Sunucu, konuşma süresini paylaştırır, sözün, saygılı ya da küçümseyici, dikkatli ya da sabırsız olabilen tınısını paylaştırır. Örneğin, bir “evet, evet evet. .. ” deme tarzı vardır ki, muhatabı zorlar, ona sabırsızlığı ya da ilgisizliği hissettirir … (Yaptığımız mülakatlarda, insanlara birtakım katılım imleri, ilgi imleri yol lamanın çok önemli olduğunu biliriz, aksi takdirde muhataplarımız bezginliğe düşerler ve konuşma yavaş yavaş anlamsızlaşır: onlar, küçücük şeyler beklerler, “evet, evet”ler, onaylar tarz da baş sallamalar, birtakım küçük kavrayış imleri beklerler).
Sunucu, bu belirsiz imleri, çoğu kez bilinçli olmaktan çok bilinçsiz bir tarzda kullanır. Örneğin, kültürel yüceliklere duyu lan saygı, kendi kendini yetiştirmiş ve biraz kültüre bulaşmış olan bir kişiyi sahte yüceliklere, akademisyenlere, saygı telkin eden sanlarla donanmış kişilere hayranlık duymaya götürecektir.
Sunucunun bir başka stratejisi de şudur: ivedilikle oynar; sözü kesmek, çabuk bitirmeye zorlamak, yarıda bırakmak için zamandan, ivedilikten, saatten yararlanır. Ve burada, bir başka yardımcısı vardır; bütün sunucular gibi, kendini izleyicilerin sözcüsü konumuna sokar: “Sözünüzü kesiyorum, ne söylemek istediğinizi anlamıyorum”. Budalanın teki olduğunu değil de, tanım gereği budala olan sıradan izleyicinin anlamayacağını anlatmak ister. Ve aklı başında bir konuşmayı yarıda kesmek için “ahmakların” sözcülüğüne soyunur
İzlenme-oranı, televizyon üzerinde bütünüyle özel bir etki de bulunur: kendini, ivediliğin baskısı içinde yeniden dile getirir. Gazeteler arasındaki rekabet, gazeteler ile televizyon arasındaki rekabet, televizyon kanalları arasındaki rekabet, atlatma için, ilk sırayı kapmak için sürdürülen geçici bir rekabet şeklini alır. Örneğin, Alain Accardo, gazetecilerle yaptığı bir dizi mülakatı sunduğu bir kitapta, televizyon gazetecilerinin, falanca rakip televizyon bir sel felaketini “verdiği” için, bu olayı, nasıl onun elde edemediği bir şeyler elde etmeye çalışarak “vermek” zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Kısacası, birtakım nesneler vardır ki, bunlar kendilerini yapımcılara dayattıkları için televizyon izleyicilerine dayatılmışlardır; ve bunlar, başka yapımcılarla olan rekabet tarafından dayatılmış oldukları için kendilerini yapımcılara dayatırlar.
Ayıklama ilkesi, sansasyonelin, gösteri’ niteliği taşıyanın atanmasıdır. Televizyon, iki anlamıyla da dramatikleştirmeye [canlandırma) başvurur: bir olayı sahneye koyar, görüntülendirir ve bu olayın önemini, vahametini, dramatik ve trajik niteliğini abartır. Varoşlar söz konusu oldukta, ilgi çekecek olan şey buralardaki ayaklanmalardır. Ayaklanma esasen abartılı bir sözcüktür … (Aynı iş sözcükler üzerinde de yapılır. Sıradan sözcüklerle ne “burjuva şaşırtılabilir”, ne de “halk”.
Sıradışı sözcükler gerekir. Aslında görüntü dünyası, tuhaf bir şekilde, sözcüklerin egemenliği altındadır. Okunması gereken şeyi söyle yen altyazı -legendum-, yani, çoğu zaman, en önemsiz şeyleri gösteren altyazılar olmadan, fotoğraf bir hiçtir
Gözbağcıların çok basit bir ilkeleri vardır, seyir cinin dikkatini yaptıkları numaradan başka bir şeye yöneltirler. Televizyonun, örneğin haberler düzeyindeki simgesel eyleminin bir bölümü, dikkatleri, herkesin ilgisini çekecek türden, omnibüs olarak nitelenebilecek -yani herkes için geçerli olan-olay larda yoğunlaştırmaktan ibarettir. Omnibüs olaylar, söylenegeldiği üzere, hiç kimseyi şaşırtmamak zorunda olan, hiçbir tercih içermeyen, bölmeyen, uzlaşım sağlayan, herkesi ilgilendiren ama hiçbir önemli şeye dokunmayan bir kipte ilgilendiren olaylardır.
Gelgeç olay, işte bu türden, basit, ilkel nevaledir, hiç bir sakıncası olmaksızın herkesi ilgilendirdiği ve zaman aldığı, başka seyleri söylemek için kullanılabilecek zamanı harcadığı için çok önemli olan haberdir. Oysa, zaman, tele-Vizyonda ala bildiğine az bulunan bir nevaledir. Ve eğer bunca değerli dakikalar bunca önemsiz şeyler söylemek için kullanılıyorsa, bunun nedeni, bunca önemsiz bu şeylerin, değerli şeyleri gizledikleri ölçüde, aslında çok önemli olmalarıdır. Bu nokta üzerinde durmamın nedeni, beri yanda, hiçbir günlük gazete okumayan; yegane enformasyon kaynağı olarak ruhları ve bedenleriyle tele vizyona bağlanmış insanların oranının çok yüksek olduğunun bilinmesidir.
Televizyonla birlikte, kuramsal olarak, herkese ulaşmaya imkan veren bir aygıt karşısındayızdır. Bu da birtakım vazgeçilmez soruları sormayı gerektirir: söyleyeceğim şeyler acaba herkese ulaştırılacak türden şeyler midir? Söylemi min, dile geliş biçimiyle, herkesçe duyulabilmesini sağlamaya hazır mıyım? Acaba bu söylem, herkesçe duyulmayı hak ediyor mu? Hatta daha da ileriye gidilebilir: bu söylem herkes tarafından duyulmalı mıdır?
Araştırmacıların, özellikle de bilim adamlarının bir misyonu vardır -ve belki de bu misyon toplum bilimleri için özellikle ivedilik taşır-, o da, araştırmanın sağladığı kazanımların herkese maledilmesidir. Bizler, Husserl’in dediği gibi, “insanlığın memurları”yız, kah doğal dünyaya kah toplumsal dünyaya ilişkin şeyler keşfetmek için devletçe maaşa bağlanmışız ve bana öyle geliyor ki, elde ettiklerimizi geri vermek de mecburiyetlerimiz arasında yer alıyor.
Ben, televizyona çıkmayı kabul ya da reddederken, kararlarımı her zaman bu vazgeçilmez sorgulamaların süzgecinden geçirmeye uğraştım. Ve televizyona çağrılan herkesin bu sorulan kendine sormasını ya da yavaş yavaş kendine sormaya mecbur kalmasını temenni ederim, çünkü televizyon izleyicileri, televizyon eleştirmenleri, bunları kendilerine soruyorlar ve bunları televizyona çıkanlarla ilgili olarak soruyorlar: acaba söyleyecek bir şeyi var mı? Bunu söyleyebilecek koşullar içinde mi? Söylediği şey, orada söylen meyi hak ediyor mu? Tek sözcükle, ne yapıyor orada?
İnsanların her şeye rağmen neden bu koşullarda televizyon programlarına katılmak istediklerini sorgulayabiliriz. Bütün önemine rağmen, bırakın gazetecileri, televizyona çıkmayı kabul eden araştırmacıların, akademisyenlerin ve yazarların bile kendilerine sormadıkları bir sorudur bu. Bu meselenin neden hiç sorgulanmadığı üzerine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Ne söyleyeceği kaygısını taşımadan televizyona çıkmayı kabul eden birinin, bir şey söylemek için değil, bütünüyle başka bir sebepten, örneğin, özellikle kendini göstermek ve görülmek için televizyona çıktığı açıkça belli olur. “Olmak,” diyordu Berkeley, “algılanmaktır.”
Bazı filozoflarımız ve yazarlarımız için olmak, aynı zamanda televizyonda algılanmak, yani gazeteciler tarafından algılanmış olmak, onların beğenisini kazanmak anlamına gelir (bu da, işin doğrusu, sayısız ödün ve uzlaşma gerektiren bir şeydir). Kendi eserlerinin kalıcılığına güvenemediklerinden, mümkün olduğu kadar sık ekranda görünmekten ve Gilles Deleuze’ün de ifade ettiği gibi televizyondan davet almak için düzenli aralıklarla kısa eserler yazmaktan başka çareleri yoktur. Televizyon ekranı işte bu şekilde Narkissos’un aynasına, narsist bir sergi alanına dönüşmüştür.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…