Vahiy nişanı, Peygamber izi: işte insanın yitirdiği cennet işaretleri. Kalbi diri tutan öz ve işaretler. Çekilişi inşan kalbinde onulmaz bir boş­luk, bir anlamsızlık doğuran kutsal söz ve ruh. İnsanın hayvana, bitkiye ve eşyaya dönüşmeye yüz tutmasıyla uygarlığın parça parça olma teh­likesi önünde çığlık çığlığa gelmesi, fakat çığlık­larını yüreğinde boğma zorunda kalışı. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zamanın aynı zamanın bölünmez akışından çıkar gibi olmaları. Soyut, ruhu aklın yakıcılığıyla kavururken yüre­ğin kuruyuşu..

Zamandan «kadim» sökülüyor, «mucize ruhu» iğnelerle çıkarılıyor, «vahiy dirili­ği» çekiliyor; insan, eşyada ruhsuz bir kımılda­ma olmaya mahkûm oluyor. Daha doğrusu ken­dini mahkûm ediyor buna. Kitleleşmenin akıntı­sına kaptırmış kendini. Kolayın ağında insan ba­tıyor. Yığını yığın olmaktan çıkafıp insan toplu­mu haline getirecek bir eğiliş, tek kişiye eğiliş, insan malzemesinde insanı arama eğilişi gittikçe tükeniyor; onun yerine insanın malzemeye indirgenmesi yeğ görülüyor.İnsan, malzemesinden ibaretmişçesine kuruluyor kentler, dolduruluyor tarih bantları. Bu gidişte insan tarihinin silineceği ve yerini yapma bir tabiat tarihinin alacağı muhakkak.

Peygamber izi, İnsan tarihini jeolojiden, tabiat tarihinden, fizikten ayırıyor, onu ayrı bir ki­şilik kazanmaya çağırıyor. Peygamber izi ,insan alınyazısına alabildiğine ve olabildiğine genişlik ve özgürlük bağışlıyor; buna karşılık, tabiatın sınırını aşmamaya, çizgisinin dışına taşmamaya ayarlıyor. Bu, sadece insan için değil. Tabiatın da lehinedir bu. Tabiat da kendi sınırını aşıp İn­sanın yerini almaya doğru gidince soysuzlaşacaktır. Üstesinden gelemiyeceği bir görev yüklenme­ye kalkışınca, tabiat, bunu ödemeye mecbur olu­yor. Tabiatın «azizleştirilme»si, tabulaştırmadan çok totemleştirme şeklinde oluyor. Ve insanlık, bu «totem»i, ayda, yılda, bir şölende veya potlaçta değil, «her gün» durmaksızın «yiyor!» İnsan­lık durmadan tabiata acıkıyor. Durmadan kendi­sine tabiattan ziyafet çekiyor. Tabiat, putlaştırılmasının cezasını çekiyor: tükeniyor.

Fizik, fizik ötesinin yerini alamaz. Nasıl ki, 17. milâdî yüzyıldan bu yana insan, fiziği fizik ötesinin yerine koyma denemesine girişmenin, böylesine bir kolaya kaçışın, gittikçe artan, fa­kat farkına varamadığı için önleme girişiminde bulunmadığı, zaten önlemek istese bile önleyeme­yeceği, ancak bağışlanmasını dileyerek sakınabi­leceği veya etki alanının dışına çıkabileceği ce­zasını çekmekte. Ceza adetâ çarpılma şeklinde ortaya çıkıyor. Evet, insanlık, ürküttüğü tabiat cinleri tarafından çarpılıyor! Fizik ötesi, fizikten öc mü alıyor diyeceksiniz. Görünüş böyle de olsa, gerçekte fizik, kendi kendisinden öc almış olu­yor, sonuç olarak. Kendisine yasak olan alana girdiği için, tabiat, çok sade kanunlarından doğ­ma gücüyle karşılayamayacağı fizik ötesinin şo­kuyla çarpılıyor. Şüphesiz, gerek tabiat, gerek fizikötesi, insanın alınyazısına katılmaları yönün­den bizi ilgilendirmekte.

Onların serüveni gerçek­te kendi serüvenimizdir. Daha doğrusu, onların varoluş maceraları, öbür yüzleriyle bizim oluş ma-ceramızdır. Bu yüzdendir ki, tabiatın israfı, insanın israfıdır. Tabiatın çarpılışı bizim çarpılışı­mız, tabiatın tükenişi bizim tükenişimizdir.

Peygamber izi, bize, biz insanlığa tükenmez­lik yolunu gösterdiği halde, biz, biz insanlık ne­den, neden tükenme yolunu seçtik! O izi izleye­cek gönül zenginliğinden bizi hangi şeytanî tut­ku mahrum etti? Tarih içinde, Rönesanstan baş­layarak, 17. ve 18. yüzyıllarda adetâ dönülmez bir doğrultu alan fiziği ve tabiatı, fizik ötesi gö­revlerle donatma aldanışı, kendi benliğimizi ol­duğu kadar, eşya dünyasını da, enfüsümüzü ol­duğu gibi, bizi dıştan çevreleyeni de, yani âfakı da çıkmazlardan çıkmazlara sürükledi. Yerin al­tından, en derin tabakalardan çıkarılıp bir takım endüstri işlemlerinden geçirildikten sonra yeryü­züne madenî bir plâka gibi kapatılan ve gün geç­tikçe tabiata ve insana nefes alınacak bir aralık bırakmamaya başlayan petrol ürünlerinin dönüş­tüğü plâstik madde, ruhumuzun karşısına dikilen konkre bir absürdite sayılsa yeridir. Dünyanın, tabiatın ve insanın üzerine madenî veya plâstik bir kapak örtülüyor, kaderin aşırı tabiatçılığa bir cevabı olarak. Ve insan, tabiatla birlikte boğazına geçirilen bu kapak yüzünden boğuluyor adetâ. İn­san ruhu, aşırılığını, peygamber izinden ayrılma­yı pahalı ödüyor. Cezasını adetâ kendi eliyle ve­rir gibi. İntihar eder gibi.

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi

Muhammed Ali

Paylaş
Paylaşan
Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce