Kategoriler: Fahruddin Er-Râzi

Rahmani’r-Rahim” İle İlgili Konular Hakkında

Eşya dört kısımdır.

1) Hem faydalı hem zarurî olan;

2) Faydalı olup, fakat zarurî olmayan;

3) Zarurî olup faydalı olmayan ve

4) Ne faydalı ne de zarurî olan.

Birinci kısım: Hem faydalı hem de zarurî olan kısımdır; bu, ya, sadece bu dünyada böyle olur. Meselâ nefes gibi; zira bu nefes bir an kesilirse, ölüm tahakkuk eder. Veya bu, ahırete dair olur ki, bu da Marifetullah’tır. Zira, marifetullah bir an kalbten çıksa, kalb ölür ve ebedî azabı hak etmiş olur.

İkinci kısım: Faydalı olup, zarurî olmayan kısım, Bu, dünya hususundaki mal, ahiret hususunda da diğer bilgi ve ilimler gibidir

Üçüncü kısım: Zarurî olup, faydalı olmayan kısım. Bu, dünya hususunda kaçı-nılamayan zararlar, meselâ hastalıklar, ölüm, fakirlik ve ihtiyarlık gibi. Ahiret hususunda, bu kısmın bir nazîrı yoktur. Zira, ahiretin faydalarına mukabil olarak zarar yoktur.

Dördüncü kısım: Ne faydalı ne de zarurî olan kısım. Bu, dünya hususunda fakirlik, ahiret hususunda da azab gibidir.

Sen bu hususu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Nefes dünya hususunda faydalı ve zarurî olduğundan, insandan biran kesiliverse, insanın o anda öleceğinden söz etmiştik! Marifetullah da, ahiret hususunda zarurî olan bir iştir. Şayet o, kalbten bir an ayrılsa, kalb kesinlikle ölür. Ancak, bedenin ölümü kalbin ölümünden daha kolaydır. Zira, birinci ölümde sadece bir saat acı duyulur. Ama ikinci ölümde, acı ebediyyen devam eder. Aynı şekilde teneffüsde de iki durum söz konusudur.

Birincisi, temiz ve güzel havanın içe çekilip, kalbin dengesinin ve sıhhatinin devamını temin etmektir. İkincisi ise, kirlenen, sıcak ve yakıcı havayı dışarı atmaktır. Aynı şekilde tefekkürün de, iki durumu bulunmaktadır. Birincisi, aklî ve naklî delillerin tatlı esintisini kalbe ulaştırıp, kalbdeki marifet ve iman dengesinin devamını temin etmektir.

İkincisi, şüphelerden doğan fesada uğramış havayı, içimizden çıkarıp atmaktır. Bu ancak, bu hissedilen şeylerin sonlu olup ahiret âleminin başlamasıyla tükeneceklerini bilmekle olur. Bütün bu hallere vakıf olan kimse, belâlardan emin ve nihayetsiz hayır ve sevinçlere ulaşmış olur. Elde ettiğin her şeyin,Allah’ın rahmet deryalarından bir damla ve ihsan nurlarından bir zerre olduğunu bilmen suretiyle, bu iki şeyin kemâli aklına doğar.

Böylece, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm olduğu bilgisi kalbine doğmuş olur. Bu manayı etraflıca bilmek istersen, bil ki sen, nefs ve bedenden, ruh ve cesetten meydana gelmiş bir cevhersin (varlıksın).

Nefsine gelince: Onun,başlangıçta cahil olarak yaratıldığında şüphe yoktur. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Cenâb-ı Allah, sizi annelerinizin karnından, hiçbir şey bilmez bir vaziyette çıkarttı. Ve sizin için, kulaklar, gözler ve kalbler yarattı. Umulur ki, şükredersiniz,” (Nahl, 76) buyurmuştur. Bundan sonra sen, hisseden, harekete geçiren, idrak eden ve düşünen kuvvetlerin mertebelerini tefekkür et ve aklî konuların mertebeleri ile çeşitli yönlerini düşün.

Bil ki, bunların kesinlikle sınırı yoktur. Eğer akıllı bir insan “makûlat” (aklî konuların bilgisini kazanmaya başlasa ve bu konuda şimşek hızıyla ve rüzgâr süratiyle ilerleme kaydetse, bu hareketinde de, hiç ölmeden sonsuza kadar devam etse, elde edeceği bilgi ve ilimler, yine sonlu; henüz öğrenemediği ve erişemediği bilgiler ise sonsuz, nihayetsiz olacaktır. Sonsuzun yanında sonlu, çoğun yanında az gibidir. Buna göre, ona, Cenâb-ı Allah’ın şu ayetinde belirtmiş olduğu hakikat, tecellî eder: “Size, onun ilminden pek azı verilmiştir.” (İsrâ, 85) Bu, hak-dır,doğrudur.

Bedenine gelince: Bil ki o,dört unsurdan meydana gelen bir cevher (zât)dir. Bedenin nasıl oluştuğunu ve anatomisini düşün; her uzuvdaki ve bedenin her cüz’ündeki faydaları ve değerli fonksiyonları iyice anla.İşte o zaman, Cenâb-ı Allah’ın “Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız.” (Nahl 18) ayetinin doğruluğunu anlarsın. O vakit de, Cenâb-ı Allah’ın seni yaratıp doğruya ulaştırması ndaki rahmetinin mükemmelliğinin azametlerinden birisi, tarafından müşahede edilir de, o anda sözünün manasını bir parça anlamış olursun.

Eğer,”Allah’dan başkasının merhameti var mıdır, yok mudur?” diye sorulursa, deriz ki,doğrusu rahmet ancak Allah’a aittir Hem sonra, Allah’dan başkasının da merhametli olacağı düşünülse bile. Allah’ın rahmeti başkalarının merhametinden daha mükemmeldir. Burada iki makam vardır.

Birinci makam, rahmetin ancak Allah’a ait olduğunun izahı hususundadır Biz deriz ki, birçok şey buna delâlet eder.

Birincisi: Cömertlik, karşılıksız olarak ve gerektiği kadar vermektir. Cenâb-ı Allah’ın dışındaki herkes, bir karşılık almak üzere verir Şu kadar var ki, karşılıklar çok çeşitlidir. Bunlardan bir kısmı, maddîdir. Meselâ, bir parça bez almak için bir dinar vermek gibi..Bir kısmı ise, manevîdir ki, bunlar da kendi içlerinde kısımlara ayrılırlar. Birincisi, hizmet karşılığında mal vermek. İkincisi, yardım karşılığında mal vermek, Üçüncüsü, övülmek için mal vermek. Dördüncüsü, çok sevap kazanmak için mal vermek. Beşincisi, kalbten mal sevgisini silmek için mal vermek. Altıncısı insanî olan acıma duygusunu tatmin etmek için mal vermek. Bütün bu kısımlar,manevî karşılıklardır.

Velhasıl, her veren ancak verdiği bu şey vasıtasıyla kemâl nevilerinden birisine ulaşmak için verir. Bu da gerçekte, bir karşılık umarak vermek manasına gelir de, dolayısıyla cömertlik, lütuf ve bağış olmamış olur. Ama Hakk Teâlâ, zatı gereği kâmildir. Dolayısıyla kemâl elde etmek için vermesi imkânsızdır. Mutlak manada cömert ve rahîm olan, ancak Allahu Teâlâ olmuş olur.

İkincisi: Cenâb-ı Allah’ın dışında her varlık zatı gereği mümkündür. Zatı gereği mümkün olan da, ancak zatı gereği Vâcib-ül-vücûd olanın yaratmasıyla var olur O halde. Allah’dan başkalarından sudur eden her rahmet, o varlıkda, Allah’ın ya-ratmasıyla meydana gelmiştir. Binâenaleyh, gerçekte rahîm olan, Allahu Teâlâ’dır.

Üçüncüsü: İnsanın bir şey yapması ya da yapmaması mümkündür. Böylece, yapmasını yapmamaya tercih etmek, kalbte kesin bir sebebin meydana gelmesinin dışında imkânsızdır Bu sebep kalbte hasıl olmadığında ondan merhamet sadır olması imkânsız olur. Ama, o sebep kalbte meydana gelince rahmetin ondan sadır olması zorunlu olur. Buna göre de, gerçek manada rahîm, kalbte bu sebebi var eden zat olur. Bu zat da,ancak Allahdır. O halde, gerçek manada merhametli olan yegane varlık,Allah olmuş olur.

Dördüncüsü: Farzet ki, falanca, yemesi için birisine buğday veriyor. Fakat, o kimsenin bunu hazmedecek midesi olmazsa, bu buğday ile amaçlanan fayda elde edilmiş olmaz. Yine farzet ki, falanca, birisine bir bahçe hibe ediyor. Gözde görme kuvveti olmadığı müddetçe, bu bahçeden düşünülen, amaçlanan fayda temin edilmiş olmaz. Halbuki, doğrusu bu buğdayı ve o bahçeyi yaratan ve onlardan istifadeyi mümkün kılan, onları her türlü afetler ve belâlardan koruyarak, onlardan istifadenin meydana gelmesini temin eden ancak Allah’dır. Bundan dolayı da, gerçek manada nimet veren ve merhametli olan, Allahu Teâlâ’dır, demek vacip olur.

İkinci makam, Allah’dan başkalarının da merhametli olabileceğim farzetsek bıle, Allah’ın rahmetinin daha mükemmel ve daha geniş olduğunu beyan husu-sundadır. Bunun, birçok yönden izahı yapılabilir.

Birincisi: Nimet vermek, nimet verenin makamının yüceliğini ve nimete mazhar olanın, ona göre küçük mevkide olmasını gerektirir. İnsanın Cenâb-ı Allah’a medyun olması, her hangi bir mahlûka medyun olmasından elbette daha iyidir.

İkincisi: Cenâb-ı Allah, sana bir nimet verdiğinde, buna karşılık senden, sayesinde başka bir nimete ereceğin bir amel ister. Sanki Allah Teâlâ, sana, kendin için ebedî saadeti kazanmanı emrediyor. Amma Allah’dan başkası, sana bir nimet verse, kendisine hizmet etmeni ve onun gayesinin meydana gelmesi için çalışmanı emreder. Şüphesiz birinci hal daha iyidir.

Üçüncüsü: Kendisine nimet verilen, nimet verenin kulu kölesi gibi olur. Allah’a kul köle olmak ise Allah’tan başkasına kul-köle olmaktan evlâdır.

Dördüncüsü: Sultan sana bir lûtufta bulunduğunda, hallerini iyice bilemez. Bundan dolayı onun ihsanına ihtiyacın yok iken sana in’amda bulunur da buna muhtaç olduğun zaman, yardımını senden keser. Aynı şekilde, O sultan, her zaman ve her istenileni sana in’am etmeye kadir de değildir. Fakat Cenâb-ı Allah her şeyi bilir ve mümkün olan her şeye kadirdir Bir ihtiyacın ortaya çıksa onu bilir. O’ndan bir şey istesen, onu yaratmaya kadirdir. Binâenaleyh böyle olan daha üstündür, tündür.

Beşincisi: Nimet vermek minneti gerektirir. Cenâb-ı Allah’a karşı minnet duymaya razı olmak, insanlara karşı minnet duymaya razı olmaktan daha üstündür. Buraya kadar ani anlattıklarımızdan, gerçek Rahman ve Rahîm’in Allah Teâlâ olduğu; başka merhametti varlıkların olduğunu farzetsek, bıle,Allahın rahmetinin daha mükemmel, daha üstün, daha yüce ve daha geniş olduğu sabit olmuştur, En iyi Allah bilir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/231-234.

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce