Özne ve Hakikat
Hakikat kaygısı, hakikat anlatılarının küçümsendiği çağımızda bile öznenin hâlâ en temel kaygısı sayılmalı. Öyle, zira insan hakikate farklı adlar verebilir, hakikat yokmuş gibi davranabilir, dahası hakikat diye bir şeyi inkar edebilir, ama hakikatte yine de ondan vaz geçemez: Hakikat (ve eksikli kipi hakikatsizlik), insanı, insanın insanlığını örtük veya belirtik bir biçimde belirlemeye devam eder daima.
Hemen belirtelim ki burada hakikatten ve onunla ilişkiden kastımız soyut, zihinsel ve temaşa-esash bir durum ya da bir faaliyet değildir zorunlu olarak. Hakikat kaygısının ya da arayışının hayatımızı topyekün dönüştüren somut içerimleri, elle tutulur sonuçları vardır çoğu durumda: Hakikat hayata değ-er, ona değer katar ve onu değ-iştirir. İnsan, insan olmak- lığıyla, hakikate doğru ve hakikatten ötürü kend’olur kend’olursa; keza insan ancak kend’ olduğunda hakiki bir varlığa ve hakikatli bir anlama kavuşur; öte yandan, hakikatsizlik ve/ veya sahicilikten uzaklık, kend’oluş imkanının ve buna bağlı olarak da hayatın anlamının berhava edildiği, ediledurduğu bir duruma işaret eder tam da. Şu hâlde, somut olarak hayatımıza girişi ve oradan zuhur edişiyle hakikat (ve hakikatsizlik), biz post/modern bireylerin ister istemez en insani, en özne meselesi olmaktadır.
İmdi, bir kez hakikat meselesi varoluşsal anlamda temellük edildi mi buradan şu öznelik uç vermektedir ki onda bu temel kaygı kend’oluşun önkoşulu ya da kend’oluşa esastan eşlik eden şey hâline gelmektedir.
Hakikat kaygısı taşıyor olmak, hem kendine haklı (hakka uygun, hakikatten pay almış) bir çerçeve, bir varlık sebebi ya da bir yaşama gerekçesi, şu hâlde hakikatli (sahici, sahih, halis, asli) bir temel arama ısrarıyla, hem diğerleri veya genel olarak toplumla ilişkide hakkaniyet ve hukuk’u (adalet, haktanırlık, hakperestlik) gözetme titizliğiyle, hem de gözüpek bir şekilde Hakkı ve Hak-ikati arama çabası ve bu çabada sergilenen sebat, doğruluk ve içtenlikle irtibatlıdır: Hak, hak-ikat, hak-lılık, hakiki-lik, hakikatli-lik, hakk-ani- yet, hukuk, hak-perestlik…
Sonuçta, hakikat dediğimiz kavramı ve bu kavrama tekabül eden hadiseyi temelli ve derinlikli bir şekilde anlamak istiyorsak, son kertede Tanrı (“O, Hakkın ta kendisidir”), Kendi (“Biri hakikatli olduğu ölçüde kendidir ve/veya kendindedir”) ve Toplum (“Onun da temeli hukuk ve hakkaniyettir “) olarak ayrımsanabilecek olan bu üç asli temanın hakikatte ve hakikat itibariyle ne mana ifade ettiklerini ortaya koymamız ve bunlar arasındaki içsel-zorunlu bağlantıları etimolojik-semantik ve metafizik düzeyde birlikli ve bütünlüklü bir şekilde yorumlamamız gerekir.
Hakikatin bize düşündürdüklerine bir kaç hususu daha ilave edelim ve resmi bir iki fırça darbesiyle, hızlıca tamamlamaya çalışalım: tik olarak hakikat,gerçeklikten (realite) üstün olanı ve belli bir anlamda da ona nazaran “ideal olan”ı ifade eder. Hakikat burada “gerçek olmayan”dan veya “imkansız olan”dan ziyade Olası Olan’a yani “olması hem muhtemel hem de arzulanır olan”a işaret eder ki şu hâlde “Hakikat diye bir şey her halükârda yoktur” denemez; doğrusu, hakikatin gerçekliğinkine benzemeyen kendine mahsus bir “olma tarzı” olduğudur. Keza, Olası Olan olarak Hakikat “olmasa bile”, “ol- mayan-varlığı” ile Olmakta Olan’a tesir edip onu dönüşüme uğratabilir. Nitekim biz gerçekliği hakikate göre ölçebilir ve onu hakikate istinaden sorgulayabiliriz ki bunlar gerçekliğin veya Mevcut Durum’un dönüşümünün koşuludurlar. “Gerçek bu, ama hakikat başka!” derken gerçeklik ile hakikat arasındaki farka ve muhtemelen de İkincinin birinciye üstünlüğüne işaret etmiş oluruz, dahası yine muhtemelen niyetimize bağlı olarak gerçekliği olası hakikatten hareketle muaheze etmiş oluruz. Öte yandan, “Nerede bu hakikat!” derken hakikatin olası yani muhtemel-ve-arzulanır karakterine gönderme yapmış oluruz.
İkinci olarak, “hak/haketme” kavramı aklagelir ki ki bu kavram öznenin liyakatine ve/veya cezai ehliyetine, dolayısıyla da kâh işlenen bir iyiliğin ödülüne, kâh da işlenen bir kötülüğün cezasına tekabül etmesiyle (“Hak yerini buldu!”) hu- kuki-ahlaki bir kavram olarak bir yandan öznelik düzlemine, diğer yandan toplumsallık (öznelerarasılık) düzlemine aittir.
Üçüncü olarak, hakikat kavramı “Özneliğin hakikati nedir?” ifadesinde olduğu gibi, bir şeyin “öz”üne, “künh”üne ya da “mahiyet”ine göndermede bulunur ki bu da hakikatli özneliğin temel bir niteliği olan nazari dikkat ile bağlantılıdır.
Son olarak, hakikat, sadece mantiki değil, aynı zamanda ahlaki anlamda “doğruluğa” göndermede bulunur ki klasik felsefenin bu kavramı daha ziyade mantiki doğruluğa daraltarak önermesel bir şekilde anlamasına mukabil, Heidegger (ö. 1976) a-letheia’ya dair ontolojik temelli yorumu sayesinde bu dar ve darlık veren anlayışı esaslı bir şekilde sarsmış ve bir ölçüde de aşmıştır: Kendini açan ve kapayan Varlığın temel bir durumudur artık hakikat(-sizlik).
Sonuçta, artık teslim edilecektir ki ne L. Veritas, Fr. Ver ite, Ing. Truth, Alm. Wahrheit kelimeleri, hatta ne de Gr. Alethe- ia kelimesi Hakikati layıkı veçhile karşılayamaz, zira bunlar bizim hakikatimiz ile tam manasıyla örtüşmez: Ne aynı anlam yükü söz konusudur, ne aynı çağrışım ağı, ne de aynı tarz ya- şantılama.
Toparlarsak, hakikatin -hakikatimizin- hem Hak ile (ontolojik veya trans-ontolojik ilke), hem Hakk-an-iyet ve Hukuk ile (Toplumsal’m ilkesi), hem de Hakikilik ve Hakikatlilik ile (sahici/asli/halis kendiliğin/özneliğin/bireyliğin ilkesi) etimolojik bağlantıları vardır. Ama daha da önemlisi, bu üç düzey arasında, kavramımızın değişkileri arasındaki ilişkilerde kendini ihsas ettirip gösteren asli semantik-metafizik bağlantılar vardır. Mazlumun hakkını savunmak, doğrudan Hakk’ı savunmak, Hak’tan yani hukuktan ve hakkaniyetten yana olmaktır ki bu aynı zamanda hakikatli özneliğin temel bir niteliğidir.
Öznelik, bir kerede ve en başta verilmiş tözsü bir zatiyet (en- tite) değildir: Hak’tan gelir ve fakat aynı zamanda hakedilen yani kesbedilen bir şeydir, bir liyakat meselesidir. Tüm bu söylediklerimiz, özneliğin temel metafizik-ahlaki boyutuna dikkat çekmeye matuftur.
Bu izahattan da anlaşılacağı üzere, hakikat, gerçeklikle ör- tüşmese de ondan bağımsız değildir hiç bir şekilde. Hakikat gerçekliğin üzerinde yüzergezer değildir keza. Salt soyut, tümüyle teorik ve hayattan uzak, uçuk bir kavram ya da hadise değildir hakikat. Nitekim, hakikat kaygısı (ve/veya saygısı) dediğimiz şey de esasen özneliğe ilişkin -yukarıda işaret ettiğimiz- metafizik-ahlaki temelde başlar ve gelişir. Hakikat derdi ile meşbu olma, salt zihinsel bir faaliyet olmanın Ötesine geçerek benliğimizin derinliklerine iner ve oradan hayatımızın bütününe yayılır, ama aynı zamanda bizi Mevcut Durum’dan memnuniyetsizliğe sevk edip Olası Olan’a uyandırır: Olası Olan’a yani istikbalde ve ihtimalde Olabilir Olan’a, hem de Olması Umulan’a…
Din, Sanat ve Aşk… Bunlar, Hak-ikati ara-yış’ımızda ya da Hak-ikate dair ara-ştırma’mızda bize klavuzlık ederek bizi Mevcut Durum karşısında eleştirel ve müteyakkız bir tavra sevk ederler. Ya Düşünce? O, daha ziyade, bu üçlüden destek ve ilham alarak ara-ş-tır-ır Hak-ikati. Buradaki işteşlik, düşüncenin Hak-ikati; din, sanat ve aşkla birlikte-arama faaliyetine işaret eder adeta. Bu araştırma yani bu birlikte-arama, denebilirse, düşüncenin olma tarzıdır tam da. İmdi, burada araş-tırma’nın dindarâne, sanatkârâne, aşıkâne mi olacağı sorusu akla geliyor ilginç bir biçimde! Heidegger’in “Araştırma-soruşturma, düşüncenin sofuluğudur / Das Fragen İst die Frömmigkeit des Denkens” dediği, keza antik sanatı da bir tür “sofuluk” (Frommlichleit; promos) olarak gördüğü iyi bilinir. Her ne ise. Nasıl bir din, nasıl bir sanat, nasıl bir aşk, nasıl bir düşünce, bu başka bir konu.
Hakikat esasta kaygılılık içinde/n yaşantılanabildiğine göre, hakikat kaygısının çekilmediği bir çağda hakikatlilikte temellenen ya da haklılaşan öznenin özneliğinin ya da insanın insanlığının peyderpey buharlaştığına şahit oluruz demektir. Hakikatsizleşmek kendisizleşmektir bu anlamda. Hakikatin asıl tecelligâhı bizleriz, biz özneler! Parlarsa hakikat aramızdan parlar, aramızdan ve arayışımızdan. Özne ara-yan’dır, öznelik ara-ma’nın tam da ortamıdır. Ara-mak, hakikatin ara-lanmasına, ara-lanıp parlamasına vesiledir.
Hakikat ara-da/n parlar, parlarsa. “Özne ara’nın kendisidir” (berzah, kıstak); ama özne, aynı zamanda “bir-ara-dalık”tır: hakikat ile hakikatsizliğin bir-ara-dalığı… Böyle olarak özne, “hakikat-ve-hakikatsizlik-ara-sında-olmaya-bırakılmış-o- lan”dır tam da, öylesine ki bu “ara-da-olmaya-bırakılmışlık” hakikatin mazharı ola-bilme imkânına müteveccihtir. Hakikat söz konusu olduğunda, “ara” olan, “ara-da” olan özne için “ara-yış” kaçınılmaz ve elzemdir. Ara-mak, bulmanın yansı değil, henüz-olmayan tamamıdır zira. Hakikatin gizinden çıkıp kendini aralamasına, aralayıp parlamasına vesile, giderek de mazhar ola-bilmek yani ki olmayı-bilmek özneliğin şamadandır.
Özkan Gözel – Kendi İçine Düşmek,syf:125,131
* “özne, Dil, Hakikat” (Dîvan, no; 40,2016) başlıklı makalemizin kısaltılmış versiyonudur.