip olduğunu gösterir.
Bunun içindir ki Tabiûn’dan birine: “Bize Kur’ân’dan başka bir şeyle konuşmayın” denilince o: “Sizlere ancak, Kur’ân’ı bizden çok daha iyi bilen birinden konuşuyoruz”, yani Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözleriy- le/sünnetiyle konuşuyoruz şeklinde cevap vermiştir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki bu iddia, belirli bir kesim için aldatıcı bir iddiadır. Şer’î ilimleri yeterince tahsil etmemiş bazı kimseler ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirilen Kur’ân ayetlerinin, hükümlerin ikame edilmesinde yeterli olduğu zehabına kapılabilir. Onlara diyeceğimiz şudur: Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, kendisiyle evlenilmesi haram olan bir takım insanlar zikretmiştir. Diğer bir kısım ise Sünnetle haram kılınmıştır. Kadının hala veya teyzesiyle yahut iki kız kardeşle aynı anda evlilik gibi… Acaba sadece Kur’ân ile hükmederiz denilse netice ne olur?
Bir diğer husus da, Sünnetle amel etmenin vakıa ve tarihî durum itibariyle bir zorunluluk olduğu gerçeğidir. Şöyle ki; Sahabe ve ondan sonraki nesiller Sün- net’i muhafaza ve onunla amel noktasında son derece titiz davranmışlardır. Bu emanete öyle bir şekilde sahip çıkmışlardır ki, bunun tarih içinde bir başka örneği yoktur. Onlardan hiç kimse kendi sözünü Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözünün önüne asla geçilmemiştir.
Yine Mikdâm b. Ma’dîkerib (r.a) yoluyla nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur-
“Dikkat edin bana Kur’ân ve onunla birlikte benzeri de verildi.” Peki, bu “benzeri” nedir? Âlimlerin de dediği gibi bu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’dir. Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta iken başvuru kaynağı kendisi, vefatından sonra ise O’nun Sünneti olmuştur. Duygusallıktan tamamen uzak bir şekilde diyebiliriz ki, yeryüzündeki herhangi bir insan Allah’ın, Peygamberin hakemliğine başvurma konusundaki emrini gördüğünde bunun vefatından sonra O’nun Sün- neti’nin hakemliğine başvurmak olduğunu bilir. Nitekim başta Sahabe olmak üzere Müslümanlann, Sün- net’e bu derece önem atfetmelerinin sebebi de Allah’ın şu ayetinde yer alan hükümdür: “Hayır, Rabbi- ne andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam anlamıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Hz. Ömer (r.a)’m, Hacer-i Esved’e bakarak: “Biliyorum ki sen bir taşsın, eğer Habibim (a.s.v)’ı seni öperken veya selamlarken görmeseydim, seni ne öper, ne de selamlardım” sözleri ve bu konudaki tav- n son derece manidardır. Yine malum olduğu üzere Resûlullah (s.a.v) fetih günü, müşriklere celâdet ve kuvvetlerini göstermeleri için Sahabeye ve yanındakilere omuzlarını açmalarını (ızdıba) ve tavafta hızlı ve çalımlı yürümelerini (remel) emretmiştir. Islâm devleti güçlendiğinde Hz. Ömer, bu amelin illetinin son bulduğunu düşünmüş ve: “Bugün Allah, İslâm’ı hâkim ve güçlü kılmış, küfrü ve kâfirleri de bertaraf etmiş olduğuna göre remel yapmanın ve ızdıbanın ne faydası var? Ancak buna rağmen bizler, Resûlullah (s.a.v) döneminde yapmış olduğumuz şeylerden hiçbirini bırakmayız” demiştir. Buna benzer hayli örnek vardır.
Sahabe’nin, Tabiîn’in ve onlardan sonraki nesillerin Sünnet’e bağlılıkları konusu tartışılacak bir mesele değildir. Bana Sünnetle amel edilmeyeceğine dair aklî, naklî yahut da amelî tek bir delil gösterin. Böyle bir şey yoktur! Aksi takdirde Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Dikkat edin bana Kur’ân ve onunla birlikte benzeri de verildi” sözünün manası nedir? Bu hadisin devamında yer alan bir bilgide Hz. Peygamber (s.a.v)’in Hayber günlerinde bir münadi gönderdiği ve: “Allah size mut’a nikâhı yapmayı ve ehli eşek etini yemeyi haram kılmıştır” diye ilan ettirdiği ve bunu duyanların kaynamakta olan kazanları birer birer döktüğü belirtilmektedir. Onlar “bugün için kaynattıklarımızı yiyelim, bundan sonra yemeyiz” diyebilirlerdi mesela. Ancak böyle yapmamış, tıpkı içkinin haramlığına dair ayet nazil olduğunda yaptıktan gibi, anında Resûlullah’ın emrine icabet edip kazanları dökmüşlerdir.
Aklî ve naklî bütün deliller kesin bir şekilde Sünnet’e ittiba edilmesi gerektiğini göstermektedir. Peki, öyleyse Sünnet’e karşı bu itiraz niye? Bunun tek açıklaması, İslam düşmanlarının Kur’ân ile Sünneti birbirinden ayırma gayretleridir. Hedefte Kurân’ı da Tevrat ve İncilin konumuna düşürme vardır. Tevrat ve İncil nasıl kiliselerde sadece “okunuyorsa” Kurân’ı da Müslümanlar arasında sadece okunan bir kitap haline getirmek istemektedirler. Açık olmak gerekirse temel amaç budur.
Not etmekte tayda gördüğüm bir diğer husus da kendilerine “Cemaatul-Kuriân” veya “Kurâniyyûn” (Meal- ciler) diyen kimselerin bütün bir İslam âleminde ancak İngilizlerin İslam topraklarından çekilmesinden kısa bir süre sonra ortaya çıkmış olmalandır. Bunun da bir sömürge oyunu olduğu muhakkaktır. Amaç bellidir ve o da fitneyi başka bir şekilde devam ettirmektir.
2-Daha en başta şunu kaydedeyim ki bizler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edildiği kesin bir şekilde sabit olmuş bütün rivayetlerle amel eder, sabit olmayanlarla ise amel etmeyiz.
Allah Teâlâ borçlar ve mallarla ilgili şahitlik kapsamında: “(Bu işleminizde) erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur)” (Bakara, 282) buyuruyor. Yani dindarlığı, emaneti ve zabtı konusunda güvenilir olan kimselerin şahitliğidir bu (ve aynı durum hadis ravileri için de geçerlidir.)
Şimdi konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı âlimler Hz. Peygamber (s.a.v)’in “dağlamayı yasakladığını” ve: “Kendini dağlayan ve rukye yapan kimse (Allah’a) tevekkülde bulunmamıştır” buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Acaba bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Esa’d b. Zurare’yi dağladığını bildiren hadisle çelişiri teşkil etmez mi? Acaba işin aslı böyle midir?
Şimdi yukarıdaki hadisin ne tür bir bağlamda dile getirildiğini irdeleyelim. İnsanlar cahiliye döneminde, bir deveye özellikle mafsallarında oluşan ve bir nevi cildin zayıflaması ve cüzama benzeyen uyuz hastalığı bulaştığında, hastalığa yakalanan deve şifa bulur zannıyla hastalıklı deveyi değil de başka bir deveyi dağlanmışlardır.
Böyle bir şeyi akıl kabul eder mi? Sana “amcaoğlun hastanede, iyileşmesi için sema iğne vuralım” desem bu ne kadar mantıklı olur? Adama deli demezler mi? Bunu meşhur Arap şairi Zi’r-Rumme’nin, bir tartışma esnasında kendisini kınayan kimseye yönelttiği şu dizeleri çok iyi bir şekilde yansıtmaktadır:
“Başkasının günahını üzerime yıkıp, onu bir kenarda bıraktın
Uyuz hastalığından titreyeni bırakıp, sağlamını dağlayan gibi!”
(Rıhle’nin notu: İbn Kuteybe bu beytin en-Nâbiğa’ya ait olduğunu söyler.)
Bu tarihî bir vakıadır. İşte Hz. Peygamber (s.a.v)’in yasaklamış olduğu dağlama, bu nevi bir dağlamadır. Olaya böyle bakıldığı zaman ortada problem diye bir şey kalmaz. Esa’d b. Zurare’yi dağlaması ise tedavi amaçlı bir şeydir ve dağlamanın gerektiği bir noktada buna başvurulmuştur. Nitekim eski zamanlarda kan kaybı olduğu zaman dağlamaya başvurulduğu malûmdur. Bu da bir tedavi yöntemidir ve sebeplere başvurmayı gerektiren bir durumdur. Hz. Peygamber (s.a.v)’in şu hadisi de bunu göstermektedir: ‘Tedavi olun ey Allah’ın kullan! Allah verdiği bir derdin mutlaka devasını da vermiştir.” Binaenaleyh, ilacı yerli yerinde kullanmak ve gerektiği yerde tedaviye başvurmak hiçbir şekilde eleştirilecek bir durum değildir. Bazıları bu iki hadise bakıp bir çelişki olduğunu düşünüyorlarsa bu onların hatasıdır.
Eskiden bazı kimseler, aklı, şeriatın önüne geçirmek veya aklı şeriat üzerine hakem kılmak istemiş ve bu tür şeyleri de malzeme olarak kullanmışlardır. Ancak bu konularda âlimlerin karşısında duramamış ve tutunamamışlardır.
Diğer hususla ilgili olarak; bir takım kimseler, ‘bilimsel bazı gelişmeler, bazı hadislerin sahih olmadığını te’yîd etmektedir. Bunun en bariz örneklerinden biri de Hz. Peygamber (s.a.v)’in, birinizin yemek veya su kabına sinek düşecek olursa, onu daldırsın ve sonra çıkarsın. Zira onun bir kanadında hastalık öbür kanadında ise şifa vardır, mealindeki hadisidir’, diyorlar. Şimdi birileri çıkıp bu söz makul değildir diyebilir, acaba işin aslı böyle midir? Bunun cevabını uzman bir Mısırlı doktor bakınız nasıl veriyor: Sahih olduğu kesin olan hadislerin şeriata (akla vs.) muhalif olması imkânsızdır. Herhangi bir kimse, bir hadisin derecesini öğrenmedikçe ona ta’n etmemelidir. Böyle bir durumda öncelikle kendi aklına yönelmeli ve onu tenkide tabi tutmalıdır.
İnsanlar eskiden, bedendeki açık yaralan sineklerle tedavi etmişlerdir. Zira sinek, kanatlarında bir takım bakteriler ve anti bakteriler taşır. Nitekim bazı haşeratın, başka bazı haşerat ile mücadele ettiği zaman bir takım salgılar yaydığını ve böylece hasmını tamamen etkisiz hale getirdiğini görürüz. İşte sinek de (kanatlarında) bir takım zehirler ve panzehirler taşır.
Batılı insanlar da, eski zamanlarda sinek beslemiş ve bu tür yaralar sözkonusu olduğunda sinekleri kullanarak tedavi yoluna gitmişlerdir. Nitekim sinekler böyle bir durumda yaranın üstüne konar, alması gerekeni aldıktan sonra bir takım salgılar bırakıp yarayı en kısa zamanda tedavi ederler.
Yine uzman doktorun söylediği şeylerden biri de penisilin gibi bir takım panzehirler keşfedildiği zaman sineğe ihtiyacımızın kalmamış olduğudur. Bunun sebebi sineğin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de belirtmiş olduğu o panzehiri taşımıyor olmasından değil, bilakis yeni şeylerin keşfedilmiş ve artık buna ihtiyacın kalmamış olmasındandır.
Hadisin bizi davet ettiği şey sinek beslemek yahut illa da bu yöntemi kullanmak değildir. Burada asıl sözkonusu edilmesi gereken, ortada Peygamberi bir mucizenin olduğu meselesidir.
Bu hadis özel bir durumla ilgilidir. Burada başka bir yemeği veya içeceği olmayan bir kimse mevzubahis edilmektedir. Yoksa içine sinek düşen su ya da yemek illa da yenilmelidir, dememektedir. İsteyen sineği daldırır ve sonrasında gönül, rahatlığıyla yiyeceğini yer ve içeceğim de içer. İsteyen de bunu yapmaz. Kimin gönlü neye yatıyorsa onu yapar.
Bu açıklamaları yapan kimse kendi sahasında uzman bir cerrah doktordur ve daha önce de dediğimiz gibi, bu tür hadislerle karşılaşan kimse hadisleri eleştirmeden önce kendi aklını yoklamalıdır, demektedir.
Tarihsellik konusu; örneğin sakal-sarık gibi bir takım meselelerin örfî ve o dönem için geçerli olduğu, bu dönemde bizi bağlamadığı meselesiyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim. Âlimlerimiz: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in kavli hadisleri, O’nun fiillerine öncelenir” demişlerdir. Bu ise lafızların, fiillerden daha güçlü olması dolayısıyladır. Yine sözkonusu edilen bazı fiiller Hz. Peygamber (s.a.v)!e has olabilir. Eğer Hz. Peygamber (s.a.v): “Sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kısaltın (ve böylelikle) Hıristiyanlara muhalefet edin” buyuruyorsa, bu, sakalın sünnet olduğu ve o emrin bir örf/adet yahut tarihî bir şeyle ilgili olmadığı anlama gelir Biz bir ümmetiz ve bizim bir asaletimiz “dir Kendi değerlerimiz vardır. Bu konudaki emir gayet açıktır ve buna benzer başka emirler de vardır. Konuştuğumuz şey bir emirdir, fiil değil. Ayrıca bu emir fiille de desteklenmiştir.
Geriye fiiller meselesi kalıyor. Bu konuyu en güzel şekilde işleyenlerin başında İmam eş-Şatıbî gelir. Bizzat benim de bir kitabımda koyduğum başlıklardan biri “Hz. Peygamberin hangi amelleri ile amel edeceğizedir. Öncelikle Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine has olan bütün fiillerini farklı bir çerçevede ele almamız lazım. Örneğin Hz. Peygamber (s.a.v)’in sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra sağ tarafı üzerine uzanıp dinlendiği rivayet edilmektedir. Bu rivayet Tirmizî’de yer almaktadır. Bunun yanısıra bir başka rivayet vardır ki: “Hz. Peygamber (s.a.v): “Kim sabah namazının sünnetini kılarsa sağ tarafına uzanıp dinlensin” demiştir” şeklindedir. Bu ise fiil değil de söz kapmasmdadır. Hadis âlimleri, bu rivayet “illet lidir, basit bir ifadeyle de sorunludur, demişlerdir. İşte hadis ilmi ile hadis âlimlerinin önemi burada ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bu fiil Hz. Peygamber (s.a.v)’e has bir durumdur. İsteyen sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e olan sevgisinden dolayı O’nun yaptığını yapar, isterse de bunu yapmaz.
Bu sebeple rivayete, isnadın medarına ve bir hadisin rivayet yollarına dikkatli bir şekilde eğilmemiz lazımdır. Ta ki bu konuda bir yanlışlığa düşmeyelim.
Örneklik açısından sakal meselesine dönecek olursak, bu bir sünnettir. Hatta bazı Hanbeliler işi daha da ileri götürüp, sakalını kesen kimselerin fasık olduğuna hükmetmişlerdir.
Şunu da söyleyeyim ki bu konuları konuşurken yahut bir şeyi savunurken ya da reddederken heva ve hevesimizden tamamen uzak olmalıyız.
Bu noktada istifade ederiz diye İbn Ömer (r.a)’ın rivayet ettiği şu hadisi zikretmek istiyorum ki, bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Üç şey helak edicidir. Üç şey insanı kurtarıcıdır. Üç şey keffarettir. Üç şey de dereceleri yükselticidir. Helak edici olanlar: Kendisine boyun eğilen cimrilik, kendisine tabi olunan heva ve heves ve kişinin kendi görüşünün beğenisine kapılmasıdır. Kurtarıcı olanlar: Öfke ve rıza hallerinde adalet, fakirlik ve zenginlik anında iktisat(ölçülü olmak)tır ve gizli-açık her halde Allah’a karşı haşyettir. Keffaret olanlar: Soğuk günlerde abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğer namazı beklemektir/gözlemektir. Dereceleri yükseltici olanlar: Selamı yaymak, yemek yedirmek ve insanlar uykuda iken gece namazına kalkmaktır.”
3.(Hadislerin Kur’ân’a arzı meselesiyle başlayacak olursak;) bu batıl bir iddiadır. Örneğin hadis diye nakledilen “Benden size bir hadis ulaştığında onu Allah’ın Kitabı’na arzedin, ona muvafık olanla amel edin, olmayanı ise fırlatıp atın” sözü hakkında başta Süfyan es-Sevrî, Yahya b. Ma’în ve Süfyan b. Uyey- ne olmak üzere İslam âlimleri, “Bu sözü İslam düşmanları uydurmuştur” demişlerdir. Hadislerin Kur’ân’a arzı meselesi, acaba Allah’ın: “Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah’tan sakının, doğrusu Allah’ın cezalandırması pek çetindir.” (Haşr, 7) kavliyle çelişmiyor mu? Birileri buna hayır diyebilir. Ben de bunun mahiyetini bana açıkla derim.
“Peygamber size ne verirse onu alın” ifadesi genel bir ifadedir. Yani “size Kur’ân kapsamında verdiklerini de, bunun haricindekileri de alın” anlamını içerir. Bu sebeple İmam eş-Şafiî (r.), er-Risâle adlı eserinde “Vahiy iki çeşittir; birincisi vahy-i metluv olup tilavetiyle ibadet olunan vahiydir, yani Kur’ân’dır. İkincisi ise tilavetiyle ibadet olunmayan vahy-i gayr-i met- luv’dur ve o da Sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnet olarak ortaya koyduğu ve hükmü Kur’ân’da olmayan hususlar da bizzat Allah’ın hükmüyle sünnet kılınmıştır” demektedir. Bunu söyleyen İmam eş-Şa- fîî’dir, ben değilim.
“Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun…” buyuruyor Allah. Bu emirden sonra, “Kur’ân’da varsa var, yoksa yok” demek mantık işi midir? Allah bize Peygamber’e karşı göstermemiz gereken tavn böylece beyan ediyor ve aynca: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 44) buyuruyor. Düşünüp anlamak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nden müstağni bir şekilde olur mu? Bu mümkün müdür?
Aslında bu tür iddia sahipleri boş bir dairenin etrafında dönüp duruyorlar. Ne dediklerini de bilmiyorlar. Bütün istedikleri insanları, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti konusunda şüpheye düşürmek!
“Hadis metodolojisindeki ölçü ve kıstaslar yeterli olmuyor, yeni bir metodoloji geliştirmek lazım” iddiasına gelecek olursak; acaba aklı başında bir kimse “yalan fazilettir”; “sadakat ve doğruluk rezilliktir” der mi? Nitekim hadis rivayeti “emanet”, “sıdk” ve “hıfz” ile kaim olmuştur. Peki değişen nedir, şimdilerde ölçü nedir?
İmam et-Taberî’nin “Tehzibu’l-Âsâr”; Hicri 292 yılında vefat eden Ebû Bekr el-Bezzâr’m “Müsnedu’l- Bezzâr”; Ebû Hâtim er-Râzfnin “İlelu’l-Hadis” adlı eserlerine bakacak olursak, bizleri dehşete düşürecek durumlarla karşılaşırız. Hadis tariklerinin ne şekilde ele edindiği, hangi ravi nerede ne hata yapmış, kim şaz durumlara düşmüş… Bütün bu konuların işlenmesi bizleri hayrete gark eder. Bu öyle bir sistemdir ki, değil ona alternatif sunmak, bugünün insanının mevcut metodolojiyi tam anlamıyla idrak edip edemeyeceği dahi şüphelidir.
Sahabe ve Tabiîn’den başlayarak, hayatlarının en ince detaylarına varıncaya kadar ravileri inceleyen Rical Tarihçeleri, Biyografileri, Tabakât kitapları mı dersiniz; onların isimlerine, neseplerine, lakaplarına, künyelerine has kılınmış kitaplar mı dersiniz; ravileri tenkide ve tevsike yönelik Cerh ve Ta’dil konulu kitapları mı dersiniz; uydurma rivayetlerle ilgili müstakil Mevzuat kitapları mı dersiniz; hadislerde geçen ve anlaşılması güç ifadelerle ilgili Garibu’l-Hadis kitapları mı dersiniz; birbiriyle çelişkili gibi duran hadislerle ilgili yazılmış Muhtelifu’l-Hadis kitapları mı dersiniz; genel anlamda Usul-i Hadis kitapları mı dersiniz, sayın sayabileceğiniz kadar. Böyle bir miras var önümüzde. Bunu hakkıyla anlamış kimse var mı ki bir de yeni bir metodolojiden bahsedilir?!
Öz bir ifadeyle söyleyecek olursak, ele aldığımız konu, üç noktayı içermektedir. Birincisi “zabt-ı tam ve hıfz”dır. İkincisi “adem-i ihtilat” üçüncüsü ise “sıdk”tır. Şimdi bir ravi sıdkı noktasında sadık, hıfzı noktasında hafızası sağlam ve neyi nasıl rivayet ettiğinin de bilincinde ise onun rivayetini neden reddedeyim?
Günümüzde bazı kimseler Sahabeyle ilgili bile ileri geri konuşabiliyorlar, eskiden de bazı kimseler bu yola başvurmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v): “Kim bana izafeten bir hadis rivayet eder ve bu hadisin yalan olduğunu da bilirse o kimse yalancıların ikisinden biridir” buyuruyor. Varlarını yoklarını bırakıp Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret eden sahabîler hakkında, hadis uydurmuş olabilecekleri gibi bir düşünce akla gelebilir mi? Aklî olarak böyle bir şey mümkün değildir.
Şer’î ve ahlakî boyuta gelecek olursak; Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Kim bile bile bana yalan nisbet ederse ateşteki yerine hazırlansın” hadisini duyan herhangi bir sahabînin O’na atfen yalan uydurması mümkün müdür? Ailesini, çocuklarını, malını mülkünü hür iradesiyle terk edip Allah’a kulluk için hicret eden bir kimse, böyle bir şeyden sonra dindarlığını yalan ile kirletebilir mi? Bu imkânsızdan da öte bir şeydir. Aslında bu tür meselelerin tartışılması bile yersizdir.
Hz. Peygamber (s.a.v): “Devirlerin en hayırlısı benim devrimdir, sonra ondan sonra gelen devir- dir/nesildir, sonra da ondan sonraki devirdir/nesil- dir. Ondan sonra yalan yayılır. Bir kimse, kendisinden şahitlik istenmediği halde şahitlik, yemin etmesi istenmediği halde yemin eder” buyurmaktadır. Bu Hicrî üçüncü asır sonrasıdır artık. Bütün Sünen ve Sahih kitapları ise üçüncü asrın nihayetinden önce yazılmıştır, diyebiliriz. Hadise göre yalanın yayılması üçüncü asır sonrasında olmuştur. Şimdi bize karşı bu hadisi kullananlara sormak lazım: “Neden bu hadisi yalanın yayılacağına dair bir delil olarak kullanıyorsunuz da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sahih olarak sübut bulmuş diğer hadisleriyle amel etmiyorsunuz?”
Enes b. Mâlik (r.a): “Hz. Peygamber (s.a.v) sabah namazını kıldıktan sonra Sahabe O’nun etrafında halka halka olurlar, Hz. Peygamber onlara Kur’ân’ı, farzları ve sünnetleri öğretirdi. O’nun yanından ayrıldıktan sonra kendi aramızda hadisleri müzakere ederdik. Hiç kimse Hz. Peygamberin söylemediği bir şeyi ona atfetmezdi” demektedir.
Yine İmam Abdullah b. Mübarek (r.a) şöyle demektedir: “Eğer bir kimse Hz. Peygamber’e atfen geceleyin bir yalan düzmeye çalışsa, hadis hafızları sabahleyin onun yalanını açığa çıkarırlardı.”
Ali b. el-Medinî ise, daha yatsı namazından sonra bir sonraki günün sabah dersi için halkalardaki yerlerini aldıklarını söylemektedir. Şimdi böyle bir şey yapan kimse var mıdır? Bana böyle bir örnek gösterebilir misiniz? Acaba içimizde bir gün üniversitede ders verip ertesi günü öğrenimle geçiren kimse var mıdır? Doğrusunu söylemek gerekirse, günde iki saat okuyan kimse bile bulmak zordur.
Kıstaslar, usuller zamanında ve belli bazı hedefler doğrultusunda konulmalıdır ve konulmuştur da. Onlar sadece bir tek hadis için bir şehirden başka bir şehre yolculuk yapmış insanlardır. Burada son derece önemli bir farklılıktan bahsediyoruz. Onlar, kendilerini Hz. Peygamber (s.a.v)’in rehberliğiyle yönlerini bulmuş kayıplar olarak addetmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den sabit olmuş en ufak bir şeyi dahi kayıt altına almış, bununla amel etmiş ve kendilerinden sonraki nesillere bir emanetçi titizliğiyle aktarmışlardır. Bu tarihî bir gerçekliktir ve kesinlikle gözardı edilmemelidir.
Örneğin İlel-i Hadis ilmi, en zor ilim dallarından biri olup hıfza dayanır. Hadis tariklerini derleyip toparlamayan, bunları birbirleriyle kıyas etmeyen kimsenin içinden çıkamayacağı bir ilimdir. Bu işte mahir olmayan kimse hangi hadislerin illetli, hangilerinin şaz olduğunu kesinlikle bilemez.
Adamın biri hadis tenkitçilerinden birine: “Anlamıyorum, bu hadis illetlidir, bu ise sahihtir diyorsun, bunu nasıl anlıyorsun?” diye sorunca kendisine: “Bu ilhamdır” yani tecrübedir, demiştir. Yine ona: “Bir sarrafa gidip eline bir san parça versen ve o da sana ‘bu sahtedir’ dese, ona bunu nasıl anladığını sorar mısın? İşte bizler de hangi hadis illetlidir, hangisi değildir böylece biliriz ve bu da hıfz ile olur” dedikten sonra ona:
“Müslim b. Verâ’ya ayrıca falan ve falana git ve şu hadisleri sor; eğer onların söyleyecekleri aynı olursa bil ki bu bir ilhamdır, yani hıfz ve itkandır; yok, eğer farklı şeyler söylerlerse bil ki biz hevamızdan konuşuyoruz” demiştir. O adam da gidip belirtilen şahıslara soruları yöneltmiş ve hepsinden aynı cevabı almıştır.
4-Sîzlere, asrının fıkıh ve usûl konusunda en bilgin kişi olan İmam Mustafa ez-Zerkâ’dan duyduğum bir şeyi nakledeceğim. Kitaplarını tetkik eden bir kimse onun ne kadar derin bir âlim olduğunu görebilir ve onun engin ümi karşısında hayrete gark olur. Manevî hocamız diyebileceğimiz, “er-Risaletu’l-Mustatrefe” adlı eserin sahibi Muhammed b. Ca’fer el-Kettânfnin amcazadesi olan Şeyh Muntasır el-Kettâni, İmam Ebû Hanife’nin fıkhıyla ilgili bir şeyler yazar. Ebû Hanife’yi büyük bir övgüyle andıktan sonra, onun zayıf hadisle amel ettiğini; zayıf hadisi, kıyastan veya ricalin sözle- ri/görüşlerinden önde tuttuğunu, bunun ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadisleri karşısındaki duyarlılığa çok güzel bir örnek olduğunu söyler. Yani bu, onun bu
konudaki ihtiyatının ne boyutlarda olduğunu göstermektedir.
Bize bunu aktaran İmam ez-Zerkâ Hanefî’dir ve aynı zamanda ilmi konularda son derece dakiktir. Mağrib- li bir muhaddisin bu konudaki görüşünü okuduğunda onun insafına hayran kalır. Nitekim Şeyh el- Kettânî, İmam Ebû Hanife’yi övmekle kalmaz, aynı zamanda onun Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilenler konusundaki bu ihtiyat ve itinasının ne kadar önemli olduğunun altını da çizer. İmdi kim kalkıp diyebilir ki Hanefiler veya diğer mezhep imamları Sün- net’i ihmal etmişlerdir?
İmam Ebû Hanife’nin bir Müsned’i olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Eserindeki hadislerin dereceleri âlimler tarafından ortaya konulmuştur. Zayıf hadis konusundaki tavrını ise yukarıda açıkladık. Hal böyle iken hiç kimse bu konuda bir genelleme yapamaz, yapmamalıdır.
Âlimler arasındaki tartışmaların letafeti ehline malumdur. Tartışmayı da eleştiriyi de bu güzellikte tutmak lazım. Mesela size son derece önemli bir örnek arzede- yim. İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (r.) Irak’ta (nahak yere) eleştirildiği zaman bunu duyan İmam eş-Şafiî: “Eğer, Kur’ân-ı Kerim Muhammed b. Hasen eş-Şeybânînin dili üzere indirilmiştir, diye yemin etsem, bu yeminimin boşa gitmeyeceğini bilirim” demiştir. Bu övgüyü görebiliyor musunuz? ikisi farklı mezheplerde, bazı görüşlerinde birbirlerine muhalif olmalarına rağmen övgünün boyutları bu noktadadır. Nitekim bu söz bir hakikattir ve İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî Arap dili konusunda Sibe- veyh’den çok daha yetkindir.
Binaenaleyh birbirimize karşı açık olmamız, tartışmayı da usulüne uygun yapıp ilmîlikten uzaklaşmamamız lazım.
5-Ahâd hadislerle ilgili olarak; her şeyden önce bir takım kimselerin düştüğü hatalara düşmemek lazım. Akideyle ilgili her müslümanın bilmesi gereken hususlar mutlaka ama mutlaka -Kur’ân veya Sünnetten- mütevatir delillerle sabit olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v)*in, “Müslümana küfretmek fısk, onunla savaşıp öldürmek ise küfürdür” hadisini ele alalım.
Eğer âhâd hadislerle akide sabit olur dersek, bu, sözü geçen bu haberi inkâr eden kimse kâfir olur, manasına gelir. Eğer akidedir dersek!
Öyleyse birtakım kimselerin ortaya koymuş olduğu bu şeyleri bir kenara bırakmamız lazım. Zira akideyle ilgili her husus ya Kur’ân ya da mütevatir sünnetle sabit olmuştur. Hal böyleyken Müslümanların yollarını çatallandırmanm ve ‘akide âhâd hadislerle sabit olur’ demenin ne anlamı var!
6-Sünnetin Müslüman ferdin ve dolayısıyla da Müslüman toplumun kimliğinin oluşumuna katkısı konusunda birkaç örnek olay aktarayım da varın ötesini siz takdir edin.
Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün evinin dışında bir gürültü duyar ve dışan çıkar. İki sahabînin birbiriyle tartıştığını görünce meramlarının ne olduğunu sorar. Onlar, kendilerine miras olarak kalmış bir şey hakkında tartıştıklarını söyleyince, delilleri olup olmadığını sorar ve şöyle der:
“Sizler benim huzurumda çekişir, benim hakemliğime başvurursunuz. Belki biriniz, delillerini daha iyi sunup meramını kardeşinden daha iyi bir şekilde dile getirir ve ben de duyduklarım üzerine onun lehine hükmederim. Kimin için kardeşinin hakkı aleyhine hükümde bulunursam, bilin ki ona ateşten/cehennemden bir parça biçmişimdir.” Bunu duyduklarında ikisi birden: “Bu malı istemiyoruz, ey Allah’ın Resûlü” derler.
Ebû Said el-Hudrî ise şu olayı nakletmektedir: “Çok fakir düşmüştük ve ailem bana Hz. Peygamber’e gidip O’ndan bir şeyler istememi söyledi. O’nun yanına vardığımda arkadaşlarına konuşuyor ve şöyle diyordu: “Kim iffetli davranır, başkasından bir şey istemezse Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim de isterse elimiz altında olandan/bulduğumuzdan ona veririz.” O’nun bu sözlerini duyunca kendi kendime: “Vallahi iffeti tercih edeceğim ve Allah için iffetli olacağım” dedim ve isteyeceğimi istemedim.”
İmanın etkisini görüyor musunuz? “Allah dilediğini iffetli kılar, benim ihtiyacım var” diyebilirdi; ama böyle yapmamıştır. Üstelik son derece mağdur bir halde olmasına rağmen!
Ebû Müslim el-Havlânî ise şöyle demiştir: Kendisini sevdiğim ve sadık-ı masduk olan Ebû Mâlik el-Eşcâ? bana şunu rivayet etti: “Bizler Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanında yedi veya sekiz veyahut dokuz kişiydik. Bize: “Allah Resûlü’ne biat etmez misiniz?” dedi. Ellerimizi uzatarak: “Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın Resûlü?” dedik. Şu cevabı verdi: “Allah’a ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek. Bu sırada gizli bir kelime fısıldayarak devamla, “Halktan hiçbir şey istemeyin” buyurdu. Hz. Peygamber (s.a.v)’i benimle dinleyen o kişilerden öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı yere düşse kimseye “şunu bana verir misin?” demez, iner kendisi alırdı.”
Bir başka olay ise hepinizin bildiği Tebûk Gazvesinden geri kalan üç kişinin hikâyesidir. Malûm olduğu üzere bu üç kişiye gazveden geri kaldıktan için tam bir ambargo uygulanmıştır. İşte Ka’b b. Mâlik de bunlardan biridir. O sıkıntılı günlerde Gassân kralı, Ka’b b. Mâlik’e bir mektup gönderir. Mektupta şöyle demektedir: “Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikramda bulunalım.”
Dikkatinizi çekerim, bu mektubu gönderen sıradan bir insan değil, bir kraldır. Ka’b (r.a) mektubu okuyunca: “Bu da bir başka imtihan, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım” demektedir.
Hz. Peygambere ve O’nun Sünneti’ne bağlılığın boyutlarını yansıtan en güzel birkaç örnektir bunlar ve bunun gibi sayıya gelmez daha nice örnek vardır.
Prof.Dr.Muhammed Acac el Hatib
Rihle Dergisi-Sünnet Sayısı