Osmanlılar çağı
Ondört ve onbeşinci yüzyıllardan başlayarak Müslüman-Hıristiyan, ya da Doğu-Batı ilişkilerindeki en önemli gelişme, Osmanlı devletinin adım adım yükselişi ve Balkanlardan Mağrip ülkelerine kadar uzanan bir egemenlik alanı kurmasıdır. Bu egemenlik, Batılıların gözünde, Arap akınlarının yedinci yüzyılda yarattığı ve ona silinmez karakterini kazandırdığı Akdeniz’deki “kopuşu” pekiştirerek yeniden canlandırmıştır. Onbeşinci yüzyıl sonundan itibaren Osmanlı devleti, Akdeniz’de ulaştığı boyutlarla topyekûn Avrupa karşısında artık baş edilmez bir güçtür. 1453’te Bizans’ın, 1516-1517’de Suriye ve Mısır’ın, 1534’te Irak’ın alınması, ardından Cezayir’e kadar bütün Kuzey Afrika’nın Beylerbeyilik haline getirilmesiyle eşzamanlı olarak Akdeniz’in siyasî haritası da sadeleşmiş oluyordu.
Böylece, özellikle Henri Piren- ne’in savunduğu bir tez olan, ilk İslâm ilerleyişiyle gerçekleşen Akdeniz’deki kopuş,[85 bir başka deyişle Akdeniz’in bir Hıristiyan iç denizi olmaktan çıkışı kesin olarak tescil ediliyordu. Osmanlı devletinin Akdeniz’e sahip oluşu, onu “Mare Nostrum”luktan, yani “Roma’ran Akdenizi”, ya da Batı için “bizim deniz” olmaktan bir kez daha ve bundan böyle bir daha değişmeyecek biçimde çıkarmıştı. Kopuşun kalıcılığının açıkça ortaya çıkması, politik bakımdan bölünmüş İslâm’ın artık tehditkâr görünmediği, dinsel planda da Roger Bacon gibi kimilerine göre İslâm’ın, Hıristiyan birliğinin yararına olacak şekilde pagan topluluklara tektanrıcılığı götürmek gibi tarihî rolünü oynadıktan sonra silinip gideceği beklentilerini sona erdiriyordu. İslâm yeniden hem karada, hem de denizde Avrupa gözünde ciddî bir tehdit haline geliyordu.[86]
Avrupa’nın Haçlı seferleriyle başlayan ve Reconquista (yeniden fetih) olarak adlandırılan karşı hareketinin İberya Yarımadası ve Rusya’da başarıya ulaşmasına rağmen, Doğu Akdeniz’de Türklerin yeni ve yükselen gücü karşısında etkisiz kalarak başarısızlığa uğraması, bu tehdidin ciddiyetini artıran en büyük göstergeydi. Aslında bu, Batı’ya yönelik üçüncü bir tehdidin ayak sesleriydi. Bir zamanların Yunan ve Hıristiyan toprağı olan Anadolu’yu zaten yutmuş olan İslamiyet’in bu yeni savunucuları, çok geçmeden Avrupa’ya karşı üçüncü büyük saldırıya girişeceklerdi.
“Kabaca bin yıl boyunca, yani Müslüman orduların 7. yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz’deki Hıristiyan topraklarına yönelik ilk saldırısından Türk ordularının 1683’te ikinci ve son kez Viyana surları önünden geri çekilmesine değin geçen sürede Hıristiyanlık âlemi İslamiyet’in sürekli ve yakın tehdidi altında yaşadı. “[87] Araplar kanalıyla gerçekleştirilen ilk İslâmî fetihlerle bütünüyle Hıristiyan olein Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika ülkeleri alınmıştı.
Bunlar halifenin yönetimine girmeden önce Hıristiyan Roma Imparatorluğu’nun eyaletleriydi, ya da başka Hıristiyan hükümdarlara bağlıydı. Hemen ardından, Avrupa’ya yönelen tehditlerin ilk dalgası, sekizinci yüzyılın ilk yıllarında başladı ve bir süre için İspanya, Portekiz, Güney İtalya ve hatta Fransa’nın bazı kesimlerini girdabı içine aldı. Batı Avrupa topraklarındaki son Müslüman devletin yenilgiye uğratılıp yok edildiği 1492 yılına değin de, yani yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca etkisi sürdü.
Batı Avrupa’ya yönelik bu tehdidin ardından gelen “ikinci dalga ise Rusya ve Doğu Avrupa’nın büyük bölümü üzerinde egemenlik kurmuş olan Altınordu Moğollarının İslam dinini kabul etmesi ve Moskova ile öteki Rus prensliklerini Müslüman bir efendinin hükümdarlığını tanımak zorunda bırakmasıyla Doğu Avrupa’yı vurdu. Bu durum Hıristiyanların bir yeniden fetih hareketine girişmesine ve Müslümanlaşmış Tatarların Rusya’dan çekilmesine yol açan uzun ve amansız bir mücadeleyle son buldu. Üçüncü dalganın başını çeken Selçuklu ve ardından Osmanlı Türkleri, Bizans İmparatorluğu’ndan Anadolu’yu aldiktan sonra Avrupa’ya geçtiler ve Balkan Yarımadasında kudretli bir imparatorluk kurdular. Bu ilerleme sürecinde Türk orduları Konstantinopolis’i ele geçirir ve Viyana’yı iki kez kuşatırken, Berberi korsanların gemileri denizdeki cihadı Britanya Adaları’na ve hatta bir keresinde İzlanda’ya kadar taşıdılar. “[88]
Osmanlı devletinin genişlemesi, Avrupa’da zaten var olan Müslüman korkusunu giderek daha da büyütüyordu. Lewis, Hıristiyan misyoner ve tüccarları dünyanın her taratma gitmeye yönelten iki zorlayıcı dürtüye “belki bunların ikisinden daha zorlayıcı olan”[89] üçüncü bir dürtünün, yani korkunun eşlik ettiğini yazar. Öteden beri korkusuzluğunu ve gözü pekliğini bildikleri Türklerin, Müslüman dünyanın temsilcisi olarak Anadolu’yu Hıristiyanların elinden aldıktan sonra Avrupa içlerine yönelmeleri bu korkuyu artırdı. Çünkü yukarda belirttiğimiz üç tehditten ilk ikisi, her şeye rağmen çeperlerde kalıyordu.
Oysa Osmanlı tehdidi, hem de hiç umulmadık bir zamanda, çeperleri de sağlamlaştırarak doğrudan Avrupa’nın merkezini hedef alıyordu. Bu kez Avrupalılar, tam bir abluka altında güneyden ve doğudan kuzeye ve batıya doğru sıkıştırılıyorlardı. “Avrupalıların İslamiyete ve karşılaştıkları Müslüman halklara, Mağribilere ve Serazenlere, Tatarlara ve Türklere ilişkin değerlendirmelerinde yaygın bir korku duygusu vardır. Şiirde ve polemiklerde, tarihte ve edebiyatta söylenenler güçlü ve yayılmacı bir İslam dünyasının kuşatması ve tehdidi altında bulunan bir Hıristiyan Avrupa’nın, bir bakıma doğuda, güneyde ve güneydoğuda Müslüman devletin sınırlarıyla tanımlanmış ve sınırlanmış bir Avrupa’nın duyarlılığını yansıtmaktadır. ”90
Lewis’in “duyarlılık” olarak tanımladığı bu duygunun kaynağı, gerçekte Hıristiyan Avrupa’nın kendi içinde taşıdığı ve başkasına yansıttığı “vahşet” duygusudur. Avrupalılar, eline fırsat geçtiği her durumda ilişkide olduğu herkese yönelttiği korkunun, başkası tarafından da kendisine yöneltilecek bir duygu olduğunu düşünmüştür hep. Ona göre, güçlü olan ezer. Kendisi güçlü konumda olduğu her seferinde ezmiştir çünkü. Bu bakımdan Avrupa’nın o çok bilinen Türk korkusu, Türklerin sahip oldukları gücü kendisi gibi kullanacağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan Türk ilerlemesi Avrupa’da gerektiği şekilde değerlendirilememiştir.
Eğer Avrupa’nın böyle bir değerlendirme kapasitesi olsaydı, örneği İstanbul’un fethinin önemini daha iyi kavrayabilirdi. O, Türklerin 1453′ te İstanbul’u ele geçirmesini Doğu Hıristiyan âlemine mahvedici bir darbe olarak değerlendirdi ve Batı için büyük bir tehdit şeklinde algıladı. Nitekim fetihten daha çeyrek yüzyıl sonra 1478’e gelindiğinde Yunan, Arnavut, Romen ve Güney Slav toprakları Türklerin yönetimindeydi ve Türk akıncı güçleri Venedik’in dış mahallelerine kadar ulaşmıştı. Türkler 1480’de Otranto’yu alarak İtalya’da bir dayanak noktası elde ettiler.
Türklerin şahsında Müslümanlara böyle bir açıdan bakmak, olayı bir toprak genişlemesi olarak görmek, bu korkuyu haklı çıkarabilir. Zaten Avrupalılar da olaya hep bu pencereden bakmışlardır. Nitekim bir karşı hareket olarak İspanyolların Gırnata’yı Müslümanların elinden almaları büyük bir zafer olarak değerlendirilmiş ve Avrupa’nın güneybatısının kurtarılması, diğer bölgelerin de kurtarılacağının işareti olduğu biçiminde bir umut doğurmuştu. Ne var ki bu durum, Hıristiyan âlemi ile İslamiyet arasındaki daha geniş cepheleşmede kesin bir sonuç getirmedi. Avrupa’nın güneydoğusunda Müslüman tehdidi sürdü ve hatta daha da büyüdü.[91]
İstanbul’un fethinin Avrupa için bir felâket olduğu söylemi bilerek yapılan bir çarpıtmayı içinde barındırmaktadır. Batı’nın onca övündüğü Rönesans’ın başlama noktasını gözden uzaklaştırmayı hedefleyen bu çarpıtmayı anlayabilmek için, Avrupamerkezli tarih anlatımına bir kez daha bakmak gerekiyor. Neredeyse bütün modern tarih anlatımları, Avrupamerkezli karakteriyle, Antikçağ’dan Ortaçağ’a ve oradan da modern çağa giden ardışık bir dönemleştirme yolunu seçer. Antikçağ, Kitab-ı Mukaddes’te sözü edilen ülke ve halkların tarihiyle başlayıp Yunan ve Roma dünyasında doruğuna ulaşır ve Roma imparatorluğunun batıda gerileyişi ve çöküşüyle sona erer. Modern çağ ise, yine bu tarih anlatımında Rönesans ve bütün dünyayı içine alan sömürgeci yayılmanın temelinin atıldığı onbeşinci yüzyılın sonlarında başlar. Ortaçağ Avrupası, “bu engin ve canlı iki uygarlık arasında” bir halterin bağlantı demiri işlevi görür.[92] Ona göre Ortaçağ Avrupa’sı antik dünyayı modern dünyaya bağlayan tek yoldur.
Oysa biliyoruz ki, Avrupa Ortaçağının böyle bir dinamizmi yoktur. Çağın ilerleyen her yılı, karanlığı daha da artırmakta ve ışığı daha da engellemektedir. Oysa aynı çağda ”İslam uygarlığı en parlak dönemindeki gücüyle, paylaşılmış bir antikiteden bölünmüş bir modernliğe doğru pekâlâ daha umut verici bir geçiş olarak görülebilir. Ortaçağ Hıristiyanlığı ile ortaçağ İslam’ı arasındaki bir karşılaştırma, İslam dünyasının antik uygarlıktan modern uygarlığa geçmek için yetkin yolu sunduğunu kesinlikle gösterecektir. İslam dünyası varlıklı ve genişti; birçok değişik halkı ve büyük bir kaynak zenginliğini barındıran uçsuz bucaksız bir alanı kaplıyordu.
Batı Hıristiyan âlemi gibi, o da Helen uygarlığının mirasına sahip çıkıyordu; ama bilim ve felsefesini daha büyük bir maharetle değerlendiriyordu ve öteki uygarlıklarla bağları ve kendi yaratıcı girişimleri aracılığıyla bu mirası büyük ölçüde zenginleştirmişti. Yalnızca iki örnek vermek gerekirse, Çin’den kâğıdın ve ardından kâğıt yapım tekniğinin getirilmesi ile Hindistan’dan basamaklı sayı sisteminin ve sıfırın alınması büyük bir bilimsel ve edebi rönesansa giden yolu hazırladı; üstelik Rönesans teriminin alışılagelmiş biçimde yakıştırıldığı Avrupa’daki akımdan yüzyıllar önce. Buna karşılık Hıristiyan Avrupa, kaynakları bakımından yoksuldu; bakış açısı sınırlı ve yereldi; her bakımdan olmasa bile çoğu bakımdan İslamiyet’in ulaştığı düzeylerin çok gerisindeydi. “[93]
Bu bakımdan Avrupa asıl Rönesans’ı, yerelliği ve bakış açısının sınırlılığıyla, kendi Rönesans’ından yüzyıllar önce kaçırmıştı. Eğer Avrupa’nın kabul ettiği bildiğimiz olayı bir Rönesans kabul edeceksek, yalnızca bir “gecikmiş Rönesans” olarak görebiliriz. Batı’daki modern yorumların Ortaçağ’ı temize çıkarma gayretleri, bu gecikmişliği gözlerden saklamak ve kendi karanlığını örtbas etmek içindir. Bunları söyleyerek Batı Rönesansı’ın sahiplenmek istediğimiz sanılmamalıdır; sadece Batı’dan beklenemeyecek bir hakşinaslığı hatırlatmak istiyoruz. Avrupa’yı merkeze alarak bir tarih oluşturma gayreti olmasaydı, kuşkusuz bu durum dikkate alınır ve ortaya bambaşka bir tarih dönemlendirmesi ve yorumu çıkardı. Ayrıca tarih, Avrupa tarafından iki ayn dünyanın çatışmasından ibaret görülmeseydi, ondan çıkarılan sonuç en iyi şekilde değerlendirilir ve doğal olarak orada Islâm’ın yeri de açıkça belirlenebilirdi.
Tarih’i, Avrupa’nın kendini merkeze yerleştirerek çarpıttığı bakış açısından seyretmek, çıkılması zor bir tuzağa düşmektir. Bu tuzak giderek Batı dışındaki milletleri, kendi kendilerinden nefret etmeye kadar götürür. Daniel Goffman, geride kalan dört yüzyılda -genel kabul görmüş adlandırmayla, Avrupa’nın keşifler, genişleme, emperyalizm ve geri çekilme çağlarında- özellikle Batı Avrupa’nın, kendisini siyasal, düşünsel ve coğrafi bakımdan dünyanın merkezi olarak tahayyül ettiğini; Avrupalılar ile Amerika’yı ve başka yerleri yurt tutmuş yeni Avrupalıların, sanat, edebiyat, din, devlet yönetimi ve teknolojiyi oldum olası kendi otoritelerinin terazisinde ve kendi ölçütlerine göre yargılayageldiklerini belirtir. Kendi üstünlüğünü dayatma metotlarından biri olan bu suçlayıcı yargılamaya göre, sanki bütün insanlık buna mecburmuş gibi, pek az toplum bu Batı’nın standartlarını tutturabilmiştir. ”-nerde kaldı, baş belası ve görünüşteki ‘şeytani dinleri’ ve ‘yabanıl, göçebe yaşam biçimleriyle’ Osmanlılar. Akademik kurumlar, bu aşağılamayı yansıtmakta devletlerden ve basından geri kalmamıştır; öyle ki, Paris ve Londra’dan ya da yakın zamanlarda Washington ve New York’tan bakıldığında, yerküreye neredeyse dayanılmaz bir ‘tepeden’ bakma isteğine yol açmış bir görüş ortaklığıdır bu. B
u şemada Osmanlı İmparatorluğu acayip, açıklanamaz, değişime kapalı ve Avrupa’nın egemenlerinin gücüne boyun eğen ‘ötekiler’in yanında yerini alıyor.Avrupa şemasını kabul ettiğimizde -ki birçokları bu dev aynasının doğruyu gösterdiğine inanıyor- kendi kendimizi en olmadık biçimde suçlamamız kaçınılmazdır. Sonuçta Avrupa’nın yağmacı ve talana özelliğini görmeden, Goffman’ın işaret ettiği gibi akademik kurumların da başka odaklarla işbirliği ve “görüş ortaklığı” içinde “genellikle Anadolu ve Balkan topraklarına yapılan Türkmen akınlarını barbar yağmacılığı olarak” nitelendirmelerine biz de katılırız. “Oysa bunların, yeni ve özgürlük getiren bir imparatorluğun temellerinin atılışı olduğu (kendine yer açma- Y. K.) aynı derecede kolaylıkla düşünülebilir.
Konstantinopolis’in Osmanlıların eline geçmesinin Batı uygarlığı için bir felaket olarak betimlenmesi bunun en tipik örneğidir; oysa bu rejim değişikliği, canlılık kaynağı art bölgelerinden koparılmış görkemli bir kentin yeniden doğuşu olarak da görülebilir, aynı kolaylıkla. Osmanlıların Balkanlar’ın fethi, çoğunlukla o bölgenin tarihinin askıya alınması ve dıştan gelen tanrıtanımaz bir yayılmacı gücün ‘boyunduruğu’ altın-da tutsak edilmiş bir toplumun kıpırdayamaz duruma düşmesi olarak düşünülür. Oysa, bakış açısı değiştirilirse, Osmanlı uygarlığının Avrupa’nın içine işlemesiyle gelen karşılıklı toplum kaynaşması ve kültür harmanlamasına, canlılık ve yaratıcılığın patlaması olarak bakılabilir. Osmanlı İmparatorluğu geleneksel olarak Hıristiyanlara zulmeden bir güç olarak görülmüştür; ama bunun yerine, acımasızca hoşgörüsüz Hıristiyan Avrupa’dan kaçanlar için bir sığınak olarak da değerlendirilebilir. Ne de olsa, Osmanlı dünyasında Hıristiyan dünyasından kaçmış binlerce dönme varken, Hıristiyan Avrupa’da İslam dininden dönenlere hemen hemen hiç rastlanmıyor. ”95
Osmanlılar söz konusu olduğunda, Doğu’ya ilişkin her konuda olduğu gibi, acımasız bir Oryantalizm devreye girer. “(…) böylesi bir tutum, kimi tarihçilerin, yalnız Osmanlı İmparatorluğu’nu değil, ‘Batılı olmayan’ diğer toplumları ve düşünceleri de Avrupalı devletler bağlaşmasına ve onların kültürel uydularına göre önemsiz saymalarına daha baştan yatkın olmalarına yol açmıştır. Diğerlerinde olduğu gibi Osmanlılar konusunda da araştırmacılar, toplumun Avrupa’dan farklı yönlerine eğilmişlerdir. Osmanlı kültür geleneğinin, dilinin, dininin, hatta örgütlenme yeteneğinin Avrupa standartlarına benzemediğini vurgulamışlardır. Bu ayrı olma saplantısının ardında hemen hemen her zaman bir aşağılık, uygarlaşmamış bir vahşilik (Osmanlı Impara- torluğu’nun büyümesinde yağmanın tek güdüleyici neden olduğunu söyleyen, basmakalıp olmakla birlikte genel kabul görmüş sav gibi) varsayımı yatar. Said’in belirttiği gibi: ‘İslam’ın yıldırıyı, yakıp yıkmayı, şeytansıyı, nefret edilen barbar sürülerini simgeler hale gelmesi nedensiz değildi. Avrupa için İslam süreğen bir sarsıntıydı.96
Müslüman Osmanlı’yla Hıristiyan Avrupa’nın ilişkilerinin tarihinde, alışılmış bir biçimde din ön plana çıkar. İki uygarlığın tarihten gelen duyarlılıkları göz önüne alınınca, dine odaklanma akla yakın gelir. Din odaklı bu iki dünya karşılaştırıldığında, Osmanlıların İslâm’ın evrensel özelliğini kavrayarak bunu temsil etme görevini en iyi biçimde yerine getirmek için çalıştığını, devletlerini göçebe bir uçbeyliğinden, daha önce Bizans ve Latin toprakları üzerinde yükselmiş dinsel bir yapının birincil kalıtçısı durumuna yükseltmek için bu özellikten yararlandıklarını görürüz. Daha önce Araplarca temsil edilen İslâm geleneğini özümseyip kendi taze gücüyle birleştirerek dünya görüşünü yeniden oluşturma yeteneği, Osmanlı İmparatorluğu’na ünlü esnekliğini, dinamizmini, koşullara uyabilmeyi ve uzun ömürlülüğünü edinmesinde yardıma oldu. Bunun tersine Hıristiyan Avrupa, bir önceki başlıkta (Haçlılar Çağı) ele aldığımız gibi, dini ideolojik bir araç olarak kendi yönetimlerini meşrulaştırmak ve halklarını İslâm’a karşı mücadelede harekete geçirmek için kullandılar.[97]
Hıristiyanlık, Avrupalıların temsilciliğindeki bu durağan ve tekrarcı yapısıyla, Doğu Akdeniz’den, Kuzey Afrika’dan ve Anadolu’dan hep batıya ve kuzeye doğru büzülürken, Braudel’in “ikinci İslâmiyet” adını verdiği Osmanlılar döneminde bu büzülme, kendi kıtasının batısına doğru, yani daha da batıya doğru devam etmeye başladı. “XV. yüzyılla birlikte muazzam Türk zaferi bunların üstüne gelmiştir: ikinci bir İslamiyet; bu kez toprağa, süvariye, askere bağlı ikinci bir İslami düzen. Bu İslamiyet ‘kuzeylidir’ ve Balkanların ele geçirilmesiyle de dehşet verici bir şekilde Avrupa içlerine dalmıştır. Birinci İslamiyet koşusunun sonunda İspanya’ya ulaşmıştır. Osmanlıların macerasının kalbi Avrupa’da yer almaktadır. “[98]
Osmanlılar çağı, aynı zamanda Hıristiyanlığın yerellik özelliğini daha da belirgin hale getirmiştir. Bu olgu, bizzat Batııların bilinçli çabalarıyla çok daha önce başlamıştı; onlar Hıristiyanlığın sadece bir Avrupa dini, Avrupa’nın da sadece Hıristiyanların toprağı olmasını -yukarıda ele aldığımız Morisco olayının da açıkça gösterdiği gibi- istiyorlardı. Gerçi Haçlı seferlerinin, içinde bir Hıristiyan evrenselciliği iddiası taşıdığı zaman zaman savunulmuştur. Ama daha önce de yeri geldikçe hatırlattığımız gibi, Avrupa’nın kendi içinde bile politik ve dinî anlamda aşılmaz nice Doğu-Batı çatlaklarının varlığı, Haçlı seferlerinin talan, yağma ve insan kıyımından ibaret kalması ve bunun yalnızca Müslümanlara değil kendi dindaşlarına da yöneltilmesi, böyle bir iddianın pratik desteklerden yoksunluğunu gösterir….
Yüksel Kanar – Batı’nın Doğusu,syf.248-255
Dipnotlar.
[85] “Roma’nın uygarlığının uyum ve bütünlüğünü sağlayan Akdeniz kıyılarına, İsla- miyetle birlikte yeni bir dünya girmiş ve günümüze kadar sürecek olan bir kopukluk meydana gelmiştir, Artık mare nostrum kıyılarında iki karşıt uygarlık yayılmaktadır. O zamana kadar hristiyanlığın merkezi olan deniz, artık onun sınırıdır. Akdeniz birliği kırılmıştır” (Henri Pirenne, Hz. Muhammed ve Charlemagne, s. 186)
[86] Bkz. Thierry Hentsch, age., s. 77, “Akdeniz’de Denge mi Yoksa Kopuş mu?” başlıklı bölüm.
87] Bernard Lewis, Çatışan Kültürler, s. 5.
[88] Age., s. 5.
[89] Age., s. 5.
[90] Age., s. 6.
[91] Bkz. age., s. 16-17.
92] Bkz. age., s. 8.
[93] Age., s. 8-9.
94 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, 20-21.
95 Age,s. 22-23.
96, Age,s. 21.
[97] Bkz. age., s. 23.
[98] Fernand Braudel, II. Felipe Dönemi’nde Akdeniz