Oryantalizm,Seyyahlar ve Batı’nın Doğu Simgesi
Batı’nın Doğu hakkındaki imajları ya da Doğu’ya ilişkin Batılı kolektif muhayyile olarak tanımlayabileceğimiz oryantalizm; edebiyat eserlerinden gazete yazılarına, teolojik tartışmalardan bilimsel çalışmalara, Batılı siyaset adamlarının konuşma ve tutum alışlarından popüler karalamalara varıncaya kadar Batılı zihin dünyasının her noktasında izini sürebileceğimiz bir alandır.
Oryantalizmin tarihi, Doğu ile Batı’nın varlığı kadar eskidir. Bu tarihsel süreç, oryantalizme bugün tanıdı- ğımız çeşitli biçimlerini ve özelliklerini kazandırmıştır. Gelişim süreci içinde oryantalizm ele alındığında kar- şımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Bir yanıyla oryantalizm Doğu’nun Batı tarafından incelenmesi anlamına gelirken, öte yanıyla da Batı’nın kendi bilincine varmasının en önemli aracı olarak gözükmektedir. Doğu yoksa Batı da yoktur ve Doğu, Batı’nın en mükemmel ötekisidir.
Batı’nın Doğu’yla ilişkilerinin ve ona dair imgeleminin oluşum süreci yüzyıllara yayılır ve karalamadan tahkire, anlamaktan hegemonya kurmaya, Doğu’yu ve İslâm’ı kendi kurumsal yapısını eleştirmeye yö- nelik araçsal kullanıma varıncaya dek çok boyutlu bir özellik gösterir. Yüzlerce yıla yayılan bu Doğu imajının oluşumunda ise filolojiden etnolojiye, edebî metinlerden siyasî-ticarî kampanyalar için propagandaya, teolojiden siyasete pek çok kurum ve disiplin görev üstlenmiştir.
Seyahatler ve gezi raporları da, bu üretim içinde özel bir yere sahiptir. Bu çerçevede Marco Polo’nun seyahati Batı’nın Doğu hakkındaki bilgilerini besleyen, yenileyen önemli bir kaynak niteliği taşır. Marco Polo’nun kitabı, her ne kadar, ilk başlarda hiç kimse tarafından ciddiye alınmamış ve çok fazla abarttığı düşü- nüldüğü için Marco Polo’ya “milyoner” lakabı takılmışsa da, sonraki dönemlerde Batı dünyası için vazgeçilmez kaynaklardan biri olmuştur. Eserin çok sayıda tercümesinin ve baskısının olması, okuyucunun esere duyduğu ilginin bir göstergesidir.
Marco Polo, ailesiyle birlikte bu seyahate çıktığında henüz 17 yaşında idi. üç yıl süren zorlu bir yolculuktan sonra Kubilay’ın ülkesine vardı. 1275’te Kubilay’ın huzuruna çıkan Polo Kubilay’ın hizmetinde bulundu, onun adına elçilik yaptı, görevli olarak ülkenin birçok bölgesini dolaştı. İşte bütün bunlar, Marco Polo’ya, Doğu Asya hakkında olduğu kadar Güney ve Batı Asya hakkında da birçok yeni bilgi sunma imkanı sağlamıştır. Çin’de, İran yolları hakkında elde ettiği bilgiler, Kuzey Buz Denizi’ne, doğuda Japonya’ya, güneyde de Madagaskar’a kadar uzanmaktaydı. Hiç ikamet etmediği ve sadece yolunun üzerinde bulunan İran hakkında elde ettiği bilgiler, önceki yazarlarınkinden çok daha kapsamlıydı. Marco Polo, İran yaylasının ortasında bulunan büyük çölden bahseden ilk kişi olarak kayıtlara geçmişti.
Marco Polo’nun eseri, tüccarlar ve devlet adamları için gerekli olan bu doğru bilgilerin ötesinde, ayrıca, Uzak Doğu’nun göz kamaştırıcı zenginliklerine, bölgenin ticarî ilişkilerine, ticaretin yönüne, karşılaştığı Doğulu halkların gelenek göreneklerine ilişkin de ilginç bilgiler veriyordu. En önemlisi de Avrupa ile Uzak Doğu arasında yer alan halkların Batılılara karşı dostça davranışlarından bahsetmekteydi. Yani, arada savaşmak zorunda kalacakları Yakın Doğu’nun savaşçı Müslüman toplumları yoktu. Bu da zahmetsizce el koyacakları bir zenginlik konusunda Batılılara yapılmış bir davet/teş- vik anlamına geliyordu. Elbette bütün bu anlatılanlar Batılı insanın iştahını kabartacaktır. Anlattığı ülkelerin iklimi, nüfusu, dini, ulaşım imkânları vb. gibi özelliklerinden ayrıntılarıyla bahsetmiş olması da Polo’nun eserinin “rehber” niteliğini, başka bir deyişle bu zenginliklere hangi yolları takip ederek ulaşabileceklerini de göstermekteydi.
Siyasî ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi, Doğu’yu gezen seyyahların ve misyonerlerin sayısındaki artış ve Avrupa’da Hıristiyanlığın ideolojik birliğinin ve hâkimiyetinin sarsılışı; 16. yüzyılda, Müslüman Doğu hakkında daha objektif bilgilerin derlenmesine imkân tanıdı. Bu, özellikle siyasetçiler ve ticaretle uğraşanlar için gerekli olan bir şeydi. Bu yönelime paralel olarak, 16. yüzyılda Doğu’ya yapılan bilgi toplama yolculuklarının sayısında önemli bir artış gözlenmektedir. Amaç, gerek gidilen bölge insanlarının örf, âdet ve kurumları, gerekse de o bölgenin bitki ve hayvan toplulukları hakkında olabildiğince bilgi toplamaktı. Artık Müslümanların değerleri, fikirleri ve örf—âdetleri mutlak birer yanlış olarak damgalanmıyordu. Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve askerî düzeni üzerinde değerlendirmeler yapılıyordu. Doğu dünyasının, tümüyle nesnel bir tarzda ele alındığından söz edilemese de, tutum alış ve açıklamalarda önceki yüzyıllardan bir farklılaşma içine girildiği aşikârdı. Bundan sonraki dönemde, Müslüman Doğu’nun Hıristiyanlık nokta-i nazarından gittikçe uzaklaşılarak ele alındığı görülmektedir. Ancak, Müslüman Doğu’ya ilişkin önceki dönemlerde kullanılan simgelerin tamamen devre dışı bırakıldığı da düşünülmemelidir.
İpek ve değerli taşlar için İran’a seyahat eden tacirleri ve diplomatları, İslâm dünyasının din, kültür ve âdetlerini Avrupa’ya tanıtan maceraperestler ve araş- tırmacılar izledi. Stefanos Yerasimos, Jean Thévenot’un Voyage du Levant adlı eserine yazdığı giriş yazısında, 17. yüzyılda Doğu hakkında yayımlanan seyahatnâmelerin sayısının 200’den fazla olduğunu belirtiyor. Bu seyahatlerin çoğu özel girişimlerdi, ama bazıları devletin resmî emriyle yapılmıştı. Buradan çıkarılacak sonuçlardan birisi, elde bulunan onca rapora rağmen yabancı ülkeleri tanımanın artık Batı’da bir devlet sorunu haline geldiğidir.
Seyyahların anlattıkları, Batılı muhayyilede Doğu’nun tutkulu bir merak haline gelmesinde ve Batılıları Doğu’ya yöneltmede teşvik edici bir rol oynadı. Seyyahlar, gezilerinden çeşitli gözlemler ve gezdikleri bölgelere ait metinlerle dönüyorlardı. Sonraki yüzyıllarda bunların yerini, gemiler dolusu kitaplar, heykeller, kabartmalar ve dikilitaşlar alacaktı.
Seyahat notları, yayınlanma aşamasında, okuyucunun beklentilerine uygun hale sokulması için editörlerin denetiminden/sansüründen geçiyordu. Bu seyahat notlarında dikkati çeken bir özellik daha vardı: Seyyahlar, gezdikleri yerler hakkındaki gözlemlerini anlatırken kendi gözlemleriyle yetinmemekte, daha önce buralar hakkında yazılanlardan da alabildiğine yararlanmaktaydılar. Bu seyyahların notları da daha sonra gelenler tarafından aynı şekilde kullanılmaktaydı. Kimi zaman, bir seyyahın eseri, aslında yazarının hiç görmediği bölgeler hakkındaki değerlendirmelerini de barındırabilmekteydi. Editörlerin bir işi de, bunların farkına varıp, yeni bilgilerle bu bölümleri düzeltmekti. Ayrıca, seyahatnâmelere bakılacak olursa, seyyahların ilgilendikleri konuların ve ülkelerin zenginleştiği görülecektir.
1546-1549 yılları arasında Doğu Akdeniz’de dolaşmış bir doğabilimcisi olan Pierre Belon du Mans’ın seyahati bu açıdan dikkate değer. Tournon Kardinali François’nın bağış ve yardımlarıyla gerçekleştirdiği seyahati hakkındaki eserinde, [Les observations de plusieurs singularites et choses mémorables trouvées en Gréce, Asie, Judée, Egypte, Arabie et autres pays estranges, 3 cilt, Paris, 1553] kitabın başlığında adı geçen bölgelerin bitki ve hayvan türlerinin yanı sıra, gezdiği yerlerin halklarının örf ve âdetlerinden de bahsediyordu. Kur’an ve Hz. Muhammed’den bahsederken, geleneksel Hıristiyan bakışının dışına pek de çıkmadığı gözlenir. Eserinde Kur’an’a ve Müslümanlara ilişkin Batı Hıristiyanlığında mevcut bulunan klişeleri kullanmaktan da geri kalmamıştı. Ama onun ötesinde, Osmanlı Devleti’nin başarılarıyla özel olarak ilgiliydi.
Romalı Pietro della Volle Mısır ve Suriye’yi baş- tan başa dolaşmış, İran’da daha uzun bir süre kalmış (1619-1626) ve Safevî Krallığı’nın durumunu tasvir etmişti. Dr. François Bernier (1620-1688), Suriye, Mısır ve Hindistan’dan toplum ve ekonomi hakkında keskin gözlemlerle geri dönmüştü.
1655 ilâ 1659 arasında Levant’ta seyahat eden Jean Thévenot (1633-1667), dinî konulardaki yaygın önyargıları tekrarlamakla birlikte, Türkler’in hoşgörüsünden, dindarlıklarından ve yardımseverliklerinden bahseder. Eserinde, Türkler hakkında, seyahate çıkmadan evvel sahip olduğu olumsuz yargılarını düzeltme ihtiyacı da duymuştu: Hıristiyanlar arasında yaygın olan Türkler’in şeytan oldukları türünden olumsuz önyargıların, onları tanıyınca, yanlışlığını anladığını ve Franklar’a karşı Türkler’in yaptığı kötü işlerin müsebbibi olarak da Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimi, Doğu’ya giden Batılı seyyahların notlarının değerlendirilmesi noktasında önemlidir. Mısır seferinin önemli bir özelliği, bilimin silahla, kalemin kılıçla ittifakını gösteren nadir bir sefer oluşudur. Haziran 2009 66 aralarındaki Hıristiyan ve Yahudileri göstermekteydi. Fakat Türkler’in kibirli oluşlarından, kendilerininkinden başka milletleri, en çok da Hıristiyan ve Yahudileri horgördüklerinden ve bilime pek önem vermediklerinden bahseder.
Jean Baptiste Tavernier (1605-1689), 40 yıla yakın bir süre içinde Türkiye, İran, Hindistan ve Endonezya’ya çeşitli defalar seyahatler yapmıştı. Seyahat gözlemlerini Les six voyages de J.—B. Tavernier en Turquie, en Perse et aux Indes (Paris, 1677) başlıklı eserinde anlatmıştı. 1668’de ziyaret ettiği elmas madeniyle meşhur Golkonda Krallığı’ndan büyük bir servetin sahibi olarak Paris’e dönmüş ve 1669’da da XIV. Louis tarafından kendisine asalet payesi verilmişti. Servetiyle Aubonn kasabası baronluğunu da satın almıştı. Ama hem servetini, hem de bu ünvanlarını daha sonraları kaybedecekti, ancak Doğu’dan böylesi bir zenginlikle dönmesi önemliydi. Gezi notları doğrudan doğruya kendi kaleminden çıkmamıştı. Eseri editörlerinin denetiminden geçmiş, modaya uygun hale getirilmişti. Ayrıca, hiç görmediği halde Tonquin ve Japonya’yı başkalarının seyahatlarından yararlanarak anlatmıştı. Editör, bu kısımları, otoritelerin getirdiği yeni bilgiler ışığında yeniden kaleme almıştı. İranlıları Türklerle kıyaslamış ve olumsuz değerlendirmelerde bulunmuştu. Saraydaki debdebeye rağmen İran’da bir çürümüşlük ve sefalet vardı. Halkı çalışmaktansa yoksul bir yaşamı yeğlemekteydi.
Çivi yazısının isim babası da olan Jean Chardin (1643-1713), elmas ticareti yapmak için 1665’te Hindistan’a gitmiş, oradan İran’a geçmiş ve İsfahan’a yerleşmişti. Bir protestan olan Chardin, Hindistan yoluyla Avrupa’ya döndü (1680). Daha sonra, Londra’ya yerleşti. İngiliz Hindistan Şirketi’nin görevlisi ve Kralın tam yetkilisi olarak Hollanda’da görev yapmıştı. 1686’da Voyages de Monsieur le Chevalier Chardin, en Perse et autres lieux de l’Orient başlıklı seyahatnâmesini yayınladı. Chardin İranlıların herkese nasip olmayacak pekçok doğal yeteneğe sahip olduklarını, ancak bu yeteneklerini köreltmekte üstlerine olmadığını belirtir. Tavernier’nin kanaatini paylaşarak, İranlıların sefahat düşkünlüğünden, hovardalıklarından, dalkavukluklarından, sinsi ve ikiyüzlü oluşlarından ve çalışmaktan nefret ettiklerinden bahseder. Chardin’e göre, İranlılar bilim alanında yetenekliydiler, ama Avrupa’nın etkili yöntemlerine sahip değillerdi. Chardin’le Thévenot’nun tespitleri birbirini aydınlatıyor.
Doğulu halkların pek çok alanda (hukuk, astroloji, şiir vs.) bilgi ve yetenekleri var. Ancak bir şey eksik: O sı- rada Batı’da bilim haline gelen şey, bunun “etkili yöntemleri” ve gerektirdiği uzmanlaşma… Doğulularda yöntem eksikliği olduğuna ilişkin gözlemler bir yüzyıl önce düşünülemezdi bile. Artık Avrupa Doğu’ya baktığında kendini daha gelişmiş ve üstün görmektedir. Yirmi yıl kadar sonra Antoine Galland (1646-1715), 1001 Gece Masalları’nın Fransızca tercümesini (1704- 1717) yayımlar. Galland, kimi resmî, kimisi ise özel gö- revlendirmeler sonucunda Doğu’ya defalarca seyahat etme imkânı bulmuştu ve bu seyahatler esnasında gezme imkânı bulduğu tarihî anıtların resimlerini yapmış, hatta imkân bulduğunda bu anıtları Fransa’ya taşımıştı.
1672-73’te, elçilik bünyesinde görevli olarak İstanbul’da da bulunmuştu. 1679’daki üçüncü seyahatinde görevi, M. Colbert’i memnun etmek isteyen Doğu Hind Kumpanyası adına, Colbert’in dairesini ve koleksiyonunu zenginleştirebilecek şeyleri Yakın Doğu’da aramaktı. 18 ay boyunca bu görevde bulunan Galland, kumpanya idaresinin değişmesi sonrasında görevden alındı ancak Colbert onu kendi amaçları için kullanmaya devam etti. Colbert’in ölümünden sonra da, Galland’ın bu görevi ‘Kralın Antikacısı’ ünvanıyla devam etti. Doğu’daki bu uzun ikameti süresinde Türkçe, Farsça ve Arapça’yı öğrenme ve geliştirme imkânı bulmuştu. Galland’ın asıl önemli çalışması ise, yukarıda bahsedilmiş bulunan, 1001 Gece Masalları’nı tercüme etmesiydi. Galland, bu esere bir de önsöz yazmıştır. Batı’daki Doğu imajını köklü bir biçimde belirleyen nadir eserlerden birisi olan bu çalışma Doğu’ya merakı bir tutku haline getirmiştir.
18. yüzyılın Doğu’yla ilgili baskın görüşünü sistemli olarak çürüten ve daha da önemlisi, Doğu despotizmi kavramının saçmalığını ortaya koyan ender kişilerden birisi de, varlığına inandığı seçilmiş milleti bulmak ve Kutsal Kitap’ta adı geçen sülaleleri ortaya çıkarmak için Asya’ya seyahat eden ve bu seyahatleri esnasında Zerdüştîlerin kutsal metinleri Avesta’yı (1771) ve Brahmanlığa ait Upanişadları çeviren (tercümenin bitiş tarihi 1787, ilk yayınlanış tarihi 1801’dir) Abraham-Hyacinthe Anquetil-Duperron’dur. Akademisyenler dışında sınırlı etkisine rağmen, Doğu’yu siyasî açıdan saygınlığına yeniden kavuşturma çabası dikkate değer. Bu, “yaygın gö- rüşe karşı çıkan kişinin oryantalizmde kendi zamanının en ünlü öncülerinden biri olması ve Batı bilimindeki bu uzmanlık dalının, günümüzde hiç de haksız sayılmayacak biçimde, entelektüel açıdan daha incelmiş olmakla birlikte, temelde, olumsuzlukta hiç de geri kalmayan bir Doğu imgesini bilimsel otoriteyi beslemek ve gizlemekle suçlanması” nedeniyle önemlidir.
Belki de, onu Montesquieu ve benzerlerinden ayıran şey, diğerlerinin Doğu’ya gitmemelerine rağmen Doğu konusunda Batı’daki mevcut kanaatlerden hareketle Avrupa içi tartışmalarında Doğu’yu kullanmalarına karşılık Anquetil-Duperron’un Doğu’ya seyahat etmiş birisi olarak bölgenin şartlarını daha yakından tanımış olmasıdır. Anquetil-Duperron, Législation oriantale, ouvrage dans lequel, en montrant quels sont en Turquie, en Perse et dans l’Indoustan, les principes fondamentaux du governement (1778) başlıklı Doğu hukukunu konu edinmiş çalışmasında, İran ve Osmanlı’da bir hukukun ve özel mülkiyetin mevcut olduğundan, hükümdarın da bu kurallara riayet zorunluluğundan bahseder. Eserinin alt başlığında şöyle yazmaktadır: “Türkiye, İran ve Hindistan’da temel yönetim ilkelerinin neler olduğu gösterilerek şunların kanıtlandığı çalışma:
1. Bu üç devlette mutlak gözüyle bakılan despotizm bugüne kadar tanıtıldığı biçimiyle, kesinlikle yanlış bir fikir vermektedir;
2. Gerek Türkiye’de, gerek İran ve Hindistan’da uyruklar kadar hükümdarın da uymak zorunda olduğu yazılı bir yasalar bütünü geçerlidir;
3. Bu üç devlette de fertler serbestçe tasarruf edebildikleri, taşınır ve taşınmaz mülklere sahiptir.”
18. yüzyılın sonunda gerçekleşen bir olay, Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimi, Doğu’ya giden Batılı seyyahların notlarının değerlendirilmesi noktasında önemlidir. Mısır seferinin önemli bir özelliği, bilimin silahla, kalemin kılıçla ittifakını gösteren nadir bir sefer oluşudur. Napolyon, çok sayıda oryantalisti yanında götürmüştü. Mısır’da Institut d’Egypte’i kurdu. Enstitüdeki bilginlerin çalışmaları ünlü Mısır’ın Tasviri (1809-28) adlı devasa eseri ortaya çıkarmıştı. Ayrıca Napolyon, sefere çıkmadan evvel Mısır hakkında çok şey okumuştu. Bu noktada üzerinde en fazla etkili olan eser ise, C. F. Volney’in (1757-1820) Voyage en Egypte et en Syrie pendant les années 1783, 1784, et 1785 (1787) isimli eseriydi.
Volney’in eseri, ona, Mısır’da karşılaşabileceği sorunların bir listesini sunmuştu. Volney, halkları fanatizmin ve zorbalığın boyunduru- ğundan kurtarmak, onların doğduğu topraklara bilimi ve sanatı geri getirmek ve mümkünse, diriltilen Doğu’nun zaferiyle eski Doğu’nun zaferini gölgede bırakmak gibi soylu bir hedefi Fransa’nın yerine getirmesi gereken bir misyon olarak belirler. Napolyon’u da, bir başka yazısında, uygarlık götürme misyonuna sahip bir kahraman olarak niteler.
Volney, Doğu’ya yaptığı seyahatlerdeki araştırma ve gözlemlerini, Fransız idarecilere, girişilecek işgal projelerinde, kendilerini bekleyen tehlikeler, sıkıntılar ve ihtiyaçlar konusunda uyarı olması için sergilemektedir. Volney, bütün dikkatini ziyaret ettiği ülkelerin siyasî durumu üzerinde yoğunlaştırmıştı. Fizikî durumu, sadece incelenen toplumların yaşadığı coğrafî ortamları daha iyi anlatabilmek için aktarmıştı. Volney, Mısır’ın sanat eserleri konusunda eserlerin sanat yönünden ziyade, bu eserleri yapan halkın despot efendilerinin icraatlarından şikâyet eder. Gizze pramitlerinin karşısında şöyle der: “Bu barbarca işleri yaptırtan despotların aşırılığı karşısında insanın isyan edesi geliyor.” Mısır kötü ellerdedir ve kurtarılması gerekmektedir. Volney, cumhuriyetçi ülkülere bağlı ve insanın düzeltilebileceğine inanmış bir ideolog olarak, her şeyden önce efendilerin (Türklerin) cehaletine ve çürümüşlüğüne karşı çıkarak, bunların kurbanı olan halka daha az olumsuz yargılarla yaklaşır. Avrupalı diğer gözlemcilerle aynı düşünceyi paylaşarak, halkın ‘bizim halkımızdan bile daha insanî, daha cömert bir karaktere, daha soylu, daha nazik bir sadeliğe, zihniyet ve davranışlarında daha ince ve daha açık bir şeylere’ sahip olduğu yargısını tekrarlar.
Volney’in çalışmaları, İslâm, Hz. Muhammed ve Kur’an konularında yüzeysel ve hatalı değerlendirmeler barındırır. Ancak bu hatalar, kolaylıkla giderilebilecek basit bir bilgi eksikliğinden kaynaklanmaz. Aksine bunlar, Volney’in kafasında var olan, Fransa’nın üstlenmesini gerekli gördüğü misyon çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir çarpıtmadır. İyi niyetli yaklaşımların ötesinde, Kuran’la birlikte Türk yönetim sistemine yöneltilen şiddetli eleştiriler, Doğu kurumlarının, uygarlığın ilerlemelerinin ölçüsüne vurulduğunda artık hiçbir meşruiyetinin kalmadığını anlatmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun politik ve sosyal yapılarının böylece meşru olmaktan çı- karılması her türden sömürgeci ve müdahalecinin işine yarayacaktır.
19. yüzyılda Doğu’ya gidenler, düşlerindeki Doğu’yla karşılaşamazlar. Büyük bir hayal kırıklığı içinde geri dö- nerler. Gerard de Nerval’in deyişiyle “En Doğulu kahveler ancak Paris’te bulunur.” Doğu’da buldukları yıkıntılar, harabelerdir. 19. yüzyıl sonunda Türkiye’ye gelen Pierre Loti ve takipçisi Claude Farrere de pek farklı düşünmezler.
19. yüzyılla birlikte, endüstri toplumunun dünya çapında gelişmesi, Hegel’in tarih felsefesinin buna sağladığı güvence, üretimciliğin sanat ve edebiyatta panzehir olarak yaydığı Doğu özlemi, sömürgecilik ve emperyalizmle birlikte, bugün de kolektif Batı muhayyilesini süsleyen Doğu ile ilgili bütün ifade biçimleri üretilmiş oldu. Bu imgenin oluşumunda seyyahların gözardı edilemez bir katkısı oldu. Bölük pörçük, karma karışık ya da tam tersine düzenli ve akılcı bir düzleme oturtulmuş, birbirleriyle çelişen bu imgeler Batılı zihinlerde yaşamaya devam etmektedirler.
Yücel Bulut
http://ktp.isam.org.tr/?url=makaleilh/findrecords.php