Osman Turan – Türkiye’de Manevi Buhran (Din ve Laiklik) -Alıntılar
Bu vesileyle bilgisizlik ve dikkatsizlikten ileri gelen bir hatayı kaydetmeden geçemeyeceğim. Bursa Yunanlılar tarafından işgal edildiği zaman, o zaman Yunan Başvekili olan Venizelos’un oğlu bir yedek subay olarak Osmangazi Türbesi’ne girerek çizmesi ve bastonu ile ona hakaret etmiş ve: “Kalk bakalım, milletini kurtarabilecek misin?” demişti. İşte bu oğul Venizelos, kabinede bulunmadığı ve resmî bir sıfatı olmadığı bir sırada 1947 yazında, Türkiye’yi ziyaret edince, kendisi resmî kabullere ve devletin teşrifatına nâil olmuştur ki, bu hüviyeti olduktan ve resmî bir sıfatı da kalmadıktan sonra böyle bir gaflet ve şuürsuzluğa başka hiçbir memlekette rastlanmaz.
———————————————————————————
Eğer, medeniyetimizin sadece âbideleri ve husüsiyle gök kubbeye meydan okuyan, insan ruhuna huzur ve ulvîlik bahşeden camileri hakkında derin ve şümüllü bir tefekküre dalarsak o kudretin kaynağını ve tarihî azametin sırlarını keşfeder oluruz. İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in: “Allah’ın evi yanında kendime muhteşem bir saray yapmaktan hicap duyarım” sözü bu ahlâk ve mefküre kudretinin veciz bir ifadesidir. Hemen bütün Selçuklu ve Osmanlı Sultanları, hüküm sürdükleri geniş ülkelerde, bu mefkürelerini medeniyet eserleriyle maddîleştirir ve sanat âbideleri halinde ifade ederlerken bu ruh ve feragatin tam bir mümessili olmuşlardı.
———————————————————————————
Tarih Türklük ve İslâmiyetin, şerefli mazileri’nde birbirlerine ne kadar bağlı ve borçlu olduğuna şahadet eylediği gibi istikbalde de bunların birbirlerinden ayrılamayacaklarını, aksi takdirde Türk milletinin bekasının da tehlikeye gireceğini ifadede bir müşkülât yoktur. Bugün Türkiye’de göze çarpan ideolojik ve zümrecı’ temayüller de millî birlikte çimento vazifesini gören dinin sarsılması neticesidir.
Türk milletinin, tarihî hasletleri ve akl-ı selîrni sayeşinde kendisinden kopmuş bu türlü münevverlere ve onların köksüz fikirlerine itibar etmediğini şükranla kaydetmeliyiz. Zira başlıca kuvvetimiz ve son tesellimiz de budur. Öyle olmasa idi bunca bâdire ve kasırgalardan sonra dağılmak ve yok olmak mümkün idi. Bunu söylerken, bu zorlamaların tamamıyla tesirsiz kaldığını ifade etmiş olmuyoruz. Bilâkis milletlerin istikbalinde daima birinci derecede âmil münevverlerdir.
———————————————————————————
Tehlikeli zamanlarda, muharebe ve zafer günlerinde milletlerin maneviyatını yükseltmek, ümit ve şevklerini artırmak için radyo vasıtasiyle yapılan dinî vaaz ve ilâhilerin teshirkâr kudreti âşikârdır. Bu sebeple, İkinci Cihan Harbi’nde bu vasıtaya sık sık baş vurulmuş ve bizzat laik ve hattâ dinsiz devlet adamları bile bu suretle kitlelerin hislerini takviyeden müstağni kalmamışlardır. II. Cihan Harbi’nde Bolşeviklerin nisbî bir din hürriyeti tanımaları da bu zamana rastlar. Halbuki, laiklikle hiçbir münasebeti olmadığı halde, Türk milleti, o karanlık ve endişeli günlerde, böyle bir ümit ve teselliden mahrum bırakılmış; hasret ve iştiyakla beklediği bir Allah kelimesini radyodan işitmek saadetine erememişti.
———————————————————————————
Gerçekten din tahsili yalnız itikad ve ibadet için değil, Türk milletine mensup bir münevver olabilmek için de zarurî idi. Zira milletinin tarihinde ve halinde bu kadar derin ve girift bir te’siri olan İslâmiyet hakkında umumî bir bilgiye sahip olmayan bir Türk münevverinin, tahsil derecesi ne olursa olsun, hakikatte kökünden kopmuş bulunduğu cihetle, aydın sayılması da imkânsızdır. Hakikaten islâmî bilgilere sahip olmayan gençler yalnız umümî kültürden mahrum kalmıyor; bu durum dolayısıyla Türk kültürüne, edebiyatına, sanatına, folkloruna, diline, şiir, hikâye ve atasözlerine de nüfuz etmek imkânlarını da kaybediyor; yani kendi cemiyeti ve muhiti icin zaruri olan milli harsı da elde edemiyor idi.
———————————————————————————
En küçük hücreden nebat, hayvan ve insanlara kadar hayatî sevk ve idare eden küllî aşk ve iradenin madde ile izah edilememesi kâinata şâmil bir şuür ve iradenin mevcudiyetini kabul ettirmekte ve iptidaî insanda olduğu gibi onun bugünkü ileri neslinde de kaadir-i mutlak bir Allah’ın varlığı fikrini, daha kuvvetli bir şekilde, kabule zorlamaktadır. Nitekim atomun keşfi üzerine İngiliz kilisesi reisi, Einstein’a: “Artık âlemin sırları keşfedilecek midir?” tarzında sorduğu suale bu büyük âlimin verdiği şu: “Biz ancak maddenin sırlarını keşifle meşgulüz. Bunun ötesi ise ebediyyen ilmin meçhulü kalacaktır.” cevap da ilmin son sözü mahiyetindedir.
———————————————————————————
Din ve mezheplerin, medeniyet ve kültür tarihindeki rolü yanında milletlerin tekâmül ve bekasında dinin ne kadar büyük bir âmil olduğuna dair birkaç misâl daha hatırlamak yerinde olur. Meselâ Arapların tarihte kazandığı büyük mevki münhasıran İslâm din ve mefküresinin bir eseri olduğu gibi, millî hasletler ne olursa olsun, Türklerin de cihan hâkimiyeti kudretini kazanmaları ve azametli bir tarih yaratmaları daha ziyade bu din sayesinde mümkün olmuştur.
Hattâ Türkler Anadolu’ya Müslüman olarak gelmemiş olsalardı Karadeniz’in şimalinde bin yıl zarfında hicret eden ırkdaşlarının akıbetlerine uğrayarak yok olur; tarihin istikametini değiştiren Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları, onların kurduğu dünya nizamı ve medeniyet bahis mevzuu olamaz ve bugünkü Türkiye de vücud bulamazdı. İslâv kavimlerinin dil ve edebiyatları ile birlikte millî kültür şuürları da Ortodoks Hıristiyanlığı ile başladığı gibi Balkan milletlerinin varlığı da bu mezheb ile korunmuştu. Luther ve Protestanlık düşünülmeksizin Şimal kavimlerinin kültürel tekâmülleri anlaşılamaz. Dinin tarihî, içtimaî bakımdan bu hayrete şayan ehemmiyeti hakkında ciltler dolduracak tafsilâta girişmek imkân ve ihtiyacı olmaksızın bu küçük tablo
ile iktifa etmek mümkündür.
———————————————————————————
Göktürkler oturduklari topraklarda bazı yerleri dınî kutsiyetle tâzim ederlerdi. Anadolu’nun fethine iştirak etmiş büyük kumandan ve beylerin türbeleri evliya ziyaretgâhlarından daha geniş bir kutsiyet hâlesi içinde dokuz asır ululanmıştır. Bunlara verilen kutsiyet din adamı olmaları ile değil fâtih, İslâm gazisi ve vatan kurucu bulunmaları neticesi idi. Şahsiyetleri dinî olsun, millî olsun Anadolu baştan başa bu kutsiyeti haiz ziyaretgâhlarla dolmuştur.
İşte vatan da kutsiyet kazanmış, tarihî eser ve hatıraları sinesinde toplayan bu gibi topraklara denir. Seydi Gazi, Danişment Gazi, Turasan, Selçuk Sultanları türbesi, Mevlâna, Hacı Bektaş, Eyyup… Türkiye’yi vatan yapan binlerce ziyaretgâhın en meşhurları idi. Millet de bu mefküreye bağlı insanlar topluluğu idi. Bunun dışında kalan zümreler devlete hizmet ettikçe asırlar boyunca hürriyete, adalete ve dinî müsamahaya hak kazanmıştı. Bunlar da millet mefhumu dışında Reâyâyı teşkil eder. Türk mefküresi veya mukaddesatının esası dört unsurdan mürekkep olduğu için Osmanlı devlet adamları, çok defa “din ü devlet mülk ü millet için” yemin ederlerdi.
———————————————————————————
Gerçekten hayır, fazilet, hakikat ve feragat duygularını geliştiren bir mefkürenîn cazibesine kapılmadıkça, yüksek aşkların zevkini tatmadıkça insan oğlum has olan yaratıcı cevher paslanmaya, kabiliyetini kaybetmeye mahkümdur. Böylece millet ve medeniyetlerin en kıymetli sermayesi olan büyük ilim, fikir ve sanat adamlarını yetiştirecek esas âmil körlenmiş olur.
Diğer taraftan böyle manevî bir sukut insanı maddenin ve geçici kaba zevklerin esiri olarak mânen tatmin edilmemiş bir hale sürükler; bedbaht kitlelerin zuhuruna sebep olur. Bugün münevverler arasında hayır ve fedakârlık duygulan yerine hırs ve menfaat didişmelerinin gittikçe şiddet kazanması, materyalist unsurların kuvvetlenmesi ve büyük şehirlerde ahlâk ve zabıta vak’alarının korkunç bir şekilde çoğalması nasıl bir mefküre ve maneviyat buhram içersinde bulunduğumuzu göstermeye kâfidir. Halbuki İmparatorluk Türkiye’sinin azametinden, içtimaî nizam ve ahlâkî yüksekliğinden ve Hıristiyan seyyahların Türklerin üstünlüklerinden hayrete şayan tasvir ve misâller ile bahseden bir Avrupalı müellif, “Asayiş o kadar mükemıneldir ki, görmeyen ona inanamaz. Şehirleri muhafaza için geceleri elinde bir sopa ile bir fener bulunan tek bir bekçinı’n sokaklarda gezmesi kâfidir. Halbuki Paris’te bir kıt’a asker bu vazifeyi korku içinde yapar.” der. Bir başkası “Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört katil vak’ası olmadığını, ticarî emtia ile dolu çarşı ve hanları bir tek bekçinin koruduğunu” söyler.
———————————————————————————
Tarih şeklî ve mutlak taklit esasına dayanmış bir kültür ve cemiyetin hayatiyet gösterdiğine dair bir misâl kaydetmemiştir. Tersine, içtimaî kanunlar iktizası böyle bir hâdisenin cemiyetlerin inhilâline âmil olabileceği tarihte kaybolmuş kavimler misâliyle sabittir.
———————————————————————————
Basit bir misal ile ifadeye calisirsak sağlam bir dimağın ancak sağlam bir vücutta ve iyi işleyen bir kalpte bulunabileceğine dair fizyoloji kan’unu, inkılâp hareketlerinde itibar bulmadı veya anlaşılamadı. Bununla beraber İslâmiyet’in daha millî ve modern bir istikamet alması için bazı kımıldamalar olduğu ve meselâ Kur’an’ın ve ezanın Türkçe’ye tercüme faaliyetleri; inkılâbın husüle getireceği manevî boşluğu doldurmak maksadıyla da Türk milliyetçiliğini, ilmî temelden mahrum ve bu sebeple de ters bir netice veren bir tarih ve dil şuüru ile kuvvetlendirme gayretlerini de bu vesile ile hatırlatmak yerinde olur. Bununla beraber bu temayüllerin ve hakikî gayeleri de belli olmamış veya ciddî bir anlayış ve şuürun mevcudiyeti de meydana çıkamamıştır.
Cemiyet kanunlarına, ilme ve nihayet bu teşebbüslere rağmen, bir çok münevverler inkılâbı adetâ din ve milletten tecrit etmiş ve hattâ bunları ona engel sayan bir telâkki veya gayrete sürüklemiş olduğunu da bir vâkıa olarak tesbit etmek lâzımdır. Daha doğrusu fikrî kifayetsizlik ve yeni gelişen ideolojik temayüller böyle bir hataya sebep olmuştur. Halbuki tarih ve sosyoloji böyle bir cemiyet ve medeniyetin mümkün olamayacağına şahadet ettiği gibi inkılâbın da tabiatıyla bu türlü gayrı ilmî ve gayrı millî mahiyeti de olmamak gerekirdi.
Unutmamak lâzımdır ki medeniyet hâdisemiz kendi kendine vukubulmamış, tabiî temas ve münasebetler neticesinde cereyan etmemiş, devlet veya münevverin arzu, iradesi ve hattâ zoru eseri olmuştur. Binaenaleyh irade ile başlayan bu faaliyetin ilim ve şuurun kontrolünde bulunması gerekir.
———————————————————————————
İnsanoğlu ruh ve madde gibi iki esas unsurdan müteşekkil olduğuna ve diğer yaratıklardan bu hüviyeti ile mümtaz bulunduğuna göre onun sıhhat ve saadeti ancak bu iki menşee bağlı kuvvet ve ihtiyaçlar arasındaki bir muvazene ile mümkündür. Beşeriyet ve medeniyetin bugüne kadar dayandığı din, milliyet ve insanlık mefkürelerinden, ilim, sanat, hakikat ve aile aşkından, şeref ve yükselme duygularından nasibini alamayan insan kendisini maddenin sürükleyici ve bayağılatıcı esaretinden, zekâsını da bir şer âleti olmaktan kurtaramaz. Manevî kıymetlerin sarsıldığı devir ve cemiyetlerde, ancak bu kıymetler manzumesinin hayatiyetini göstermesiyle kaim bulunan, ahlâkî ve içtimaî nizam da sarsılır; artık fert ve cemiyetlerin sukut ve inhilali de başlamış olur. Tarihte birçok kavim, kültür ve medeniyetlerin gerilemesi v”e yok olması da hep bu âmillerle vukubulmuştur.
———————————————————————————
Millî şuür ve birliğin yükselmesinde ve yaratıcı bir kültürün gelişmesinde Türk tarihinin müstesna bir hazîne teşkil ettiği âşikârdır. Bu da mazi ile istikbal arasındaki bağının kuvvetlenmesiyle ve daha sonra da bu büyük mirasın ilmî bir şekilde işlenmesiyle mümkündür. Mazi ile irtiba sağ-lamlaşmadıkça millî şuur ve mefkürenin kuvvetlenmesini, kültürün gelişmesini, edebiyat, sanat ve sahne hayatının yaratıcı eserler vermesini beklemek beyhudedir’.
———————————————————————————
Filhakika bugün Türk ruhu, mefküresi, millî dil, edebiyat, sanat, din, ahlâk ve an’anelerimiz, yâni, bir kelime ile, milletimizi ayakta tutan bütün manevî kıymetler manzumesi, görünür-görünmez, şuürlu-şuürsuz, iç-dış, öyle birtakım kemirici ve yıkıcı tesirlere mâruzdur ki, hiçbir cemiyet ilmî ve kültürel bir müdafaa teşkilâtı kurmadıkça, bizzat hâiz olduğu insiyakî mukavemet kuvvetleriyle, bunlara karşı dayanacak bir kudrette değildir. Fakat yabana kültür unsurlarının müsbet ve yaratıcı tesirleriyle bu türlü tahribatı, asla, birbirine karıştırmamalıdır. Zira cemiyet, şuürla veya insiyakî olarak, şahsiyetini muhafaza ettikçe, bir ayıklama ameliyesiyle, yabana tesirleri yaratıcı bir unsur haline sokar; aksi takdirde tarih, rolün yıkıcı olduğunu meydana koymuştur. İşte kültür ve mefküre sahiplerine veya bu türlü müesseselere düşen vazife bu millî şahsiyeti korumak ve canlandırmaktır.
———————————————————————————
Bugün Türkiye’de mahiyeti ve tedavisi meçhul, manevî bir istikrarsızlık ve huzursuzluğun mevcudiyeti ve hattâ bazen de bir nevi içtimaî doğum sancısı hissi müşahede edilmekte; fakat bu hususa dair birbirine zıd çeşitli fıkir ve temayüller henüz ilmî ve kurtarıcı bir hüviyet ve istikamet kazanamamaktadlr. Bununla beraber, fîkir adamları ve aydınların, manevî meseleler üzerinde birbirlerine zıt bir inanca sahip bulunmalarından daha fazla, birbirlerinin fikir ve temayülleyine. karşılıklı saygı ve müsamahadan gittikçe uzaklaşmaları endişe
verecek bir manzara arz etmektedir. Halbuki inkılâp da taassup yerine fikir hüm’yeti kurmak emelindeydi.
———————————————————————————
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına, İslâm dünyasının rehberi olan Türkler, Avrupalı olmak hevesiyle, millî kültür, din, mefküre ve ahlâklarını sarsan tersine bir yolda hayli zorlanmış olmalarına rağmen, halk kitleleri ve bir kısım aydınlar arasında henüz tarihî şuür, nizâm ve hayatiyetlerini muhafaza etmekle bu yeni İslâm medeniyetinin doğuşunda liderlik yapabilirler
———————————————————————————
Millî ve dinî karakter ve duyguların şuür altında bile asırlarca yaşadığını tarihî bir gerçek olarak bildiğimize göre, Rusya’da içtimaî şartların ve dış tesirlerin birleşmesi neticesinde, Bolşevik ihtilâlinin patlak vermesi ve tarihin kaydetmediği bir tedhiş makinası halinde hüküm sürmesi hangi içtimaî, ruhî ve ırkî hastalıkların rol oynadığını meydana koymuştur. Bolşevik ihtilâlinin ilk denemesindeki zulüm ve kıtallere şahit olan meşhur Rus beyin âlimi Pavlof, Bolşeviklerin bu icraatı karşısında fertler gibi bazan cemiyetlerin de kudurabileceklerini söylemekle azgınlaşan bir materyalizmin beşeriyet için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ifade ediyordu.
Tarihî ve içtimâî âmillerin rolü ne olursa olsun Bolşevik ihtilâlini Avrupa medeniyetinde madde-ruh muvazenesinin bozulması ve materyalizmin azgınlaşması neticesi saymak en umümî ve isabetli bir hüküm olmak gerekir. Marx’ın kehânetlerine aykırı olarak komünizmin Rusya ve istilâsı altında kalan peyk memleketlerinden sonra dahi, geri kalmış Asya, Afrika ve cenubî Amerika kıtalarında yayılmasında da görülmektedir ki içtimaî şartlar yanında, siyasî ve psikolojik unsurlar da rol oynamaktadır.
———————————————————————————
Maddeye bağlı en küçük atom âlemi (Mikrokosmos) ile en büyük yıldızlar âlemi (Makrokosmos) içinde mevcüd bulunan cezb (çekme) ve defl‘ (itme) kuvvetlerinin muvazenesi nasıl kâinat nizam ve âhengini temin ediyorsa insanlar, cemiyet ve medeniyetler de öylece madde-ruh kuvvetlerinin muvâzenesi sayesinde sıhhat, hayatiyet ve saadete kavuşur. Şu farkla ki kâinat nizamında kanunlar ve âhenk mutlak olduğu halde madde-ruh muvâzenesi psikolojik ve içtimaî kanunlara tâbi olarak değişir. Bununla beraber madde ve ruhtan birinin aşırı gelişmesi diğerinin tepkisini doğurur.
———————————————————————————
İslâm dünyası, X. asırda, materyalizme sürüklenerek içten dıştan inkıraz yoluna düşmüştü. Türklerin hâkimiyeti taze bir kan ve idealizm getirince İslâm medeniyeti ve kavimleri yeni bir hayatiyete kavuşmuştu. Lâkin Haçlı ve Moğol istilâlarının getirdiği sarsıntı, dâhilde de bâtınîlerin tahribatı bir manevî uyuşukluk getirmiş; Dünyada kaybolan ümidler kurtuluşu ahirette aramağa sebep olmuş; Tasavvuf da kitleler arasında yegâne çâre sayılmıştı. Fakat cemiyet ve medeniyet ilâhî ruhtan alması gereken mânevî kudret yerine tasavvuf ya Allah’a bağlılığı ferdî kurtuluş şekline sokmuş veyahut halk kitleleri arasında bozulmuştur. Kalenderî ve Haydarî tarikatları arasında, bugünkü Hippy’leri andıran İbahiyye Zümreleri. meydana çıkmıştı. Mevlevîlik gibi tasavvuf da en yüksek mevkiini Osmanlı devrinde bulmuştu. Zira İslâm ve Türk mefkürelerinin kudret kazanmasında, Osmanlı “Nizam-ı âlem” davası içinde tasavvuf dini ve insanlığı yüceltmiş; fetihler de memleketlerden önce insanların kalbinde vuku bulmuş; Osmanlı Cihan Hakimiyeti kurulmuştu.
———————————————————————————
İnsanoğlu, ferd ve cemiyet olarak, madde-ruh gibi, iki kuvvet ve ihtiyacın tesiri altındadır; onun saadeti ve medeniyetin devami da bu iki unsur arasında muvâzeneye veya onun bozulmasına bağlıdır. İnsanlar Allah, millet, vatan, aile, insanlık, hayır, fazilet ve şeref duyguları ile yükselir; bu esaslara dayanan büyük aşk ve mefküreler motor vazifesini görür ve yaratıcı kuvvetleri, hayır ve sevgi hislerini harekete geçirir; maddenin ifsadına ve zekânın şer âleti olmasına engel olur. İnsanlık tarihinde maneviyat aleyhinde bozulma istidadı gösteren madde-ruh muvâzenesi peygamberler, evliya, mütefekkir ve mefküreciler sayesinde yaşar; terakki ve saadet yolu devam eder.
Hayır uğrunda daimî bir irşâd ve gayret gösterilmezse maddenin ve şer kuvvetlerinin ifsadı mukadder olur. Dinlerin, melek-şeytan, hayır-şer ile ifâde ettikleri ezelî mücâdele de aslında insanın yaratılışında mevcüd bulunan madde-ruh cidalinin bir tezahüründen ibarettir.
———————————————————————————
Alman feylesofu E.Kant”Tanrı olmasa bile beşeriyet onu kendi saadeti için kabule mecburdur.”
———————————————————————————
Dînin tarihî ve içtimaî büyük mevkii hakkında hiç bir tereddüt caiz değil iken pozitivistler, marksistler ve daha umümî olarak materyalistler onun yalnız bu mevkiini ve lüzumunu inkâr etmemiş; kendi doktrinlerine göre zararlı olduğunu da ileri sürerek dîne karşı şiddetli bir mücadeleye de girişmişlerdir. İlim ve tekniğin harikulade keşiflerine ve pozitivistlerin ilmi dinin yerine oturtmak iddialarına rağmen onların bu ümid ve gururları tamâmıyla boşuna çıkmıştır. Zita ilim ve keşifler ilerledikçe, cihân-şümül kanunlar ve sırlar da hayret verici bir şekilde artmakta, bunların hepsi birbirlerine bağlanmakta ve âlemin nizâmını vücuda getiren sırlar gittikçe daha mu’dil (complique) bir mâhiyet almaktadır.
Bununla beraber bu keşifler insanın manevî ihtiyaçları, saadeti ve bu fâni hayatın sonunda kendi akıbeti hakkında hiç bir ümid ve destek getirmemiştir. Gerçekten, sanıldığının aksine, maddenin esrarına nüfuz edildikçe daha büyük meçhuller ve daha müthiş muammalar meydana çıkmakta; insan daha muğlak bir kâinat ve sırları ile karşılaşarak hayranlık veya şaşkınlıktan başka bir neticeye varamamaktadır. Bu sebeple de ilmî bir muhakeme yeni keşifler _ile dinî inanışların daha sağlam temellere dayandığını göstermiş ve materyalistlerin aksi iddiaları menü bir his ve davranıştan başka bir şey ifade etmemiştir.
———————————————————————————
Dinler cemiyet, medeniyet ve milletlerin teşekkülünde başlıca âmil olurken kavimler de dinler üzerinde kendi ruh ve karakterlerine göre bazı ta’dîller vücuda getirmiştir. Meselâ: İslâmiyetle birlikte yükselen ve onun uğrunda her şeyi feda eden Türkler hukukta, tarîkatlerde ve san’atlarda millî hususiyetlerini göstermişler fakat bu yenilikler yine İslâmiyet hudutları içinde ve onu kuvvetlendirmeleri gayesi ile vuku’ bulmuştur. Nitekim Osmanlı Kanün-nâmelerı’ “Nizâm-ı Alem” dâvasına ve İslâm adaletine hizmet sağlamış; tarikat âyinlerinde görülen zikir şekilleri, musiki ve semâ Türklere mahsüs dînî aşkı kuvvetlendirmeye yaradığı için faydalı sayılmiştir.
———————————————————————————
Filhakika tarih içtimaî ve siyasî nizâmın kuruluşunda, ahlâk ve fazilet duygularının yükselişinde, ilim, edebiyat, hukuk, felsefe ve san’atların gelişmesinde, kültür ve medeniyetlerin teşekkülünde, vatan ve milliyet duygularının doğuşu ve ilerlemesinde, iktisadî faaliyetlerde ve nihayet günlük hayatın her safhasında din kadar derin bir rol oynamış bir kuvvet ve müesseseye şâhid olmamıştır. Nitekim nerede bir din, bir mezhep ve bir tarikat zuhur etmiş ise orada mutlaka yeni bir medeniyet ve kültür doğmuş; yeni bir hayat ve dünya görüşü meydana çıkmıştır. Dinler medeniyet yarattığı halde kadim medeniyetlerin meydana getirdiği bir din görülmemiştir.
———————————————————————————
İnsanoğlu, en ibtidâî cemiyetlerden en yükseğine kadar, akıl ve muhakemesi ile, vicdan ve duygularının yüceliği ile, başka yaratıklardan mümtaz bir varlıktır. Bununla beraber hayat ve kâinat muammaları karşısında kendi aczini kavramış ve yalnızlığı hissetmiştir. Bu idrâk onu Kaadir-i Mutlak bir Allah’ın mevcudiyetini kabule ve ona sığınmaya sevk etmiş; ferdî ve içtimaî saadeti de bu inançta bulmuştur. Bu dünyada Allah’ın varlığına duyulan bu ihtiyaç ile ruhun bekası veya yok olmamak arzusu dinin beşeriyetle birlikte mevcut olmasının tabiî ve psikolojik sebebidir. Bununla beraber insanın bu şuür ve sezişi de insanlığı mümtaz kılan ilâhî bir sır olduğundan Allah’ın varlığı fikrini yalnız bu sebep veya ihtiyaçlara bağlamak mümkün değildir. Zira, bu takdirde, ilmin tekâmülü ile Allah fikrinin zayıflaması icab ederdi. Halbuki bu şuür âleminden müstakil olarak Allah vardır. Gerçekten devrî buhranlara ve materyalist gelişmelere rağmen Allah fıkri ve din ihtiyacı beşeriyetin tekâmülü ile birlikte yükselmiştir.