‘Smart’ın dikkat çektiği gibi postmodernizm son derece “tartışmalı bir terimdir, kuramsal ve siyasi destekçileriyle beraber farklı entellektüel disiplinlerde çok yüklü tepkiler yaratmaktadır” (1993a: 11). Bu görüş, postmodernizmi şöyle tanımlayan Hebdige tarafından da desteklenir: “Çatışan yönelimlerin, tanımların, etkilerin, toplumsal ve entellektüel eğilimlerin ve kuvvetlerin yöndeştiği ve çarpıştığı … bir uzam, bir ‘durum/ bir ‘çıkmaz/ bir aporia; ne homojen bir oluşum, ne de bilinçli bir ‘yönelim'”(1988: 200). Bu gözlemin önerdiği gibi,postmodernizm sadece toplum bilimlerinde yaygın ve güncel bir kullanıma sahip değildir. Tam tersine postmodernizmin etkisi, coğrafya, teoloji, edebiyat eleştirisi ve sanat da dahil olmak üzere pek çok akademik disiplinde görülebilir. Bu disiplinlerin postmodernizme uyguladıkları farklı yorumlara rağmen uzlaştıkları bir alan vardır.
Hepsi de postmodernizmin en azından ikinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri küresel düzeyde gerçekleşen önemli toplumsal dönüşümlerle ilgili olduğu konusunda hemfikirdir. Bu dönüşümlerin kökeninde ise Aydınlanma projesini tanımlayan düşüncelere ve ilkelere duyulan inancın azalması olduğu ileri sürülür. Modernitenin fiziksel ve ideolojik özelliklerini temelden şekillendiren, aydınlanmanın rasyonel ve bilimsel açıklamalar aracılığıyla insanın akıl ve yargı yetisine yaptığı vurgudur. Jenks’in de işaret ettiği gibi:
Aydınlanma, karakteristik güdülere ve ortak bir amaca sahip bir dizi tipik karakter yaratmıştı; diğer deyişle modernite tarihi için bir “büyük” anlatı formu sağlamıştı. Akıl inanca galip gelecek, doğa dizginlenip insanın hizmetine sunulacak ve zaman karanlıktan ışığa bir geçiş olarak ölçülecekti; bu geçiş veya daha ziyade bu örtük ahlaki değer yargısı ilerleme olarak bilinecekti. (1933:138)
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, bu türden değerleri sürdüren modernist ideolojiler yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Dünya savaşları ve zulümlerin anılarıyla beraber sanayi atıkları ve doğal kaynakların kirletilmesi sonucu teknoloji ve rasyonelleşme konusunda artan şüphecilik, modernitenin bilime ve ilerlemeye yaptığı vurguya duyulan inancın azalmasına yol açtı (Smart, 1993a).
Gerçekten de Kumar’ın belirttiği gibi “bu güven sorunu [aynı zamanda] bilim insanlarının kendilerine de sıçradı. Onlar artık sadece bilimin toptan dünyaya uygulanmasını sorgulamakla kalmayıp; bilimin bizatihi ayrıcalıklı anlayış yöntemi olarak konumu hakkında da rahatsız edici sorular sormaya başladılar” (1995: 134).
Modernist ideolojinin zayıflamasında bir diğer etken ise dünyanın pek çok yerinde batı egemenliği ve sömürgeci yönetimlere karşı yükselen rahatsızlık ve memnuniyetsizliktir. Bu, kamusal düzeyde Batı’nın bilimsel ve teknolojik gelişime yaptığı vurgunun nasıl üçüncü dünya ülkelerine dayattığı gelişim ve ilerleme şablonları olarak kuvvetli bir kültürel emperyalizme dönüştüğü konusunda çoktandır devam eden felsefi ve ahlaki tartışmaları da öne çıkardı.
O halde postmodernizmin yükselişinde kilit nokta, modernitenin dünya düzeni söz konusu olduğunda sahip olduğunu iddia ettiği otoritedeki zayıflamaydı. Lyotard’ın gözlemlediği gibi, postmodernite modernitenin ideolojik ve ahlaki otorite iddialarının meşruiyetini kaybetmesiyle ilgiliydi: “Çağdaş toplum ve kültürde – postendüstriyel toplum, postmodern kültür – bilginin meşruiyeti sorusu farklı şekilde formüle edilir. Büyük anlatı güvenirliğini kaybetmiştir” (1984: 37). Lyotard’a göre büyük modernite anlatısının gücü ve etkisindeki bu düşüş, “ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündelik hayatta söylemlerin ve bilgilerin çoğulluğunu sağlayan teknoloji ve tekniklerin artışıyla” doğrudan örtüşüyordu (a.g.y.)
Lyotard bu bakımdan 1950’lerden sonra gündelik yaşamda gittikçe daha merkezi bir rol oynayan elektronik medyanın can alıcı bir önemde olduğunu idda eder. Gerçekten de Stevenson’ın (1995) gözlemlediği gibi günümüzde gündelik ihtiyaçlarımız için medyaya o kadar bağımlıyız ki -haber, eğitim, dinlence, eğlence ve diğerleri-, çağdaş kültürler aslında “medya kültürleridir”. Benzer bir görüş medya kültürü ürünlerinin “gündelik davranış için ana kaynaklar” olduğunu öneren Gergen tarafından da ifade edilir (1996: 123; ayrıca bkz. Kellner, 1995). Medya tarafından sağlanan imge ve metin akışı, modernite söyleminin çöküşünde önemli bir rol oynamıştır; bu sadece bilgi ve düşünceler için değil, imgelere ve nesnelere atfedilen anlamlar için de böyledir. Connor’a göre imgeler ve nesnelerin anlamını ve hakikiliğini belirleme gücü, bireysel sanatçı ve yaratıcının ellerinden sökülüp alınmış ve izlerkitlelerin sonsuz derecede çoğulcu ve öznel alanına bırakılmıştır:
… kitle kültürü medyası … birey olarak sanatçının belirli bir fiziksel aracı dönüştürmeye çabaladığı yönündeki modernist anlatının aşılmasının cisimleşmiş hali gibi görünüyor. Eşsizlik, kalıcılık ve aşkınlık, yerini … yeniden üretilebilir film ve video sanatlarında açığa çıkan telafisi olmayan bir çoğulluğa, geçiciliğe ve anonimliğe bırakıyor. (1989:158)
Yukarıdaki gözlemin önerdiği gibi bu anlam “kaybı”, basit şekilde imgelerin ve enformasyonun sanatçı/yaratıcıdan izlerkitleye olan akışından kaynaklanmıyor. Daha ziyade medyanın kendisi gittikçe daha keyfi bir şekilde iş görüyor, modernist -uzamsal, zamansal, siyasi ya da söylemsel- ayrımları çarprazlamasına keserek imgeleri ve enformasyonu bağımsızlaştırıyor ve onlara yeniden bağlam kazandırıyor.
Televizyon ve video bağlamında bu konuyu tartışan Connor postmodernist bakış açısından bu medya formlarının “modernist estetik modellerin hegemonyasına … formları itibariyle bir karşı çıkışı temsil ettiğini” ileri sürer (a.g.y.: 163). Benzer bir nokta Kellner’in şu gözleminde de açıktır: “Televizyon tarihinin büyük kısmı boyunca hikaye anlatımı egemen olmuşken, televizyon imgesinin postmodern biçimleri, anlatının merkeziliğini sıklıkla yerinden eder” (1995: 235). “Postmodern” görsel medyanın bu özelliği Kaplan tarafından MTV üzerine bir çalışmada daha ayrıntılı bir şekilde keşfedilir. Kaplan’a göre “MTV geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrımlar yanında popüler ve av ant-gar de gibi farklı estetik türler ve sanatsal tarzlar arasındaki farkları da bulandırıyor” (1987: 144).
Bu bakımdan Kaplan’a göre MTV, en dikkat çekenleri reklamcılık, film yanında IT ve internet gibi yeni medyalar olmak üzere, izlekleri ve içerikleri postmodern dönemeci yansıtan diğer çağdaş medya formlarıyla da uyuşur. Hepsi de Hebdige’in deyimiyle aynalar, ikonlar ve yüzeylere yönelik oyuncu bir “büyülenme” özelliği sergiler. Bu ise, metinler ve imgelerin orijinal bağlamlarından koparılıp, asıl anlamlarını kaybettiği ve yenilerinin türetildiği keyfi yeniden düzenlemelerle gerçekleşir.
“Gösterge” ve “Gösterilen”
Postmodern toplumda bu türden görsel ve metinsel yeniden düzenlemelerin doğrudan sonucu, bir zamanlar sabit bir ilişkiye sahip olan gösterge ve gösterilen arasındaki bağların kopmasıdır; metinler ve imgeler fiilen havada süzülen gösterenlere dönüşmüştür (Baudrillard, 1983). Baudrillard’a göre postmodernite gösterge ve gösterilenin sabitliğini ortadan kaldırmış, bütün metinsel ve görsel anlamlar artık özünde akışkan ve keyfi hale gelmiştir. Baudrillard’ın argümanı Best ve Kellner’in şu gözlemi aracılığıyla da desteklenir:
Gösteren, nesnel bir gerçeklik, önceden varolan ihtiyaçlar ya da kullanım değeri tarafından sınırlanmaktan çıkmış halde serbestçe süzülmekte özgürdür ve kodlanmış farklılıklarını ve çağrışım zincirlerini yönlendirerek kendi anlamlarını ortaya koyar… Gösterge, dünyada belli bir göndergeye işaret ettiği gösterilenle olan sabit ilişkilerinden özgürleşmiş halde kendi göndergesi haline gelir. (1997: 99)
Bunun sonucu “simülasyon ve hakikat, imge ve gerçeklik” arasındaki sınırın bulanıklaşmasıdır (Bauman, 1992: 150). Birey böylece bir simülasyon dünyasına, imgelerin ve temsillerin hızlı akışının asıl gönderme biçimi olduğu bir dünyaya adın atmış olur. Postmodern toplumda anlam ne kadar değerli olsa da, özünde parçalı ve çekişmeli hale gelmiştir. Benzer biçimde Porter şöyle söyler:
Yirminci yüzyılda bilince ilişkin köklü değişim -kitle iletişimi, yüksek teknoloji medyası, reklamcılık ve tanıtım endüstrileri, küresel köyün imgeler imparatorluğu- sayesinde modern insanlar yapay, büyülü bir haz kubbesinde yaşar hale geldiler. Hiçbir şey sabit değildir, göstergelerin çoğalışının hüküm sürdüğü başdöndürücü bir simülasyon tiyatrosunda her şey her şeyi yansıtır haldedir… Anlam, retoriği tamamen öz-göndergesel olan egemen bir kod içinde gerçekleşen, bitmek bilmeyen simgesel alışverişlerle üretilir. (1993:1-2)
Baudrillard’a göre bunun sonucu gerçekliğin ölümü ya da diğer deyişle “deneyimin kökten bir dönüşümü, anlamın ve anlamlandırmanın yok oluşu değilse de etkisiz hale gelmesidir” (1983: 53). Baudrillard’ın bu sürece ilişkin en ünlü ve tartışmalı örneği, onun 1991 yılındaki Körfez Savaşı hakkındaki yorumudur. Müttefiklerin bombalama harekâtı başlamadan önce Ingiliz gazetesi Guardian’da yayınladığı bir yazısında (bkz. Stevenson, 1995) Baudrillard (1991), Körfez Savaşı’nın gerçekliğinin onun medyadaki temsillerinin toplamı olduğunu ve bunun nihayetinde “‘sanal bir savaş’… gerçek ölümden ziyade simüle edilmiş cinayet ve yıkım hakkındaki kelimeler ve imgelerin bir savaşı” olduğunu iddia etmişti (Stevenson, 1995: 194).
Bu görüş Baudrillard’ı Körfez Savaşı’nın “gerçekleşmeyeceğini”, imgelerin ve metinlerin medya tarafından “simüle edilmiş” bir çatışma yaratmak için manipüle edildiğini iddia etmeye götürdü. Baudrillard’ın yorumu sonradan Körfez Savaşı’nın acımasız gerçekliği tarafından yerinden edilse de, onun argümanının özünün, yani medya temsili ve simülasyonun bireylerin “gerçeklik” algısı üzerindeki etkilerine dair geniş kapsamlı çözümlemesinin su götürmez bir doğruluk taşıdığı söylendi. Bu yüzden Best ve Kellner’e göre:
… 1991 tarihli Körfez Savaşı “gerçekliği” kurma konusunda inanılmaz bir güç gösterdi. Savaşın Irak halkı ve çevresi bakımından son derece korkunç etkileri olmuşsa da bunun gerçek seviyesi, iyinin Kötüye karşı mücadesi biçiminde kodlanan medya mesajlarının bombardımanı nedeniyle görülmeden kaldı. (1997:108)
Postmodern toplumda medyanın sahip olduğu söylenen gündelik yaşam üstündeki etkisi, tartışmayı gündelik yaşamın daha alışıldık ve sıradan boş zaman ve tüketim pratiklerini kapsayacak şekilde genişleten Lash tarafından da irdelenir. Lash’a göre:
Postmodernizmde değişim zaman ve mekân algımızdan ziyade algımızın nesneleri bakımından gerçekleşir. Televizyon, video,enformasyon teknolojileri, Walkman, müzik kasetleri, reklamlar ve popüler dergilerin muazzam çokluğu söz konusu olduğunda algıladığımız şeyler büyük oranda temsiller ve imgelerdir. Algımızın “gerçekliğe” olduğu kadar temsillere de yönelmiş olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bu temsiller algınan gerçekliğimizin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Ve/ya da gerçeklik gittikçe bu temsiller aracılığıyla algılanıyor. (1990: 23-4)
O halde postmodern toplumda, temsil o kadar güçlüdür ki gündelik deneyimin ana formu haline gelmiştir. Gerçekte gündelik hayat “dev bir simülakradan” pek de farklı değildir; “gerçeklikle alışverişi kesip, bir gönderge veya çevreye sahip olmayan kesintisiz bir devre içinde kendiyle alışveriş eder” (Baudrillard, 1992: 152). Baudrillard’ın burada önerdiği gibi postmodern toplumda bireyler gündelik hayatı bağlamından kopmuş olan ve sabit, nesnel bir gerçeklikten ziyade sadece birbirleriyle ilişkiye giren imgeler ve göndergelerin bir dizisi olarak deneyimlerler. Baudrillard (1988) bu argümanını meşhur Amerika adlı kitabında ortaya koymuştur.
Postmodern flaneur’in seyahat notlarından oluşan Amerika, Baudrillard’ın Birleşik Devletlerin kırsal ve kentsel bölgelerinde yaptığı araba yolculuğunu ve televizyon ekranındaki görüntülere benzettiği araba camından geçen imge akışını anlatır. Baudrillard’ın bu yolculuğunu nasıl kuramsallaştırdığı konusunu irdeleyen Turner şöyle söyler:
“Araba camım bir turist ya da flâneur gibi okumak bir dikizci olarak kanal değiştirmeye benzer… Araba camım okumak gösterge dizilerinin dikizci tüketimidir, hipergerçeklikteki mesafeli ve dolayısıyla alaycı bir gezidir.” (1993:154)
O halde Baudrillard’ın Amerika’sı özünde medya- temsillerinin bir toplamıdır ve bu toplam, çağdaş toplumlarda gündelik hayatları medyayla doygunlaşmış bireyler için ulaşılabilir olan tek “hakikat” biçimidir. Ona göre gündelik hayat bağlamından kopmuş görsel ve metinsel fragmanlar içinde tekinsiz bir arayışa benzer ve bu fragmanlar postmodern durumda gündelik hayat deneyiminin kaynağıdırlar.
Hiper-Gerçek
Postmodernitenin bitmez tükenmez metin ve imge oyunlarıyla “gerçekliğe” yaptığı etki, “gerçekten” “hipergerçeğe” bir geçiş olarak da kavranır (Eco, 1987; Baudrillard, 1992). Eco’ya göre hiper-gerçek simüle edilmiş deneyimlerin ayartıcı bir manzumesini tanımlar; en dikkat çekenleri ise dünyanın her yerinde kentsel ve kırsal bölgelerde yaygınlaşan tema parkları ve benzer eğlence tesisleridir. Travels in Hyperreality adlı kitabında Eco (1987) hipergerçekliğin Amerika’daki çağdaş gündelik yaşam üzerindeki etkisini irdeler. Eco’ya göre postmodern durumda hiper-gerçeğin merkeziliği Amerika’nın gerçeklik takıntısında açığa çıkar. Bu yüzden Amerika’nın dört bir yanında bulunan Orta Çağ Kalelerinden, vahşi batı kasabalarına kadar her şeyin “mükemmel” replikaları ve “otantik” kopyaları, “doğru” ve “yanlış,” gerçeklik ve kopya arasındaki sınırları çözmüş, “neredeyse herşeyin aynı zamanda mevcut olduğu uzamsal-zamansal bir hezeyan” yaratmıştır (Smart, 1993b: 53).
Perry’nin gözlemlediği gibi bir zamanlar sabit olan kültürel göndergelerin gündelik düzeyde keyfi yeni bağlamlara yerleştirilmeleri “kültürler ve onlara içkin olduğu farzedilen kategorilerin konumları ve bilişsel güçleri arasındaki ilişkiler” konusunda bize çok şey söyler (1999: 97). Perry’nin gözlemini Eco’nun hiper-gerçek manzara şeklindeki postmodernite tanımına bağlarsak, postmodern dönemecin kültürel simgeler ve eserler üzerindeki tam etkisi açık hale gelir. Belirli ulusal kültürler ve kültürel gruplar arasındaki bir zamanlar ayırıcı olarak düşünülen farklar, günümüzde postmodernitenin eritme potasına akmaktadır.
Geç modern tüketiciliğin ürünleri gibi, geleneksel kültürel mirasın biçimleri de orijinal kültürel bağlamlarından çarpıcı biçimde koparılmış ve gösteri ile bakışın moda ürünleri olarak diğer tüketim ürünleri gibi tüketilip, bir kenara atılacak ürünler halinde yeniden konumlandırılmıştır.
Baudrillard gündelik deneyimde hiper-gerçeğin yeri konusunda bir adım daha ileri gider. Ona göre postmodernitede simülasyon öyle güçlüdür ki, “gerçeği” fiilen yerinden eder; günümüzde hiper-gerçek öyle bir yaygındır ki, gerçek ve hiper-gerçek arasındaki ayrım tamamen hayalileşir. Baudrillard bu argümanını Disneyland örneğiyle açar; Disneyland herşeyin simülasyon ve hiper-gerçekliğe tabi olduğu ulusal manzarada metaforik bir mevcudiyet kazanır. Bu yüzden Baudrillard’a göre: “Disneyland, bizler geri kalan [dünyanın] gerçek olduğuna inanalım diye hayali olarak sunulur, aslında Los Angeles ve onu çevreleyen Amerika’nın tamamı gerçek değildir, hiper-gerçek ve simülasyon düzlemine aittirler” (1992:154).
Andy Bennett -Kültür ve Gündelik Hayat,syf:59-67
0 Yorumlar