Recm Meselesi 2
2.Bölüm
Recmi kabul etmeyenler özetle şöyle demektedirler: Celde cezasını öngören ayet nüzul olmazdan evvel zinakarlar için evlerde hapsedilme cezası öngörülmüştü.
Nitekim bu Nisa-15. ayette şöyle ifade edilmektedir:
Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).
Bundan sonra Nur suresi 2. ayet nazil olarak Nisa 15. ayetteki Allahu Teala’nın onlara bir yol açmasını, her birine yüzer değnek vurulma olarak açıklamıştır.
Allah Teala söz konusu ayette şöyle demektedir:
İstidlal vechi ise özetle şöyle:
‘’Ayetin ifadesinde zina eden erkek ve kadına vurgu yapılmıştır. Zani ve zaniye ifadelerinin başında elif-lam takısı bulunmaktadır ki, bu; Arap dilinde cinsini istigrak eden elim-lam olarak bilinir. Buna göre anlamı, evli olsun bekar olsun tüm zinakarlara celde uygulayın demektir. Bu ayet hem evlerde hapsedilmeyi ön gören Nisa 15. ayetini, hem de bundan önce tatbik edilmiş recm cezalarını neshetmiş nihai bir hükümdür! (Bitti)
Cevap:
Bu kimseler bu iddialarına Buhari’nin evli zinakar babında Ebu İshak eş-Şeybani’den naklettiği şu sözünü de delil olarak almaktadırlar. Şöyle demektedir: ‘’Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’ya şöyle sordum: Resulullah (s.a.v) hiç recmetti mi? Dedi ki: Evet. Peki Nur suresinden önce mi sonra mı? Dedi ki: ‘’Bilmiyorum.’’
Meselemize delil olması hususunda bu rivayet olsa olsa Allah resulü’nün (s.a.v) recmi tatbik ettiğine delil olabilir. Yoksa neshedildiğine değil. Çünkü buradan en fazla anlaşılan Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’nın recm vakıalarının tarihlerini bilmediğidir. Bir kişinin ne olumlu ne de olumsuz bir şey söylememesi neshedildiğine nasıl bir delil olabilir? Doğrusu anlamak mümkün değil.
Sonra onlara şöyle deriz: Sizin de vurguladığınız üzere ayetin hitabı umumidir. Âm (genel) ifadelerin delaletleri ise, zannîdir. Bu durumda zina eden her bireyi istisnasız kapsaması zayıf kalır. ‘’Lafzi umum’’ ifadelerin tümü hemen hemen tüm dillerde böyledir. Oysa uygun olan el-umumu’l-mutlak kavramıdır. Mesela devlet 50 doktor alacağız veya 50 öğretmen alımı yapılacaktır diye ilan verse, hiç kimse bundan öğretmenlerin veya doktorların vasıfları veya dalları gözetilmeden alım yapılacağını anlamaz. Aynı vasıfları taşıyan kişilere aynı anda ihtiyaç istisnaîdir. Ayrım gözetilmeden lafzın tüm öğretmen veya doktorları kapsaması ihtiyacı karşılamaz. Hususi olarak belli bir dalda uzmanlığa veya vasfa mensup kişilerin alınması durumunda ise, zikrettiğimiz gibi umum ifadeler kullanmak yerine tahsis yapılarak doktorlardan veya öğretmenlerden tüm fertlerin umum ifadeye dahil olması engellenir. Nitekim bazı durumlarda ihtiyaca binaen nadir de olsa böyle bir gereklilik olabilir.
Tenbih: el-umumu’l-lafzi: Vasıf ve hallerine bakılmaksızın istisnasız herkesi kapsar.
El- umumu’l-mutlak: Belirli vasıflarla muttasıf bir kişiye delalet etmektedir.
İleride geleceği üzere, umum ifadelerin delaletinin zannî olduğu konusunda cumhurun ittifakı vardır. Şöyle demektedirler: ‘’Yapılan tüm araştırmalara göre Arap dilinde hiç bir âm (genel ifade) yoktur ki, tahsise uğramamış olsun.’’ Yani yukarıda lafzi umum tanımında zikrettiklerimiz gerekçeleri sunarlar.
Özetle, Nur suresi 2. ayetinde gelen zannî umum ifade, bizzat Allahu Teala tarafından sünnet yolu ile gelen kat-î haberlerle evli zinakarlar tahsis edilerek, istisnasız tüm zinakarların bu ayetin umumuna girdiği düşüncesi engellenmiş olmaktadır. Ne dil, ne de nasların delaleti açısından buna hiç bir engel bulunmamaktadır. Kur’an, Kur’an (!) diye tutturanların, Kur’an-ı Kerim’i, nazil olduğu Arapça dili ile açaıklamamaları, Kur’an iddiaları hakkındaki samimiyetlerini ortaya koyması bakımından, kusur olarak yeterlidir.
Sünnet’in Kur’an-ı Kerim ile tearuz ettiği (çatıştığı) iddiasına gelince; evvela tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi lazımdır. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz bir şeyi ifade etmesi lazımdır. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evli zinakarlara da celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Zikrettiğimiz bu açılardan, onların ‘’Kur’an ile tearuz’’ iddialarının hiçbir ilmî değeri olmadığı Allah’ın izni ile açıklığa kavuşmaktadır. Bundan sonra hala inat ederslerse, hevalarını Peyagmber (s.a.v)’in hatta Allahu Teala’nın kitabının önüne geçirdiklerine kendileri de şahit olsunlar.
Nur suresi 2. ayetin recmi neshettiği konusunun aslına gelince; recm vakıalarının tümü Nur suresinden sonra vuku bulmuştur. Çünkü Nur suresi ifk hadisesinden sonra nazil olmuştur. Bu hadise, yani hakkında Nur suresinin nazil olduğu ifk hadisesi ise, Ben-î Mustalik Gazvesi’ne hemen bitişik bir zamanda gerçekleşmişti. Tarihçiler, bu gazvenin tarihi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi hicretin 3. senesi, kimisi 5. senesi kimisi de 6. senesinde vuku bulduğunu söylemiştir. Siyer konusunda en sağlam alimlerden olan Musa bin Ukbe, Ahzab Savaşı’ndan önce hicretin 5. senesinde olduğunu söylemektedir. Hafız İbn Hacer (al-Askalanî) bu görüşü bir çok delil ile destekleyerek Fethu’l-Bari’de tercih etmiştir. Aynı şekilde Bedruddin el-Ayni dahi, kendi şerhinde bu görüşü destekleyerek bunun Vakıdî’nin görüşü olduğunu da zikretmektedir. Racih olan bu gazvenin her ne kadar hicretin 5. yılında gerçekleşmesi olsa sa, biz, muhaliflerimizi rahatlatmak adına en uzak tarihi ele alsak dahi, yine de hicretin 6. seneyi geçmemektedir. En uzak tarih olan 6. seneyi, tartışmanın hatrına kabul etmemize rağmen, tarih ve siyer kitaplarında recm hadiselerinin tümünün bu seneden sonra gerçekleştiği söylenmektedir.
Recmin evli zinakar hakkında sabit olduğunu ispat sadedine burada muhtelif recm vakıalarının tarihlerini zikrederek, ispat sunmaya gayret edeceğiz. İleride de değineceğimiz üzre, bu vakıalardan birisi de Maide suresi ayetlerinin nazil olmasına sebep olan, ‘’iki Yahudi’’ kıssasıdır. Resulullah (s.a.v) recmi ilk defa bu Yahudilere tatbik etmiştir. Dikkat edin, bundan önce recmi hiç uygulamamıştır.
Söz konusu Maide suresindeki ayetlerin nüzul sebepleri hakkında farklı rivayetler olmakla bilrikte, en sahih olanı iki vakıadır. Bunlardan biri, tartıştığımız recm hükmü konusu hakkındadır; diğeri ise, katl olayındaki kısas hükmü ile ilgili olaydır. Her iki rivayetin sıhhat bakımından müsavi oluşları sebebi ile, İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye isimli kitabında şöyle demektedir:
‘’Bu iki olay, aynı zamanda olmuş olasa gerek ki, bunun üzerine bu ayetler nazil olmuştur.’’
Yani söz konusu ayetler her iki kıssa üzerine nazil olmuş olabileceğini söylemektedir. Buna hiçbir mani yoktur. Usul ilmindeki mukarrar kaideye göre, sebepler arasında çatışma olmaz. Çünkü bir şeyin birden fazla sebebi olabilir. Ne akıl, ne de nakil buna karşı değildir. Bunu zikretmemizin nedeni, muhaliflerin söz konusu ayetlerin nüzul sebebindeki ihtilafı aleyhimize sunmalarını engellemektir. Şimdi vakıaların tarihsel olarak ispatı sadedine geçebiliriz.
Recm Vakıalarının Tarihi Tespiti
1-Vakıa:
İlk recm vakıası Maide suresindeki ayetlerin haklarında nazil olduğu iki Yahudi kıssasında vaki olmuştur. Bunu Abdurrezzak el-Musannef’inde cilt 7 sayfa 316’da 333. numaralı rivayette zikretmektedir. Söz konusu rivayet Ebu Hureyre (radiyallahu anh) tarafından ‘’Resulullah (s.a.v’in ilk recmettiği kişi Yahudilerden biriydi.’’ Şeklinde başlamaktadır. İlk olduğunu, rivayette de geçtiği üzere Resulullah’ın (s.a.v) ‘’Ey Allah’ım! Öldürdüklerinden sonra senin emrini ilk defa dirilten ben oldum.’’ şeklinde buyurması sarih bir şekilde kanıtlamaktadır.
Rivayeti bu şekilde İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a)’tan nakletmektedir. İbn abbas (r.a) iki Yahudi kıssasını anlatıktan sonra: ‘’Zina haddi konusunda bu iki kişinin recm edilmesi ilk olması bakımından Allah Teala’nın Resulü (s.a.v)’ne hass olarak nasip ettiği şeylerdendi.’’ demektedir. (Lam ihtisas lam’ıdır, hususiyet ifade eder)
Es-Siretu’l-Halebiyye’nin sahibi bu hadisenin hicretin 4. yılında olduğunu söylemiş, fakat bunu destekleyen hiçbir delil getirmemiştir. İbn Hacer ise Fethu’l-Bari’de Mekke’nin fethinden sonra vuku bulduğunu söyler. Bu görüşünü Abdullah bin Haris’in olaya şahitlik etmesiyle delillendirir. Nitekim Abdullah bin Haris Müslüman olarak babası ile Mekke’nin fethinden sonra gelmişlerdir. Abdullah bin Haris şöyle demektedir: ‘’Yahudileri recmedenler arasında ben de vardım.’’ Mecmuu’z-Zevaid’te belirtildiği gibi bunu Bezzar ve Taberani rivayet etmektedirler. Bunu destekleyen delillerden birisi de İbn Cerir’in Maide 45. ayetin tefsirinde zikrettiği üzere, bu hadisede Ebu Hureyre (r.a.)’nin Nebi (s.a.v) ile birlikte olmasıdır. Ebu Hureyre şöyle demektedir: ‘’Yahudilerden bir kişi geldiğinde ben Resulullah’ın (s.a.v) yanında oturuyordum.’’ Ebu Hureyre’nin Müslüman oluşu ise, 7. senedir. O halde bu hadise kesinlikle 7. seneden sonradır. Bunu destekleyen bir diğer delil, söz konusu zinakarların Fedek Ehli’nden olmalarıdır. Meseleyi Fedek Ehli’nden Resulullah’a sormalarını isteyenler Humeydi’nin müsnedinde ifade edildiği gibi Hayber ahalisiydi. Rivayetlerden zahir olan, 7. senede Hayber, Resulullah’ın hükmü altına tamamen girdikten sonra bunu yapmışlardı.
İbn Hacer’in, Kadı İbn Arabi yolu ile Taberi’den naklettiği özetle: ‘O zamanlar Hayberle savaş vardı’’ sözünün mutemed bir senedi bulunmamaktadır. Üstelik bu, Buhari’nin ‘’Onlar o zamanlar zimmet ehliydiler’’ şeklindeki sözü ile de çelişmektedir. Bunu Bedruddin el-Ayni Umdetu’l-Qari 11. Cilt sayfa 153’te ibn Tıla’dan rivayet etmektedir.
Bir diğer delil:
Maide suresinin Kur’an’ın son inen surelerinden olmasıdır. Bunu Suyûtî ed-Durru’l-Mensur cilt 2 sayfa 252’de Hamza bin Habib yolu ile Atıyye bin Kays’tan, Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: ‘’Maide, Kur’an’ın son inen surelerindendir. O yüzden o neyi haram kılıyorsa onu haram yapın, neyi de helal kılıyorsa onu helal yapın.’’
Nitekim müfessirler Maide suresinin bir kısmının Hudeybiye’de, bir kısmının Mekke Fethi’nde, bir kısmının da Veda Haccı’nda nazil olduğunu söylemektedirler. Kaynak olarak Kurtubi (r.a)’in Maide suresi 30. ayetin tefsirine bakılabilir. Tüm bu zikrettiklerimiz açıkca göstermektedir ki, Maide suresinin en önce iniş tarihi Hudeybiye sulhunun tarihini geçmemektedir. Hudueybiye ise 6. senede vuku bulmuştur. Ben-î Mustalik Gazvesi ise, Hudeybiye’den önce olduğuna göre, Nur suresinin Allah’ın izni ile Maide’den önce indiği ortaya çıkmış olur.
Kimileri bu görüşe: ‘’Yahudiler hakkında inmesi, Yahudilerin o zamanlarda Medine’de olduklarını gösterir. Ben-‘i Nadir’in sürgünü 2. yılda, ben-î Kureyza’nın katledilmesi de 5. yılda olduğu için kıssa için en fazla 5. senede olmuştur deriz. Bu da, Maide’nin Nur suresinden önce indiği anlamına gelir.’’ Şeklinde itiraz edebilir. Bu itiraza evvela şöyle cevap verilir:
‘’Bu istidlal, en fazla kıssanın, ben-î Kureyza’nın katlinden sonra olduğuna delil olabilir, yoksa Nur suresinden önce olduğuna değil. Çünkü ben-î Kureyza’nın katli hadisesi Ahzab vakıasında bitişik olarak gerçekleşmişti. Yukarıda Musa bin Ukbe’den de rivayet edildiği gibi, içinde Nur suresinin nazil olduğu Ben-î Müstalik Gazvesi, Ahzab Savaşı’ndan önceydi.
2- Yahudilerin ben-î Kureyza hadisesinden sonra istisnasız bir şekilde Medine’den sökülüp atıldığı söylenemez. Bilakis Medine’nin çeşitli yerlerinde onlardan kalıntılar olmuştu. Buna Buhari’nin rivayet ettiği ‘’Resulullah vefat ettiğinde zırhının bir Yahudi’de rehin kalması’’ sözü delalet etmektedir. Semehvedi Vefau’l-Vefa’da Yahudilerin bakiyelerinin çıkarılmalarının 7. senede olduğunu söyledikten sonra, buna rağmen ben-î Nağısa Yahduilerinin hala Medine’de kaldıklarını ve Ömer (r.a.)’in onları fetih mescidine yakında bir yere naklettiğini ifade etmektedir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan ilk recm vakıasının hicretin 7. senesinde olduğu anlaşıldığına göre, Nur suresinin sonradan gelip bunu neshettiği söylenemez. Özellikle şunu belirtmemiz gerekmektedir: ‘’Bu delillere direkt Maide suresinin hakkında nazil olduğu bir diğer kıssa olan katl kıssası ile itiraz edilemez. Yukarıdaki tarihi vesikalar, Maide suresi ayetlerinin nüzul tarihlerini isbattan ziyade, ilk recm vakıasının isbatına yöneliktir. Nitekim gerek olaya şahitlik eden sahabîlerden Müslüman oldukları tarihleri, gerekse savaşların tarihlerine değinilerek ilk vakıanın tarihi ispatlanmış oldu.’’
2. Vakıa:
Diğerlerine oranla, fazla sahih senedlere sahip olmamakla birlikte, ikinci kıssa, Maiz kıssasıdır. Hakim el-Müstedrek’te (4/361) İbn Abbas’tan rivayet etmektedir. İbn Abbas’ın bu olaya şahitlik etmesinden, bunun, ya İbn Abbas’ın Medine’ye geldiği ilk sene olan 9. senede, veya 9. seneden sonra olduğunu göstermektedir. İbn Hacer’in de Fethu’l-Bari’de zikrettiği gibi İbn Abbas, babası ile birlikte hicretin 9. yılında gelmişlerdi. Demek ki, Maiz kıssası da Nur suresinden çok sonraları vakî olmuştur. Ne var ki, ilk zikrettiğimiz iki Yahudinin kıssası diye bilinen kıssa, Maiz kıssasından önce hicretin 7. yılında olmuştur.
3. Vakıa:
Üçüncü kıssa, Ğamidiyye kıssasıdır. Bu kıssanın Nur suresinden sonra vakî olduğuna dair bir çok sahih rivayet vardır. Nitekim Bureyde hadisesinde geçtiği üzere Halid bin Velid’in bu vakıada taş attığı ifade edilir. Halid’in (r.a) Müslüman olarak Medine’ye gelişi ise, Nur suresinin nüzulundan çok sonaları hicretin 8. yılında olmuştur.
4. Vakıa:
Dördüncü recm vakıası ise, Asif kıssasıdır. Bunun da Nur suresinden çok sonraları vaki olduğuna dair bir çok sahih nakil vardır. Buna bir kaç yön delalet etmektedir:
Birincisi, babası Resulullah’a gelerek: ‘’Benim bu oğlum falana asiflik-rençberlik yapıyordu. Sonra adamın karısı ile zina etti. Karşılığında yüz koyun ve bir hizmetçi verdim. Sonra ilim ehlinden bazı kişilere sordum ki, zina edene yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası varmış.’’ demektedir. Babasının bu sözü bu hadisenin Nur suresinden sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü celde haddi ancak Nur suresi ile sabit oldu. Nitekim bundan evvel cezanın evlerde hapsedilmek olduğu Nisa 15. ayet ile sabittir. Taberani’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği, ‘’Kadınlar evde hapsedilirdi. Ta ki, ölen ölür, yaşayan yaşardı. Sonra bu durum Nur suresi ayetleri ininceye kadar sürdü.’’ sözü de bunu göstermektedir. (Mecmau’z-Zevaid, 6/263)
İkincisi: Asif kıssasına Ebu Hureyre’nin şahitlik etmesidir. Bunu Buhari sahihinde nakletmektedir. Malumdur ki, Ebu Hureyre (r.a) hicretin 7. yılında Müslüman olmuştur.
Tüm bu delillerle recm vakıalarının hepsinin Nur suresinin nüzulundan sonra vaki olduğu Allah’a hamd olsun ki, anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse, bu rivayetler, Resulullah’ın (s.a.v) içinde bulunduğu kıssalar ile iligiliydi. Hulefa-i Raşidiyn’den tutun, tüm sahabîlerin bu olaya bir kez dahi itiraz etmeden Resulullah’dan sonra muhkem genel şer-î bir hüküm olarak tatbik etmelerini de eklediğimizde, meselenin şeksiz şüphesiz olarak, tartışmasız şer-î bir hüküm olduğu ortaya çıkar. Onlardan hiçbirinden bir tane bile muhalefet nakledilmemiştir. Meselenin üzerinde ittifak edilmiş kat-î bir icmaa meselesi olduğu şüphesizdir. İcmaa ise, kuşkusuz şer-î bir asıldır. Tüm bu nakiller, recm hükmünün muhaliflerin söylediklerinin aksine, Nur suresi 2. ayetinde sonra bizzat Resulullah (s.a.v) tarafından tatbik edildiğini göstermektedir.
Nükte
Recm hükmünün İslam’da câri olan şer-î bir hüküm olduğu, Yahudilerin bile bildiği meşhur bir hüküm idi. Bunu Cabir bin Abdillah’tan rivayet edilen Yahudi kıssasını incelediğimizde rahatlıkla görmekteyiz. Cabir bin Abdillah (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Fedek ehlinden bir kişi zina etmişti. Fedek ehli, Medine’li Yahudilerden bir takım insanlara bu konuyu Muhammed’e (s.a.v) sorun diye yazmışlardı. ‘’Eğer size celde ile hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ demişlerdi. Resulullah’a sorduklarında, Resulullah onlara cevap vermeden önce, ‘’Bana en bilginlerinizden iki kişiyi gönderin.’’ dedi. Bunun üzerine onlar, İbn Suraya denilen bir gözü kör bir adam ile bilrikte, iki kişi getirdiler. Resulullah (s.a.v) bu ikisine ‘’Siz mi en bilginlerisiniz?’’ diye sordu. Onlar cevaben ‘’Kavmimiz bu iş için bizi öne sürdü (görevlendirdi)’’ dediler. Resulullah (s.a.v) onlara ‘’yanınızda Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yok mu?’’ dedi. Onlar da ‘’elbette var’’ dediler. Resulullah (s.a.v) ‘’o halde ben-î İsrail için denizi yaran, bulutları üzerinize gölge yapan, Firavun’un zulmünden kurtaran ve üzerinize gökten bıldırcın eti ve kudret helvası indiren Allah aşkına söyleyin, recm hakkında Tevrat’ta hangi hükmü buluyorsunuz?’’ dedi. Onlardan birisi diğerine ‘’şimdiye dek, hiç böyle bir yemine verdirilmemiştim’’ dedi. Sonra şöyle dediler: ‘’Biz Tevrat’ta sürme çubuğunun sürme şişesine girip çıktığı gibi gördüklerine dair dört şahidin şehadet etmeleri durumunda böyle birisi hakkında recmin vacip olduğunu görüyoruz.’’ Resulullah bunun üzerine ‘’ İşte bunların hükmü de o halde böylece recm olmalarıdır.’’ diyerek, onların recm edilmelerini emretti.
Bu hadise hakkında ‘’Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister yüz çevir’’ ayeti ve devamındaki ayetler indi. Bu rivayetten, Yahudilerin Resulullah’ın (s.a.v) yanına gelip sormadan önce recm ve celde hükümlerinin İslam’da sabit olduğunu bildikleri anlaşılmaktadır. Nitekim ‘’Eğer size celde olarak hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ cümlesi, Resulullah’ın (s.a.v) vermesi muhtemel olan iki cevabını bildiklerini göstermektedir. Böyle bir ifadeyi ancak bu cezaların İslam’da hali hazırda carî olan hüküm olduğunu bilen biri kullanabilir. Başka türlü celde ve recmden bahsetmeleri mümkün değildir. Bunu bilmeleri ancak bu hükümlerin teşrî edilmesinden sonra mümkün olabilir. Tüm bunlar recm hükmünün Nur suresinden sonra sabit olduğuna delalet etmektedir.
Recm Vakılarını ve Ayetler Üzerindeki Şüphelerin Defedilmesi
Bu kısmı toparlayacak olursak, vakıaların tarihleri hakkında muhalifimiz için üç seçenek vardır:
1-Ya Resulullah’ın recmi hiçbir zaman tatbik etmediğini söyleyecekler.
Bunu söylemeleri boştur. Aksini, yukarıda tarihleri ile birlikte zikrettiğimiz rivayetler kanıtlamaktadır. Bu açıdan buna cevap verilmiştir. Aksi halde tarihe dair hiçbir bilgiyi kabul etmemeleri gerekir.
2-Ya tatbik ettiğini ama bunun Nur suresi 2. ayetin nüzulundan önce olduğunu söyleyecekler
Bu da batıldır. Zira az önce de değindiğimiz gibi Nur suresi 2. ayet inmeden evvel Nisa suresi 15. ayette, cezanın açıkça hapsedilmek olduğu ifade edilmektedir. O halde Nur suresinden önce recmi değil hapsetmeyi uygulaması gerekirdi. Aksi halde Yahudiler mektupta celde ve recmi değil, bilakis hapsedilmeyi zikrederlerdi.
3- Ya da ‘’Nur suresi 2. Ayetinden sonra tatbik etmiş ancak, İslam’da farz olan bir hüküm olarak değil, Yahudilerin şeriatına göre onlar üzerine hükmetmiştir.’’ diyecekler.
Bu görüşün dinin değişmez sabitleri ve asılları ile çeliştiğini ifade ederek yukarıda buna bir nebze değinmiştik. Burada da tekar etmekte yarar vardır. Şöyle ki, Allah Teala ‘’Aralarında ister hükmet ister yüz çevir’’ diyerek Resulullah’ın (s.a.v) muhayyer bırakmışır. Sonra, eğer yüz çevirmeyip de hükmetmeyi tercih edersen, onların hevalarına göre değil, bilakis ‘’Allah’ın hükmü ile hükmet’’ demiştir. Resulullah (s.a.v) ise hükmetmeyi tercih ettiğine göre, Allah’ın hükmü ile hükmetmiş demektir. Aksi halde Resulullah (s.a.v)’ın Allah’ın hükmünü terkettiğini söylemiş oluruz. Üstelik ayette ‘’onların hevalarına uyma’’ denmektedir. Hevanının umumuna İslam dışı tüm dinler dahil olduğuna göre Yahudilik de heva dini olmuş olur. Her ne kadar tahrif olmayan bir takım kalıntı hükümler kalsa da, bu durum, onu heva olmaktan çıkartmaz. Çünkü yeni din eskisinin hükmünü iptal etmektedir. Bu durumda Resulullah’ın Yahduilerin hükmü ile hükmetmesi durumunda heva ile hükmetmiş olduğu söylenmiş olur. Resulullah (s.a.v) ise asla heva ile hükmetmez.
Resulullah’ın uyguladığı recmin Yahudilerin şeriatındaki recm olduğunu bir Müslümanın kabul etmesi mümkün değildir. Yukarıda bu kısma bir nebze olsun değinmiştik, ancak önemine binaen bu hususa tekrar değinerek, recmin İslami bir hüküm olduğuna dair şüpheleri kökten yıkmak istiyoruz.
Şöyle ki, söz konusu recm hükmünün İslamdaki farz olan recm oluğunu şöyle delillendirebiliriz:
Ayetlerde geçtiği üzere recm hükmünün terkedilmesinin karşılığında tehdit varid olmuştur. Nitekim tehdit ve zemm, ancak hüccet ulaştıktan sonra bir vacibi terketme sonucunda vakî olur. Bu tehdidi Allah Teala açıkça bir sonraki ayette ‘’Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenlerin kafir oldukları’’nı söyleyerek buyurmuştur. İslam geldikten sonra kişinin hükmetmekle mükellef olduğu aksi halde kafir olacağı hüküm Tevrattaki neshedilmiş bir hüküm değil, aksine İslamdaki vacip olan bir hükümdür. Ayetteki uygulamama durumunda varid olan tehditlerin sadece Yahudilere hamledilmesi düşünelemez. Çünkü Yahudiler bunu uygulasalardı kafir olma vasfından kurtulamayacaklardı. Bilakis küfürleri üzerine ziyade bir küfür eklemiş oldular. Onların küfürleri sadece bununla mahsur değildi. O hükmü sadece Yahudilere hamletmek, onların bu hükmü uygulamakla mümin olabileceklerini söylemeyi gerektirir ki, bunun batıl olduğu çok açıktır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Resulullah’a Allahu Teala tarafından uygulanması vacip kılınan Allah’ın hükmünden murad, İslamda zaten sabit olan recm hükmüdür. Tevrattaki hükümle sadece zahirde isim ve suret olarak uygunluk söz konusudur. Bu açıdan Tevrattaki hüküm ile İslam’daki recm hükmü, Allah’ın hükmü vasfını alma konusunda muvafık olabilir; lakin Tevrattaki neshedilmiş ve bağlılığını yitirmişken, İslam’daki henüz taze ve vucubiyet ifade etmesi açısından canlılığını korumaktadır. Geçmiş şeriatlarla yeni şeriatın arasını ayıran en belirgin özellik, vücup vasfıdır.
Resulullah’aın bilginleri çağırtıp Tevrat’ın hükümlerini ikrar ettirmesinin nedeni, Resulullah’ın bunu Yahudilerin kendi kitaplarına nasıl muhalefet ettiklerini göstermekti. Kendisine muhakeme olmalarının maksadının hakka tabi olmak olmadığını, aksine iki yüzlülüklerini beyan etmek içindi. Bu üslup Bakara suresi 91. ayette göre çarpmaktadır. Allah Teala şöyle buyurur:
Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: “Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”
Yahudiler güya Tevrat’a uyduklarını iddia etmektediler. Bunun üzerine Allah Teala onların kendi kitaplarına uyma iddialarında dahi samimi olmadıklarını bu suretle ispat etmektedir. Maide suresindeki durumda da aynı üslup söz konusudur. Üstelik ehli kitaptan olanların bize muhakeme olmaları durumunda onların değil, bilakis genel şer-î bir hüküm olarak kendi şeriatımızla onlara hükmetmemizin gerektiği konusunu bir çok alim açıkça ifade etmektedir. Alimlerin bilip ittifak ettikleri bir meseleyi Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bilmemesi düşünülebilir mi? Nasıl olur da İslam alimleri bir şeyi hak bilip üzerine ittifak edecekler de, Resulullah (s.a.v) söz konusu haktan habersiz olacak? Bir diğer açıdan, Resulullah burada Yahudi şeriatıyla hükmetmiş olsaydı, Resulullah’ın uygulamasına muhalif bir hüküm üzerine alimlerin ittifak etmeleri mümkün olur muydu? Allahu a’lem.
Sonuç
Buraya kadar gerek recm vakıalarının tarihlerini ispat ederek gerekse recm hükmünü rivayet eden hadislerin tevatür derecesini ispat ederek ihtilafsız icmaa edilmiş şer-î bir hükmün olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bundan sonra yukarıda anlatlanların ışığında, topluca bazı şüphelere cevapları özet olarak vererek konuyu sonlandıracağız Allah’ın izni ile.
1-Maide suresi ve Nisa suresi ayetleri konusunda değindiğimiz üzere recm hükmü sadece sünnette değili, bilakis her ne kadar saraheten olmasa da Kur’an’da da işaret yolu ile bildirilmiş bir hükümdür.
2-Ubade bin Samit (r.a)’in hadisinin şerhinde değindiğimiz gibi, Resulullah’aın recm cezalarını uygulamasını kabul etmekten, Kur’andaki Nur suresi 2. ayetin celde hükmünü neshettiği lazım gelmez. Buradaki durum ‘’zina edenlerden sadece evli olanlar için celde cezası üzerine recm hükmünün ziyade edilme’’ durumudur. Bu durumda evlilere hem celde hem de recm sabit olmuş olur. Ancak küçük cezasının büyük cezaya idğam edilme kaidesine göre sadece recm edilerek yetinilmiştir. Fakat Ali (r.a)’nin yaptığı gibi asl olana iltizam etme babında bazen her ikisi de uygulanabilir. Bu durumda neshedilmiş olması ne de tahsis edilmiş olması söz konusu değildir.
3- Ne varki, recm ile birlikte celdeyi öngörmeyenlere göre, yani sadece recmi öngörenlere göre Nur suresi 2. ayetinde evliler için tahsis konusu olmuş olur. Bu ise عام (Âm)’ın tahsisi babından olur ki, cumhura göre عام Âm ifadelerin tahsisi nesh sayılmaz. Üstelik cumhur Âm’in tahsisini haberi ahadla caiz görmektedir. Çünkü onlara göre Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil, bilakis tıpkı haberi ahad gibi zannîdir. Bu durumda zannî olan Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi aynı menzilede olan fakat sünnet yolu ile sabit olmuş denk bir haberle açıklamış olmaktadırlar. Âm’in delaletinin haberi ahadla tahsis edilmesini kabul etmeyenler Hanefilerdir. Bunun nedeni Hanefilerin Âm ifadelerin delaletini kat-î görmeleridir. Delaleti kat-î olanlar, delaleti zannî olan ahad haberlerle ziyade yapılmak sureti ile açıklanamazlar. Ancak haberin derecesi meşhur ve mütevatir derecesine çıkarsa o zaman durum başkadır. Nitekim recm konusunda haberler meşhurdan öte mütevatir derecesine ulaştığı için bu haberlerle Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi nesh etmektedirler.
Hanefilere göre de recm konusunda tahsis vardı. Ancak buna nesh demelerinin nedeni, Hanefiler’in tahsisi neshin bir çeşidi saymalarıdır. Yoksa bilinen anlamda hükmün tümünden gerçerliliği iptal etme, yani tebdil anlamındaki nesh değildir. Sonra nesh olduğunu kabul etsek bile bunun sünnetle değil, Ömer (r.a)’ın hadiste ifade ettiği ayet olarak inip de, daha sonra tilaveti neshedilen ayetle neshedildiği söylenebilir. Bu durumda diğer tüm tartışmalara hacet kalmamış olur.
Bu açıklamalara göre tüm ekollere göre celde hükmü mütevaitr hadislerle tahsis edilmiş olmaktadır. Bu, hem cumhura göre hem Hanefilere göre ihtilafsız kabul görmüş bir esastır. Nitekim cumhurun usulündeki mukarrar kaideye göre Kur’an’ın ispat sadedinde gelen tüm umum ifadeleri, istisnasız tahsis edilmiştir.
4- Nur suresi 2. ayetinde evli zinakarlara hiçbir şekilde hususi olarak değinilmemiştir ki, recmin kabulünün Kur’an’la çeliştiğini söyleyebilelim! Muhalifler sadece ayetin Âm hükmünün delaleti üzerinden gitmektedirler. O halde onların ‘kat-î ayet varken sünete iltifat edilmez’ olarak ifade ettikleri bu sözleri batıldır. Çünkü ayetteki kat-î olan husus, ayetin sübutunun kat-î oluşudur; biz ize delalet hakkında konuşuyoruz. Nitekim ayetin sübutunu kimse inkar etmiyor. Delaletine gelince yukarıda değindiğimiz gibi Arap dilinde Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil zannîdir. Her ne kadar Hanefiler kat-î görmüşseler de bu, tahsise uğramama durumu ile kayıtlıdır. Zaten Hanefilerin de muvafakat ettikleri gibi mütevatir haberlerle tahsise uğradığını beyan etmiştik.
Yukarıda bir nebze değindiğimiz gibi, tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi gerekir. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz şeyi ifade etmesi gerekir. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evlilere de celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Bu durumda Kur’an ile çelişmesi söz konusu değildir. Bunu ancak delilin hakikatini ve derecelerini bilmeyenler idda ederler.
5- Recm hükmü ihtilafsız bir şekilde nakledilmiş kat-î icmaalardandır. Eğer icmaanın haddi zatında kendisini inkar ederlerse, bu onların şer-î bir delil oluşu bakımından icmaa hakkındaki koyu cehaletlerini gösterir. Eğer Resulullah’ın uygulaması yönünden inkar ederlerse, buna yukarıda cevap verdik. Resulullah’dan sonra bunu tatbik eden aahabîlerin uygulamalarını zikretmeye gerek görmedik. Bu konuda sahabîlerin uygulamaları da recmin şer-î bir hüküm olarak Kur’an’a muhalif olmadığını gösterir.
Dini sahih olarak fehmetme hakkında bir kaide: ‘’Bir konuda eğer Selef-i Salihiyn’den zahirde nasslarla çelişen farklı bir uygulama ihtilafsız olarak vaki olursa, yapmamız gereken, onları bu konuda hatalı saymak değil, bilakis söz konusu nassı anlamadığımıza hükmetmek olmalıdır. Çünkü Allah bu ümmetin tümünü bir hata üzerinde ittifak etmekten korumuştur. Aksi ahlde sahabe, büyük imamlar ve Müslümanların alimlerinden hiç kimsenin anlamadığı bir hakikati bizim keşfettiğimizi idda etmek gibi küstah bir duruma düşmüş oluruz. Bu ise şeriattan önce akla muhalefettir.
Sahabenin anlayışı onları bağlar, ben Kur’an’dan sorguya çekileceğim’ gibi sözlerin samimiyet namına hiçbir değeri olmadığı aşikardır. Güvenerek Kur’an’ı aldığımız kişilere, tefsir hakkında güvenmemek açık bir çelişki ve iki yüzlülüktür. Dindeki bir hüküm hakkındaki bilgiyi o dinin mensuplarından, dahası o dini nakledenlerden almayacaksak merak ediyorum kimden alacağız? Düşünün bir kişin Hristiyan olduktan sonra İncil bana yeter, dolayısıyla binlerce yıldır bu dinin sahiplerinin anlayışları beni bağlamaz demesi bir rahip tarafından nasıl karşılanır sizce?
6-Nur suresi 2. ayetinin sadece bekarlar hakkında varid oluğunu savunan alimler bunu delillendirme sadedinde Nisa suresi 25. ayeti delil getirmektedirler. Bu ayeti kerimece yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Cariyeleriniz evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınların cezasının yarısı uygulanır’’
Ayetteki istidlal yönleri şunlardır: Allah Teala bu ayette hürlere uygulanan cezasının yarısına hükmetmektedir. Bu ise hürlere uygulanan cezasının yarıya bölünmesini gerektirir. Recmin ikiye bölünmesi mümkün olmayacağına göre geriye celde cezası kalır. Mütevaitr hadisler ışığında evlinin cezası recm olduğuna göre bu ayetteki zina edenlerden maksat sadece bekarlardır.
Not: Ayetin zahirine göre bekar cariyelere ceza öngörülmemektedir. Bu, sünnet yolu ile sabit olmuştur.
7- Hz. Ömer’in hadisi ile delillendirmeye karşılık sahabi sözünün Kur’an karşısındaki bir hükümle çelişmesi durumundaki hücciyeti üzerinden itiraz edilemez. Çünkü Ömer (r.a) bunu kendi sözü olarak değil bilakis Allah’ın bir ayeti olarak nakletmektedir. Huzurunda bulunan o kadar sahabenin içlerinden bir tekinin dahi itiraz etmemesi bunu açıkça desteklemektedir.
Allah’u alem,
Sallallahu ala seyyidina ve nebiyyina Muhammed.
Mehmet Bulgan Hoca (Abu’l-Hasan)