Efendim, hepinizi hürmetle selamlıyorum ve böyle bir Vakıf Haftası’nı tertip ettikleri için, Vakıfların ilgililerine de teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.
Ben mevzua, benden önce konuşanlarla ilgili olarak bir hususla girmeyi uygun gördüm.
Sayın Hüseyin Işık Paşamız, “Niye Osmanlılar, Balkanları Müslüman etmediler?” diye bir soru sordular. Hocamız da ayete dayanarak cevap verdiler. Toplum yapısıyla ilgili olduğu için konuya buradan girmek istiyorum.
Yavuz Bülent Bakiler dostumuzun, Üsküp ’ten Kosova ’ya diye bir seyahat notu, kitabı var; okumayanlar okuyabilir, okuyanlar bir daha okuyabilir. Orada şu hâdiseyi anlatıyor: Kültür Bakanlığını temsilen Yugoslavya’ya gittiğinde, resmî bir yemekte, bir Sırp tiyatro artisti, Yavuz Bülent’in Türk olduğunu öğrenince etrafındakilere, “Bu Türkler bizi 550 sene idare ettiler. Ben hesap ettim, eğer her gün Bal- kanlar’da bir Hıristiyan aileyi yok etselerdi, hiç kimsenin ruhu duymazdı ve bu 550 sene zarfında Balkanlar’da bir tek Hıristiyan kalmazdı. Onlar bunu yapmadılar fakat Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Birinci Dünya Harbi’nin kopmasıyla, onların 550 senede yapmadıklarını üç buçuk senede yaptı.” demiş. Ermeniler için de aynı şey söylenebilir. Yani Türkler, Osmanhlar, Selçuklular gayrimüslimleri böyle korumuşlardır. İnanan inanmış, inanmayan inanmamıştır.
Değerli misafirler! Biraz evvel işaret ettiğim bu toplum yapısı, çok eskiden beri [ devam etmektedir. Neden böyledir? Birincisi, Türk düşüncesinde âlemdeki, kâinattaki, gökyüzündeki nizamın, intizamın yeryüzüne ve bilhassa kendi toplumlanna akset- tirilmesi fikridir. Bu, îslâmdan önce de vardır, Islâmdan sonra da vardır. Devlet, bu bakımdan, kâinatın bir numunesi, bir örneği, nizamın sağlayıcısı olarak görülmüş ve ona bu inançla bağlam İmiş tır. Yani cemiyet ve devlet, kâinatı algılama vasıtası olarak görülmüştür. Bu nokta çok mühimdir. Felsefe ile ilgilenenlere ben şahsen tavsiye ederim; bilhassa Hegel’in Tarih Felsefesem çok dikkatli okusunlar. Hegel, büyük bir filozoftur, belki filozofların en büyüğüdür. Ama bütün derdi, Hıristiyanlığın teslisini (üçlü Tanrı anlayışım) kurtarmak ve Prusya İmparatorluğu’nun yapmış olduğu her şeyi, akim sınırlan içinde yapılmış normal fiiller olarak meşrulaştırmak ve aklileştir- mekti (Çünkü kendisi, Prusya İmparatorluğu’nun resmî filozofu idi).
Selçukluların, ondan önceki Türk devletlerinin ve Osmanlı Devleti’nin yapmış olduğu, kâinatı yaratan ve idare eden Allah adma, yeryüzünde adaleti tesis etmektir, îbn Kemal’in Tevârîh-i Âl~i Osmancının birinci cildi yayınlandı. Orada Ibn Kemal, Nûh aleyhısselamdan, onun oğlundan başlayarak Türk hanedanlarım, “İlâhi emrin icrasına vazifelendirilmiş Idşiler” olarak görür ve gösterir. Dolayısıyla onlara karşı gelen, şehzade de olsa, padişahın kardeşi de olsa, karısı da olsa, nizamı bozacağı için katledilmesinin vacip olduğunu tarihçi olarak -fakat aslında fikıhçı olarak- tarih kitabında izah eder.
Bu noktadan, Sinan’ın yetişmiş olduğu Kanuni Dönemi’nin toplum hayatına bakmak lâzım geliyor. Aslında konu çok mühim fakat bu dar zamanda onu tasvir etmek, anlatmak çok zor. Devrinin hâdiselerinin seyrinden, muhitinin çirkinliklerinin verdiği elemlerden bunalan, İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmet Âkif Er- soy, zaman zaman bu bunaltıdan kendisini kurtarabilmek için, mazinin derinliklerine kendisini atar ve der ki: “Gül devrini görseydim onun, bülbülü olurdum / Ya Rab! Beni 500 sene evvel getirseydin ne olurdu!” Onun, bülbülü olmak istediği devir, aşağı yukarı Fâtih Sultan Mehmed Devri’ne tekabül eder ama Kanuni Devri, Fâtih Devri’nin, Yavuz Devri’nin bir devamıdır ve Fâtih Devri de, Yavuz ve Kanuni Devirleri gibi, yerden ot biter gibi birdenbire bitmemiştir, daha önceki devirlerin mahsulüdür. Devamlı şekilde cemiyette, hem İlmî yönden hem fikrî yönden hem ahlâki yönden hem siyasi yönden hem de kültürel yönden büyük gelişmeler vardı. Sinan Dönemi’nde ve Kanuni Dönemi’nde artık ahlâki yaşayışın -nazari ahlâkın değil ama fiilî ahlâkın- zirvesine ulaşılmıştır.
Yine Mehmet Âkif, Batılıların “Muhteşem” dediği Süleyman’ın haşmetli dönemini ifade için: “Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri, / Özengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri” der.
Acaba Garp’ın elçilerinin, bir vezirin veya bir sadrazamın, bir padişahın üzengisini öpmek hasreti nereden gelir? Yani, zaferlerin dış parıltılarından mı, yoksa arka planı teşkil eden, ahlâki, kültürel ve ilmî-fikrî kudretten mi geliyor? Bu noktaya dikkat etmemiz lâzımdır. O devrin toplumunu kaynaştıran, ayakta tutan ve devamını sağlayan, manevi değerlerdi. O devirde manevi değerlerin başta geldiğini görüyoruz. Daha önce olduğu gibi, Osmanlı toplumunun yapısını da bunlar teşkil etmektedir.
Değerler, bilgiden önce inanca dayanmakta idi. Şu bakımdan: “Ben filanın ahlâklı olduğunu biliyorum.’* demek ayrıdır, “Ben filanın ahlâklı olduğuna inanıyorum.” demek ayrıdır veya “Falanın güzel olduğuna inanıyorum.” demek ayrıdır. İnanç, burada sübjektif bir husustur ve dolayısıyla değerler bilgi kadar kesin değildir. Bundan dolayı, değer olabilmesi için de kalıcı olması lâzımdır, tekrar edilmesi lâzımdır ve bu suretle benimsenebilmesi lâzımdır.
İşte, Osmanlı toplumunda birtakım değerlerin böylece benimsendiğini ve müşterekleştiğini görüyoruz yani birtakım sanat değerlerinin, kültür değerlerinin, ahlâki değerlerin hatta iktisadi değerlerin ve hukukî değerlerin müşterekleştiğini görüyoruz. O zaman, ideallerde de davranışlarda da müştereklik ortaya çıkmaktadır yani ortak bir davranış ve birlik kendisini göstermektedir.
Biz, değerlerin her an değişebilen insana dayandırılmasını mümkün görmüyoruz. Bazı kimseler, bazı felsefeciler, insanı mutlak varlık kabul ediyorlar. Biz, mutlak varlık diye Allah’a inanıyoruz, varlığı mutlak olan ve kendisini fiilleriyle bütün güçlerini her an tecelli ettirebilen bir varlık olarak görüyoruz. Bilgisi de mutlaktır, kudreti de mutlaktır, varlığı da mutlaktır. İnsanı, böyle mutlaklaştırmak taraftan değiliz ama mutlaklaştırmanın da fayda vermediğine kaniyiz. Şu bakımdan: Çünkü insan, psikolojik açıdan da devamlı değişken bir varlıktır, sosyolojik açıdan zaten değişkendir. Hatta Anadolu’da bir tabir vardır, bilirsiniz, kaba bir tabirdir, “İnsanın bir eşref saati vardır, bir de eşek saati vardır.” derler. Çünkü değişken varlıktır. Değişken varlık olmasından dolayı, ruhunun değişmesinden dolayı da onun eşref saatini beklemek mecburiyeti hissedilmiştir veya duyulmuştur. Bu bakımdan, değişen varlığa dayandırılan değişmeyen değerler türetilmemeli, türetilirse iyi netice alınamaz. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu’nda, değişmeyen değerlerin, değişmeyen kaynaktan çıkarıldığına veya oradan alındığına şahit oluyoruz. Psikolojik ve sosyolojik açıdan hatta sosyal psikolojik açıdan da tespit edilmiş bir vakıadır ki insanı kalben en fazla tatmin eden şey, değişmeyen, istikrarlı, sabit değerlerdir. Değişen şeyler, insanı tatmin etmez. Bundan dolayı bilimde de sabit esaslara dayanılarak araştırmalar yapılır.
Bu açıdan baktığımızda biz, Osmanlı toplumunda dünyevi olanla uhrevi olanın kaynaştırıldığını görüyoruz. Gerçi dünyevi ve uhrevi değerler diye ayırmak her zaman mümkün değildir. Meselâ, Müslümanlık bir dünya görüşü veriyor. Hıristi- yanlık bir dünya görüşü veriyor ama bunlar dinî menşeli olmakla beraber, birbirinden farklı. Her ikisi de tabiata bakışta farklılık gösteriyor, ilme bakışta, insana bakışta, kültüre bakışta, vesairede farklılık gösteriyor; bunları ayrı ayn değerlendiriyor ve burada bir müştereklik hasıl ediyor. Ama ayn dünya görüşleri, suya muamelede farklılık gösteriyor. Meselâ Hıristiyanın suyu kullanışı farklıdır, Müslümanın suyu kullanışı farklıdır. Hıristiyan, ne gusül yapar ne abdest alır ne taharet alır ama Müslüman, hem gusül yapar hem abdest ahr hem taharet yapar. Hatta kendisinin ateist olduğunu söyleyen, Müslümanların içinde büyümüş birtakım kimseler de taharet alır. Bu, dünya görüşünün farklılığındandır. Dolayısıyla, dünyevi değerlerle uhrevi değerleri, her zaman aynı şekilde, kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Hocamın affına sığınırım, zekât, maddi ve iktisadi bir değerdir ama nereye kadar uhre- vidir, nereye kadar dünyevidir, bunu tespit etmek mümkün değildir âcizane kanaatime göre.
Bu bakımdan, bunların iç içe yaşandığını görüyoruz Osmanlı toplumunda. Yahya Kemal bunu çok güzel tespit etmiştir. Diyor ki;
Manevî çerçeve 500 senedir hep berrak
Yaşayanlar değil, Allah’a gidenlerden uzak.
Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada.
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur, karşıda kaybettiği en sevdiğine.
Yahya Kemal, Koca Mustafa Paşa şiirinde böyle diyor.
Günlük, dünya hayatıyla ahiret hayatının bu kadar iç içe olması, Islâmi inancın bir eseridir. Zira Müslüman, ölümün bir hayat değiştirmek olduğuna inanır. Bunun için Mevlânâ ölüm gününe, şeb-i arûs demiştir ve Yunus da tenlerin öldüğünü, canların ölmediğini söylemiştir bu inançla.
♦♦♦
İnsan, kendisine, ailesine, milletine, tabiata ve diğer varlıklara karşı vazifesini dikkatle ve sırf Allah rızası için yaparsa öteki dünyada, onun için korkacak bir şey yoktur. Bu bakımdan, Osmanlı toplumu kalıcı olanı aramak istemiştir. Hem toplum hem fert olarak İslâmi inancın kalıcı tezahürlerini de uzun asırlar boyunca, burada görüyoruz. Müminler, hayır yarışmasına girmişlerdir. İster vakıflarla olsun, ister diğer kültürel eserlerle olsun, bunun en büyük örneğini, bir asrı aşan ömrüyle bilhassa, Koca Sinan vermiştir. Ama insanın serbest davranabilmesi için fiillerinde hür ve mesuliyetinin idrakinde olabilmesi lâzımdır. Osmanlı Devleti’nin en büyük özelliğinin, İslâmın getirdiği adalet anlayışını kesintisiz ve dirayetli bir şekilde tatbik etmiş olduğu gerçeği, bugün, bir kısım Batılı tarihçiler tarafından da tespit ve kabul edilmektedir. Bunun için Osmanlı Devleti, daima bir hukuk devleti olmuştur ve bunun için Sultan Süleyman, cihan hükümdarı, “Kanuni” sıfatını aldığı gibi, toprağa defhedilirken şeyhülislâmın fetvaları ile gömülmeyi vasiyet etmiştir. Onun bu hareketi, hem hukuka verdiği büyük değeri hem de İlâhi hesapta kendisine ve fiillerine ortak arama gayretini gösterir.
Kanuni Dönemi’nin, daha öncesinin veya daha sonrasının, Osmanlı toplum hayatındaki faziletli yaşayışı ve yüksek ahlâkı, seyyahlar, sefirler, sefireler hatıralarında, mektuplarında vesair yazılarında belirtmişlerdir. Bunlar tarihe mal olmuştur. Bunların bir kısım vesikaları da bugün arşivlerimizde, yazmalarımızda vesairede vardır. Bu konuyu da geçiyorum.
Yalnız, “Muhteşem” diye isimlendirilen Süleyman Han’ın iki mektubundan bahsederek Osmanlı toplumunun ahlâki yapısını, dünyanın zirvesindeki insanın ağzından anlatmaya çalışacağım. Sultan Süleyman Han, halazadesi meşhur akıncı beyi Bâlî Bey’e iki mektup göndermiştir iki ayrı zamanda. Birinci mektupta şöyle diyor: “Her iyiliğin kaynağı adalettir. Adil olmayanın elinden çıkan iş, kötü iştir. Peygamberimiz, ‘Bir gün adalet yapmak, 70 gün nafile ibadet yapmaktan daha üstündür.’ buyurmuştur. Öyle insanlar vardır ki ellerinde fırsat yok iken salih, abit ve zahit görünürler, ellerine fırsat geçince Nemrut kesilirler. Hizmetinde kullandığın adamların dış görünüşlerine aldanma. Mala, aşın sevgi besleyenleri devlet hizme- tinde kullanma çünkü onlar, Allah’ın bana emanet ettiği halkı ezerler, kıyamet gününde mesul olurum.”
Konuşmamın giriş kısmında söylediğim misali tekrar hatırlatıyorum. 550 sene sadece Müslümanlar değil, diğer gayrimüslimler de Allah’ın hükümdarlara emaneti olarak görülmüş ve bakılmıştır. Hocam defalarca belirtti, halkın ezilmemesine dikkat göstermek de bu anlayıştan ileri gelmektedir. Hünkâr devam ediyor: “Ey Gazi Bâlî Bey! Gelirlerim masraflarıma yetmez diye gam çekme, ne dileğin varsa benden iste. Askerlerimin ve tebaamın gençlerini evlat, ihtiyarlarını baba, yaşlılarını da kardeş bil. Bilhassa fakirlere şefkat ve sevgiyle (‘Şefkat’ kelimesini vurguluyorum; TRT’nin spikerleri ve yapımcıları, maalesef hep ‘şevkat’ diyorlar.) ihsan kapılarını aç.”
Burada bir hususa işaret etmek istiyorum. Meşhur İslâm eğitimcisi Zemûcî diyor ki: “Hoca talebesini kendi çocuğu gibi sevmediği müddetçe, talebe de hocasını kendi babası veya anası gibi sevmediği müddetçe, talebeyle hoca arasında sıkı bir bağ kurulup sağlam bir eğitim meydana getirilemez.” Kanuni bunun sırrını keşfetmiş gibidir. Bakın “Tebaamın gençlerini evlat, ihtiyarlarını baba, yaşıtlarını da kardeş bil. Bilhassa fakirlere, şefkat ve sevgiyle muamele et.” diyor.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın ikinci mektubu da yine söylediğimiz gibi Bâlî Bey’e. Tabiatıyla muhtevasında farklılık var. Bâlî Bey, bilhassa Kanuni’nin Belgrad’ı zapt ettiği sırada, Mohaç Meydan Muharebesi’nde büyük kahramanlıklar göstermiş olduğu için, Hakan’a bir mektup göndererek hizmetlerini sayıp dökmüş ve kendisine bir tuğ verilmesini istemiş. Hünkâr da Bâlî Bey’e verdiği cevapta şunları yazmış: “Dîn-i İslâm ve Devlet-i Âl-î Osmân için yaptığın hizmetler, indimizde zayi olmamıştır. Berhudar olasınız, Allah sizden razı olsun, iki cihanda yüzün ak ve pak olsun. Hizmetlerinize mukabil, tarafımızdan bir tuğ verilmesini istiyorsunuz. Biz size bir tuğ değil, emîrü’l-umerâlık da vermekte tereddüt etmeyiz. Lâkin bunlar ile gururlanma. Her şeyi Allah’tan, her şeyin Allah’ın olduğunu bil. Her şeyi, bizim rızamızı değil, Allah’ın rızasını tahsil için yap. Sakın hataya düşüp biz fani kullardan bir şey istemek hatasını irtikâp etme ve kendini yanımızda küçültme ve kimsenin minneti altına girme.”
Şimdi, bu mektupları kısaca tahlil etmek istiyorum. İlk mektupta, her iyiliğin kaynağının adalet, kötülüğün de adaletsizlik olduğu ve dolayısıyla zulmün, vesaire- nin de buradan ortaya çıktığı; onun için, adaletin önem verilen en büyük esas olması lâzım geldiği gibi hususlar bilhassa vurgulanıyor. İnsanların, kudret ellerine geçtiği zaman nasıl Nemrutlaştıklarını da yine tecrübesine dayanarak ortaya koyuyor ki böyle sinsi kimselerin teşhis edilerek yüksek mevkilere getirilmemesi ifade ediliyor. Mal, mülk ve servete yahut maddeye esir düşmüş olanların, maddeyi putlaştıranla-rın devlet hizmetinde kullanılmamasını tavsiye ediyor. “Zulüm ve adaletsizlik buradan doğuyor. Zira onlar, halkı, menfaatleri uğruna ezmekte tereddüt etmezler.” diyor. Böyle bir şey olursa yani halk ezilirse, bunu kendisine yapılmış bir kötü muamele olarak görüyor Kanuni, daha doğrusu Allah’ın huzurunda hesap verecek olanın kendisi olduğunu düşünüyor. Otoritenin kaynağı olarak Allah’ı gören ve hesap gününden korkan bir idarede hükümdar, ne “Kanun benim!” ne de “Devlet benim!” diyebilir. Çünkü o idarede halk, bir taraftan, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” derken bir taraftan da, “Senin uyanık olduğunu zannettiğim için ben uyuyordum.” deyip yakasına yapışabiliyor. Dolayısıyla Allah, azametin, kudretin, cezanın kaynağı olduğu kadar şefkatin, merhametin, sevginin de kaynağı olmaktadır. Kanuni gibi bir cihan padişahı, kendisinden bir şey istemeyi, insanı küçültme olarak görüyor; kimsenin minneti altına girmemesini söylerken de insanın hür, bağımsız ve minnetsiz, kimseye boyun eğmeden yaşamasını istiyor.
Demin işaret etmiştim, gençlerin sevilmesi, şefkatle bakılması ve kardeş olarak muamele edilmesi vesairenin, toplumdaki kaynaşmanın, sevgiyle bir bütün teşkil etmenin kaynağı da yine en üstten en aşağıya doğru kademeli bir şekilde ulaştırılmaktadır.
İkinci mektupta, devletin askerinin Allah rızası ve devlet için çarpıştığı ve bunun. Allah için yapılsa da hükümdar indinde zayi olmadığı, bir takdirsizliğin veya bir kadirbilmezliğin bulunmadığı ifade edilmektedir. Bir Müslümanın, Allah rızası ve devletin bekası için, menfaat karıştırmadan, halisane yaptığı hizmetlerin hepsi, hükümdarca bilinmekte ve çeşitli şekillerde mükâfatlandırılmaktadır. Hükümdar, bu takdirleri hak edenlere, hem kendisinin ve hem de Allah’ın rızasını temenni ederek, iki cihan saadetini temenni ederek hatırlatmaktadır. Padişah, hizmet ehline verilecek mükâfat ve iltifatların olmasına ama bunların onları gurura sevk etmemesine, ahlâki yönden bilhassa işaret etmektedir. Bunu temin için başarıların, zaferlerin, hakiki kaynağının, sahibinin Allah olduğunu da özellikle hatırlatmaktadır. Dolayısıyla insandan bir şey isteyip onun karşısında küçülmenin, insanın ahlâki davranışında hür ve serbest hareket etmesini engelleyeceğini de işaret etmiş olmaktadır. Çünkü minnet altında kaldığınız kimsenin karşısında serbest ve rahat hareket etmekte veya m her şeyi söylemekte tereddüt edebilirsiniz hatta böyle bir harekette bulunamayabi- lirsiniz de. Hele Kanuni gibi bir cihan padişahından bir şey istemenin insanı küçük düşüreceği fikri, Kanuni Süleyman gibi muhteşem bir fikirdir.
Bu bakımdan, Kanuni’nin bu mektuplarında ortaya koyduğu yüksek devlet ahlâkı, siyaset ahlâkı ve umumi ahlâk prensipleri, hem siyasi edebiyat bakımından hem siyasi tarih bakımından hem de hukuki bakımdan otoritenin kaynağını işaret etmesi itibarıyla ders kitaplarına geçecek değerdedir âcizane kanaatime göre.
♦ ♦♦
Kanuni gibi bir hükümdarın döneminde, herkes hayır yarışında bulunuyorsa, Koca Sinan, Koca Mimarbaşı, ondan geri mi kalır? Hayır! O da Tezkiretü’l- Bünyân’ında diyor ki: “Hayırla yâd edilmek, hayır dua almak, Allah rızasını kazanmak için ben bütün bu eserleri yaptım.” Bir bir sayıyor. “Çünkü bir dua muhtacıdır bây ü gedâ.” Yani zengin, fakir kim olursa olsun, bir duaya muhtaçtır diyor. “Bu fani âlem, akıp giden selin üstünde bir puldur (yani köprüdür). Bu pulun, selin üzerinden karşıya geçebilecek olanı, ancak ehl-i tevekküldür. Cihanda hayra sa’y etmek (hayır için koşmak) en yüksek hedeftir.” Bunlar kendi ifadeleridir. Mimar | Sinan’a göre bu hayırda yarış, “Ölmez oğuldur.” Demek ki Koca Sinan, sonsuz Kudret sahibi olan Yaratıcı ile müminin rahat münasebet kurabilmesi için, sanatın bütün inceliklerini ve sanat dehasını ortaya koymuştur. Şunu da belirtmekte fayda vardır. Sinan’ın sanatında da “vahdet” fikri, çoklukta birlik hâkimdir. Allah’ın birl ği inancı, hâkim motiftir.
Bir hususa daha temas etmek istiyorum. O da, Kanuni’de veya diğerlerinde gördüğümüz gibi, Koca Sinan’da da büyük bir Müslümanlık şuuru ve bundan doğan bir üstünlük duygusunun varlığıdır. Bunu yine Tezkiretü’l-Bünyân’ın sonunda ifade etmektedir. Şöyle diyor: “Kefere-i fecerenin mimar geçinenleri, ‘Devlet-i îslâmiyyede Ayasofya kubbesi gibi bina olunmamıştır. Bu yüzden Müslümanlara galebemiz vardır? gibi iddialar ileri sürerlermiş ve halkın bir kısmı buna inanırlarmış. Bu da hakirin kalbinde dert oldu.” işte, bu derdi atmak için, Ayasofya kubbesinden daha büyük bir kubbeyi bir Müslümanın kurabileceğini ispat için Selimiye Camii’ni yapıyor ve “Allah’ın izniyle, padişahınım da inayetiyle ondan daha büyük bir kubbe yaptım ve Müslümanları bu tezellülden kurtardım.” diyor.
Bir başka noktaya daha kısaca işaret etmek istiyorum. Kanuni Dönemi’nin, serbest ve hür düşünmenin rahatça icra edildiği bir dönem olduğunu da söylemek yerinde olur. Hepinizin bildiği, bir vakıa vardır, Molla Kâbiz hâdisesi. Molla Kâbız diye bir adam çıkıyor, Hazret-i İsa’nın Hazret-i Peygamber’den üstün olduğunu ileri sürüyor ve bu fikir yaygınlaşıyor; umumi efkâr rahatsız olacak şekilde, kargaşalık çıkacak şekilde yayılıyor. îş, idareye aksediyor; bu kişinin idamına karar veriyorlar. Fakat kimse onu alt edemiyor yani fikirlerini çürütemiyor. Kanuni, “Onun fikrini çürütmedikçe ona dokunamazsınız.” diyor. Onun üzerine, kazaskerlerin huzurunda münakaşa ettiriyor, diğerlerinin huzurunda münakaşa ettiriyor; onlar bu işi becere- meyince Şeyhülislâm İbn Kemal’i çağırıyor, onun huzurunda münakaşa ettiriyor. O, delillerini çürütüyor, mahkemede de çürütüyor. Ondan sonra içtimai huzursuzluğun kaynağını kurutmak için idam ediyorlar. Hatta Rahmetli Kaya Bilgegil’in bir kitabında gördüm. Rönesans Çağı Cihan Edebiyatında Türk Takdirkârlığı adındaki bu kıymetli kitapta Protestanları ve Protestan hareketini, Kanuni açık bir şekilde desteklemiş ve hatta bir kısım Protestanların İstanbul’a kadar gelip kendi inançlarını – Müslümanlığa ve Türklüğe hakaret etmemek şartıyla- yayabileceklerini de söylemiş ve buna müsaade etmiştir.
Böyle bir toplum düşünün, bu toplumda ahlâk bu seviyede. Ahlâksızlık yok mu? Her devirde vardır ama asgariye inmiştir. Kültür zirveye ulaşmıştır, ilim zirveye ulaşmıştır, sanat ve teknik zirveye ulaşmıştır. Biz, Leonardo da Vinci’ye hayranız çünkü adamlar filmleriyle tanıtıyorlar. Ama Leonardo da Vinci çapında, bizde bir Matrakçı Nasuh var. Adam mühendis, adam ressam, adam matematikçi, adam asker; askerî oyun icat ediyor. “Matrak” denilen oyunu icat ediyor ve talimini yapıyor, silah icat ediyor, talimini yapıyor, talimnamesini yazıyor. O kadar çok yönlü adam ki biz bunu, bugün bile doğru dürüst tanımıyoruz. Yabancılar film yaptılar, TRT’de kısmen yayınladı. O da bu devirde yetişmiştir. Dolayısıyla, böyle bir vasatta, elbette ki büyük insanlar -daha önceki kurulan ortamdan meyve olarak geliyor bunlar tabii- ve çok yüksek bir kültür ortaya çıkmıştır. Bu kültür, sanatın her dalında kendisini göstermiştir.
Yalnız, şu hususu tebarüz ettirmek icap eder: Bu kültürün kaynağı Osmanlı’dır ve İslâmi inançlardır. Musikide, mimaride ve her sanatta, diğer alanlarda din, rengini vurmuştur. Dolayısıyla Islâmiyeti bilmeden, Türk kültürünün rengini ve hususiyetini ifade etmek veya tahlil etmek insanı yanıltabilir. Ben bunu söylerken Osmanlı’nın insana verdiği değeri de bilhassa belirtmek gerekiyor. Çünkü şu husus var Ben âcizane felsefeciyim, felsefe tarihi dersleri veriyorum. Meşhur Batılı filozofların hepsinde gördüm. Hıristiyanlığın esaslarından vazgeçememişler, asli günah fikrini atamamışlar. İslâmiyette asli günah diye bir şey yok. Cennetten çıkan Hz. Âdem, affedilmiş. Böyle bir psikozun tesirinden kurtarılmış olarak çıkıyor, azadedir ve karşısına çıkan güçlüklerle mücadele ede ede hayatı kazanıyor. Allah yardımcıdır, yolu göstermektedir. Orada, nereye gideceği belli olmayan, rastgele adımını atan, oradan çıkıp oraya giden bir insan tipi yoktur. Bu şekilde, aydınlık bir insan tipi olduğu için de bu kültür meydana gelmiştir. Biz, o aydınlık insan tipini canlan- dırabilmeliyiz. Onu ihya edelim demiyorum ama bu aydınlık insan tipini verebilirsek onları, o kültür değerlerini yenileyebiliriz, cihanşümul hâle getirebiliriz, o zaman olduğu gibi bugün de başkalarına mesaj verebiliriz.
Süleyman Hayri Bolay – Türk Düşüncesinde Gezintiler,syf:159-168
[1] Bakara suresi, 2:148.
[2] Tevbe suresi, 9:40.
[3] Kasas suresi, 28: 88.
[4] Of suresi, 50:16.
* Tam adı, Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han (Ankara 1976).
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…