Peygamberliğin Delili Olarak Mucize ve Evliyanın Kerametleri

Nesefî

*

çev. Fadıl Ayğan

Ebu’l-Muin en-Nesefî (ö. 508/1115) Tebsıratü’l-edille isimli eseriyle Sünnî bir kelam ekolü olarak Mâtürîdîliğin sistemleşmesinde önemli bir role sahiptir. Bu eserinde Nesefî, genelde peygamberliğin özelde ise Hz. Peygamber’in risâ- letinin ispatına genişçe yer ayırmıştır. Eserin ilgili bölümlerinde peygamberli­ğin imkânı ve gerekliliği, peygamberliği ispat yöntemleri ve bu bağlamda mu­cize ve türleri konularını ele almıştır. Ayrıca bu konunun devamı niteliğinde olan velîlerin kerâmeti meselesine de yer vermiştir. Peygamberlik iddiasında bulunan kimseler arasında gerçek peygamberi tespit etmenin esas yöntemi Nesefî’ye göre, Allah’ın söz konusu kimsede olağanüstü bir fiil yaratmasıdır. Bu bağlamdan hareketle öncelikle mucize kavramım semantik bir tahlile tâbi tutan Nesefî, devamında mucizenin mahiyeti, peygamberliğe delil teşkil etme yönleri ve çeşitlerini ele alır. Dahası, mucizenin insanların birtakım eğitimler­le ve yeteneklerle gerçekleştirdiği sihir, büyü ve illüzyon gibi fiillerden farkım da ortaya koymaya çalışır. Nesefî, mucize konusunu Sünnî kelâmcıların temel teorisi olan Adet teorisi çerçevesinde ve Allah’ın kudreti kapsamında değerlen­direrek açıklama yoluna gitmiştir. Yine o, zorunlu nedenselliğin ve tabiatların değişmezliği fikrinin reddinin, mucizenin imkânı için zorunlu olduğu kanaatindedir. Kerâmet konusunda ise iki hususu vurgulamaktadır: Kerâmetin mu­cizeden farkı ve mucizeyi temellendirebilmek için kerâmetin varlığını inkâra gerek olmadığı. Bu iki hususta Nesefî’nin muhatabı büyük oranda Mu’tezile ekolüdür. Nesefî bu çerçevede ayrıca mucizenin tek olağanüstü hadise olmadı­ğım» bunun yanı sıra kerâmet, maûnet ve ihanet olmak üzere farklı kimseler elinde ortaya çıkan çeşitli olağanüstülüklerin var olduğunu ve bunların da birbirinden farklarının bulunduğunu izah etmeye çalışır.

Peygamberlik İddiasında Bulunan Kimsenin Peygamberliğini Kanıtlayan Mucize

[Buraya kadar ele aldığımız konulardan] Allah’ın kullarına peygamber gönder­mesinin mümkün konumunda olduğu, bunda bir imkânsızlığın bulunmadığı, ayrıca mezhebimizin muhakkik kelâmcılarına göre açıkladığım üzere hikmet sahibi Allah Teâlâ’nın hikmetinin gereği olması anlamında zorunlu konumunda olduğu sübut bulmuştur. Yine bu son görüşe göre açıkladığımız üzere, her ne kadar peygamberliğin varlığının kendisi zorunlu olsa da bunun, peygamberin gelmesinin mümkün olduğu bir zamandaki insanların her biri hakkında ve iddia edilen [peygamberliğin] söz konusu kişi için belirli hale gelmesinin aynı şekilde mümkünler konumunda olduğu da sabit olmuştur. Zira zorunlu olduğu görüşün- de olanların delili, kesin bir şekilde varlığına delâlet etse de söz konusu belirli şahıs için [peygamberliğin] varlığını gösterecek bir delil bulunmamaktadır Du­rum böyle olduğuna göre kendisi için [peygamberlik] iddiasında bulunan herkes için [peygamberlik hususunda] onu belirleyecek bir delil gereklidir Çünkü [pey­gamberlik hususunda] onun belirliliği mümkünler konumundadır. Bu da ancak sübutunu gerektirecek bir delille var olabilir.

Bu düşünceyle Hâricîlerden İbâziyye’nin, peygamberin sözünün herhangi bir delil olmasa da kabul edilmesinin vacip olduğuna ve onu reddedenlerin o anda kâfir olduklarına ilişkin görüşünün geçersizliği bilinir. Zira yokluğu mümkün olan bir şey, ancak varlığını gerektiren bir delille sabit olur. Söz konusu delil ise “mucize” olarak isimlendirilir. Sonra bu delil kendisinde ikiye ayrılır. Şu du­rumda [mucize kavramının] kökü ve tanımı hakkında söze, iki kısmının ve mu­cizeyi gerçekleştirenin doğruluğuna delâletinin nasıl olduğunun açıklanmasına ihtiyaç duyulur.

[Bu kavramın] köküne gelince o, kudretin zıddı olan acizdir. Karşılık verme konusunda (mu‘âraza) meydan okunan (tehaddı) kişinin âcizliğini gösterdiği için “mucize” olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca âciz bırakan (mu’cü) hakikatte, mukdi- rin kudreti ispat edenin ismi olması gibi aczi ispat edenin ismi olsa da aczi ortaya çıkaran {muzhir lıl-acz) mecazen bu ismi alır. Yine [Arapça yazımında] mu’cize kelimesinin sonuna bitişen [kapalı “te” olarak yazılan] he harfi, “allâme”, “nes- sâbe” ve “râviye” kelimelerinde olduğu gibi mübalağa Aesidir. Gönderilen kimsele­rin aczini bildirmede mübalağa anlamı katmak için bu kelimeye ilişmiştir.

Mucizenin tanımı ise felsefecilere göre tabiî ve nefsanî kuvvetlerin sınırını aşan mükemmel, cüzi, İlâhî bir fiildir. Kelâmcıların yöntemine göre ise tanımı, sorumluluk yurdunda (dâru’t-teklîf), [yani bu dünyada] peygamberlik iddiasında bulunanın doğruluğunu göstermek için meydan okunan kimsenin benzerini ge­tirmekten imtina etmesiyle birlikte âdete aykırı bir durumun ortaya çıkmasıdır.

Tanım, “sorumluluk yurdu”yla sınırlandırılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın âhirette ortaya çıkaracağı olağanüstü olaylar mucize değildir. Tanımda “Pey­gamberlik iddiasında bulunanın doğruluğunu göstermek için” ifadesini, (i) ulû- hiyet iddia eden kişide ortaya çıkan durumları dışarıda tutmak için kullandık. Zira -inşallah ileride açıklayacağımız üzere- böyle bir kişide âdetin dışında du­rumların meydana gelmesi mümkündür. Yine (ii) velîde ortaya çıkan durumları da dışarıda tutmak için söz konusu ifadeyi kullandık. Çünkü velîde, onun için bir keramet olarak olağanüstü olayların ortaya çıkması mümkündür. Ancak o, peygamberlik iddiasında bulunmamaktadır. Şayet peygamberlik iddiasında bu­lunsa, o anda küfre düşmüş, veliliği geçersiz hale gelmiş ve Allah’ın düşmanı olmuş olur. Bundan sonra da onda kerâmet meydana gelmez. Yine doğruluğu­nu göstermek için” sözüyle tanımı sınırladık. Zira söz konusu kişinin yalanının ortaya çıkması için meydana gelirse o mucize olmaz. Bu durum, peygamberlik taslayan kimsenin, mucizesinin parmağının veya bu ağacın konuşması olduğu­nu iddia etmesi, akabinde de Allah Teâlâ’nın bunları bu kişiyi yalanlamak üzere konuşturması gibidir. Bu, onun için bir mucize ve doğruluğuna delil olmaz. Bi­lakis onun yalancılığına delil olur. Ayrıca tanımda “meydan okunan kimsenin benzerini getirmekten imtina etmesiyle birlikte” ifadelerine yer verdik. Zira ola­ğanüstü olay, peygamberlik iddiasında bulunan kimsede ortaya çıktıktan sonra benzer bir durum meydan okunan kişide ortaya çıkarsa, karşılık verme anında söz konusu hadise delil olmaktan çıkar. Zira o kişi davetinde yalancılığını iddia etmekte ve onun için diğerinin delilinin benzeri ortaya çıkmaktadır. Bu durum­da söz konusu hadise bir şeyin kendisine ve zıddına delil olmuş olur. Bu durum­da olan ise delil olmaz.

Mucizenin kısımlarına gelince, o iki kısma ayrılır: (i) İlki olağanüstü fiildir (ii) İkincisi ise olağan bir fiili yapmaktan âciz bırakmaktır. Hz. Zekerivva’nın kendisine müjdelenenin doğruluğuna delâlet eden konuşmadan men edilmesi sözü geçen durumun örneğidir. Bu da aynı şekilde hakikatte olağanüstüdür. Zira olağan olandan menedilme, olağan olanı bozma ve onun dışına çıkma anlamına gelir.

Mucizenin, meydana getirenin doğruluğuna delâlet yönüne gelince, biz Al­lah’ın bu iddiada bulunan kişiyi işittiğini, bu kişide meydana gelen hadisenin insanın kudretinin dışında, hatta bütün yaratılmışların kudretinin dışında ol­duğunu ve sadece Allah’ın kudretinde olduğunu biliriz. Bu durumda şayet bu kişi peygamberlik iddiasında bulunur, sonra da “Allah’ın beni gönderdiğine iliş­kin iddiamın delili, Allah Teâlâ’nın şu fiili yapmasıdır” der, bunun sonucunda Allah Teâlâ söz konusu fiili yaparsa, bu durum, yapmış olduğu olağanüstü fiille peygamberlik iddiası hususunda onun için Allah tarafindan bir doğrulamadır. Bu, iddiasının akabinde [Allah’ın] ona “Doğru söyledin” demesi gibidir. Bunun benzeri, bir insanın başkasına [elçi olarak] gönderdiği kişinin durumu gibidir. Elçi, gönderene “Seninle onun arasında gizli olan bir şeyi bana yaz” der. O da ona böyle bir yazı yazar. Böylelikle kendisine elçi gönderilen kişi, bu gizli duru­mun, gönderen dışında kimse tarafindan bilinmediğini anlar. Bu durum, elçilik iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu gösteren gerçek bir delil olmuş olur.

Aynı şekilde şayet bir kimse, emanet sahibine emanet edilen kişinin önünde “Seninle ilgili olarak emanetini ondan alma konusundaki emrin hususundaki iddiamda doğruysam, bana mührünü ver” der, bunun üzerine o da verirse, bu durum, onun doğruluğuna delil olur. Bu, ona “Doğru söyledin” demesi gibidir, hatta daha anlamlıdır. Zira söz olarak söylemek, alay etme anlamı da taşır. Bu ise hiçbir yönden içinde ihtimal taşımayan şeylerdendir.

Yine söz konusu husus, şu duruma benzer: Bir kralın sarayında ülkesinin ahalisince ve memleketinde yaşayanlarca onun dışında saray ehlinden hiç kim­senin hareket ettirme gücüne sahip olmadığı bilinen bir ağaç bulunsa, sonra saray ehlinden biri, memleket ahalisinin karşısına çıksa, onlara kralın elçisi olduğunu, kralın onlara şöyle emir ve yasaklarda bulunduğunu haber verse, akabinde memleket ahalisi onun kralın elçisi olduğu hususunda onu yalanlaşa, bunun üzerine bu kişi kesin bir şekilde kralın duyacağını bildiği bir sesle “Ey kral! Sen, beni ülkendeki halkına elçi olarak gönderdin, bu şekilde elçiliği tebliğ etmemi emrettin, ben de bunu tebliğ ettim, fakat onlar elçilik hususunda beni yalanladılar, şayet sen beni göndermişsen ve beni gönderdiğin konusunda iddia ettiğim şeyde doğru isem, sarayındaki ağacı, hareketi benim doğruluğuma delâ­let etmesi için hareket ettir” diye seslenirse ve bu seslenme neticesinde belde ahalisinden görenlerin huzurunda ağaç hareket ederse, bu durum, elçinin sözü­nün doğruluğuna delil olur. Ayrıca bu durum, kralın elçiye “Elçi olarak gönder­mem hususunda iddia ettiğin şeyde doğru söyledin” veya belde ahalisine “Elçi göndermem hususunda size tebliğ ettiği şeyde bu kişi doğru söyledi” demesini işitmeleri konumundadır. Mucize konusu da böyledir.

Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin iddiasının akabinde olağanüstü hadisenin meydana gelmesi, bu fiili yapanın Allah Teâlâ olduğu hakkında kesin bir bilgi gerektirir. Zira buna benzer bir fiili yapmak, bir başkasının kudretinde değildir. Ayrıca bu, söz konusu kişi için O’ndan bir doğrulamadır. Dolayısıyla kesin bir şekilde onun doğruluğuna delâlet eder.

Buna benzer hadiselerin, peygamberlik iddiasında yalan söyleyen kimsede meydana gelmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığın hangi cihetle olduğu hakkında kelâmcılar ihtilaf etmiştir. Mezhebimiz âlimlerinden hikmet ve sefehin, iyilik ve kötülüğün salt akılla bilinebileceği görüşünde olanlar, imkânsızlık cihetinin şu durum olduğunu söylemişlerdir: Şayet bu olağanüstü olaylar, peygamberlik tas­layan kimsede ortaya çıksa -ki peygamberin doğruluğuna delil sadece bunlardır- bu durumda doğru olan ile yalancı, hak ile bâtıl arasında bir eşitlik söz konusu olmuş ve hakikate ulaşma yolu tamamen kapanmış olur. Bu ise hikmet dışıdır. Nitekim ilâhhk taslayan bir kişide, hakikate ulaşma yolunu kapamaması ve hak ile batıl arasında bir eşitlik gerektirmemesi dolayısıyla olağanüstü olayla­rın meydana gelmesi mümkündür Çünkü onun şahsında sonradanlık (hades) özellikleri ve iddiasında yalancı olduğuna ilişkin deliller mevcuttur. Peygamber­lik taslayanın durumu ise böyle değildir. Çünkü zâtında onun yalancı olduğuna delil mevcut değildir. Zira o, iddiasında doğru olan kimseyle aynı özdendir (ceu- her). Zât bakımından aralarında bir fark yoktur. Olağanüstü olan mucize yönü dışında aralarında bir ayırıcı da söz konusu değildir. Dolayısıyla [mucizenin] yalancıda meydana gelmesinde daha önce sözü edilen hak ile bâtıl arasını eşitle­me ve hakikate ulaşma yolunun kapanması vardır.

Eş’arilerin çoğunluğu ve nehyin vârid olduğu şeyler dışında sefehin olmadığı­nı söyleyen Ehl-i hadis kelâmcıları, olağanüstü olayların yalancı olarak peygam­berlik iddiasında bulunan kimsede meydana gelmesinin imkânsızlık yönünün şu durum olduğu görüşünü benimsemişlerdir: [Yalancı kimsede] meydana gelmesi, Allah Teâlâ’nın peygamberlik iddiasında doğru olan kimsenin doğruluğuna delil getirmekten ve hak ile bâtıl arasındaki ayrımı ispat etmekten âciz kalmasını gerektirir. Allah Teâlâ’yı âciz kılmak ise imkânsızdır. Nitekim böyle bir hadiseyi ilâhlık taslayan kimsede meydana getirmesi, iddia eden kişinin şahsında yalan­cılığına delâlet eden hususlar olduğu için, Allah’ın söz konusu durumlardan âciz kılınmasını gerektirmemesi dolayısıyla imkânsız değildir.

Bazı Ehl-i hadis kelâmcıları şöyle demiştir: Böyle bir durumun imkânsızlık ciheti, mucizenin bizatihi doğruluğa delâlet etmesi, doğruluk dişında bir şeyde bulunmasının mümkün olmakta. Bu, mükemmel fiilin bizatihi ilme delâlet etmesi gibidir. Onun cehaletle bitişmesi mümkün değildir. Mucize konusu da böyledir. Bu grubun muhakkik Alimleri ise birinci görüşü benimsemişlerdir. Ba­şarıya ulaştıran Allah’tır.

Bu durum bilindiğine göre bundan sonra iki konudan bahsetmeye ihtiyaç du­yulur. Birincisi, genel olarak geçmiş dönemlerde peygamberliğin kesin bir şekil­de gerçekleştiği hakkındadır. İkincisi, belirleme yöntemiyle bazı peygamberlerin peygamberliğinin ispatı hakkındadır. Bu iki kısmın tamamında her bir konuda iddia ettiklerimizin doğruluğunu gerektirecek şeylerden bahsedeceğiz. (…)

Peygamberliği İspat Eden Mucizeler

Özel olarak bazı peygamberlerde peygamberliğin sübutuna delil, onların çoğun­da olağanüstü olaylar olarak mucizelerin meydana gelmesidir. Kayadan deve çıkması, ateşin İbrahim peygambere soğuk ve selamete dönüşmesi, asânın yıla­na dönüşmesi, rüzgâr, cin ve şeytanların kullanılması, dağların teşbih etmesi, demirin yumuşatılması, ölülerin diriltilmesi, ağaç kütüğünün inlemesi, devenin şikâyeti, zehirli kuzunun konuşması, parmakların arasından su fışkırması ve benzeri daha önce delil olma yönünü açıkladığımız üzere peygamberlik iddiala­rında doğruluklarına delil olan hadiseler bunun örneğidir. Ayrıca bu durumun sübutu, söz konusu dönemde yaşayanlar için müşahedeyle, daha sonrakiler için ise uzak memleketlerin ve geçip gitmiş milletlerin ispat edilmesinde olduğu gibi zorunlu bilgi (eldlmü’z-zarûrı} gerektiren mütevâtir haber yoluyladır. [Bu haber çeşidinde] ne günahkarlık ne de menfaat elde etme yoluyla töhmete yer yoktur. Zira yalan üzere birleşmesi düşünülemeyecek insanların, bizatihi yalan olan bir haber konusunda bir araya gelmeleri, mümkün değildir. Çünkü yalan sebeple­rinin farklı arzular, çeşitli görüşler, farklı amaç ve tabiatlarda yaratılan farklı insanlarda birleşmesi imkânsızdır. Bundan dolayı kendi kavminden bir adamın ölümünü anlatırken Tufeyl el-Ganevî şöyle der:

Gecenin bir bölümünde kederlendim; bana yalanlanamayan haberler geldi

Birbirlerini öyle desteklediler ki, hiçbir şüphem kalmadı; haber verdikleri şeyi araştıran da olmadı.

Şairin “Bize yalanlanamayan haberler geldi” dedikten sonra bunun nedenini vurgulayarak şöyle dediğini görmez misin: “Birbirlerini öyle desteklediler ki hiç­bir şüphem kalmadı; haber verdikleri şeyi araştıran da olmadı.”

Süveyd b. Sayfî de şöyle demiştir:

Sana kesin haberler geldi

Peş peşe geldiler ki kalbini çevirecek bir şey kalmadı.

Bu [şiirin delâleti] açıktır. Kitabın başında mütevâtir haberin zorunlu bilgi (el-ilmü’z-zarûrî) gerektirdiğine ve işiten için haber verilen şeyi gözle görülen şey gibi kıldığına ilişkin delil getirdik. Bu konuya tekrar dönmekle meşgul olma­yacağız. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Peygamberliğin ancak delil ile sabit olabildiği, [söz konusu olayın], âdet ve tabiat üzere olanı bozan bir şey olması durumunda delil teşkil etmediği, âdetin ve tabiat bakımından devam edegelenin dışında olması durumunda ise tabiat­larda değişim mümkün olmadığı için bunun imkânsız olduğu gerekçesiyle mu­cizede delilin var olmadığını iddia edenlerin itirazı, çürük bir görüştür. Şayet bu [görüşü] bir deli söylese garip karşılanır. Bu durum, daha önce geçtiği üzere sayıca çok olmaları bakımından kendilerinde bir gizliliğin olmasının mümkün olmadığı kimselerin söz konusu hadiseyi görmeleri dolayısıyladır. Onların inkâr etmiş ve şüphesiz dayanmış oldukları tabiatın dışına çıkma [durumu], duyu ile sabittir ki, [duyular] en açık bilgi kaynağı ve en yüksek bilgi yöntemidir. Böy­lelikle onların inkârları reddedilmiş ve tabiatların dönüşümünün imkânı sabit olmuş olur.

Şu durum bunu teyit etmektedir: Şayet onlar bu konuda aklî görünen ve akıl aracılığıyla reddine bir yol bulunmayan bir delile dayanmış olsalardı, söz konu­su durum reddedilmiş olurdu. Çünkü aklî delil, istidlâlî bilgi gerektirir. Îstidlâlî bilgide hata câiz ve mümkündür. İnkâr ettikleri şey ise hakkında hata ve yan­lışlık imkânı olmayan zorunlu bilgi gerektiren duyu ile sabittir. Bu durumda bu ikisinden birinin reddi gerekir. Hakkında hata ve yanlışlık imkânı olanın reddi, hakkında hata ve yanlışlık imkânı bulunmayanın reddinden daha uygundur, inkâr ettikleri şeyin varlığına dair bilginin duyu ile sabit olması bunu teyit et­mektedir. Delillerinin geçersizliği de duyu ile bilinmiş olur. Geçersizliği zorunlu bir şekilde bilinen her delil, geçersiz ve delil değil, şüphe olmuş olur. Bu durum­da onlar, inkârlarım nasıl şüphe üzerine bina etmiş olmasınlar?!

Yine onlara şöyle deriz: Âlemde var olan her şeyin ister araz olsun ister cev­her olsun Allah’ın yaratş olduğu şeyler olduğu ve onun yaratmak istediği şey­de kudret sahibi olduğu hususunda bizi desteklediniz. Sonra ateş, Allah’ın ya­ratmış olduğu ve onda kuruluk ve sıcaklığı yarattığı bir cisimdir. Kim onun, sı­caklık yerine soğukluğu, kuruluk yerine yaşlığı yaratmaya güç yetiremeyeceğini iddia ederse, Allah’ı acziyetle nitelemiş ve fiillerini ihtiyarî değil, zorunlu kılmış olur. Zira fiilinde özgür olan, yaptığı şeyin zıddını yapma yoluyla böyledir. Zira bu özellik ile mecbur olandan ayrılır. Allah Teâlâ’nın acziyet ve mecbur olma ile nitelenmesi açık bir cehalettir.

Yine Allah, bir şey olmaksızın alemi yaratmaya kadir olduğuna göre neden kayadan deve çıkarma,parmakların arasından su çıkarma, asâda canlılık var etme/yılana dönüşme, tahtanın cüzlerini ete dönüştürme ve diğer fiilleri yap­maya güç yetirmekle nitelenmesin ki?! O halde tabiatların dönüşümünü inkâr etmek, Allah’ı sıfatsız kabul etme (tatil) görüşünün bir neticesidir. Allah Teâlâ için yetkin bir kudretin varlığına ilişkin daha önce geçen delillerde, bu inkârcıların görüşlerini geçersiz kılacak şeyler bulunmaktadır.

Tabiatçıların tümünün veya büyük çoğunluğunun söylediği şu sözler bu iti­razın geçersizliğini destekleyen şeylerdendir: Alemin bütün cevherleri tek cins­tir. Onların farklılığı onlarda bulunan arazlardandır. Ateşin cevheri, sıcaklık ve kuruluk keyfiyetlerinin soğukluk ve ıslaklık ile değişimi dolayısıyla suya dönü­şebilir. Durum böyle olduğuna göre tabiatların dönüşümünün imkânı, arsızlık ve ahmaklık olmaksızın nasıl inkâr edilebilir ve Allah’ın kudretinden nasıl çıka­rılabilir?

Âdetin ve tabiatın dönüşümünün mümkün olduğunu, fakat bunların aynı şekilde sihirbaz ve göz boyacıların kudretinde de olduğunu iddia edenlerin söz­leri geçersizdir. Zira haklarında araştırma ve düşünmeyle el çabukluğu ve göz boyacılığın zayıflığı artar ve giderek yok olmaya yüz tutar. Çünkü göz boyacılığı tamamen bir çarpıtmadır. El çabukluğu ise bakanların gözlerini meşgul etmeye, daha sonra ise bir başka şey çıkarmaya ve el çabukluğundaki maharete dayalı­dır. Mucizenin ise araştırma ve düşünme ile kesinliği, gün geçtikçe de sübutu ve devamlılığı da artar. Sihre gelince saf şirk, sırf inkâr ve şeytanları yüceltmeye kastetme durumlarından oluşmuş kelimelerin ilişiğidir. Ayrıca sihir genellikle hayızlı kadınlar ile pis ve necis erkeklerde, Allah’ın anılmadığı zaman ve mekân­larda ortaya çıkar. Böyle bir durumda Allah’ı anmayla karşılaşılması halinde sihir ortadan kalkarak yok olur. Bundan dolayı putperest ve şirk beldelerine daha şiddetli ve açık bir şekilde nüfuz etmektedir. Bu durum, sihrin şeytanların ve kötü ruhların yardımıyla ortaya çıkması sebebiyledir. Dolayısıyla sihrin Al­lah’ı anma ve ona ibadet etme durumundan uzak olması dolayısıyla, [şeytanlar ve kötü ruhlardan] yardım isteyen kimselerin, onlara yakınlaşması, kötü fiiller yapması ve necis şeylere bulaşması gerekir.

Peygamberlerin durumu, bu hallere bütünüyle aykırılık teşkil eder. Zira on­lar Allah’ı anmaya ve ona yakınlaşma (kurbiyet) yollarının tümüne devam et­mekteydiler. Ayrıca onlar pis ve necis şeylerden temiz olmakla nitelenmişlerdir. Böylelikle ikisini yerine getirenlerin durumlarıyla mucize sihirden ayrılmak­tadır. Zira açıkladığımız üzere mucizeyi, peygamberlik iddia edende iddiasının akabinde, davetini güçlendirmek ve peygamberlik iddiasında onu doğrulamak için meydana getiren Allah Teâlâ’dır. Şayet sihirbaz ve göz boyacı bir kimse, peygamberlik iddia etse ve sözlerinin doğruluğuna delil olması için olağanüstü bir olay gerçekleştirmek istese, Allah, delillerini bâtıl olanın karşılık vermesi ve geçersiz olanın denk olmasından korumak için, [bu kimseyi] olağanüstü olay gerçekleştirmekten âciz bırakır, sihrini ve söz konusu durumdaki tuzağım ge­çersiz kılar. Bu, daha önce geçtiği üzere hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın ve ikisini eşit kılmayı gerektiren şeyleri uzaklaştırmanın veya açıkladığımız şek­liyle bunlara yönelik Allah’ın kudretini kabul etme ve onun âcizliğini reddetme­nin hikmetin bir gereği olması dolayısıyladır. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Bu sebeple mezhep imamlarımız şöyle demiştir: Mıknatıs taşını elde eden bir kimse, dünyada mıknatısın demiri çekme özelliğini bilmeyen insanların yaşadı­ğı bir bölgeye gelse, sonra peygamberlik iddiasında bulunsa, iddiasına ve doğ­ruluğuna delil olarak da demiri çekme olayını gösterse, Allah Teâlâ, delillerini karşı konulmaktan ve hak dinini geçersiz bir şey tarafindan karşı çıkılmaktan korumak için mıknatısın bu özelliğini iptal eder. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Nitekim inat ve kibir özelliği olmayan herkes, asânın yılana dönüştürülmesi, denizin yarılması, ölülerin diriltilmesi, ayın yarılması, parmakların arasından su fışkırması ve bunun gibi diğer duyusal mucizelerin, Allah’ın dışında birinin güç yetireceği durumlardan olmadığı hususunda şüphe duymaz. Ayrıca Allah’ın dışında birisi için bunun mümkün olduğu kesinlikle hiçbir akıl sahibinin aklına gelmez. O halde buna karşılık verme (mu araza) imkânı yoktur.

Bütün bunlarla, olağan düzenin (âdet) değiştirilmesine ilişkin peygamberlik iddia edenin gerçekleştirdiği hadiselerin, kendi türünde çalışma ve gayret etme bulunan kimselerin yapabildiği şeylerden olduğunu ve bu iddiada bulunanların, herkesin yeteneklerini sınamadıklarını söyleyenlerin sözleri geçersiz olur.

Yine onlara şöyle deriz: Şayet sizi [bu meselede] destekle şeydik, bu hususta çalışması, eğitimi ve alışkanlığı olmayan kimsede onun varlığı olağanüstü olmuş olurdu. Bu ise onların iddialarının doğruluğuna delil olurdu. Peygamberlik id­dia edenlerin, bu konuda gayret ve alışkanlıkları yoktur. Onların bu durumunu içinde neşet ettikleri kavimleri bilmekteydi. Zira doğumlarından itibaren büyü­melerine ve peygamberlik iddia etmelerine kadar onların hallerim görüp müşa­hede etmişler, böyle bir durum ile meşgul olduklarım, ilgilendiklerim ve bu tür şeylere dair bilgi ve tecrübe sahibi kimselerle arkadaşlık ettiklerini görmemiş­lerdir. Bu gibi kimselerde söz konusu olayların meydana gelmesi olağanüstüdür. Dolayısıyla yeterli bir mucize olur. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Bu duruma, “Zerdüşt’te olağanüstü olayların meydana geldiği, bunların onun iddiasının doğruluğuna delil olmadığı, aynı şekilde sizin iddianızın da böyle ol­duğu” şeklinde karşılık verirlerse, onlara şöyle deriz: Bunlar tevâtürle sabit olmamıştır. Bilakis zikredilen, onun, kralın evinde kralın ve ileri gelenlerinin önünde atının ayaklarını karnına sokması, içinde ateş olan bir kabı göğsüne ve bunun ona zarar vermemesi gibi durumlar, sayıca çok insanın yanında gerçekleşmemiştir. Bu gibi haberler, haber verenin bilgisini gerektirmez. Çünkü haber verenlerin yalan üzere birleşmeleri mümkündür. Hatta kralların ve tâbilerinin çoğunun durumu, doğru olmayan haberleri yaymaktır. Çünkü bununla halklarının sakinleştirilmesi, memleketlerinin işlerinin düzenlenmesi gerçekleşmektedir. Fakat peygamberlerin nakledilen mucizeleri, yalan ihtimali olmayan ve nakledenlerin bu [yalanda] birleşmelerinin düşünülemeyeceği bir yolla aktarılmıştır. Durumu böyle olan haberler, açıkladığımız üzere zorunlu bil­gi gerektirir. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Söz konusu cevaba bütün Müslüman kelâmcılar iştirak etmişlerdir. Ümmetin bazı muhakkik âlimleri buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Olağanüstü olay, imkânsız olanın değil, mümkün olanın varlığına delâlet eder. Bu sebeple ilâhlık taslayanın iddiasının doğruluğuna delil olmaz. Zerdüşt’ün iddiası, bilgisiz ve âciz bir yaratıcı düşüncesini barındırdığı için imkânsız bir iddiadır. [Bu yaratıcı­nın] kötü fikrinden, mülkünde kendisine düşmanlık eden, kendisine rakip olan, hakimiyet alanında onunla çekişen bir [diğer tanrının] varlığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla o, kendi fikrinin sonuçlarını bilmeyen, düşmanının galibiyeti ve hâ­kimiyeti hususunda âciz biridir. Ayrıca [bu tanrı] bunların yanı sıra kendisinde hâdisleri barındırmaktadır {mahal li’l-havâdis). Zira onda kötü olan fikri mey­dana gelmiştir. Bütün bunlar imkânsız, kusuru ve bozukluğu açık iddialardır. Bu gibi şeyler delil olmaz. İlâhlık taslayanın iddiasının, barındırdığı imkânsızlık dolayısıyla bu gibi delillerle doğru olamayacağı görülmez mi ki?! Yalancı peygam­berde mucize meydana gelmesinin, hak ile bâtıl arasında eşitliğe veya doğru olan iddiaya delil getirme ve hak ile bâtılı ayırma hususunda Allah’ı âciz bırakmaya götürmemesi için câiz olmaması, söz konusu durumu teyit etmektedir. İddia im­kansız değil, mümkün olduğunda iki durum arasını eşitleme ve aralarım ayırma hususunda âcizlik sabit olur. İmkânsız olması durumunda ise buna yol açacak değildir. Bu sebeple ilâhlık taslayanda olağanüstü hadisenin meydana gelmesi, imkânsız değil, imkân dâhilindedir. Başarıya ulaştıran Allah’tır.

Aktardığımız üzere son fırkanın, peygamberlerin getirmiş olduğu şeylerin imkânsız olduğuna ilişkin iddiaları, geçersiz bir söz, bozuk bir iddiadır. Bila­kis onlar, sırf hikmet, açık hak ve saf doğru olanı getirmişlerdir. Delil ile teyit edilmiş olmasaydı da getirmiş oldukları ve davet ettikleri şeyle meşgul olmak gerçek ve doğru olmuş olurdu. Zira bunların bir kısmı, yaratıcıya yakınlaşma, onlara bahşedilen şeylerin şükrünü eda etme konumunda şeyler, bir kısmı ahlâ­kın yücelikleri, bir kısmı âlemin varlığının devamı ve halkın sükûnunun ancak onunla gerçekleştiği erdemli siyaset, bir kısmı ise nezaket, güzel muamele ve ilişkiler türündedir. İtikadî konularda getirdikleri ise sarih aklın gerektirdiği ve zıddı durumundaki inançlara imkân bırakmadığı, bilakis bunun dışındaki bütün inançların geçersizliğine, karşısındaki bütün görüş ve dinlerin bozukluğuna şahitlik ettiği şeylerdendir. (…)

Bir iddiada bulunan herkesin iddiasının doğruluğu onda şu dört anlamın toplanmasına bağlıdır: (i) İlki iddianın mümkünler konumunda olmasıdır. Zira bizatihi imkânsız ve muhâl olan bir şey iddia edenin sözü ilk anda reddedilir ve delilini açıklamasına müsaade edilmez, (ii) İkincisi, iddiaya uygun bir delil getir­mesidir. (iii) Üçüncüsü, delilinde çürük olma sebeplerinin bulunmamasıdır. Zira herhangi bir şekilde delilde çürüklük imkânı bulunursa reddedilir. Çünkü ancak bizatihi sahih olan kabul edilebilir. Şu durum bunu teyit etmektedir: O, kendisi dışında bir şeyin yanı iddianın doğruluğu için ifade edilmiştir. Kendisi doğru ol­mayan bir şey ile başka bir şeyin doğrulanması imkânı yoktur, (iv) Dördüncüsü, iddia ve delilin, birinde veya her ikisinde bulunacak bir çelişkiden uzak olması­dır. Zira çelişkiye düşen kimse iddia ettiği şeyin tutarsızlığını ve bozukluğunu kabul etmiş olur. Çünkü iki zıttan birini doğruluğunu iddia etmekle o, diğerinin geçersizliğine şahitlik etmektedir. Böylelikle her birinin doğruluğuna dair iddi­asıyla, diğerinin bozukluğuna şahitlik etme konumunda olur. Şu halde iki duru­mun her birinin bozukluğunu kabul etmiş olur. Ayrıca iddianın doğruluğunun bu hususlara bağlı olduğunda şüphe yoktur. (…)

[Hz. Muhammed’in durumu da böyledir.] Onun delili, iddiasına uygundur. Zira o, İlâhî bir durum iddia etmiş, insanların yeteneklerim aşan ve tabiî yete­neklerle meydana gelmeyen İlâhî deliller getirmiştir. Zira tabiattın işleyiş] yön­temlerini araştıranlar ve bunun altında düzenlenmesi mümkün olan veya müm­kün olmayan şeyleri bilenler, kızartılmış koyunun diriltilmesi, devenin konuş­turulması, kütüğün inleyen bir varlığa dönüştürülmesi, parmakların arasından su fışkırması fiillerinin, tabiatların sırlan kapsamında değerlendirilmesinin mümkün olmadığını kesin olarak bilmektedirler. Ayın yarılması ve diğerleri de bu konuya geçtiğimizde açıklayacağımız üzere böyledir. Bu mucizeler, nefsanı kuvvelerle de gerçekleşmez. Zira nefsanî sistemle ilişik olan ya sihir ve büyünün altında veya el çabukluğu ve hilebazlık altında düzenlenir. Bu durumu bilenler, onun getirdiği mucizelerin bunların dışında olduğunu bilirler. (…)

Yine deliller konusunda eşitliğin, delilin onun aracılığıyla delil olamadığı su­retler bakımından değil, delilin kendisiyle delil olduğu bir mana bakımından istenmesi kendisine şüphe karışmayan ve herhangi bir şüphe barındırmayan önsel bilgilerdendir. Yine asânın yılana dönüşmesi, sert kayadan su fışkırtılma­sı, ölülerin diriltilmesi, körün ve alacalının iyileştirilmesi ve bunların dışındaki- ler, peygamberliğin doğruluğuna suretleri dolayısıyla değil, bilakis olağanüstü olmalar., yaratılmış kudretin kapsanma girmelerinin imkânsızlığı ve sadece hiç kimsenin aciz bırakamadığı, bozuk olanın geçerliliğine  ve yalancının doğruluğuna delil getirmeyen hikmet sahibi yaratıcının kudretinde bulunmaları dolayısıy­la delildirler. Mucizelerin varlığı peygamberlik iddiasının hemen akabindedir.

Velilerin Kerametlerinin İspatı

Velîlerin kerâmetlerinin izhar edilmesinin mümkün konumunda mı yoksa im­kânsız konumunda mı olduğu hususu, bu kabil durumlardandır. Mu‘tezile bunun mümkün olmadığını iddia etti. Çünkü şayet mümkün olsaydı mucize, kerâmetle karışır ve peygamberin peygamberliğini bilmeye götürecek bir yol kalmazdı. Bu ise imkânsızdır. Yine olağan olanın bozulması, peygamberi bilmeye ulaşma ve onunla yalancı peygamber arasında ayrım yapabilme yaran dolayısıyladır. İn­sanların buna ihtiyacı bulunmaktadır. Velîyi, velî olmayandan ayırıp bilmeye ihtiyaç yoktur.

Ehl-i hak, bu konuda çokça hadis ve rivayetler nakledilmesinden dolayı kerâmetlerin sabit olduğunu söylemiştir. Göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs’ın tahtını getirme hususunda Hz. Süleyman’la beraber bulunan kişinin haberi­nin yayılması, bu rivayetlerdendir. Yine şu haber de bunlar arasındadır: Hz. Ömer, Medine’de minber üzerindeyken, ordusunu Nihavend’de görmüş ve “Ey Sâriye! Dağa, dağa!” demiştir. Bunun üzerine Sâriye, yaklaşık beş yüz fersah gidiş mesafesinden bu sesi işitmiş ve dağa çıkmış, buradan düşmana karşı pusu kurmuştur. Bu olay, oranın fetih sebebi olmuştur. Hâlid b. Velîd’in zehir içtiği, fakat ona zarar vermediği, Nil nehrinin durumuna ilişkin Hz. Ömer’in haberi gibi rivayetler de böyledir. Tâbiînden ve salih kimselerden sayılamayacak kadar çok kerâmetler nakledilmiştir. Nitekim bunları inkâr eden, görünür olanı inkâr eden konumuna girer*

Mu’tezile bunu inkâr etmiştir. Onlar, bid‘atlarının uğursuzluğu sebebiyle bunu reddetmişlerdir. İbadetler konusundaki gayretleri ve ciddiyetlerine, iman­dan çıkma korkusuyla günahlardan şiddetle sakınmalarına rağmen mezheple­rinin geçersizliğine ve itikatlarının bozukluğuna ilişkin bundan başka bir delil olmasaydı dahi onların kerâmetleri reddetmeleri yeterli olurdu. Diğer yandan onlardan birinde kerâmet ortaya çıkmamış ve onlardan hiç kimse bunu ken­disinde görememiştir ki fikirlerinden dönsün ve bunu kabule geri dönsün. Bu durum, sadece onların bozuk itikatları sebebiyle Allah’ın düşmanları ve aşağı­lanmaya müstahak olarak kalmaları dolayısıyladır. Onların çoğu, çirkin bir sa­rılığın ağır bastığı, gözlerin yüzlerine bakmaktan hoşlanmadığı, onlarla birlikte olma Ve sohbet etmenin kalplere ağır geldiği bir halde görülürler.

Velîlerde bu [kerâmetlerin] meydana gelmesinin, peygamberlerin mucizele­rinin geçersizliğini gerektirdiğine ilişkin iddialarına gelince, bunlar, düşünmeden, zihinde tartmadan ve onun şehadetiyle hakkın bâtıldan ve sahihin fasitten ayrıştırıldığı bir kanun olan akla başvurmadan aklına geleni söyleyen kimsenin söylediği sözlerdir. Bu böyledir, çünkü şayet düşünse, velînin her kerâmetinin, aynı zamanda peygamberin mucizesi olduğunu bilir. Zira bunların ortaya çıkı­şıyla onun velî olduğu bilinir. Onun velî oluşu, inancında hak üzere olduğuna de­lil teşkil eder. İnancında hak üzere oluşu -ki o bu hususta peygamberine tâbi ve onun peygamberliğini ikrar etmektedir- peygamberin peygamberliğinin doğru­luğuna delil olmaktadır. Bu, söz konusu aşamalarla, peygamberin peygamberlik iddiasında, tebliğ ettiği din ve şeriat hususunda doğruluğuna delildir. Peygam­berin mucizesi ve doğruluğuna delil olan şeyi, mucizeyi geçersiz kılan ve bunun bilgisine ulaşma yoluna engel kılan kimse, cahilliğin ve aptallığın zirvesindedir.

Yine şöyle deriz: Bu durum, kerâmetin mucizeyle karışmasına nasıl sebep ol­sun ki?! Mucize, peygamberlik iddiasının akabinde ortaya çıkmaktadır. Velî, eğer peygamberlik iddia ederse, o anda inkâr etmiş ve Allah’a düşman olmuş olur. Bu durumda [Allah] onda kesin bir şekilde olağanüstü bir olayı meydana getirmez. Şayet velâyet iddia ederse, kendisi için iddia ettiğinde velâyeti düşer. Aynı şekil­de mucize sahibi, mucizesini gizlemez, bilakis onu izhar eder. Kerâmet sahibi ise onu gizlemeye çalışır, genellikle ona itimat etmez, bunun kendisi için kerâmet değil, istidrâc kabilinden olduğu hususunda korkar. Allah Teâlâ, salih kulların­dan birini, velînin kerâmetinden haberdar ederse, velî, şöhret dolayısıyla gurura kapılmaktan korkarak bu kimseye yönelir ve tam bir yalvarmayla, ondan kendisi için bu durumu gizlemesini, ifşa etmemesini ister. Aynı şekilde mucize sahibi, akıbetinden emin, değişmekten korunmuştur. Velînin durumu ise bunun aksidir.

[Kerâmette] bir yarar olmadığına ilişkin sözlerine karşı şöyle deriz: Zikretti­ğimiz delillerle bunun varlığı sabit olduğuna göre bundan sonra hikmet yönüne ilişkin bilgisizliğiniz, daha önce açıklaması geçtiği üzere, onun geçersizliğini ge­rektirmez.

Yine şöyle deriz: [Bunun] faydası, kerâmetinin Allah katından ortaya çıkma­sı ve müşahede ettiği olağanüstü olayla, inandığı peygamberin peygamberliği­nin sabit olmasıdır. Böylelikle o, mucizeyi görme ve olağanüstülüğü müşahede etme hususunda peygamberlerin çağında yaşamış biri gibi olur. Bunun yanı sıra söz konusu durum, ibadetlerde gayretkeş olmada, günahlardan kaçınmada bir âmil olmaktadır. Bunu, bu konumu kendisi için devam ettirmek, bu değerli ve yüce mevkiin, yok olmasından ve değişmesinden korumak, Allah’ın buna mutta­li kıldığı salih kulları, bu derece ve mevkiye ulaşmaları için ciddiyet ve çalışma­ya teşvik etmek üzere yapar.

Hakikatlere ilişkin bilgiler, sahip kimseler şöyle dedi:Olağanüstü hadisenin meydana gelmesi avamdan bir Müslümanda da olabilir. Bu, onun için kendisine yönelen bir sıkıntıdan ve kötülükten kurtulmada bir yardım olur. Bu, kerâmet değil, ma’ûnet olarak adlandırılır. Aynı şekilde bu tür hadiseler, ilâhlık başlayanlarda ve sihirbazlarda peygamberlik iddiası olmaksızın meydana gelir. Bundan dolayı Muhammed b. Hasen, Ebû Hanîfe’den sihirle iktidarsızlaştırılan kimsenin [doğal] iktidarsız (innîn) gibi olduğu görüşünü nakletmiştir. Bu, sihir yoluyla kadına karşı iktidarsızlaştırılan kimsedir. Bu tür hadiseler, kendisinde meydana gelen için ihanet [yani küftü ve isyanı açık kimsede, isteğinin aksine meydana gelen olağanüstü hadise] kategorisindedir. Bunlardan, olağanüstü ha­diselerin dört çeşit olduğu anlaşılmaktadır: Mucize, kerâmet, ma’ûnet ve ihânet. Bunların arasındaki farklar ise açıkladığımız hususlardır.

Kaynak metin: Ebu’l-Mu’în en-Nesefî, Tebsıratul-edille fi usûli’d-dîn, nşr. Hüseyin Atay & Şaban Ali Düzgün, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 2003, c. II, s. 29-110.

 

Ercan Alkan, M. Nedim Tan – Din Felsefesinin Ana Konuları, Cilt 2,syf:361-374

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

1 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

1 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

1 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce