(AİDİYET: DAYANIŞMA, YARDIMLAŞMA
VE İÇTİMAİ/S0SYAL SORUMLULUK)’
Osmanlı Mahallesi hakkında birçok çalışma yapılmış ve yapılmaktadır. Bu çalışmalar ya doğrudan mahalle ile ilgilidir ya da Osmanlı Şehri nin fizikî, İdarî veya sosyal bir birimi olarak dolayısıyla mahalle ile ilgilidir. Osmanlı şehrinde olduğu gibi Osmanlı mahallesinde de konu öncelikle bir mekân olarak ele alınır. Arkasından mahalleyi konu edinen ilim alanı, sahanın önceliklerine göre tespitlerde bulunûr. Bu çalışmanın sınırları, tarih içinde Osmanlı mahallesi hakkında yapılan çalışmalarda eksik gördüğümüz ve öne çıkmasını istediğimiz bazı konuları öne çıkarmaktır. Çalışmanın çıkış noktası diğer çalışmalarda da olduğu gibi Osmanlı’nın yeniden keşfi bakışıyla değerlendirmeler yapmaktır. Osmanlı mahallesini; huzur, emniyet, dayanışma ve yardımlaşmanın bir mekânı olarak kabul ediyoruz ve mahallelinin, kimlik ve kişiliğini, aidiyetle biçimlendiren süreçte neler oluyor sorusuna cevap arıyor, belge ve bilgilerle izah etmek istiyoruz. Belgelerden kastım, otuz beş senedir sürdürdüğüm çalışmalarımın Osmanlı şehri ile ilgili olması sebebiyle diğer çalışmalarımda bizzat kullandığım belgelerden öğrenebildiklerimi kastediyorum. Burada doğrudan belge kullanmak yerine belgelerin değerlendirilmesi ile elde edilen bilgilerin tahlili yapılacaktır.
Osmanlı Şehri: Cennet Misali1 ön kabulümüzden başlayarak “Osmanlı Mahallesi” misalden hareketle cennetten bir köşe olarak yorumlanabilir mi ? Bu soru, ana temamızı oluşturuyor. Evvela Osmanlı Şehrini, Cansever’in cennet tasavvurundan hareketle “cennet misali” tanımını, postüla/temel kabul ediyoruz ve çıkış noktamız sayıyoruz. Şehir mahalle ilişkisini, cennet misali metaforu/mecaz zemininde ele alıyoruz. İddiamız ise “aidiyet”! merkeze alarak bir çerçeve çizmektir. Aidiyetten de kastımız, “aidiyet mekânı olarak mahalle’’, kavramın hem fizikî hem de sosyo-kültürel tarafı bulunmaktadır. Konunun fizikî tarafinı teferruatlı tartışmak yerine gerektiği kadar yer verilirken çalışmanın ana yapısını oluşturan sosyo-kültürel, “manevi kısmını ise kişilik ve şahsiyetiyapan”kü!türe\ değerleri merkeze alarak değerlendirmeler yapılacaktır. Kültürü, bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının bütünü kabul edersek temel özelliği hem insan tarafindan inşa edilmiş olması hem de insanın yaşamasıyla hayat bulan değerler olmasıdır. Buradan hareketle şunu ifade edebiliriz ki, mahalle kimlik ve kişiliği, mahallede biçimlenmiş insanm kendi yaşadığı mahalleyi kimlik ve kişiliğiyle imar ve inşa etmesi demektir. Tarihçilerin mekânı yeniden keşfi kabulü üzerinden bu çerçeveyi şöyle tanımlayabiliriz: Osmanlı Mahallesi, mahalleli tarafından imar ve inşa edildiğine göre, Osmanlı şehri “Cennet misali” ise bir parçası olarak Osmanlı mahallesi de “Cennetten bir köşe*dir. Bir Müslümanın bütün hayatını; tasavvurdan, inşaya, sanattan, edebiyata, üzerine oturttuğu kaidenin “Tevhid” inancı olduğu asla unutulmamalıdır ki, şehri cennet misali olanın mahallesi de cennet köşesi olur.
Mahalleyi cennet köşesine çevirecek kimlik ve kişilikte beliren» öne çıkan özellik, kişinin kendisini yaşadığı mahalleye mensup/ ait hissetmesidir. İnsan mensubu olduğu yere aidiyet duygusuyla bağlıdır. Aidiyeti de *dayanışma, yardımlaşma ve içtimai/sosyal sorumluluk”olarak kabul edebiliriz. Aidiyet kavramını mecazî anlamda [1] bir teraziye benzetebiliriz. Terazinin bir kefesinde kendi mahallesine aidiyeti diğer kefesinde ise mahallesine karşı sorumluluğu vardır. Kişi bir mahalleye aidiyeti kendisini tanımlamada kullanıyorsa buna karşılık mahalleye karşı da vazife ve sorumluluklarını kabul ediyor demektir. Buradaki mecazi durumu, insanların çoğunluğunun daha önceki yüzyıllarda neredeyse ömrünün tamamını ya doğup büyüdüğü mahallede ya da bağlı bulunduğu şehirde tamamladığı şeklinde anlamalıyız. Yakın yüzyılların getirdiği sosyal hareketlilik neredeyse yok gibidir. İnsanlar ancak savaş, deprem, salgın hastalık gibi mecburi sebeplerle veya geçimlik için geçici gurbete giderlerdi.
İnsanın kimlik ve kişiliğini oluşturan “değer” olarak tanımlanan kültürel duygu ve olgular karmaşık yapı arz ederler. Değerler, önce insan zihninde tasavvur edilir, iyi, doğru, güzellik ölçülerinin süzgecinden geçirildikten sonra kabul edilebilir hale gelir; benimsenir ve yaşanan kültüre dahil edilir.Tasavvurla başlayan bir değer, yaşanılır hale gelmişse, zihnî olarak ekilen tohum meyve haline gelmiş, süreç tamamlanmış demektir. İnsan bundan sonra, kendi özünü, sözünü kendi imar ve inşasını bu değerlerle, kültürle biçimlendirir. Kültürün varlık alanı insan aklı ve kalbi ise hayat edinme ve tatbik alanı da ev, mahalle, şehirle, devlet ve nihayet insanlığa ulaşır. Bir insan ömrü süresince ev ve mahallede değerlerinin hemen tamamına yakınını hem inşa eder hem yaşar hem de gelecek kuşaklara aktarılmasına katkı sağlar.
Değer; farklı boyutlarda felsefe, psikoloji, sosyoloji vs. birçok ilmi disiplinin ilgi alanındadır ve konusunu oluşturmaktadır. Konumuz itibariyle kavramı tartışmak, bizim bilgi alanımızın ve çalışmamızın sınırlarının dışındadır. Çalışmanın seyri için bir tanım kabul edip üzerinden devam etmeyi tercih ediyoruz, insanın yaşadığı ve yaşarken de kendi eliyle inşa ve imar ettiği mahalleye “mensubiyet” ve “aidiyeti merkeze alıyoruz ve aidiyetin düsturları olarak da “dayanışma, yardımlaşma ve sosyal sorumluluk” ilkelerini kabul ediyoruz. Girişte belirttiğimiz gibi mahalleli için de mensubiyet ve sorumluluklar terazisi mecazını kullanmak istiyoruz.
Bilindiği gibi Osmanlı Mahallesi hakkında birçok çalışma yapıldığı ve yapılmakta olduğu konuyla ilgilenenlerin yakından bildiği bir gerçektir. Bu çalışmaları kabaca bir tasnif edecek olursak; ya doğrudan mahallenin işlevi,[2] mahallenin mimarî, estetik ve fizikî yapılan[3] ya da şehir tarihleri çalışmalarında bir bölüm olarak ise sosyal ve fizikî yapı[4] [5] şeklindedir. Bu çalışmalann önceliği de İstanbul, Edime ve Bursa gibi Osmanlının başkentliğini yapmış olan şehirlerle başlamış daha sonra hemen bütün Osmanlı topraklarında; Anadolu ve Rumeli’deki şehirlerle ilgili çalışmalarla devam edegelmektedir. Bu çalışmaların önemli bir kısmı Osmanlı arşiv belgeleri, tahrir defterleri ve şer’iyye sicilleri esas alınarak, belge ve defterlerin imkân verdiği nispette yapılmışlardır. Çalışmalar; lisansüstü tezler (yüksek lisans, doktora), şehirlerin valilik ve belediyelerin üniversitelerle ortak düzenledikleri kongre ve sempozyum/bilgi şöleni bildirileridir? Burada zikrettiğimiz veya zikretmediğimiz bütün çalışmalann akademik bilgi ve kıymeti tartışılmaz.
Bu çalışmanın çıkış noktası aynı zamanda bu kitap çalışmasının da sebebi olan ”Osmanlıyı yeniden keşfetmek” anlayışı üzerinden mekân olarak Osmanlı Mahallesinde eksik veya öne çıkmasını istediğimiz bilgileri ortaya koymaktır. Bazı anahtar kelimeler tercih edebiliriz; ‘mahalle mektebi’ “mahalle kahvesi” “mahalle kabadayısı”gibi kalıplaşmış sözler veya şarkı sözleri gibi. Bir şarkımızın nakaratını hatırlarız; “Kız sen İstanbul’un neresindensin/Kız sen İstanbul’un neresindensin giriş sözleri; “Duruşun andırır asil soyluyu/ Hisar Kuruçeşme Sahil boylu mu/ Duruşun andırır asil soyluyu/Hisar Kuruçeşme Sahil boylu mu /Arnavutköylü mü Ortaköylü..”şeklindedir. Şarkının güftesindeki mahalle isimleri aidiyet ifade etmektedirler. Yada Kasımpaşalı, Eşrefpaşalı, Tophaneli gibi hem mahallenin adını hem de gurur ve okşayıcı aidiyet tanımlayan mahalle ismiyle oluşturulan sıfatlı tanımlamalar olabilmektedir. Yine dilimizde meşhur iki kavrama da dikkat çekmek gerekir ki, “Kabadayılık(6) ve “Külhanbeyi”[7] aidiyetin özlü kelimelerle bir başka söylenişidir. Her iki tanımlama da Osmanlı toplumunda mahalle veya şehir ölçeğinde olumlu ve olumsuz anlamları olan, ancak zaman içerisinde olumsuz anlamları öne çıksa da eski zamanlarda daha ziyade olumlu anlamlarıyla bilinen ve hatırlanan kavramlardır.
Biraz uzunca girizgâhtan sonra bir tespiti hatırlamak gerekir ki, ”şehir”konusu birçok ilmin konusu olması itibarıyla “çetrefilli” olması gibi, şehrin fizikî, idari ve kültürel cüzü olan “mahalle”ve “mahalleli” konusu da bir o kadar çetrefillidir. Nitekim şehrin genelinde olduğu gibi mahalle de sosyolojinin, coğrafyanın, kamu yönetiminin, iktisatın, hatta psikolojinin ve tabiî olarak tarihçilerin ilgilendiği çalışma konulan arasındadır. Her bilim dalı konuyu kendi ilim disiplinleri çerçevesinde ele almıştır. Biz burada bir tarihçi bakışıyla mahalleyi ilgili ilim disiplinlerinin “kesişme-buluşma” noktalarıyla ele almayı planladık. Bu bakış tarzı yerinde midir? Doğru mudur? Mümkün müdür? Denemeyi düşünmekteyiz, özellikle bir hususa da dikkat çekmek isterim ki, çalışmanın birtakım zorluklarının olduğu kaçınılmaz görünmektedir. Bunu peşinen kabul ediyoruz. Daha önemlisi ise çalışmada olması muhtemel eksikliklerdir. Bu eksiklikleri ve eleştirileri de başından kabul ediyoruz.
Osmanlı Mahallesi konu edilirken evvelinde, Osmanlı Mahallesi’nde en üst yetkililerin, dinî unvana sahip kişilerin olduğu hatırlanmalıdır. Bunun sebebi mahallede değerleri biçimlendiren en önemli unsurun din ve dinden beslenen kültürler olmasıdır. Müslümanların mahallesindeki en üst yetkili “imam”, Gayrimüslimlerin; Yahudi ise “haham”, Hristiyan ise ”papaz”dır. Bunlardan daha üst yetkililer ise Şeyhul-îslâm, Hahambaşı ve Patrikliğin temsilcileridir. Çoğunlukla yerleşik olmayan, bazen şehrin kenar mahallelerinde yılın 3-5 ayını geçiren Çingene, Roman, Kıpti gibi isimlerle bilinen daha ziyade göçer/gezgin olarak yaşayan kişilerin Osmanlı toplumundaki yeri meselesi hâlâ tartışmalı olarak kabul ediliyor. Ancak şu tarifi şimdilik tercih ediyoruz ki, Çingenelerin devlet aygıtları tarafindan nasıl smıflandırıldığı, nasıl yönetildiği ve nasıl çalıştırıldığı, sıklıkla Yörükler, Tiirkmenler, Kürtler, Voynuklar ve Eflaklar gibi başka göçebe veya yarı göçebe grupların gördüğü muamele ile paralellik gösteriyordu.[8] Pekâlâ, dinî unvana sahip kişiler neden öne çıkıyorlardı? Zira Osmanlı Mahallesinde meydana gelen doğum, ölüm, evlenme gibi insan için medeni hayatın bütün olgularında bu inanç unvanlı kişileri görüyoruz, imam, haham ve papaz, bütün İnsanî ve medenî merasimlerin sevk ve idarecisidir. Bu merasimlerin kayıdarı da düzenli tutulurdu. Bir başka ifadeyle, “Osmanlı İnsanı’nın; Müslüman veya Gayrimüsliminin günlük hayatı dinin ve dinin sınırlarını belirlediği kültürün kalıpları içinde şekillenmekteydi.
Burada kısaca “Mahalle nedir ? Mahalleli kimdir ? Ve aidiyet nasıl olmalıdır ?* sorularına cevap vererek devam etmek yerinde olacaktır. Mahalle, dilimize Arapçadan geçmiş bir kelimedir. Sözlükte “bir yere inmek, konmak, yerleşmek” anlamına gelen “hail” kökündentüretilmiş bir mekân ismidir. Devamlı ve geçici olarak ikamet etmek için kurulan küçük yerleşim biçimlerini ifade eder. Bütün İslâm ülkeleri gibi OsmanlIda da aynı anlamda kullanılmıştır.[9] Türkler Anadolu’ya geldiklerinde eski yerleşim yerlerine ve yapılanmalarına fazla dokunmamakla beraber yeni yerleşim usul ve esasını da inşa etmişlerdir. Bu durum “aynı mescidde ibadet eden cemaatin aileleriyle birlikte yerleştiği şehir kesimi”[10] diye tanımlanabilir. Batılı araştırmacılar İslam şehrinin; dinî ve etnik bu yeni yapılanmasının önemini vurgulamaktadırlar. Anadolu’da gerek eski şehirlerde gerekse yeni yerleşimlerde dinî ve etnik farklılığı olan topluluklar ayrı mahallede yaşadıkları gibi karışık mahallelerde de yaşayabilirlerdi.
Osmanlı’da olduğu gibi kadim zamanlardan beri mahalle sadece bir yerleşim yeri olmaktan çok daha fazla değeri ifade eder. Bu sebeple mahallenin bütün bir tanımının yapılabilmesi için mahallenin yüklenmiş olduğu işlevi öncelikle sınırlarıyla belirlemek gerekir. Öncelikle insanlık yerleşmesinin önemli bir safhasını oluşturan şehir kurmakla hemen aynı zamanla tarihlendirebilir. Coğrafyada bir yer, yerleşme mekânı olarak seçilecekse rastgele hareket edilemez, çok dikkatli olunması gerekir. Evvela yerleşim yerinin seçilmesinde; savunma, ulaşım ve temel ihtiyaçların kolay elde edilebilmesinin hesaplanması gerekir. Şehrin kuruluşunda temel fizikî yapılanmalar, İktisadî imkânlar, sosyal ve kültürel hayatın rahat ve huzur içinde sürdürülmesini kolaylaştırmak üzere imar ve inşa edilir. Bu süreç en eski zamanlardan günümüze kadar, zamanın bilgi ve beceri, sanat ve mimarî ve kültürel imkânlarıyla dengeli bir şekilde yürütülürdü. Savunmanın gereği kaleler, çoğunlukla kale içinde çarşılar, yönetimin sevk ve idaresini kolaylaştıracak şekilde kalelerin dış kısımlarından başlamak üzere idari birimler olan mahalleler kurulurdu. Bu genel bir düzeni ifade ediyordu. Askerî veya ticarî şartların belirleyici olduğu farklı yerleşimler de inşa edilirdi.
Yine insanların bir mekânda iskânı da arkeolojik araştırmaların ortaya çıkardığı biçimiyle en eski yerleşim yerlerinde bile kolaylıkla fark edilebilecek bir durum ve düzen içindedir. Yerleşme yerlerinde fizikî düzenlemeler gibi sosyo-kültürel düzenlemeler de rastgele değil bir planlama içinde yapılmaktaydı. Bu düzenleme şu şekilde tanımlanabilir: İç kalede bir yer mahalle kabul edilirse, en üst idareciden başlamak üzere saraylılar ve saray hizmeti yürütenler insanlar oraya yerleşmişlerdir. Çoğunlukla kale içinde veya hemen kale dışında kurulan mahallelerde, şehrin sosyo-iktisadî hayatının yürütücüleri; tüccarlar, esnaflar, ilmiye mensupları, saray dâhil olmak üzere şifa dağıtıcılar, malî nüfuzu olan zengin ve varlıklı insanlar yaşarlardı. Şehrin kale dışı mahallelerinin isimlerinin orada mesleğini icra eden veya vakıf eserler bırakanların isimlerin verilmesi de tesadüf değildir. Genel bir yaklaşımla tespit ettiğimiz bu düzen, şehrin merkezi olarak iç kaleden başlamak üzere idari yapıyı oluşturur; asayiş, düzen ve huzur iç içe girmiş bir yapılanma ile yürütülürdü. Osmanlı şehrinde çok kolaylıkla görebileceğimiz bu yapının Batı ve Doğu toplumlarmda farklılıklarının olması bizim bu şekliyle bir çerçeve çizmemize engel değildir. Mesela, Uygurların ticarette zirveyi yaşadıkları dönemlerden kalan başkentleri Kidan’da sadece Uygur tüccarlarına mahsus bir mahalleden haberdarız.11
Osmanlı şehir ve mahallesinin şekillenmesinde, Osmanlıların İslâmî ilkelere uymasının bütün Osmanlı kültüründe olduğu gibi yerleşim düzeni olarak mahallesini de biçimlendirdiği görüşü doğru görünmektedir. Bu sebeple kısaca da olsa mahallenin İslâm tarihindeki sürecinden bahsetmek yerinde olabilir. Islâm tarihi kaynaklarında, Mekke’deki ilk yerleşmenin Hz. Peygamberin dedelerinden Kusay b. Kilâb tarafından Kâbe çevresinde gerçekleştirildiği ve şehirde Kureyşu 1-bitâh ve Kureyşü’z-zevâhir adlı iki mahallenin kurulduğu kaydedilir. İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de on iki kadar mahalle bulunduğu, Müslümanların Ebû Tâlib mahallesinde (Şfbü Ebî Tâlib) [11] kendilerine uygulanan boykot sebebiyle uzun süre sıkıntı içerisinde yaşadıkları, Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret ettiği zaman Arap ve Yahudi kabilelerinin birbirinden oldukça uzak mahallelerde oturdukları bilgisi bulunmaktadır. Diğer taraftan Mescid-i Nebevinin inşa edilmesinden sonra aynı uygulamanın yeni düzenlemelerle birlikte sürdürüldüğü görüşü kabul görmektedir. Şehir merkezinin idari ve ticarî işlevleri gereği olarak, yerleşmenin şehrin içerisinde yoğunlaşmasını önlemek, şehrin güvenliğini sağlamak ve şehirden uzakta oturanların şehir merkeziyle bağlantısını sürekli hâle getirmek için kenar mahallelerin yapılan yeni düzenleme planlarına dâhiline dair bilgilere de ulaşılmaktadır. Orta Çağ’da yoğunlaşan “dairevî şehir “planıyla uygunluk arz eden ve ilk çağlardan beri bilinen dış mahallelerin şehrin bir bölümü olarak tasarlanması sonucunda Medine deki mahalle sayısı arttı, bu arada bazı eski mahalleler de ortadan kalktı. Kenar mahallelerin şehrin bir bölümü olarak görülmesi anlayışı sonraki dönemlerde devam etmiş, zaman zaman bu mahallelerde oturanlara başta vergi olmak üzere bazı muafiyetler getirilmiştir.
İlk İslâm fetihlerinin ardından fethedilen yerlerde kurulan yeni şehirlerde bir kabileye veya kabileler topluluğuna tahsis edilen mahalleler için “hırta” Nt çoğulu olan “hıtaf kelimeleri kullanılmaya başlandı. Başlangıçta askerî amaçlarla kurulan, zaman içerisinde birer dinî, siyasî ve kültürel merkez haline gelen Basra, Küfe, Fustat ve Kayrevan gibi şehirlerde mahalleler bu şehirlerin ortak unsurları olan cami, dârül-imâre/Hükümet Konağı ve çarşı ekseninde kabile esasına göre birbirinden ayrı birimler halinde düzenlendi. Meselâ Kûfe’ye yerleştirilen her kabilenin ayrı bir mahallesi vardı. Özellikle Emevîler döneminden itibaren mescid ve mezarlık mahallenin diğer öğeleri olarak ortaya çıktı. Vâsıt’ı Dicle nehrinin iki yakasında kurarak dört mahalleye ayıran Haccâc, şehrin batı yakasındaki mahallelere Arap olmayanların yerleşmesine izin vermedi. Doğu yakasındaki mahallelere ise Buhara ve Mâverâünnehir tarafından getirttiği unsurları yerleştirdi. Benzer bir uygulama Abbâsîler devrinde Sâmerrâ’da yapılmış, lurkler ile Ferganalılar birbirinden ayrı ve uzak mahallelere yerleştirilmiştir. Bazı şehirlerde kabilelere ayrılan bölümlerin arasında zamanla sokaklar teşekkül etti, bunlar hem geçit alanı hem de mahalleleri birbirinden ayıran öğeler haline geldi. İlk kurulan İslâm şehirlerinde kabilelerin şehrin farklı yerlerine yerleştirilmesi mahalleye fizikî ve sosyal bir birim niteliği kazandırmıştır. İbn Kesîr, bu dönemde mahallenin burada yaşayan insanlara bir yere bağlı olma hissini verdiğine ve bazan insanların mahalleye nispet edildiğine işaret eder. Kabile esasına göre kurulan Basra’nın zamanla küçüldüğü ve iki mahallesinin Arap unsurlara, bir mahallesinin de Arap olmayan unsurlara ait olduğu görülmektedir. Siyasî ve ekonomik tercihler merkeze alınarak kurulan Bağdat’ta ise mahalle ve semtler etnik kökenler ve mesleklere göre teşkil edilmiştir. Şehirlerde bu şekilde gerçekleştirilen yerleşimler belirli bir kimliği olan şehir birimlerinin gelişmesini sağladı. Kabile ve etnik gruplara dayanan bu sistem mahallelerde İçtimaî, meslekî ve dinî grupların oluşturulmasıyla devam etti.
Yeni kurulan şehirlerden daha çok eski şehirlerde yeni düzenlemelerin yapıldığı Endülüs’te Müslümanların kenar mahallelere yerleştirildiği görülmektedir. X. yüzyılda yedi kapıyla dışarıya açılan başşehir Kurtuba’nın içinde yirmi bir mahalle varken şehrin kenarında çoğunluğunu yerli Müslümanların oluşturduğu mahallelerin sayısı yirmi birdi, ibn Havkal, Sicilya’da Palermo şehrinde dört mahallenin bulunduğunu ve bunlardan Hâlisâ’nın etrafının surlarla çevrili olduğunu, daha çok Slav kölelerin oturduğu mahallenin ise denizden geniş bir duvarla ayrıldığını kaydeder.
Müslümanların idaresi altına giren Ortadoğu’daki tarihî şehirler herhangi bir değişikliğe uğramadan eski düzenlerini ve belirli özelliklerini korurken yeni unsurlarla desteklenerek yeniden yapılandırıldı. Şehirler dinî ve etnik yapılarına göre bazen duvarlarla da ayrılan mahallelere bölündü. Meselâ Dımışk/Şam’ın kuzeydoğusunda Hristiyan, güneydoğusunda Yahudi ve batı yakasında Müslüman mahalleleri yer alıyordu.
İslâm fetihleri İran ve Türkistan şehirlerinde birtakım değişikliklere sebep oldu,[12] bunun sonucunda İç Asya’da şehirler XI. yüzyılda belirli bir tipe kavuştu. Sur içine alınan Türkistan şehirleri mahallelere bölünerek her meslek sahibi ayrı bir mahalleye yerleştirildi. Sosyal ve ekonomik şartlar da bu uygulamaya uygun düşmüş, meslek gruplarının ayrı mahallelerde toplanması XI-XII. yüzyıl Türkistan şehirlerinin ayırt edici bir özelliği haline gelmiştir.[13] XIV. yüzyıl seyyahlarından İbn Battûta’nın farklı etnik köken, din ve mesleklere mensup insanların surlarla çevrilmiş mahallerinde yaşadıklarını kaydetmesi, bu uygulamanın yerleştiğini göstermektedir. Bir Türk düşünürü olan Farabî’nin X. yüzyılda “Medinetul-Fazıla”sını yazmaya başladığı Bağdat’a gittiğinde kırk yaşını geçmiş olduğu ve Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi Orta Asya’nın önemli şehirlerinde bulunmuştur. Bu şehirlerdeki gözlemlerinin eserini yazmasındaki etkileri muhakkak az çok olmalıdır. Eserin bu husustaki bilgilerine bu gözle bakılıp incelendi mi ? Bilmiyoruz. Fakat Farabî’nin eserinde mahalle bahsinin geçtiği bilgisine ulaşmak mümkündür.[14] Islâm’ın ilk dönemlerinde ve Orta Çağ’da mahallelerin fizikî yapılarının tamamlayıcı unsuru olan kuyuların yerini Osmanlılarla birlikte mahalle çeşmeleri almıştır.
XI. yüzyılın sonlarından itibaren Türk kavimlerinin Anadolu’ya yerleşmeye başlamasıyla birlikte şehir ve kasabalarda giderek yeni bir yerleşme modeli ortaya çıktı. îlk dönemlerde Bizans’tan intikal eden yerleşim şekli genellikle korunurken zamanla gelişmeye paralel olarak yeni bir yapılanma kendini gösterdi. Yeni nüfusun gelmesiyle birlikte Anadolu’da eski Bizans şehirleri gelişmeye, bu arada yeni şehirler oluşmaya başladı. Bu süreç Anadolu’nun Türkleşmesi ile sonuçlandı.[15]
Osmanlı şehrinde, mahallenin kültürel mirasının Turk-Islâm medeniyeti olduğu aşikârdır. Osmanlı kurulduğu ve genişlediği coğrafyanın kadim medeniyetleriyle temas kurmuşsa da bu coğrafyalardaki kültürel miras ya terkedilmiş veya son derecede zayıf ve etkisiz durumdadır. Bu sebeple Osmanlı mahallesinde kültürel miras hemen bütünüyle Turk-Islâm geleneğidir, denilebilir. Gelişmiş İslam şehirlerindeki mahalleler işlevsel olarak, kendi içinde idari, sosyal ve kültürel birer birim olsalar da İslam tarihinin erken dönemlerinden bu yana şehir tanımında önemli yeri olan fiziko-sosyal olgulardır. Devletin, sultanın iradesine ve örfe dayalı işleyişi içinde mahalle, şeriatın kontrolüne bırakılmış bir fiziko-sosyal varlıktır. Bir mahalleyi diğerlerinden ayıran bir fiziksel sınır ve biçim olmasa da şehir toplumun idari ve sosyal tanımında belirgin bir kimliği vardır. Bir ‘commune/yerer olarak örgütlenmemiş olan ve insanların bağımlılıkları sadece kendi yöresinden, tarikatından, inancından, ailesinden ve etnik grubundan olanlarla tanımlandığı İslam şehirlerinde sosyal dayanışma ve katılım, temelde sadece mahalle düzeyinde etkili olmuş sayılabilir. Genelde bir mescit çevresinde oluşan fiziksel yapısı, konut ve yol ilişkileri, çıkmaz sokaklarıyla Osmanlı şehri, İslam şehirlerinin genel özelliklerini taşımıştır. Bu husus, Osmanlı toplumunun İslami ilkelere yüzyıllar boyu uymasıyla ortaya çıkmıştır.[16]
Osmanlı Devleti ni kuran Türkmenler, yerleşik hayata başladığı Söğüt’ten itibaren, Bilecik, Bursa ve sonrasında, inşa ve imar ederken, Asya’dan Anadolu’ya gelirken miras olarak getirdiği Turk-Islâm kültürünü, daha önce “Rum Ülkesi”olarak tanımlanan coğrafyaya nakledecektir. Bu süreçte, her bir yerleşim yeri ilmek ilmek işlenerek toprak, vatan yapılırken, her inşa, imar edilecek yapı veya birim de kültürün serpilerek ekildiği, ekilenlerin zaman içerisinde filizlendiği ve “müstesna ürün olarak Osmanlı Şehrini ve şehrin birimleri; çarşı-pazar, mahalleyi de cennetten bir köşeye. dönüştürmektedir. Pekâlâ, Osmanlı Şehri Cennet Misali ise şehrin her bir birimi de niçin cennetten bir köşe olmasın ki ? Peki, bu nasıl olabildi ? Soruya vereceğimiz cevap için bir mahalle tanımını esas alabiliriz. Ergenç, ”Osmanlı şehrinde mahalle, birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Bir diğer tanımıyla, aynı mescidde ibadet eden «cemaat»in aileleriyle birlikte yerleştikleri şehir kesimidir. Mahallenin sosyal bir birim olarak taşıdığı önemden dolayı, Orta-Doğu ve İslam kültür çevresinin şehirleri, mahallelerden oluşan bir bileşim biçiminde tanımlanır” demektedir. Bu tanımı hemen bütünüyle Osmanlı Mahallesini tarif ettiği kanaatiyle tercih ettik.
Bu tanımlamadan; 1-Osmanlı insanının günlük hayatı, vakit olarak yaşadığı ev dâhil mekân ve şehir düzeni içerisinde mahallede yaşanır. Kimlik ve kişiliğin, aidiyetin biçimlendiği yerdir. 2-En alt seviyede toplumun asli/temel ihtiyaçlarını karşılamada mahalleli dayanışma ve yardımlaşma içinde birbirlerine karşı sorumludur. 3-Bir mabedin; mescid, havra, kilise etrafında kurulmuş olması sebebiyle, mahalleli kişinin doğumundan ölümüne kadar bütün medenî hayatının sorumluluğu dinî unvanlı; imam, haham, papazın sorumluluğunda yürütülür. 4-Mekân olarak mahalle hem yaşanılan hem de inşa edilen yer olarak kültürün bütün özellikleriyle aktarıldığı, kişinin aidiyeti ve bütün kimlik, kişiliğiyle biçimlendiği, sosyalleştiği ortamdır, şeklinde Osmanlı Mahallesi için fîziko-sosyal, kültürel ve idari bir tasnif yapılabilir diye düşünüyoruz. Bu tasnifi genel harlarıyla da olsa değerlendirebiliriz. Yalnız, bir sınırlamaya daha ihtiyacımız var ki, bir Osmanlı Mahallesi’ndeki dinî farklılıklar dikkate alınmakla birlikte, merkeze Müslüman Mahallesi ’ni koyarak değerlendirmeler yapılacaktır.
Çalışmanın içinde gayrimüslimlerle ilgili daha sınırlı bilgiler verilecektir. Pekâlâ, Osmanlı Şehri’nde ve dolayısıyla Osmanlı Mahallesinde yalnız gayrimüslimler konusu bu çalışmanın sınırlarını aşar.
1-Ergenç’in tercih ettiğimiz mahalle tanımında önemli bir unsur; “Osmanlı şehrinde mahalle, birbirini tanıyan, bir ölfüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerin oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir.18 Mahallede yaşayan insanların sosyal yapısı, kan bağı olan akraba, hısım ve bunların dışında koru-komşu denilebilecek ve kan bağı olmayan insanlardan meydana gelir. Mahalleler aynı dine inananlardan oluştuğu gib, karışık da olabilirler. Mahalledeki sosyo-kültürel değerler ise kişiler doğmadan önce biçimlenmiş ve şekillenmiştir. Mahallede doğan kişiler bu sosyo-kültürel yapının içinde kimlik ve kişiliğini kazanırlar, insanın temel sosyal ihtiyaçlarından birisi olan aidiyet duygusu aynı zamanda kimlik ve kişiliğin en belirleyici özelliğidir. Aidiyet duygusu; kabul edilme, benimsenme ve takdir edilme gibi yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsanların aidiyet duygusunun giderilmesinde kan bağının önceliği tartışılmaz. Her insan başta anne-baba olmak üzere kan bağından akraba ve hısımları tarafindan bir bakıma mecburen kabul ve takdir edilirler. Ancak evden, mahalleye ve şehre doğru sosyal çevre genişledikçe kan bağının yerini sosyo-kültürel değerler alır. Bu sosyo-kültürel değerler kişinin doğup büyüdüğü evden sonra daha geniş bir düzeyde mahallede bulunur. Mahallelilik ve hemşehrilik, duygu ve olgu olarak aidiyeti besler ve daima öne çıkarır. Aidiyeti mahalle çerçevesinde konu ederken, dayanışma, yardımlaşma ve sosyal sorumluluk kavramları ile sınırlı tutacağız.
Osmanlı şehrinin herhangi bir mahallesinde sosyo-kültürel hayatın bir düzen ve intizam içerisinde yürütülmesinde, mahallenin fiziki yapılanmasının belirleyici olduğu hatırlanacak olursa konunun temel kavramlarına yaklaşım da isabetli olabilir. Özellikle Müslüman mahallelerinin fizikî anlamda, mescidlerin etrafında şekillenmesi, mahallenin sorumluluğunu da mescidlerin yetkilisi olarak mescidlerin imamları üstleniyordu. Gayrimüslimlerin her mahallesinde mutlaka havra ve kiliselerin var olduğunu iddia etmek zor olmakla beraber buna karşılık gayrimüslimlerin dinî yetkilileri olarak haham ve papazın sorumluluğu mescid imamlarından çok da farklı değildir. Her mahallede bulunan dinî topluluklar genel anlamda “cemaat” olarak adlandırılırdı[19] ve cemaatlerin en yetkilileri de dinî unvanlı kişilerdi. Bütün cemaatlerin yetkili görevlileri sadece ibadetleri yöneten kişiler değildir. Aynı zamanda bütün günlük ve medeni hayatı yürütmekle sorumludurlar. Osmanlı toplumunda nüfus çoğunluğunu Müslümanlar meydana getirdiği için çalışmanın ağırlığını Müslüman Mahallesi oluşturacaktır. Bir Müslüman Mahallesinde aynı mescidde namaz kılanlara cemaat denildiğinden mahallenin en yetkilisi de mahalle cemaatinin imamı ‘dır. İmam, mahallelinin sadece namaz kıldıran yetkilisi değildir. İslâmın ilk yıllarından itibaren “imam” “imamet” hem devlet idarecilerine hem de camide cemaate namaz kıldırana denilirdi. Zaman içerisinde Müslümanların yaşadığı Endülüs’ten, İran a ve İç Asya’da yaygın halde kullanılan devlet idarecilerine verilen imam unvanı idarecilerin aynı zamanda namaz kıldırmakla da sorumlu olduklarından mescid imamından pek ayırt edilemiyordu. Selçuklularla beraber camilerde namaz kıldırmakla görevli imamlar daha belirgin bir şekilde sadece kendi mahallesinin mescid/camiinde namaz kıldıranlara ait bir adlandırma olmaya başlandı.[20]
Osmanlı döneminde imamla ilgili kavramın anlamı daralmaktan ziyade mahiyetinin yeni bir anlam kazanması olarak kabul edilmelidir. Çünkü Osmanlılarda imamlar, hahamlar ve papazlar gibi sadece mabetlerde ibadet icra ettiren kişiler olmaktan çok daha geniş görevler yükleneceklerdir. Kendi cemaatlerinin bütün medeni hizmetleri: doğum kayıtları, nikâh akdi, boşanma işlemleri, ölüm ve defin işlerini vs. yürütürlerdi, imamlar bu sosyal sorumluluklarını dinin esasları olarak şeriat ve şeriata muhalif olmayan örfe uygun yürütürlerdi.[21] İmam, adeta cemaatinin ki, burada ölçeğimiz mahalledir, hemen bütün tüzel şahsiyetinin şekilleneceği hukukî ve sosyo-kültürel değerlerinin şekillendirilmesinde “hudud” koyucu durumundadır. Günlük hayatın bütün incelikleriyle yaşanmasında imamın rolü mahallede yaşayan herkesi tanıyan, mahallenin günlük ihtiyaçlarını karşılayan veya karşılanmasını düzenli bir şekilde yürütmekle sorumlu durumdaki kişi durumuna yükseltmektedir. İmam günlük medenî bütün işleriyle beraber, mahallenin vergisinin toplanması, asayişin temin edilmesinde resmî görevlilere her türlü desteği sağlamak, yaşlı, muhtaçları belirlemek ve ihtiyaçlarının mahalleli tarafindan karşılanmasını sevk-idare etmek ve denetlemekle mükelleftir.
Osmanlı mahallelisi akraba, hısım olarak kan bağı olanlar veya aynı dinîn inananlarıdır. Bu sebeple mahalleli ister kan bağıyla ister aynı dinin inananları olsun birbirlerine karşı sosyal sorumlulukları sadece akrabalık hukukuyla sınırlı değildir. Bu hususta bir örnek olarak, îslâmın komşuyla ilgili emrettiği hak ve sorumlulukların yerini birkaç cümle ile de olsa hatırlamak gerekir. Nitekim bir ayette, “Allaha kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya, akrabaya, yetimlere,yoksullara,yakın komşuya, uzak komşuya,., iyilik/ihsan etmeyi”22 emretmektedir. Yine bir hadiste; “Cebrailbana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım”[23] hükmü üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Bu mealde birçok ayet ve hadis bulunmaktadır. Bu ayette mahallelinin birbirlerine karşı sosyal sorumlulukları belirlediği gibi aynı zamanda bir sorumluluk düzeni de ortaya konulmaktadır. Ayette geçen “ihsan”kelimesi başlı başına birçok sorumluluğun sınırlarına işaret etmektedir. Sözlükte “güzel olmak” manasına gelen ‘hüsn”kökünden türetilmiş bir mas- dar olup genel olarak “başkasına iyilik etmek” emir ve tavsiyesine bulunmakta ve aynı zamanda “yaptığı işi güzelyapmak/Allah görüyormuşgibiyapmak”şeklinde bir sorumluluk tanımı yapmaktadır.[24] Aidiyeti gereği mahalleliye sosyal sorumluluklar rastgele değil, bir usul ve üslup içinde yüklenmiş ve nasıl yerine getireceği de açıkça izah edilmektedir.
Toplumda tutum ve davranış haline gelmiş olan hersosyo-kültürel değer kaynağı bakımından da tercih edilir. Mesela; mahallelinin birbirine sorumluluğunu yerine getirmek maksadıyla vapılmış bir faaliyetle, kalpten, gönülden yapılmış faaliyetin seviyesi aynı değerlendirilebilir mi ? Kalbi ve gönülden yapılan her davranış mahallelinin yakınlaşmasını ve bütünleşmesini; aidiyet, yardımlaşma ve dayanışma duygusunu güçlendirir. Kişiler hem kendi tutum ve davranışlarını denetler hem de komşusunun davranışlarından kendini sorumlu tutar. Burada kastımız olan denetleme eksik ve noksanı görüp karşısındakini cezalandırmak değil, kişinin eksiğinin farkına varmasını sağlamaktır. Bir değer cümlesini hatırlatalım ki, “Kişi eksiğini bilmekle irfan olur” sözü kişinin ve toplumun sosyal sorumluluk ve sorumluluktan doğan yükümlülüklerini bir usul ve esas çerçevesinde yapması gerektiğine dikkat çekmektedir. Sosyal sorumluluklar bir keyfiyet değil, mecburiyettir. Yine bir atasözümüz, “Komşu komşunun külüne wwZ>Z»fftr”kadimden beri toplumda çok yaygın şekilde kullanılır. Atasözündeki “kül” kelimesi mecazi bir anlamdadır ve ihtiyacın en basitini ifade etmektedir ki, sözün tamamında komşuluk münasebetlerinde bir zarureti ve ihmal edilemez bir gerçeği hatırlatmaktadır. Bugünkü hayatın ve tolumun çok da umursamadığı bu kelime tarih içerisinde dillere ve gönüllere pelesenk olmuş bir deyimdir. Hem aidiyet hem de sorumlulukları ifade eder.
Osmanlı toplumunda en yaygın ve etkin düşüncelerin çoğunluğu sufi kaynaklıdır ve “tasavvufun beslenir. Bilindiği gibi Osmanlı toplumunun ilim ve kültür hayatının iki önemli kurumu; medreseler ve tekkelerdir. Şeriatın yanında tarikatın belirleyici etkisi göz ardı edilmemelidir. îrfan, kamil, nefis tezkiyesi gibi insanın günlük hayatındaki birçok kavramlar sufilerce, dinî ve kültürel hayatta daha derin manalarda kullanılır.[25] Osmanlı insanının kimlik ve kişiliğinin şekillenmesinde ve mahalle mekânında aidiyetin inşasında; tutum ve davranış haline gelmesinde, tasavvuf düşüncesinin yerini göz ardı etmek mümkün değildir. Sadece nazarî/teorik değil, aynı zamanda amelîdir/eyleme dönüşmüştür. Nihayetinde aidiyetin bütün gereğinin, sorumluluğunun bu değerleri tanımakla, benimsemekle olduğunu anlamak gerekir.s
2-Osmanlı Mahallesi fizikî anlamda cami ve mescidlerin etrafında şekillenirken aynı zamanda “Mahallede toplumsal merkez de cami veya mescidedir. Mescidlerde, “Akşam ve yatsı namazları mahallenin bütün erkeklerinin katılmasıyla kılının Mahalleli, cami veya mescidin devamlısı olduğu için, belgelerde mahalle ahalisi genellikle cemaat olarak anılmaktadır.26 Mahalledeki toplumsal merkez Müslümanlar için nasıl ki cami ve mescitse, gayrimüslimlerde de toplumsal merkez havra ve kilisedir. Diğer taraftan dinî mabetlerin fizikî ve sosyal merkez olma özelliği sadece İslâm devletlerine mahsus da değildir. Roma ve Bizans dönemleri de dâhil olmak üzere bütün şehirlerde durum bu şekildedir. Mahallenin, bu şekildeki fizikî ve sosyo-kültürel yapısının ana örgüsü bu yapı ve düzenin biçimlendirdiği bir şekli ve manayı işaret etmektedir. Cemaat şeklinde tanımlanan kavram, bugün dönüşümün yaşattığı istikrarsızlık karşısmda, uyum, dayanışma ve istikrar gibi “muhayyel/hayali”kabul edilse de gelenek toplumlarının ve eski toplumların merkezi halini ifade eder. Bu sebeple cemaat ayrılık kabul etmeyen, birlikte yaşamak için gerekli “esaslarını da ihtiva eder. Bu esaslar cemaate aidiyetin gereği olarak, yardımlaşma, dayanışma ve birbirlerine karşı sosyal sorumluluk duymak şeklinde tezahür eder. Bir başka ifadeyle mahalleli “tek »demektir. Cemaat halinde yaşamanın sürekliliği aidiyet duygusuyla bağlı olanlara bir gün/ yirmi dört saat daimi sorumluluklar yükler, işte Osmanlı Mahallesi bu sorumlulukları olan cemaat mensuplarının mekânıdır. Toplumların kültürel kimliklerinin ve insanm hayatının üç önemli geçiş dönemi olarak; doğum, evlenme ve ölüm merasimleri kabul edilir. Bu merasimlerin bütün teferruatı, doğumundan ölümüne kadar “kişi şahsiyetinin kod”\annı oluştururlar. Merasimlerin bütün inceliklerinin hassasiyetle icrasına dikkat edilir. Misal, doğum merasimleri genel bir kavramdır, ancak icra edilirken; doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrası olarak ayrı ayrı merasimler dizisi olarak düzenlenir.27
Merasimlerin aksatılması ve geciktirilmesi, cemaat içinde dedikoduya kadar gider. Terk edilmesi “mahalle baskını getirir. Hatta yakın akrabaların bu merasimi üstlendiği de olur. Doğum merasimine öncelikle en yakın akrabadan başlamak üzere komşuların da bizzat katılmaları beklenir. Bütünüyle doğum, evlenme ve ölüm merasimleri mahallede cereyan eder. Doğumda olduğu gibi evlenme ve ölümde de bütün mahalleli gönüllü olarak merasimlere katılır ve sosyal sorumluluklarını da yerine getirirler. Merasimlerin hem manevi hem de maddi sorumlulukları vardır. Hatta maddi sorumluluklarda mahalleli bazı net olarak belirlenmemiş kurallara dikkat eder. Karşılıklı hediyelerin denkliği dahi “söz konusu” edilir.”28 Doğum, evlenme ve ölüm merasimlerinin tabiî olarak icra farklılıkları da bulunmaktadır. Doğum ve evlenmede hediyeleşmek bir yardımlaşma ve dayanışma gereği ise ölüm merasimlerinde de defin, taziyeye gelenlerin masrafları yardımlaşma ve dayanışma gereğidir. Doğum, evlenme, sevinç ve neşenin, ölüm ise acının paylaşılmasıdır. [29] Öyle ki, “Sevinçlerpaylaşıldıkça artar, acılarpaylaşıldıkça azalır” atasözü maksadımızı en iyi şekilde açıklar kanaatindeyiz. Şunu da hemen belirtmemiz gerekir ki, toplumların merasimlerinin icra edildiği mekânlar olarak mahalle, devletin hemen bütün şehirlerinde yaklaşık olarak birbirine benzer; İstanbul’daki durum merkezden çok uzakta olan Musul’da farklı değildir.[30] Bu paragraftaki maksadımız insanın doğum, evlenme ve ölüm geleneklerini tartışmak değildir.
Maksadımız bir mahallenin bir insan için günlük hayatını yaşarken kimlik ve kişiliğinin kodlarının mahalle mekânında aidiyetin gereği olarak dayanışma» yardımlaşma ve sorumluluğunu cemaat olarak nasıl oluştuğunu izah etmektedir.
3-Osmanlının kuruluşundan itibaren mahallenin bir diğer özelliği de sosyal ve idari açıdan düzenin temel taşı olmasıdır. Mahalle, her şeyden evvel, huzurun, sükûnun, saadetin yeridir. Mahalle imamı başta olmak üzere bütün mahallelinin toplum, cemaat olmanın yanında ferdi sorumlulukları da vardır. Osmanlı toplumu sosyal ve kültürel bakımdan zengindir. Hemen her inançtan insanlar kendi kültürel kimliklerinin gereğini hür bir şekilde yaşarlar. Toplumun çoğunluğunu meydana getiren Müslümanlar ise İslâm dininin bütün usûl ve esaslarına inanmaya, itaat etmeye ve mümkün olduğunca da yaşamakla sorumludur. Her kişinin şahsi hayatının sınırları haremi ve selamıyla bütündür. Bu bütünlükte sınırlar bir diğer kişinin haremiyle sınırlıdır. Haremin dışındaki alanda iyilik, ihsan, yardım, dayanışma hem bir mahalleli vazifesidir hem de yapılan bütün tutum ve davranışlar ibadet ve itaattir. Dolayısıyla mahalleli aynı zamanda vazife ve sorumluluklarını yerine getirirken ibadet, kulluk şuuruyla hareket etmektedir. İslâm dininin insanlara yüklediği sorumluluk/ vazifelerden birisi “emr-i bıl-maruf ve nehy-i anıl-münker/iyiliği emretmek ve kötülükten vazgeçirmek” tir. Kur an-ı Kerim bu konuda önemli mesajlar vermektedir. Mesela; “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.”31 “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.”32, “İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler İyiliği emreder, kötülükten men ederler.”33 Yine hadislerde de benzer örnekler bulunmaktadır: Hadisler, “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”34, “Allah Teâlâ’nın benden önceki her bir ümmete gönderdiği peygamberin, kendi ümmeti içinde sünnetine sarılan ve emrine uyan ihlâslı ve seçkin yakın çevresi ve ashâbı vardı. Bu samimi çevre ve ashabından sonra, yapmadıklarını söyleyen ve emr olunmadıklarını yapan kimseler onların yerini aldı. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mümindir, diliyle cihad eden mümindir; kalbiyle cihad eden de mümindin Bu kadarctğı da bulunmayanda hardal tanesi ağırlığında bile iman yoktur”35 Bu ayet ve hadisleri buraya almamızın maksadı bir Müslüman mahallesinde günlük hayatı sınırlandırıcı ölçülerinin kaynağının din veya dinden beslenen gelenekler olduğuna işaret etmektir. Bu çerçevede bir mahallenin mabet merkezli teşekkül ettiği kabul edilirse ve mahallenin mabedinin/mescid-camii yetkilisinin mahallede günlük hayatın birçok taraflarını yürüten, hatta denetleyen kişi/imam olduğu düşünülürse mahalleli olmak genel anlamda şehrin bir parçası olmaktan çok daha muhtevalı bir durumu ifade eder. Pekâlâ, Osmanlı toplum yapısmı değerlendiren bir Batılı, “Osmanlı’da Müslüman veya gayrimüslim cemaatler, din anlayışı içerisinde homojen sayılırlardı.” demektedir.[36]
4-Mahalle, meskûnları tarafından hem içinde yaşadıkları hem de yaşarken inşa ettikleri yer olduğu için kişilerin aidiyetini şekillendirir ve mensubiyet duygusunu geliştirir, pekiştirir ve zenginleştirir. Aidiyet mahalle merkezli olarak şekillenirken mahallenin fertleri hem kendi mahallesini inşa eder hem de kendi şahsiyetini bu süreçte kazanırlar. Bu süreç, kişinin hayatını sürdürdüğü mekânla iç içe oluşan psiko-sosyal-kültürel değerlerin benimsenmesi ve hazmedilmesidir de denilebilir. Psikologlar, aidiyeti insanda “tabiî/doğal” olarak var olan bir ihtiyaç kabul ediyorlar. Kimlik oluşumu sürecinde kişi “Ben kimim?” sorusuna cevap ararken “Ben nereye aitim?” sorusuna da cevap aramaktadır. Süreçte “Ben kimim?” sorusuna verilen cevaplar, etnik, dini ve mesleki kimlikler boyutunda aidiyetleri gündeme getirirken; “Ben nereye aitim?” sorusuna verilen cevaplar da genel-
İlkle yaşanılan mekânı tarif eder. Eski zamanlarda gündelik hayatın faaliyetleri/etkinlikleri bugüne göre daha ziyade mekâna sıkı sıkıya bağlıdır ve daha kuvvetlidir. Bu bakımdan kimlikler ve aidiyetler son iki yüzyıldan önceki zamanlarda biri diğerinin yerine kullanılabilen kavramlardı. Bilim dünyasında, aidiyetle yer ve mekân arasındaki ilişki, eskiden olduğu gibi günümüzde de hâlâ kuvvetli bir şekilde savunulmaktadır. Nitekim ait olmak demek, bir bireyin kendisini hissedebilmesi demektir.[37] Burada kullandığımız “er” hem inşa edilmiş mekânı hem de insanın kimliğinin şekillendiği psikolojik-sosyolojik-kültürel, en küçük fiziko-kültürel birimi ifade eder. Kişilerin aidiyetinde buradan mahalleye hatta şehre uzanan bir gelişimi takip edebiliriz. Bu faslı şu tespitle bitirmek yerindedir kanaatindeyiz: dün daha ziyade olmak üzere bugün de insanı konu eden bütün bilimler, kimlik ve kişiliğin biçimlenmesinde mekân ve değerler arasında “ciddi bağlar’m varlığını kabul etmektedir.
Çalışmanın buraya kadar olan kısmında Osmanlı Mahallesinde başlığa uygun olarak aidiyet; yardımlaşma, dayanışma ve sosyal sorumluluk çerçevesinde bilgiler verildi. Buradan itibaren “Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek” bakışıyla, Osmanlı Mahallesi için eksik gördüğümüz ve öne çıkarmak istediğimiz hususlara dikkat çekilecektir. Yukarıdaki tespitlerin ışığında “Mahallede kimlik nasıl oluşur? Ve nasıl biçimlenir?” sorusuna cevap aranacaktır. Belki de daha net bir cümle ile Osmanlı mahallesinin işlevi “Osmanlı şehrinde mahalle, birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir.” 38 tanımının bir başka açıdan tahlili yapılacaktır. Bu tanımlamada, mahalleli için; birbirlerini tanımak, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu olmak ve sosyal dayanışma içinde bulunmak şeklinde üç esas özellik öne çıkmaktadır. Bu üç unsur mahalledeki kişileri birbirlerine karşı sıkı ve güvenilir bağlarla bağlamakta ve sorumlu tutmaktadır. Sosyo-kültürel olan bu bağlar kişiler tarafindan hem oluşturulan hem de bizzat yaşanan değerler olması sebebiyle insanları hem hayati ve canlı, içeriden biçimlendirmekte hem de dışarıdan kuşatmaktadır. Mahallenin fertleri biri diğerinin bir tarafıyla vekil diğer tarafıyla “kefil”i olacak kadar sosyal ve hukukî bir durum ortaya çıkmaktadır. İslâm hukuk kaynaklarında mühim bir yer işgal eden kefil ve kefalet; “Kendi zimmetini başkasının zimmetine ekleyerek onunyüklendiği şeyi kendisi de yüklenen kimseye kefil, adına kefil olunan asıl borçluya mekfûl/kefd olunan denir.”39 Kefillikte hem kişiye hem de kişinin yükümlülüklerine kefil olunur. Burada «bu kefalet nasıl alınır ve yürütülür?” şeklinde sorular çoğaltılabilir. Verilecek cevap tespitlerimize ve izahlarımıza yardımcı olabilir. Kefillikler, hukukî Osmanlı olarak yapılacaksa Osmanlı hukuk düzeninin gereği resmî olarak “AWflar tarafindan yürütülür. [40] Sosyal bir işlem olacaksa toplumun sosyo-kültürel değerlerinin tutum ve davranışı olarak “örf/gelenek” haline gelmiş bir uygulama düzeni bulunmaktadır. Hukukî kusurların yaptırımları da hukukîdir. Kanunlar kadar resmi olmamakla beraber, bazen kanundan daha güçlü yaptırımları görmek mümkündür. Eşraf, Ayan,[41] “Vücûh-i belde”42 gibi kurumlar örfi-gelenekçi yapıyı kuvvetli bir şekilde yürütürlerdi. Bu uygulamanın yaptırımları yazılı olmamakla beraber kaynağı şeriata ters düşmemek kaydıyla toplumun sosyal ve kültürel hayatından aldığından kanunî cezalandırmadan daha etkili olabiliyordu. Buna mukabil cezanın mahiyeti daha etkili olabiliyordu. Toplum nez- dinde uygulamalar olması sebebiyle suçlu kişiler üzerinde kalıcı sonuçları; kınama, dışlanma ve güvenilmez olarak ortaya çıktığından kişileri daha caydırıcı olabiliyordu. Osmanlı’nm gündelik hayatına mekân ve idari, sosyal düzen bağlamında bakıldığında, Osman
lı şehri mahalleler üzerine bina edilmiş ve en alt düzeydeki temel toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında mahalleye ve mahallelilere sorumluluk yüklenmiştir. Özellikle Osmanlı imparatorluğunun kuruluş ve yükseliş dönemlerinde mahalle, hem toplumsal hem idari açıdan sistemin temel yapı taşlarından birini oluşturur. Bu yapılanma zemininde mahalle; imamın, haham ve papazın sevk ve idaresinde, kendine özgü gelir kaynakları olan, mahalle sakinlerinin asayiş, güven ve huzur yaşadığı toplumun birbirine kenetlendiği sosyal ve idari birimdir. Bu birimde yaşayan insanların, süreçte idari, mali ve sosyal temel meselelerini anlamak için bazı sosyo-kültürel ölçeklere bakmakta fayda olabilir. İnsanın; “Hayat anlayışı” “dünya görüşü” zihni ve maddi hayatını şekillendiren değerlerin kaynağı olmak özelliğini taşırlar. İnsanın kendi eliyle inşa ettiği ve yaşadığı hayata anlam kazandıran kültürün psiko-sosyal kalıplarını bu kavramlar biçimlendirir. Bu sebeple gerek Müslümanların ve gerekse gayrimüslimlerin dünya ve hayatı nasıl tanımladıkları ve yaşadıkları ana unsurlarıyla değerlendirilebilirse bu hususta soruların çoğuna cevap bulmak mümkün olabilir. Bizim burada öncelik vereceğimiz bilgiler Müslüman kişi ile sınırlıdır.
İlahi tevhid dini olan İslâm, toplumları olduğu adar bireyleri de tek bir Allah’a kulluğa teşvik etmeye gündelik faaliyetlerinde Şeriatın otoritesini emretmektedir. Bir Müslümanın günlük yirmi dört saati, inandığı dinin veya dinin esaslarına ters düşmeyen maddi ve manevi kültürün şekillendirdiği tutum ve davranışlarla başlar ve biter. İslâm inancını biçimlendiren tevhid; dünya-ahiret, din-dünya ayrımı yapmadan bütün hayatı kuşatır. Burada şuna işaret etmekte fayda var ki, her Müslüman dinin emir ve yasaklarına kati surette uyuyor anlamı da çıkmaz. Bu meyanda İslâm emir ve tavsiyelerde bulunur fakat uymayanları da reddetmez. Bu aslında bütün semavi dinler için geçerlidir. Tabii olarak dinlerin mevcut haliyle esasları geçerlidir. Her dinde olduğu gibi İslâm dininde de emir-yasak-ceza süreci belli esaslar içerisinde yürür. Yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere de “Suç işlemediği” sürece müdahale etmez. Bu manada Hristiyanlar için papaz ve Yahudiler için haham ne ise Müslüman mahallesinin mihenk taşı” olan “imam”da bu işlerden sorumludur lakin diğer dinlerden farklı olarak bir “ruhban” da değildir. Onun cebliğ ve nasihatten öte cezai yetkisi de yoktur. Kur’an-ı Kerim, konuda, Arkalarından Meryem oğlu İsâ’yı da gönderdik, ona İncil’i verdik, ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendilerinin “icat ettikleri “ruhbanlığa” gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allahın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik, ama çokları yoldan çıkmışlardır”43(Kuran-ı Kerim 57/27)demektedir. Bu bakımdan mahallenin imamı vazifelerini yürütürken bütün ilahi emirlere uygun davranmak zorundadır. Tabii olarak Osmanlı Mahallesindeki yaşayan gayrimüslimler de kendi dinlerinin emirlerine uymak ve dini unvanlı yetkililerine itaat etmeleri gerekmektedir.
Osmanlı Mahallesinde etkili olan bir husus da günlük ev kültürünün mahalleye taşınmasıdır. Her bir evin mahremiyeti hariç olmak üzere kişiler kendi evlerindeki değerleri mahalleye taşırlar. Ancak mahallede ortaya çıkan kültür her bir evin tek tek kültürü değil, kültürün mahallede “ortak değere” erişmiş halidir. Mahalledeki ortak değer artık kişisel olmaktan çıkmış “maşeri bir hale bürünmüş”tür. Toplum hayatında kültürün bu hali, mahallelinin “aidiyet olgusu”nun göstergesidir denilebilir. Aidiyet olgusunda, mahalleler azınlıklar ve dini cemaatler dışında toplumsal olarak “eşitlikçi bir yerleşim yeri” özelliği gösterir. Bu sebeple Osmanlı’da zimmilerin ve özellikle de Yahudilerin kentlerin kendilerine ayrılan kesimlerinde yerleşmeleri geleneksel bir olaydır. Bu çok eski uygulama Osmanlı’da Orhan Gazi zamanında Bursa’ya yerleşen Yahudilerin kendi istekleri üzerine başlamış ve artarak devam etmiştir. Bursa’nın fethinin ardından buradaki Rumlar şehirde kalmak istemedikleri halde Yahudiler kendilerinden başka komşu şehirlerden dindaşlarını da getirmek suretiyle Yahudi Mahallesi adıyla bir mahalle oluşturmuşlardı. İstanbul, Şam, Halep, Kudüs, Kahire gibi ünlü Osmanlı kentlerinin tümünde Yahudi, Hıristiyan ve Ermeni mahalleleri bulunmaktadır.
Bu tür bir uygulamanın benimsenmesinde azınlıkların bu yöndeki talepleri kadar siyasal iktidarların yönetimini kolaylaştıran pratik yararlar da önemli rol oynamıştır.[44] Osmanlı Mahallesi etnik-kültürel farklılıklarla şekillenmiş olsa da yaşanan günlük hayat ve bu hayata can suyu olan bütün değerlerin dinî-kültürel bir mahiyeti olduğu aşikardır. Dolayısıyla, mahalleli kimliğini ve aidiyetini biçimlendiren kendi dinî-kültürel değerlerini yine kendi hür iradesiyle tercih eder ve “dinî hürriyet” içinde “dokunulmaz” olarak yaşar.
Mahallenin dikkat çeken bir özelliği de etnik ve dinî farklılıkların bir kast düzeni şeklinde olmaması, “aşdmaz” ve “geçilmez” olmamalarıdır. Dinî tercihler olabildiği gibi, kültürel benzeşmeler de yaygındır. Rum ve Ermeni etnik yapılarında ve Hristiyanlarda, az da olsa Yahudilerde İslâm dinini benimseme ve zamanla kültürün etkisiyle azımsanmayacak sayıda Türkleşme olabilmektedir. XV- XIX. yüzyıllar boyunca Müslüman olmakla “Türk”oldu eş anlamlı kullanılır olmuştur. Nitekim millet ve milliyet sadece etnik bir yapı değil, sosyolojik vakıadır. Bilindiği gibi Islâm, gayrimüslimlere daima davetçidir. Gayrimüslimlerin, Müslüman olmaları kolaylaştınlır ve tavsiye edilir. Sözlükte “doğru yolu bulmak; yol göstermek” manalarına gelen hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş olup “gerçeğe ulaşmak, doğru yolu bulmak” demektir. Terim olarak inançsız iken veya başka bir dine mensupken İslâm dinini benimsemeyi ifade eder.[45] Yine, redd kökünden gelen “dönmek; geri çevirmek, kabul etmemek” anlamındaki kelimeden İslâm dininden dönen kişilere “mürted” dendir.[46] Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, bir gayrimüslimin Müslüman olmasıyla, bir Müslümanın gayrimüslim olmasını aynı seviyede değerlendirmek mümkün görülmemektedir. Bir gayrimüslimin, Müslüman olması hidayete ermesi, doğruyu bulması ve kurtuluş kabul eddirken, bir Müslümanın dinden çıkması “küfre” girmesi ve “batıla”, “zulme” sapması olarak kabul edilir. Bazı kişilerce
İslâm dininden dönenlerin/mürted öldürülmesi hususunda görüşler bulunsa da bu hususta İslâm âlimlerinin önemli bir kısmı, konuya ilişkin hadislerin gerekçelerini dikkate alarak cezanın “mürtedolması/ din değiştirmesi” sebebiyle değil “sosyal düzeni bozmaları, İslâma ve Müslümanlara savaş açmaları” sebepleriyle ilgili olduğu kabul edilmektedir.[47]
Hürriyet tartışmaları zemininde “din-inanç hürriyeti”, diğer temel hürriyetlerle; mülk edinme ve düşünme hürriyeti ile zıtlık ifade etmez. Tam tersine birbirini tamamlar. Ancak semavi dinlerde; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet insanlara tebliğ ediliş şekliyle bir süreçtir. Bu sebeple İslam kendinden önce gelen Hristiyanlığı, Hristiyanlık da Yahudiliği tashih etmiştir. Bu üç semavî dinin itikatlarında benzerlikler bulunmakta, farklılıklar ise daha ziyadedir. Şunu belirtebiliriz ki, şanların gereği olarak etnik ve dinî farklılıkları olan kişiler rastgele olmasa da kendi inançlarından farklı etnik-dinî topluluğun bulunduğu mahalleye yerleşebilir ve istemesi halinde hayatını burada hür bir şekilde sürdürebilirdi.[48] Bu haliyle, İslâm ve Osmanlı mahallesinin etnik ve dinî zenginliği ve “Osmanh barışı/hoşgörüsü”nün en dikkat çeken alametidir.[49] Aynı dönem Avrupası yla mukayese edildiğinde benzeri özellikleri bulmak tamamıyla zordur.[50]
Osmanlı Mahallesinin bir özelliği de “malî sorumluluk” tur. Os- manlı Mahallesi aynı zamanda idarî-malî birimdir. Devlet, başta vergi olmak üzere bazı mali düzenlemeler yapar. Bu yükümlülükler belli başlı hukukî esaslara tabi olarak yürütülür. Düzenlemeler şartlara göre normal, olağan bazen de olağanüstü/avarız olarak tanzim edilir. Genel anlamda düzenlemeler şeri ve örfî hukukun gereği olarak Müslüman ve zimmîlcr olmak üzere ayrı ayrı yapılır. Adalet gözetilerek yapılan düzenlemelerde kişilerin ve mahallelinin ekonomik gücü daima dikkate alınır. Bu farklılıklar birebir olmasa da genel bir değerlendirmeye tabi tutulur.[51] Tanzimat’a kadar bu usûl ve esaslar ufak tefek değişmelerle devam etmiştir. Tanzimat’tan sonra yapılan Belediye Kanunuyla mahalle ile ilgili bütün düzenlemeler bütün esaslarıyla belirlenmiştir.
Mahalle için önemli ve öncelikli olan husus, mahallede yaşayanların “huzur ve güvenliğidir. Mahallede huzur ve güvenlik sadece subaşı nezaretinde paspanların/gece bekçilerinin yürüttüğü asayiş meselesi olmaktan çok daha fazlasıdır. İdarî birim olarak mahallenin huzur ve güvenliğinin de ilk sorumluları dinî unvanlı; imam, haham ve papazlardır. Mahallede zuhur eden genel ahlaka uygun olmayan bir davranış; huzuru, güvenliği, hürriyeti tehdit kabul edildiğinden derhal cezalandırılırdı. Bu cezalar suçun mahiyetine göre değişmekle beraber sürgün etmek, hapsetmek gibi cezalar sıradandı.[52] Fakat bu cezalar yargılama yapılmadan verilemezdi. Yargılama ve karar verme sürecinde de mahalleli çok önemlidir. Kadıların yaptıkları yargılamalarda, “Mahalleli birbirini yakından tanıdığı için herhangi bir olayda, bir kişinin durumu hakkında komşularının ve mahalle imamının tanıklığının büyük önemi vardır. Bu yüzden çoğu kez, mahkemede kanıtlar ve görgü tanıklarının sözleri değerlendirilirken, bir de sanığın mahallesinde nasıl tanındığı araştırılmaktadır.’[53] Yargılanan ve şahitlik edenlerin mahalleli olarak kimlikleri kadar “şuhûdul-hâFdenilen mahkeme jürisinin kimlik ve şahsiyet ve ehliyetleri de önemlidir.[54] Mahallelinin aidiyet ve kimliğinin bir bakıma tezahür etme yeri olarak mahkeme, şahitlik gibi kurumlar, tutum ve tavır gerektirir. Adaletin esas olduğu yargılama sürecinde mahkeme için “şahidlik’[55] çok önemli psiko-kültürel bir kavramdır. Hakkın ve adaletin ortaya çıkmasını engelleyecek bir yalancı şahitlik veya şahitliğe ilave edilebilecek olumsuz İnsanî sıfatlar, şahsiyet zafiyeti demektir. Şahsiyet hem İnsanî ve hem de hukuki bir kavramdır.[56] Şahsiyet zayıflıkları; kimlik ve aidiyetin mayalarının bozulmasına yol açacak kadar bir toplumda adaletin zıddı olarak kabul edilen “z#/w^”kapı aralamak, mahallelinin asayiş, güvenlik gibi en tabiî haklarının sona ermesi, fitne, karmaşa ve haksızlıkların yayılması demektir. Böyle bir ortamda insan ve hayat düşünülebilir mi?
Bütün bunların ötesinde bir toplumda her bir ferdin, hukukun dışında insani-ahlaki açıdan kendine ve topluma karşı sorumluluktan vardır. Bu sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. Toplumun huzur içinde ve güvenli bir şekilde yaşaması bu sorumluluklarla yakından ilgilidir. İnsani-ahlaki sorumlulukları teferruatlı bir şekilde ele almak bu makalenin sınırlarını aşar. Bizim konumuzda sadece sosyal sorumluluk ölçeğinde değerlendirmeler yapılacaktır. Bu sebeple burada bir mahalleli için sosyal sorumluluğun bir özelliği olarak ferdî ve toplum ahlakını bir bütün halinde değerlendirmek daha yerinde olabilir. Bu hususu “ahlak” kavramı üzerinden yürütebiliriz. Hem yeni bir tartışmaya yol açılmamış olur hem bir toplumu içerden kuvvetli kılacak ve aidiyet kimliğine de destek olacak bir değerlendirme yapılabilir. Burada düsturumuz, “Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim”57 haberini veren bir hadistir. Müslümanların hayatını düzenleyen İslâmın ikinci kaynağı olan ve “örnek insan ’[58] olarak tanımlanan Hz. Peygamber’in yaşama şeklinin takip edildiği bir toplumda dinin ölçüleri tartışma edilmez hakikatlerdir. Ahlâk; huy, tabiat, seciye, insanın manevî nitelikleri, tutum ve davranışları gibi manalara gelir. Tabii konu insan olunca akılda iki kavram birlikte canlanır: Beden ve ruh. Beden için “suret/dış hal”, ruh için ise “sîret/ if hal” tabirleri kullanılır. Meseleyi yaratılış açısından ele aldığımızda, bedenin yaratılışına “halk’\ ruhunkine ise, “hulk” tâbir edilir.
Hüsn-ü hulk, yahut “hüsn ü siret” terkipleri insanın bu iç dünyasının güzelliğini ifade eder. Yaratılış itibariyle insanın sureti de güzeldir, sireti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir lâtife, bir his,. Organları arasında tam bir uygunluk olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir ahenk mevcuttun Öyle ise, güzel ahlâk yahut kötü ahlak derken neyi kastediyoruz? Bu soru ile beraber karşımıza insan ruhunun en belirgin bir özelliği olan “cüz’4 irade” çıkıyor. insan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanmakla, iç âlemini ya daha da güzelleştirebiliyor yahut büsbütün bozup mahvedebiliyor,[59]
Osmanlılarda, ahlâk kitaplarında klâsikleşmiş farklı bir söylem dikkati çekmektedir. Ahlâk kitaplarında, kişiler devlete karşı değil, herkes yekdiğerine yani çevresindeki kişilere karşı sorumlu tutulurdu. Bunun en güzel örnekleri mahallelerde yaşanırdı. Her bir mahalleli bir diğer komşusuna sorumlu olarak eğitilirdi. Öyle ki, kişilere, komşularının hatalarına tahammül etmeleri öğütlenirdi Her kişi “Gecenin bütün her şeyi örttüğü gibi kişi de gördüğü, tanıdığı komşusunun suçunu örterdi”. Eğer suç aleniyet kazanmamışsa, kişi ile Allah arasındaki alana terk edilir ki; bu durum suçtan ziyade, günahtı. Pekâlâ, mahalledeki’erin “aleniyete/açıklık” çıkan suçlarım nasıl anlamak lazımdır? Bu durum Osmanlı ceza hukukunda “tazır” olarak adlandırılır. Ta’zir Arapça bir kelime olup, “engellemek, te’dib etmek; desteklemek, saygı göstermek” mânalarında karşıt anlamlı kelimelerden (ezdâd) olan ta‘zîr fıkıhta had suçları ve cinayetlerdeki gibi belirli cezası bulunmayan suçlara verilecek, miktarı ve uygulanması yöneticiye veya hâkime bırakılmış cezaları ifade eder. Tazîr kökünden gelen fiiller, “desteklemek, saygı göstermek” cezası kapsamında verilen kararlarla ilgilidir.[60]
Bir kişinin kötü hali veya iyi halinin tespitinde mahalle ahalisi belirleyicidir. Sicillerde; kişilerin kimlik tespitinde, ad ve baba adlarının yanı sıra, sakin oldukları mahalle veya köyün adı da yer almaktadır.
Bu durum, kişinin sakin bulunduğu yerleşim yeriyle de tanınması keyfiyetini ön plâna çıkarmaktadır. Bu yönüyle bireyin aidiyeti, sakin olduğu mahalleyle bir anlam kazanmakta ve bir değer ifade etmektedir. Dolayısıyla kimlik tespiti yapılırken kişinin, sadece kim olduğunun ya da diğer bir ifadeyle adresinin öğrenilmesi yeterli olmayıp, aynı zamanda nasıl biri olduğunun da bilinmesine ihtiyaç vardır.
Bireyin oturduğu mahalleye göre tanmması ve mahallelinin kendisi hakkında vereceği bilgilere bağlılığı, mahallenin ortak bir kimliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda yaptırım ve denetim mekanizmasının varlığına da işaret etmektedir. Osmanlı döneminde mahalle bu bakımdan idari ve malî birimin ötesinde kendi iç örgütlenmesine sahip bir yapı olma özelliğini de göstermiştir. Mahalleli birbirini yalandan tanıdığı için herhangi bir olayda, bir kişinin durumu hakkında bilgiye ihtiyaç duyulursa, o kişi hakkında komşularının ve mahalle imamının tanıklığı büyük önem taşımaktaydı. Bu yüzden, mahkemede kanıtlar ve görgü tanıklarının sözleri değerlendirilirken bir de sanığın mahallesinde nasıl tanındığı araştırılırdı.
Mahalle ahalisinin gözünde bir kişinin güvenilir olup olmadığının tespitinde değişik ölçüler söz konusuydu. Meselâ, bir kimsenin beş vakit namaz için camiye sürekli gitmesi mahalleli için komşularının katında kendisinin tanınır ve güvenilirliğinin bir ölçüşüydü. Bununla ilgili sicillere yansıyan örnekler çoktur. Mahallelerde ihraç için gerekçe gösterilen ve kendisine isnat edilen suçlar arasında; fısk, fesat ehli olma, kötü sözler sarf etmenin yanı sıra târik-i salât olması da bulunmaktaydı. Bu, kişinin hem dindar biri olarak biliniyor hem de bir dindara yakışmayacak sıfatları taşıyor olmasıdır.
Mahallede suçlanan davalının lehinde veya aleyhinde tanıklık yapmak mümkündür. Mahallesinde iyi ya da kötü olarak tanınıyor olmak kişinin suçlu veya masum olduğunun kanıtlanmasında çok önemli işleve sahipti. Bu bakımdan mahalleli kişinin iyi halinin ve kötü halinin esas bilgisi olmaktaydı. Belgelerde, kötü hale gerekçe teşkil eden suçlamalar arasında kendi halinde olmama, kötü sözlü, birlikte olunması yasak olan kişilerle düşüp kalkma, fitne ve fesad ehli olma, huysuz, geçimsiz, kanun dışı davranışlar üzere olma, alkollü içki tüketme, kendi nefsi arzularına tabi olma, aile fertlerine karşı kötü davranma vb. hususlar yer almaktadır.
Bireysel olarak kişi veya kişilerin mağdur sıfatıyla dava açıp, şikâyetçi olmalarının yanı sıra su-i hâl/kötü durum (kişilerin hukuk ve ahlaka uygun olmayan tutum ve tavırları) ile ilgili olarak, başta şehir subaşısı olmak üzere, sancak mütesellimi, mahalle veya köy kethüdaları, yiğitbaşı gibi diğer görevlilerin de davacı oldukları görülmektedir.
Islâm hukukunda kişinin suçsuzluğu esastır. Bunun doğal bir sonucu olarak da ispat külfeti suçlayana aittir. İslâm hukukunda sanığın suçsuzluğunu ispat etmesi beklenmez ve karşı delil getirmesi istenmez. Bununla birlikte kötü hâlde olduğu gibi, kişinin iyi hâlinin tespit ve tescilinde de mahallelinin referans olduğuna dair kayıtlar sicillerde yer almaktadır. Normalde kişinin iyi hâl sahibi olduğunun tescil edilmesinin hukukî bakımdan bir zorunluluğu yoktur. Ancak bu husus, hakkında kötü hâl sahibi olduğu şeklinde bir suçlama söz konusu olunca, iddianın aksinin ispatlanmasıyla ortaya çıkan bir durumun neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı hukukuna göre mahalle ahalisi, birbirlerine karşı sorumluydu ve dolayısıyla mahallelerinde olan bir olayı aydınlığa çıkarmak ve eğer olayın faili tespit edilemezse, zararı karşılamak durumundaydı. Bundan dolayı, mahalleli, subaşı ve diğer ehl-i örf taifesinin itham ve takibine uğramamak, adlarının kötüye çıkmasını önlemek için, aralarına karışmış, iyilik ve doğrulukla tanınmayan kişileri mahallelerinden ihraç etme yoluna başvurmuşlardır. Bu meyanda mahalle ahalisi, kendilerini rahatsız eden, ahlâk ve namus dışı davranışlarda bulunan kişileri mahalleden çıkartma hakkına sahipti. Mahallelinin bu yaptırım gücünü Osmanlı hukukundan aldığı bilinen bir husustur.
İhraç kararlarına gerekçe olan iddiaların mahkemeye intikal şekli ve ihraç talebinin sahipleri açısından konuyu ele aldığımızda, kişinin sû-i hâlinin tespitinde olduğu gibi bunun da üç şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Bunlardan ilki şahıs veya şahısların davacı olmaları, İkincisi ehl-i örfün davacı olması ve üçüncüsü de mahallelinin davacı olması şeklindedir.
İhraç talebinde bulunan mahalleli, doğrudan doğruya mahkemeye gelerek, davacı olduğu şahıs veya şahısların mahalleden ihracını, işledikleri suçlar yani sûi hâlleri karşılığında bir ceza olarak verilmesini talep etmişlerdir. Böyle bir talepte, mahalle ahalisi, özellikle davalıya isnat ettiği suçlamaları yukarıda örneklendirdiğimiz sû-i hâlin tespitinde olduğu gibi ortaya koyar ve mahkemeden ihraç talebinde bulunurdu. Mahalle veya köy ahalisi, mahkemede başta imam, müezzin, müderris gibi mahallenin önde gelenlerinden oluşan kimselerin yer aldığı geniş bir grup tarafından temsil edilirdi. Sicillerdeki bilgilerden hareketle, bunların sayılarını net bir şekilde ortaya koymak mümkün değildir. Zira şahitlerin tamamının isimlerinin yazılmadığı ve çoğunlukla birkaç isimden sonra ve sairleri şeklinde kaydedildiği görülmektedir.
Mahalleden ihraç kararlarının alınmasında gerekçe teşkil eden hususların başında, şüphesiz mahallelinin emniyet ve huzurunun temini gelmektedir. Böyle bir cezanın verilmesi, mahalleli açısından, kötülüğünün, şirretinin mahalleli üzerinden uzaklaştırma, din ve devlet için öncelikli ve ümmete faydalıdır. Bu sebeple mahalleli için önem arz etmektedir. Bir hukuk kuralı; “Şer in defi hayrın davetinden evladır”şeklinde tek cümlede ifade edilmektedir. Netice olarak, Osmanlı’da mahallelinin cezai yargılanma durumu, kişinin hak ve hürriyetlerini korumanın yanında, nizamı da korumaya yöneliktir. Nitekim bir mahalle veya köyde yahut bir kervansarayda faili meçhul bir cinayet işlendiği takdirde, o yerin halkı ya suçluyu bulur veya özel olarak yapılan yargılama sonucunda ölünün kan bedelini ödemek zorunda kalırdı.[61] Nihayetinde bütün bu değerlendirmeyi bir hadisle taçlandırmak daha doğrudur: “Bengüzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim62 Dikkat çeken ve insanı biçimlendiren bir kültürü “ma- yalayıcı”kavram olarak ahlakın önemi daha isabetli anlatılamazdı.
Karagöz, M, “Cennet Misali: Osmanlı Şehri “İnsanın Nazari ve ameli Keşfi Olarak Mekân”, Uluslararası Şehir Tarihi Yazarlar Kongresi (23-24 Ekim) Elazığ, (metin yayımlanmadı).
Mehmet Karagöz – Osmanlı Şehri,syf:123-155
Dipnotlar:
1
1.Bu tanımlama merhum Prof. Dr. Turgut Cansever e aittir. Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, İstanbul 2010, s. 87.
[2] Özer Ergenç; “Osmanlı Şehrindeki ‘Mahalle’nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları TV, İstanbul 1984; Ömer Düzbakar, “Osmanlı Döneminde Mahalle ve İşlevleri”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 4, S. 5, (2003), s. 97-108.
[3] Gonca Büyükmıhçı, “Bir Kültür örüntüsü Olarak Mahalle Kavramı ve Osmanlı Dönemi Mahalle Yaşamı”, 21. yy Penceresinden Kültür ve Kimlik Uluslararası Sempozyumu, Bakü, Azerbaycan, 26-27 Mayıs 2014; Koksal Al- vcr, “Mahalle; Mekân ve Hayatın Esrarlı Birlikteliği”, Idealkent Dergisi, S. 2, (2010), s. 116-139.
[4] örnekler; Feridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 2013; Nejat Göyünç, XVI. Asırda Mardin Sancağı, İstanbul 1969; Orhan Kılıç, XVI. # XVII, Yüzyıllarda Van, Van 1997; Mehmet Karagöz, XVI. Asrın Ortalarında Malatya Kazası, İstanbul 2021.
[5] Yunus Uğur, “Şehir Tarihi ve Türkiye’de Şehir Tarihçiliği: Yaklaşımlar, Konular ve Kaynaklar”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C. 3, S. 6, (2005), s. 9-26; Halil İnalcık-Bülent Arı, “Türk-tslam-Osmanlı Şehirciliği ve Halil İnal- cık’ın Çalışmaları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C. 3, S. 6, (2005), s. 27-56,
[6] Bkz. Günseli Pişkin, “‘Kabadayı’ Gerçekten Türkiyeli mi?”, Fırat Üniversitesi Doğu Araştırmaları Dergisi, C. 6, S. 13, (2008), s. 13-20.
7.Sarper Yılmaz, Külhanbeyi Kavramı Üzerine”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, C. III, S. 8, (2016), s. 47- 73.
8.Faika Çelik, “Osmanlı İmparatorluğu nda Çingeneleri / Romanları Çalışmak ya da İğneyle Kuyu Kazmak”, MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 18 (2018), s. 262 (249-266).
9.Mustafa Sabri KÜçükaşçı-Sabri Yel, “Mahalle”, DİA, C. 27, Ankara 2003 s 323-326.
[10] Ergenç, a.g.m., s. 69-78.
[11] Tuncer Baykara, “XI. Yüzyıla Kadar Türk Şehri”, Doktora Tezi, İstanbul 1970, s. 176; Mustafa Cezar, Anadolu öncesi Tiirklerde Şehircilik ve Mimarlık İstanbul 1997, s. 30 vd.
12 “Gerçek şu ki, fetihler tarihi şehirlerin yapısını hiçbir zaman bozmadı”, Je- an-Louis Michon, “Dini Kurumlar”, İslâm Şehri, (Ed: Robert Bertram Ser- jant), (Çev. ElifTopçugil), İstanbul 1992, s. 16 (13-50). Michon’un bu iddiası ile bizim ifademiz olan “Birtakım değişikliklere sebep oldu.” cümlesi esasında çelişmiyor. Burada kastettiğimiz şehrin bazı fizikî değişiklikleriyle sınırlıdır.
13. ibn Havkal, 10. Asırda İslâm Coğrafyası, (Ter. Ramazan Şeşen), İstanbul 2014, s. 325 vd. (İbn Havkal, eserinde İç Asya’daki şehirlerde mahalle hakkında genel bilgiler vermektedir.)
[14] El-Farabî, Medinetul-Fazıla, (Çev. Nafiz Danışman), Ankara 2001, s. 79, 109 (Farabî, eserinin 79. sayfasında yardımlaşmayı gerekli bulduğunu söylemektedir.)
19 Ali Murat Yel-Mustafa Sabrı Küçükaşçı, “Mahalle ”, DİA» C. 27, Ankara 2003, s. 323-326.
[16] Mehmet Bayartan, “Osmanlı Şehrinde Bir İdari Birim: Mahalle”, Istan- bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Coğrafya Dergisi» S. 13, (2005), İstanbul, s. 95 (93—107).
[19] Ergenç, a.g.m., s. 73.
” Mustafâ Küçükaşçı, “İmam”, DİA, C. 22, İstanbul 2000, s. 188-190.
[21] Kemal Beydilli, “İmam”, DİA, C. 22, İstanbul 2000, s. 181-186.
[22] Kur an- Kerim 4/36.
Buhârı, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141 ;Tirmizî, Birr 28; tbni Mâce, Edeb 4.
[24] Mustafa Çağına, “Ihsan”, DİA, C. 21, İstanbul 2000, s. 544-546.
« Süleyman Uludağ, “Osmanlı Dönemi Tasavvuf Düşüncesinin Bazı Temel Kaynakları”, (Haz. Ahmet Yaşar Ocak), Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Safiler, Ankara 2014, s. 21-49. J
[27] Bkz. Orhan Acıpayamlı, Türkiye de Doğumla İlgili Adet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1974.
21 İbrahim Kafesoğlu, Türk Ailesi, İstanbul 1982?; Abdulkadir Yuvalı-Hikmet Demirci, Türk Dünyasının Ortak Kültür Dünyasında Aile ve Kadın, Ankara 2021.
[29] Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, İstanbul 1998, s. 191- 199; Bahattin ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara 1971.
[30] Dina Rizk Khoury, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Taşra Toplumu, Musul 1540-1834, s. 224-229.
31.Kur’an-ı Kerim 3/110.
32.Kur’an-ı Kerim 3/104.
33.Kur’an-ı Kerim 9/71.
34 Müslim, îmân 78; Tirmizî, Fİten 11; Nesâî, îmân 17.
[35] Müslim, îmân 80.
[36] Maurice M. Ccrasi, Osmanlı Kenti, (çev. Aslı Ataöv), İstanbul 1999, s. 70.
37.Fahri Çakı, Aidiyet ve Mekân Olarak Sokaklar: Balıkesir örnek Olayı Çerçevesinde BirTipoloji Önerisi”, ÎZÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. 5: S. 10-11 (2017), s. 25-54.
38. Ergenç, a.g.m., s. 69.
[39] Hacı Yunus Apaydın, “Kefalet”, DİA, C. 25, Ankara 2022, s. 168-177.
[40] llber Ortaylı, Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı, İstanbul 2020.
[41] Özer Ergenç, “Osmanlı Klasik Dönemindeki ‘Eşraf ve A’yan Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı Araştırmaları III, İstanbul 1982, s. 105-118.
[42] Mustafa Öztürk, Osmanlı Taşra Vonetiminde Vücuh-i Belde”, Archivum Ot- tomanicum 34 (2017), s. 79-87.
[44] Ömer Düzbakar, Osmanlı Döneminde Mahalle ve işlevleri”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 4, S. 5, (2003), s. 100.
[45] Ali Köse, “İhtida”, DİA, C. 21, İstanbul 2021, s. 554-558.
[46] İrfan İnce, “Ridde”, DİA, C. 28, İstanbul 2008, s. 91-93.
[47] Diyanet Komisyon; (Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Saadettin Gümüş), Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara 2021, s. 387.
*• Er genç, a.g.m., s. 69-70; Düzbakar, a.g.m., s. 97-99.
[49] llbcr Ortaylı, Osmanh Barışı, İstanbul 2018.
[50] Değerlendirmeler için bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev. Metin Kıratlı), Ankara 1993; Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanh İmparatorluğu ve Modem Türkiye İdI, (Çcv. Mehmet Harmancı), İstanbul 1983 (Bu eserlerin muhtelif yerleri).
[51] Halil Sahillioğlu, “Avarız”, DİA, C. 4, İstanbul 1991, s. 108-109.
[52] Düzbakar, a.g.m., s. 101-103.
[53] Özer Ergenç, Şehir, Toplum, Devlet Osmanlı Tarihi Yazılan, İstanbul 2012, s. 80.
M Mehmet Akif Aydın, “Mahkeme”, DİA, C. 27, Ankara 2003, s. 341-344.
[55] Hacı Yunus Apaydın, “Şahit”, DİA, C. 38, İstanbul 2010, s. 278-283.
[56] Mustafa Uzunpostalcı, “İslâm Hukukunda Şahsiyet ve Hakiki Şahıs”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi» S. 7, (2006), s. 55-88.
[57] Muvatta, Hüsnü’l-Hak, 8; Müsned, 2/381.
[58] Kur’an-ı Kerim, 33/21.
[59] Mustafa Çağıncı, “Ahlâk”, DİA, C. 2, İstanbul 1989, s. 10-14.
[60] Tuncay Başoğlu, “Tazir”, DİA, C. 40, İstanbul 2011, s. 198-202.
[61] özden Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında Mahalle Ahalisinin Rolü (XVII. Ve XVIIL Yüzyıllarda Kayseri örneği)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 18, (2005), s. 157(155-173).
[62] Muvatta, Hüsnü’1 Hulk, 8; Müsned, 2/381.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…