Mehmet Akif Aydın[*]
Değerli tarihçiler, hanımefendiler, beyefendiler,
Hayırlı sabahlar. Konuşmama başlamadan önce bu fevkalade faydalı kongreyi tertipleyenlere ve emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum. Gerçekten bu kongrelerde hem konunun doğrudan tarafı olan meslektaşlarla fikir alışverişi yapmak imkânı doğuyor hem de çeşitli alanlarda yeni fikirler, yeni görüşler dinleme fırsatı buluyoruz. Bu bakımdan Sakarya Üniversitesi’ne ve bu kongreyi tertipleyenlere, emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Osmanlı araştırmalarında 1960’lardan sonra siyasi tarihin yanı sıra iktisat tarihi, hukuk tarihi, sosyal tarihe de ilgi duyulmuş olması dikkatleri, bu zamana kadar çok fazla kullanılmayan bir kaynak üzerine çekti: Osmanlı mahkeme defterleri veya diğer ifadeyle şer’iyye sicilleri. Gerçekten şer’iyye sicilleri siyasi tarihçiliğin en önemli birinci el bilgi kaynakları olan kroniklere ve Os- manlı arşivindeki kaynaklara nispetle Osmanlı toplumu, hukuk tarihi, iktisat tarihi hakkında çok zengin birinci elden bilgi kaynağı özelliği taşımaktadırlar. Bunun sebebini hepimiz biliyoruz. Osmanlı mahkemesi sadece bugünkü anlamda hukuki ihtilafları yargılayan, karara bağlayan bir merci değil bunun yanı sıra sosyal hayatın her alanında aktif rol alan bir kurum özelliği taşımaktaydı. Osmanlı kadısı tabii görevi olan yargıçlığın yanı sıra yerine göre bölgenin kamu yöneticisi, yerine göre bir belediye başkanı,bazen bir noter hatta Osmanlı ordusunun lojistik ihtiyaçlarını karşılayan bir levazımat kurumu olarak da işlev görmekteydi.
Ehl-i örfün vergi başta olmak üzere icraatları denetleyen, vakıfların fâaliyetlerini kontrol eden, harcamalarını denetleyen işlevleri de bunlara ekleyebiliriz. Tüm bu faaliyetlerle ilgili kayıtlar Osmanlı şer’iyye sicillerinde toplanmış bulunmaktadır. Bu bakımdan özellikle siyasi tarih dışına çıktığımızda şefiyye sicilleri son derece önemli bir birinci el kaynak olma özelliği taşımaktadır. Bu sicilleri incelemek her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin rastge- le değil fakat, belli teamüllerle ve kurallarla yönetilen bir devlet olduğunu ortaya koymaktadır.
Üç kıtaya yayılan bir devlet, bir imparatorluk olduğu göz önüne alınırsa tabiatıyla aslında başka türlü bir yapının olması da düşünülemez. Bizim İslam Araştırmaları Merkezi olarak 2010 ela yayımladığımız defterlerden birisi olan İstanbul Mahkemesi’ne ait 1726-1738 yıllarını kapsayan 24 numaralı sicil, Osmanlı Devleti’nin ne ölçüde bir kurallar devleti olduğunu gözümüzün önüne sermektedir. Bu defter, esnaf ve zanaatkarların tabi olduğu esasları, ürünlerin fiyatlarını, bu esnaf ve zanaatkarların isimlerini, teşkilatlarını adeta bütün ayrıntılarıyla önümüze sermektedir. Nizam ismini taşıyan bu düzenlemeleri bugün kanunların uygulamasına yardımcı olan yönetmeliklere benzetebiliriz.
Defterin hemen başında kebapçılarla ilgili narh esasları vardır, devamında kapan ve iskelelerde bulunan hamallar ve kefilleri sayılmaktadır. Bu listede Bahçekapı İskelesi’nde, Pirinç îske- lesi’nde, Ayazmakapı İskelesinde olan at hamallarının isimleri sayılmakta, bölük başları belirtilmekte, her iskeledeki hamallar birbirine kefil yapılmakta ve muhtelif bölgelere yük taşıdıkları zaman kaçar akçe alacakları belirtilmektedir. İstanbul kadısına gönderilen hükümde “İstanbul kadısı fazîletlü Efendi işbu tahrîr olunan defter düstûru l-amel kılınmak için sicillâta kayd ve amel ve hilâfından ihtirâz olunmak üzere buyruldu.” denmektedir. Yine bunlar kaydedilsin ve aykırı bir iş yapılmasın diye bir tekit de vardır. Bu listeleri nalbantların, miskçilerin, kömürcülerin,çivicilerin, enserci ve hurdacıların ve ibrişimcilerin listesi izlemektedir. Bu listeler defterin sonuna kadar sürmekte, İstanbul’da iş yapan bütün ticaret erbabı esnaf ve zanaatkârlar isim isim sayılmakta ve onlarla ilgili esaslar deftere kaydedilmiş bulunmaktadır.
Aynı defterde yer alan kayıtlarda, üretilen bazı ürünlerin -modern tabirle- standartlarının yer aldığı görülmektedir. Tarihçiler çok iyi bilirler; mesela arşiv belgelerindeki veya Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan yazma kitaplardaki, mahkeme defterlerindeki mürekkepler fevkalade parlaktır, canlıdır. Aradan 300- 400 yıl geçmesine rağmen adeta bugün yazılmış gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Bu kadar kaliteli bir mürekkebin nasıl kullanıldığını, nasıl üretildiğini merak ettiğimiz zaman bunun formülünü defterde görüyoruz. Bahsettiğim defterde mürekkepçiler esnafi için kaleme alınan zzz^/z/zzHa bu mürekkeplerin hazırlanmasında hangi malzemelerin kullanılacağı ve mürekkebin nasıl hazırlanacağı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bir bölüm okuyayım: “On gün beher gün onar bin tokmak vurula [ve] tamâmen yüz bin tokmak eder ve rengi siyah ve bî-cirm ve dûde az gidip rahîs olmak için vicârı ola çam dûdesi şerbeti katılmayıp ve rengi boz ve haşûş olmayıp kağıdda tahrîr olundukda hatt-ı mektûbun üzerine el ile hissolundukda ele asla bir cirm göstermeyip siyah ve cirmsiz müşahede oluna.” Yani her gün on bin tokmak vurulması gerekir; malzemeler de sayılıyor, ucuz olsun diye çam çırasından yapılan şerbetin kullanılmaması gerekir, yazıldığı zaman elinizi sürdüğünüzde çok büyük kabarıklık olmaması gerekir, tokmakla vurulmasının hikmeti bu. Sonra da muhtelif kalitedeki mürekkeplerin fiyatları belirtilmektedir.
Osmanlı devletinde kadıların rolü, ticaret sahipleri, esnaf ve zanaatkârlar ile ilgili esasları, fiyatları belirlemekle sınırlı değildi. Onları denetlemek ve belirlenen esasların, fiyatların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmek de onların vazifeleri arasında yer almaktadır. Mesela, kalaysız kazanda ekmek yapan ekmekçiler, bozulmuş sakatat satan, mal satarken tartıda hile yapanlar kadıya hesap vermek zorundaydılar.
Çarşı ve pazarın denetlenmesi de kadıların görevleri arasındadır. Biz biliyoruz ki özellikle İstanbul söz konusu olduğunda zaman zaman bu çarşı-pazar denetlemesine bizzat sadrazamlar maiyetiyle birlikte katılmaktaydılar. Mal alım satımında ve özellikle han, hamam, ev, bahçe gibi şehirlerdeki taşınmazların satımında da yine mahkemelerin belirli bir rolü vardı. Bugünkü gibi kadastro usulü yoktu o zamanlar; ancak özellikle taşınmazlar satılırken bunun dört tarafındaki sınırlar, kimlerle komşu olduğu belirtilirdi. Böylece hem mahallin tanımı yapılmış hem de satın alan kimsenin aldatılmasının önüne geçilmiş olurdu. Bu, bugünkü gibi tapu teşkilatının ya da kadastro sisteminin uygulanmadığı dönemlerde belli bir mali disiplinin taşınmazlar için uygulandığım göstermesi açısından dikkat çekmektedir. Taşınmazlar kredi işlemlerinde de teminat olarak gösterilmekteydi. Mesela bey bil-vefa veya bey bıl-istiğlal gibi satış örneklerinde kredi alanlar, karşılığında bir anlamda teminat, rehin olarak gayrimenkul mallarını göstermektedirler. Bu işlemler de yine mahkemelerde belirttiğim usuller çerçevesinde yapılmaktaydı.
Şer’iyye sicillerindeki bu kayıtların ilk nazarda hatıra gelmeyen çok dikkate değer kazanımlar olduğunu görmekteyiz. Mesela bu verdiğim örneklerde, taşınmaz satışlarında bey bi’l-vefa ve bey’ bi’l-istiğlal tarzındaki kredilendirmelerde o şehrin, mesela İstanbul mahkemeleri söz konusu olduğunda İstanbul’un topografyası hakkında çok dikkate değer faydalı bilgiler ortaya çıkmaktadır. İstanbul şer’iyye sicillerini taradığımızda 16,17,18. asırlarda, İstanbul’daki bütün mahallelerin isimlerini bu listelerden çıkarmamız mümkündür. Bu isimlerin önemli bir kısmı da bugün hâlâ aynı isimle mahallelerde yaşamaktadır. Biraz yukarı* da verdiğim hamallar ve kayıkçılar örneklerinde de İstanbul’daki tarihi iskelelerin, yağ kapanı, un kapanı gibi emtia alınıp satılan yerlerin tam bir listesini öğrenebilmemiz mümkündür. Yine bütün Türkiye’deki şer’iyye sicilleri söz konusu olduğunda Osman- Iı coğrafyasındaki hemen hemen bütün köylerin isimlerini bu şer’iyye sicil defterlerinden çıkarabilmekteyiz.
Yine bu mahkeme kayıtları Osmanlı insanının birbirleriyle olan ilişki biçimlerini, ihtilaflarını çözme usullerini göstermesi bakımından da son derece dikkat çekicidir. Bugün hukuki ihtilafları çözmek için mahkeme dışındaki usuller Batı’dan biraz da bize tavsiye edildiği için önem kazanmaya başladı. Gerçekten Türk adalet sistemi bugün tıkanmış vaziyettedir. Mesela Yargıtay’da şu anda derdest olan dava sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Bütün Türkiye söz konusu olduğu zaman mahkemelerde altı milyondan fazla derdest olan dava var. Bu yüzden de en basit davanın çözümü bile iki seneyi geçmektedir. İstanbul’un iki yakasına -ki başka mahkemeler de var- Avrupa’nın en büyük adliye sarayı diye övünerek binalar diktik. Aslında saklamak lazım onları, zira adliye sarayının büyük olması bir hukuk sistemi için övünülecek bir şey değildir, gizlenecek bir durumdur. Ne demek bu? Çok ihtilafımız var, birbirimizle geçinemiyoruz demek. Osmanli adli yapısında bu sistemin, yani mahkeme dışında hukuki ihtilafları çözme sisteminin yaygın olarak kullanıldığını görüyoruz. Mahkemelere intikal etmiş birçok hukuki ihtilafın muslihûn denilen arabulucularla çözüldüğünü görüyoruz. Alışverişlerdeki ihtilaflarda, kredi ihtilaflarında, rüşvet gibi, haksız kazanç gibi hukuka aykırı fiillerde, özellikle bunlar çok iyi ispat edilemiyor- sa, muslihûn un devreye girdiğini ve çözüme yardımcı olduğunu görüyoruz. Mesela bir bölgedeki kamu görevlisi, beylerbeyi veya subaşı veya bazen de kadı rüşvet almışsa taraflar bunu mahkemeye intikal ettirmekte, tabiatıyla rüşvetin çoğu kere de belgesi olmadığı için ispat mümkün olmamaktadır. Böyle durumlarda muslihûn un devreye girdiğini görüyoruz. Eğer bu arabulucular haksız kazancın olduğunu görmüşlerse bir tür tırnak içerisinde “mahalle baskısı” uygulamakta ve tarafları uzlaştırmaktaydılar. Bir örnek vereyim: Karahisar-ı Sâhib kazası ahalisinden bir kısmı eski kadıları Mehmed Efendiyi kendilerinden haksız mah– keme harcı aldığı iddiasıyla mahkemeye vermişler, sonunda talep ettikleri 1.800 guruşa mukabil muslihun \xx\ araya girmesiyle 1.000 guruşa sulh olmuşlardır. Bir diğer örnek; keza Portorya köy ahalisi Galoz muhafızı İbrahim Paşa’yı 410 riyali guruşlarını aldığı için dava etmişler, muslihûriun araya girmesi üzerine 40 riyali guruş üzerine sulh olmuşlardır. Söylediğim gibi gerçekten mahkeme defterlerinde bu şekilde muslihûrivın araya girerek hukuki ihtilafları sulh yoluyla çözdüklerine dair tahminlerimizin ötesinde örneklerle karşılaşmamız mümkündür.
Kadı sicilleri, evlenme ve Osmanlı aile yapısına dair de bize dikkate değer bilgiler vermektedir. Evlenme akitlerinin bir kısmının mahkemelerde, bir kısmının ise mahkemeden alınan izinname ile bir din adamının huzurunda kıyıldığını biz bu sicillerden öğrenmekteyiz. Yine bu sicillerde, boşanmaların da önemli bir kısmının veya belli bir kısmının mahkemelere kaydedildiğini ve bir kısmının da mahkemelerde yapıldığını bilmekteyiz. Boşanmaların en yaygın türünün karşılıklı anlaşma şeklindeki boşanma olan muhâlaa olduğunu mahkeme defterleri bize bildirmektedir. Şefiyye sicilleri, bölgeler arasında uygulama farklılıkları ve buna bağlı olarak bölgelerin kendine has sosyal ve kültürel yapıları hakkında da dikkate değer bilgiler vermektedir. Halep, Şam ve Kahire bölgelerindeki sicillere dayanılarak yapılan araştırmalarda, boşanmaların bizim Anadolu’da ve Rumeli’de tespit ettiğimiz boşanma oranlarına nispetle daha fazla olduğunu görüyoruz. Kahire, Şam, Filistin vb. bölgelere ait birçok araştırma Batı’da bugün yayımlanmış hâldedir. Anadolu ve Rumeli üzerinde de şahsen benim ve başka araştırmacıların çalışmaları var. Anadolu ve Rumeli’de boşanmaların oldukça sınırlı olduğunu görüyoruz. Seyyahların gözlemleri de bunu doğrulamaktadır. Ama mesela; Mısır’da, Kahire’de ve Halep’te oldukça yüksek oranda bir boşanma farklılığını görüyoruz. Böylece iki grup arasındaki uygulama farklılığını biz bu mahkeme defterlerinden takip ediyoruz. Yani Türk ailesiyle, Türklerin yoğun olduğu bölgelerle, Arap ailesi arasında böyle bir uygulama farklılığını müşahede etmekteyiz.
Hâkimlerin yapmış olduğu boşanmalar özel bir boşanmadır {Tefrik). Tefrikte, mezheplere bağlı olarak bölgeler arasında farklı uygulamalar söz konusu olmaktadır. Hanefilerde mahkeme kararı ile boşanma sınırlıdır. Hanefilcrin hâkim olduğu bölgelerde, Anadolu ve Rumeli’de bu tür boşanmalar çok sınırlıdır. Ama diğer mezheplerin; Şahi, Hanbeli ve Maliki mezheplerinde bu boşanma türü daha geniştir. Bu sebeple biz Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde bu tür boşanmaların şer’iyye sicillerine daha voğun bir şekilde intikal ettiğini görmekteyiz.
Aynı farklılığı babası ölen küçüklerin mal varlığını korumak üzere ortaya konmuş olan vasilik/vesayet kurumunda da görmekteyiz. Mesela Araplarda vasilik, daha çok, baba öldükten sonra amca, amcaoğlu gibi ölen kimsenin erkek yakınlarına intikal etmektedir. Fakat Anadolu ve Rumeli’deki vasiliğin mahkeme yoluyla daha çok anneye intikal ettiğini görüyoruz. Yani burada toplumun sosyal yapısı, farklı bir uygulamayı ortaya koymaktadır. İslam hukuku buna da imkân tanımaktadır. Bu farklılığın sınırlarım da biz şer’iyye sicilleri sayesinde oldukça net bir şekilde çizme imkânına sahibiz.
Yine şer’iyye sicilleri sayesinde, Osmanlı toplumunun muhtelif katmanları arasındaki sosyal, iktisadi ve ailevi ilişkilerin nasıl cereyan ettiği ve bu ilişkilerin sağlıklı yürümesinde Osmanlı mahkemelerinin ne tür bir rol oynadığını da bilme imkânına sahibiz. Bu noktada şu tespitleri yapabiliriz: Kadınların ticari hayatta ve iktisadi hayatta erkekler kadar faal olduğunu söyleyemeyiz. Mahkeme kayıtları bize böyle bir resim vermektedir. Mahkemeye intikal eden tarafların kimliklerinden bu neticeyi çıkarabiliriz. Ancak kadınların bu faaliyetlerden bütünüyle uzak olduklarını da düşünmemek gerekir. Özellikle bazı bölgelerde, mesela ipek dokumacılığının yaygın olduğu Bursa gibi bir bölgede hem tezgâhlarda çalışan hem de tezgâhları işletme hakkına sahip kimseler arasında, kadınların diğer bölgelere nispetle çok daha yoğun bir biçimde var olduğunu görmekteyiz. Buna mukabil miras yoluyla -kadınların mal edinmelerinin en önemli yollarından birisi mirastır- elde ettikleri malları koruma ve idare etme konusunda kadınların oldukça aktif rol oynadıklarını biliyoruz. Keza kadınlar vakıf kurma konusunda da çok faaldirler. Yani en çok gelirleri miras yoluyla olduğu hâlde kadınların önemli ölçüde vakıf kurmaya yöneldiklerini görüyoruz. Çok kesin bir rakam mümkün değil; bölgelere göre değişik olmakla birlikte Osmanlı coğrafyasında kurulan vakıfların üçte birlik kısmının kadınlar tarafından kurulduğu görülmektedir. Bu, iktisadi hayattaki rollerinin zayıf olduğu dikkate alınırsa, önemli bir oran diye düşünüyorum. Mahkemelerde kendi mülklerini ve haklarını koruma konusunda herhangi bir sıkıntı, kadınlar için söz konusu değil. Söylediğim gibi o günkü sosyal yapı mahkemelerde kadınların bizzat bulunmalarına hukuken engel çıkarmamıştır; ancak kadınların önemli bir kısmının ya babası ya eşi ya da erkek kardeşi ile kendisini temsil ettirdiğini görüyoruz.
Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki hukuki ilişkilerin nasıl seyrettiğini de bu mahkeme defterlerinden takip etmemiz mümkün. Nitekim farklı dini gruplar arasında aile ilişkilerinin daha zayıf olduğunu görüyoruz. Malum, İslam hukukunda Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesi söz konusu olmadığı için mahkeme defterlerinde gayrimüslim bir erkekle evlenen bir kadına rastlanılmamaktadır. Müslüman bir erkeğin gayrimüslim/ehl-i kitap bir kadınla evlenmesi mümkün olduğu için bu evliliklere rastlanılmaktadır. Ama bunların da çok yaygın olduğu söylenemez, yani nispeten daha azdır.
Gayrimüslimlerin, Müslümanlarla olan ticari ilişkileri daha canlıdır. Bu ticari ilişkiler konusunda zaman zaman hukuki ihtilaflar ortaya çıkmakta, bu ihtilafları da biz mahkeme defterlerinden takip edebilmekteyiz. Bu ihtilaflarda gayrimüslimlere farkı bir muamele yapıldığını gözlemlemek mümkün değildir, yani şahsen böyle bir gözlemim olmadı. Zaman zaman ehl-i örf dediğimiz kamu görevlilerinin gerek Müslüman reayaya gerekse gayrimüslim reayaya keyfi muamele yaptıklarını biliyoruz. Bunlarla ilgili şikâyetlerin merkez bölge olan İstanbul’a intikal ettirildiğinin sayısız örnekleri vardır. Ama şahsen incelediğim def- terlerde/belgelerde bu alanda kadılara yönelik yoğun bir şikâyet kesinlikle söz konusu değil.
Tam tersine kadıların gayrimüslim ve Müslümanlar arasında mahkemelerde ayrım yapmadıklarını söyleyebilirim. Bu noktada Bulgar araştırmacı Rossitsa Gradeva nın -Osmanlı İdaresinde Rumeli diye bir kitabı var- yaptığı şu tespit dikkat çekicidir. Diyor ki Gradeva: Dönemin Bulgar kökenli di- ni-tarihi metinlerinde kadılar, çok pozitif bir imajla anlatılmaktadır. Birçok araştırmacı Osmanlı kadısını, Bulgar köylüsünü ehli örfe/kamu görevlisine karşı koruma noktasında, Hz. Isa’yı haksız yere çarmıha germek isteyenlere karşı -Yahudi hahamlarının gayrederine rağmen- onu korumaya çalışan Romalı Vali Pontius Pilates’e benzetmektedirler. Yani kadıların böyle rolleri olmuştur. Tabii burada örnek vermeye gerek yok, bunun canlı örneklerini Gradeva araştırmasında ortaya koymaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun farklı dini, etnik ve kültürel yapıların bulunduğu bir coğrafyada uzun yaşamasının sırrını böyle bir muamele tarzında aramak yanlış olmasa gerektir.
Osmanlı Devleti’nde mevcut vakıflar hakkında da mahkeme defterlerinde çok değerli bilgiler yer almaktadır. Aslında vakiin kurulması ve hayata geçmesi için mahkemede kurulmasına veya mahkemede tescil edilmesine gerek yoktur. Fakat Hanefi hukukçular arasında, vakfın kurulduktan sonra geri alınıp alınamayacağı ve vakıftan dönülüp dönülemeyeceği noktasında bir görüş ayrılığı bulunduğu için, -Ebu Hanife’ye göre vakıftan dönülebilir, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise dönülemez- sonradan ihtilaf konusu olmasın diye sureta bir hukuki ihtilaf yaratılmakta, mahkemede ve mahkemenin bu konuda bir karar vermesi sağlanmaktadır. Bu yüzden tarihçilerimiz, şer’iyye sicillerinde vakıfları çalışanlar bilirler; vakfı kuran kimse önce vakfı kurmakta, vakıf için mallarını tahsis etmekte ve bir mütevelli atamakta. Daha sonra mahkemeye gelip “Ben şu mallarımı ayırarak şu maksatla bir vakıf kurdum ve mütevelli de tayin ettim.” dediği zaman olay bitmiştir zaten. Ondan sonra “Ben şimdi vakfımdan dönüyorum.” demesi durumunda hukuki ihtilaf ortaya çıkar: Acaba dönülmesine mi karar versek, dönülmemesine mi’ Kad. da vakıfların sağladip sosyal ve dini yararlan göz önünde bulundurarak ve mezhepteki hâkim görüşün “dönülemez” olduğunu göz önüne alarak vakıftan dönülemeyeceği kararını verir, bu bir kaziyye-i muhkeme, kesin bir hüküm oluşturur.
Ebu Ha- nife’ye göre de vakıftan dönülemez. Böylece, sonraki bir ihtilafın önüne geçilmiş olur. Bu sebeple vakıf senedi mahkeme defterine de tam olarak dere edilir. İşte bu vakıf senetlerinde hangi malların ayrıldığı, nasıl idare edileceği, hangi harcamaların yapılacağı, vb. meseleler bütün ayrıntılarıyla belirtilmektedir. Bu bakımdan da Osmanlı devletinde kurulan vakıflar hakkında bu defterlerde çok kıymetli bilgiler vardır. Ayrıca vakıfların denetimi de kadılara aittir. Vakıf malların harap olması durumunda satılıp yerine başka bir mal alınması -buna istibdâl denilmekte- işlemi de mahkemeler eliyle yapılmaktadır. Bunlarda da mahkemelerin önemli bir rolü vardır.
Şer’iyye sicillerinde, miras kayıtlarıyla ilgili de son derece önemli bilgiler vardır, ilginç olan nokta; miras kayıtları, Osmanlı topldmundaki demografik yapıyı anlama konusunda bize önemli işareder vermektedir. Çünkü anne-babadan herhangi birisinin ölümü hâlinde mirasçılar arasında mutlaka eş vardır, anne-baba vardır, çocuklar zikredilir. Çocuklar ölmüşse, torunlar varsa onlar zikredilir. Dolayısıyla Osmanlı toplumunda çekirdek ailenin yapısı; nüfus yapısı konusunda çok değerli bilgiler vardır. Eyüp bölgesinde yaptığımız bir araştırmada 18. yüzyılda miras bırakan baba veya annenin ölümünden sonra ailede bulunan çocuk sayısı Müslüman ailelerde ortalama 1,8’dir, gayrimüslim ailelerde ise ortalama 2,7’dir. Yani aslında doğum oranları muhtemelen çok fazlaydı, fakat miras bırakan baba ve annenin ölümünde geriye kalan çocuk sayısı gerçekten çok düşündürücü derecede azdır. Bu, çocuk ölümlerinin veya babadan önceki ölümlerin yüksek olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Modern araştırmalar Osmanlı’da çok eşlilik konusundan söz etmeyi çok severler. Bu konuda da mahkeme kayıdarı bize oldukça doğruya yakın bilgiler vermektedir. Çünkü bu miras ka- yıdarında, koca veya baba öldüğünde kaç eşi varsa, bunlar ayrıcalyla edilmektedir. Eşler ölmüşse ve çocuklar varsa onların anneleri jilaedilmektedir. Bu bakımdan Osmanlı toplumunda çok eşlilik konusunda da sağlıklı bir değerlendirme yapmak için mahkeme defterlerine ihtiyaç vardır. Bugüne kadar bu konuda yazanlar bu defterleri kullanmışlardır. Bölgelere ve dönemlere göre biraz farklı rakamlar ortaya çıkmakla birlikte şunu söyleyebilirim: Osmanlı toplumunda ikinci eş oranı %5 ile %7 arasında değişmekte, üçüncü eş ise hemen hemen hiç yok denilebilecek düzeydedir.
Tereke kayıtlarının bir başka açıdan yine bize değerli bilgiler verdiğini görüyoruz: Bu kayıtlarda terekeye dahil olan bütün mallar en küçüğünden en büyüğüne kadar teker teker sayılmakta ve bunların parasal değeri, karşısında belirtilmektedir.
İstanbul Kadı Sicillerini yayınladığımızda bir araştırmacı gelerek bu fikirlerin ne kadar değerli olduğunu şu sözlerle ifâde etti. Doğrusu benim aklıma hiç gelmeyen bir faydası ortaya çıka. Dedi ki: “Biz sarayda kullanılan eşyaları, saray mensuplarının zati eşyalarının isimlerini ve nasıl olduklarını biliyoruz. Fakat Osmanlı ailesinde, sıradan bir Osmanlı insanının ne kullandığım, evinde hangi eşyalar bulunduğunu bilmiyoruz ve buna ait bilgilerimiz çok sınırlı. Bu tereke defterlerinde bütün eşyalar teker teker sayıldığı için biz normal bir Osmanlı ailesinde insanların hangi tür eşyaları kullandığını ve zati eşyaları nelerdir, bunları öğrenme imkânına sahip olduk Bizim için fevkalade kıymetli bir bilgi.” demişti. Gerçekten ilk anda hiç dikkati çekmeyen bir nokta. Şahsen benim bir hukuk tarihçisi olarak dikkatimi çekmeyen bir nokta.
Ayrıca bu tereke kayıtlarında çok fazla olmasa da bazı müderrislerin, kadıların ve vezirlerin terekelerinde bulunan kitapların listeleri yani sahip oldukları kitapların listeleri var, o listelerde teker teker sayılıyor, hangi kitaplara sahip oldukları. Dolayısıyla o dönemin kültür tarihi hakkında, yaygın kitapların neler olduğu hakkında da çok kıymedi bilgilere ulaşmak mümkün oluyor.
Tıp tarihi bakımından da enteresan bilgiler vardır. Ameliyat kayıtları var bu mahkeme defterlerinde, 16. ve 17. yüzyıllarda fıtık ameliyatı örnekleri var. Bugün tıpta ameliyat olan bir kimseye doktorlar gelirler, sende şu ameliyatı yapacağız, şöyle riskleri var derler ve onayını alırlar. Bugünkü tıp dilinde buna “aydınlatılmış onam diyoruz. Şimdi mahkeme defterlerinde ameliyata giren kimse mahkemede şöyle bir kayıt yapmakta ve cerrah da bunu istemektedir: “Ben eğer fıtık ameliyatında ölürsem buna kendi rızamla evet diyorum ve ölürsem mirasçılarım sakın ha tazminat ve diyet istemek üzere ortaya çıkmasınlar.» Bu da aydınlatılmış onamın 16, 17. asırlardaki bir örneğidir.
Şimdi şer’iyye sicilleri bu kıymetine rağmen belki son yarım asırdır dikkat çekmekte. Bu konuda yapılan yayınlar baştan çok cılızdı. Gaziantep’te 60’lı yıllarda çok da İlmî olmayan bir yayın vardı. Ankara’da 1 ve 2 numaralı şer’iyye sicillerinin özederi yayımlandı, ondan sonra uzun zaman bir şey çıkmadı ve yayımlanmadı. Tarihçiler, iktisat tarihçileri doğrudan doğruya bizzat mahkeme defterlerine bakarak araştırmalarım yaptılar. Bunun da şöyle bir zorluğu olmaktaydı -arşivciler bunu çok iyi bilirler-; defterin hemen hemen yarısını okuyorsunuz, sizin işinize yarıyor mu yaramıyor mu buluyorsanız seviniyorsunuz işime yarayan bir bilgi bulundu diye. Bu bakımdan bunların indekslerinin yapılması ve yayımlanması son derece önemliydi.
Bu arada şunu söyleyeyim: İstanbul şer’iyye sicillerinde 10.000 defter vardır. Anadolu’daki, müftülüklerdeki, müzelerdeki defterler nihayet Osmanlı Arşivi’nde toplandı. Sonra İstanbul’daki İslam Araştırmaları Merkezi’nde bunların elektronik kopyaları toplandı. İSAM’da bulunduğum zaman ben Osmanlı coğrafyasındaki mahkeme defterlerini toplamaya büyük önem verdim. En azından 3000 küsur defterin elektronik kopyasını orada topladık. Halep, Şam, Kudüs ve kısmen bunlar gibi Balkanlardaki ülkelerin, şehirlerin, Saraybosna falan gibi, Kırım’ın defterlerinin önemli bir kısmını elektronik ortamda kopyaladık. Maalesef bir kısmını toplayamadık. Ama bunların hepsi şimdi, İSAM da kolaylıkla kullanıma hazır bir şekilde bulunuyor. Yani bugün elimizde 23.000-24.000 kadar defterin elektronik kopyaları var; 20.000 defterin asılları var. Her defterde 100 kadar varağın olduğu, ortalama her varakta da 7-8 kaydın olduğu dikkate alınırsa, bugün elimizde Osmanlı sosyal tarihine, hukuk ve iktisat tarihine ait 15-20 milyon kayıt var ki bunun ne kadar rengin bir bilgi kaynağı olduğu her türlü izahtan varestedir.
Yabana araştırmacılar daha çok Orta Doğu üzerinde çalışıyorlar. Arapçaya daha alışık ve daha aşina olmalarının bunda rolü var. Türkiye’de ise tarih bölümleri, arşiv bölümleri, ilahiyat fakülteleri, kısmen hukuk fakültelerinde şimdi bu çalışmalar yapılıyor. Türkiye’deki çalışmaların önemli bir kısmı defter üzerine; defter neşri çalışması şeklinde geçiyor. Ama bunların yayınlanmış olanı az. Biz İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi çerçevesinde Coşkun Yılmaz Bey ile birlikte -kendisi de buradalar- İstanbul’a ait 40 tane mahkeme defterini yayımladık. Çok büyük ilgi gördü. Bu defterleri üniversite kütüphanelerine gönderdik. Elektronik kopyalarını İSAM’ın sayfasında açtık. Herkes kolayca ulaşabiliyor. (Geçen süre içinde buna 60 defter daha eklenerek İstanbul mahkemelerine ait 100 defter yayımlanmış oldu.) Biraz bizden önce, biraz sonra çeşitli şehirlerde defter yayınları oldu. İşte Konya, Samsun, Mardin, Rize, Bursa, Akşehir ve Safranbolu defterlerinin bir kısmı yayımlandı. Diyarbakır şu anda yayımlanıyor. Çorum Belediyesi bu noktada yayın yaptı.
Tabii bu defterler son derece önemli bilgiler ihtiva etmekle birlikte şunları söyleyerek konuşmamı bitiriyorum: Birincisi, bu defterleri kullanmak için belli bir dikkat gerekiyor. Bu defterlerdeki bilgileri yan malzeme ile birlikte değerlendirmek gerekir. Yani malum, tarihçiliğin önemli özelliklerinden birisi, elinizdeki belgenin hangi bölgeye ve hangi döneme ait olduğunu bilerek kullanma gereğidir. Bu defterlerden bir tanesinde bulduğumuz bir bilgiyi -bu Osmanlı’nın Kayseri veya İstanbul şehri için de olabilir- hepsi için genellememek; oradaki bir bilgiyi Türkiye için genellememek gerekir, bu yanlış sonuçları doğurur. Buna dikkat etmek gerekir. İkincisi: Bazı tarihçilerin yaptığı bazı değerlendirmeler var. Bu defterlerdeki örneklere bakarak hukuki kurallar çıkarmak son derece tehlikelidir. Bu örneklerdeki hukuki kuralları,hukuk kurallarındaki bilgilerle karşılaştırarak normatif sonuç çıkarmak gerekir. Yani mesela; mahkeme defterlerinde butun evlenmelerde mehir kayıtları vardır.
Mehir mutlaka teslim edilir, bir kısmı önceden ödenen mehr-i muaccel bir kısmı da sonradan ödenen mehr-i müeccel şeklinde. Buna dayanarak kimi tarihçiler Osmanlılarda evlenme akdinin şartlarından birisi mehrin tespit edilmesidir, gibi bir normatif kural sonucu çıkarmaktadırlar. Hâlbuki bu yanlıştır, evliliğin herhangi bir şartı değildir mehir. Belirlenmese de olur, evliliğin bir sonucudur. Dolayısıyla fıkıh kitaplarında bu bilgiler vardır. O örnekten çok bulunduğuna bakarak böyle bir sonuç çıkarıldığında yanlış bir sonuç çıkarılmış olur.
Netice itibariyle, şer’iyye sicilleri özellikle Osmanlı toplumu hakkında gerçekten başka belgelerde bulunmayan; efendim mak- yajsız/fotoshopsuz bir şekilde bilgiler veren, son derece önemli kaynaklardır. Bundan sonra da gittikçe artarak kullanılmaya devam edilecektir. Ama onu kullanırken belli ilmi normlara/ku- rallara uyma mecburiyeti vardır. Benim sürem doldu, artık bu kadar ile yetineyim, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
[*] Prof. Dr., Medipol Üniversitesi, Hukuk Fakültesi (maaydin@medipol.edu.tr)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…