Orada Kimse Var Mı?
El-amâ, büyük sis. Tirmizî’de Resûle “Allah evrenin yaratılışından önce neredeydi?” sorusunun sorulduğu hadis-i şerif vardır. Resûl ‘Âmâdaydı’ diye cevap veriyor ve hadis bir aşağıdalık-yukarıdahk olmadığını belirterek sürüyor. Diğer bir deyişle, orası zaman-dışılıkla kadim bir mekândışılıktır… Bu surette amâ içinde biçimlerin olmadığı bir boşluk, mutlak ıssızlık, varlık-dışılıktır. özgün ıssızlık. Allah’a olan yolculuklarında, ârifler, derin tefekkürlerinin bir aşamasında, Allah dilerse, farkların ortadan kalktığı büyük bir karanlık sise girerler.
Zamandan-öncelik…
Abdulkadir es-Sufi, Yüz Basamak
Şurasını da dikkatle bilmek lâzımdır, Allah’dan temsîl-i âlî ile söylüyorum: Bütün varlığınla mevcudiyetinden kat’-ı nazar edince, sen kendi nefsinde kendinde âmâdasın! Bu tasavvur-ı fikrîde varlığı ve levâzım-ı vücûdiyyeni bilsen de, mevcûdiyetten alâka-i fikriyyeni kesince, senin amâda bir zat olduğun tahakkuk eder.
Abdulkerîm el-Cîlî, İnsan-ı Kâmil
SİS
Siste göremiyorum, bu anlaşılabilir bir şey, kim siste görebilir ki! Ama ben siste dura dura, ona bulana belene, onu bir duman gibi içime çeke çeke öyle bir yeti kazanmışım ki onu civarımda, içimde ya da içimin civarında bir nesne olarak görebiliyorum artık ve giderek yalnız onu görebiliyorum; ona dokunabiliyor, onu tüm varlığımla hissedebiliyorum; varlığım sise bitişmiş bulunuyor -ne tuhaf ama! Giderek gördüğüm -dokunduğum-hissettiğim şu sis, kâh kesifleşerek kâh latifleşerek benliğimi sarıp-sarmalayan şu ne ise ne, sanki tabii ortamım benim; zira onu soluyorum bila-fasıla.
Doğrusu, ancak sis latifleştiğinde veya sis latifleşsin diye yazabiliyorum. O latifleştiğinde benliğim aralanıyor ve aradan dünya, kelimelerin açıklığında şöyle bir el ediyor bana. Yazmak nitelemek demek tam da, nitelemek de sisten bir ilk özgürleşmek. .. Sisi, ilk elde, nitelenmeye direnen bir şey olarak niteleyebiliyorum. Ama o, yazdıkça daha da nitelenebilir bir şey hâline dönüşüyor bu kez karşımda. Sis, yazdıkça dağılır gibi oluyor; yazdıkça dünya aradan parlıyor. Sen var mısın yok musun meselesi artık gündemime giriyor yazdıkça.
Sis bürümüş dünyamı, dünyam sisle kaplanmış zahir. Ama bu anlatım yine de yetmiyor meramı ifadeye. Aslma bakılırsa, gömülü-kaldığım sis içinde dünya ortadan kalkmış, dünyasızlaşmışım bir nevi. Sis bürümüş beni her yönden ve ben dünyamı kaybederek –yer-olmayan o-yerde dünyasız ka- la-kalmışım âdeta: ‘Tahta bir bavul gibiyim kıyısında hayatın? Beni yalnızca, içinde hareketsizce dura-kaldığım bu belli-belirsiz sis hislendirebiliyor artık, yoksa bizatihi dünyanın kendisi değil! Sağ elin sol ele değmesi misali, gerçekte yalnızca kendimden-etkileniyorum, yoksa doğrudan dünyadan değil; gerçekte, dünya kendimden-etkilenmeme bir vesile, hatta bir bahane enikonu. Dünya -bildiğimiz dünya- gittikçe geri çekilmiş de, sanki geriye tavsifi zor bir sis yumağı, şu yoğun boşluk, şu boşluğun doluluğu kalmış… Bu dünyasız dünyada, bu sis-dünya’da ben kendimi kendimin tam orta yerinde kendime mıhlanmış bir hâlde buluyorum: Yalnız kendimi görüyor ve yalnız kendimi duyuyorum esasında; başkaca da bir şeyi değil! Kendimi kendime raptolmuş buluyorum -özgürleşmek kendimden, kendime mesafe almak; ama nasıl? Bildiğim kendim, dokunduğum kendim; dünya kendi-dünyam…
Dünya yani ki bildiğimiz dünya çoğunca uzak bir uğultu gibi geliyor kulaklarıma, doğrudan temas edemediğim gayriniza- mi bir nesneler-topluluğu olarak. Ortada gerçek yok, gerçek ortada değil.
Dünyaya doğru kendimden çıkmak istiyorum arada bir; çıkmak, çıkmak… Buna can atıyorum bazı anlarda; temas arzusu depreşiyor derunumda; ne mümkün ama, kendim dediğim içine yuvarlandığım, içinde yuvalandığım dipsiz bir kuyu -başaramıyorum. Biri gelse kuyunun başına, bakracı sarkıtıp da beni görüp “hazâ gulâml”1 dese diye nefesimi tutmuş bekliyorum Yusuf gibi. Ve hâlâ hâlâ hâlâ kendi içime, içimin kuyusuna düşmeye devam ediyorum ağır ağır; çekilmekteyim içe, dibe, kendime; özvarlığıma doğru emilmekteyim mütemadiyen. Sise gark olmuş bir hâlde kendi boşluğuma yuvarlanmaya devam ediyorum habire; bir yere tutunmak nafile! Yersizim dünyada, ne-yerdeyim sanki, yer-siz olan o-yer de. Yuvarlanırken kendi dibime doğru, sise bürülü değil de sisten yapılma bir kim-siz nesne gibi olduğumu, henüz dünyaya uğramamışım da sanki hâlâ o-yer de bulunduğumu tahayyül ediyorum. Yabanıl bir arzu hislendiriyor ta derunumdan beni o anlarda, varlığımı ta derunumdan sis olarak duyumsuyorum. Puslu varlığımda kasılarak kendime çekiliyorum. Bir yandan acip yalnızlığımdan çıkabilme umudu arada bir beni yoklarken, diğer yandan kendimin orta yerinde yine kendimi, yeni kendimi özlüyorum. Ve hatiften bir sesle sanki biliyorum: Kendimi ancak kendime mesafe alarak arayabilir ve ola ki bulabilirim. Kendinin nihai özgürleşmesi, kendi’nden bir ilk özgürleşme ile mümkün.
Sahi sis dağılsa n olacak? Kendimi kendime yeniden doğmuş mu bulacağım? Ufuk mu belirecek yine önümde yani dünyaya yeniden mi dahil olacağım? Ortada olmayan gerçek, ortaya mı çıkacak? Sis dağılmasa, üstelik daha kesif bir biçimde beni kucaklaşa, sıksa beni, kendine iyice katsa, kendime büzülsem daha fazla, sahi serapa sisten bir heykel olsam n’olacak? Qui vivra verra?
Sis koyu bir puro dumanı gibi derunuma sindikçe siniyor, içimde yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor. Bura’da değil de evvel, çok evvel bir yer’de, yer-olmayan o-yer deyim âdeta. Dünya, var mısın sen, yoksa yok musun -hissedemiyorum. Ama derunumda, sisin henüz ulaşmadığı bir yerlerde senin var yok arası varlığını arada bir hâlâ hatırlıyorum. Dünya uzak bir hatıra!
Sahiden de dünya var mı, sen var mısın, emin değilim. Yoksa sisten çıkmamı mı bekliyorsun? Yapma! Hem ben, sis nasıl dağılacak, dağılacak mı, seni nasıl duyacağım, hatta seni duymalı mıyım -bilemiyorum. Ama bazen kavurucu bir hâl alan şu arzu yani senin o rüzgârın zaman zaman ayartıyor sisten yapılma varlığımı ve ben bu kesif dumandan çıkacak mıyım diye umuda bulanıyorum. Sislendikçe hisleniyor, hislendikçe sisleniyorum. Özüm özüme o denli yapışık ki ondan özgürleşme imkânı var m’ola diye kördüğüm olarak kendime dolanmış vaziyette hayıflanıp duruyorum.
Sadede gelelim mi?
Doğrusu ben artık sisten çıkmam, çıkamam? Ama sen istersen sise dalabilirsin dalabilirsen; sise müdahil, sisten dünyama dâhil olabilirsin. Mi? Sislenmek, benim gibi hislenmek öyle sanıyorum ki senin elinde. Gibi. Bana gelince, ben şu acip yalnızlığımın uslanmaz müdavimiyim. Dal yabanıl dünyama, dalabilirsen, dal koyu bulufun arasına, dal ki başkalık nedir görsün şu yavan dünya, yalan dünya! Yoksa, yokluğunda ben, ortadan ikiye üçe beşe çatlayıp kendi öz cemaatimi yaratacağım
2 Fr. “Yaşayan görür.” (y.h.n.)
-ıssız denizin ortasındaki takımadalar misali, özün özgesiz gürleşmesi neye yarar oysa?!
Dal dünyama» dalabilirsen; sislen biraz olmaz mı, hislen biraz bencileyin! Sana değmek istiyorum, olmuyor; sisten gözümü alamıyorum. Ne-yer deyim, sen yoksun. Bende amâ yalnızlığı, bende kavurucu ıssızlık!
Şimdi gel gelebilirsen yamacıma, sokul bulutuma, bakraç sarkıt ya da kuyuma. Atla çiti, geç dereyi, arala perdeyi. Geçit bul ”olmadan önceki” hâle. Sise bulan biraz, olmaz mı?
Yoksa göçtü de kervan, kalakaldım mı dağlar başında!?
Ipıssız kuyu, koyu sis kaplamış her yanı, kulak bakraç sesine hasret!
Sislene sislene eriyorum.
Eriyorum ne’ye eriyorsam…
Ey kervanlar artığı şol kimesne!
Ey gecikmiş, ey her kervandan arda kalan benim gibi!
Bak yazıyorum şuracığa neden sonra:
Gözet bulutu! Katıl deruna yolculuğa!
Ve unutma e mi:
Kendine gelirken bana uğra!
***
Rüzgâr
Hafiften bir rüzgâr esiyor. Bu rüzgâr sanki hatiften esiyor. Ür- periyorum. İçimde donmuş bir şeyler belli belirsiz harekete geçiyor, kend’özüm dünyaya uyanıyor. Özüm ki, donukluğu gitmiş, kıpırdanıyor. Yokluyorum bi’ gayret kendimi: Bir süredir içine gömülü-kaldığım sis dağılıyor sanki hafif bir rüzgârla. Gerçek dönüyor mu bana? Bu rüzgâr kendi ruhum mu yoksa benim? Donmuş ruhum harekete mi geçiyor? Yine kendime, yeni kendime mi geliyorum acaba? Gömülü-kaldığım özvarlığımdan mı çıkıyorum yoksa? Serin sular boşanıyor içime.
Kuru bir yaprak gibi titriyorum; içimde tuhaf hışırtılar var; içim, onca durgunluktan sonra genleşip harekete geçiyor. Orada kimse var mı?
Güz ortası. Güneş ağır ağır yükseliyor ufukta. Hissediyorum. Sıkı sıkıya büründüğüm yorgam aralıyorum. Göz kapaklarımı açıyorum ağır ağır; gözüm pencerenin pervazında. Nefes alıp verişimi fark ediyorum -demek ki yaşıyorum. Fark ediyorum odamın içinden dünyayı bir kez daha; bu kez daha bir umutla. Uyumuşum, hem ne uyumuşum. Uyurken içim uyuşmuş âdeta. Bir ışık hüzmesi perdenin aralığından hücum ediyor. Dünyaya geliyorum bir kez daha. Yorganı atıp doğruluyorum. O sisli, o ağır geceyi hatırlıyorum. Ne geceydi ama!
Uzak, çok uzak bir yerden bura’ya konmuş-kondurulmuş bir yabancı gibiyim. Gece aynada yüzünü arayıp bulamayan, gün yüzüne kavuşunca yüzünü hatırlayan şu yabancı gibi. Nereden geldiğimi, kimin nesi olduğumu, bura’da ne aradığımı soruyorum kendime. Acep bu yaban ile ben nereden geldim, niye geldim? Bura’da zorum ne?
Sokaklardayım şimdi, kendimi attığım sokaklarda. Sokak dedikleri böyle bir şey olmalı diye düşünüyorum bir yandan da. Ama belli ki ben içimin sokaklarında dolaşıyorum asıl. Labirentlerinde mi demeliyim yoksa. Sanki ilk kez görüyormuşum sokakları. Üzerimde o tuhaflıktan bir eser var hâlâ.
Hava rüzgârlı, içim de öyle. Yanımdan geçiyor aşinası olmadığım silüetler. Elektrik faturasının son günü; bunu hatırlıyorum, “Hay aksi!” diyorum kendi kendime. Sağa dönüp caddeye sapıyorum. Dünyadayım bunu anlıyorum ve fark ediyorum dünya varmış ama sen hâlâ yoksun. O gariplik bir kez daha yokluyor ta derunumdan beni. Rüzgâr hafifçe esmeye devam ediyor, içim dalgalanır gibi oluyor. Bir mısra mırıldanıyorum, kıpırdıyor dudaklarımın ucu: İstanbul’un orta yeri sinema…
Dünyanın orta yerinde bir garibim. Yabanda. Yine de dünyanın etime yavaş yavaş nüfuz ettiğini, ruh gibiyken giderek bir ağırlık, bir kütle, bir cesamet kazandığımı hissediyorum. Nefesim, elim, vücudum dışta bir şeylere çarpıyor; önce yadırgıyorum bu durumu, sonra kanıksıyorum -dünyaya ilk kez temas ediyorum da sanki ondan bu tuhaflık. Sürüklenircesi- ne yürüsem de ayaklarım dolaşmıyor yine de birbirine; sanki konuşmak istesem konuşabilecek gibiyim. Zincirlerimden henüz boşanmışım da onların o yok-varlığını hissediyorum hâlâ. Yürürken sallanıyorum hafifçe sağa sola, bedenimde gerginlik var biraz, boşluğa tutunur gibi yürüyorum hafif sendeleyerek. Sermestim bir parça. Sokaklarda ne işim var, artık evime dönsem ya diyorum. Dönemiyorum; rüzgârın beni sanp-sarmalamasını seviyorum, içimi süpürüyor bu rüzgâr, ruhumu yüzüme üfürüyor sanki. Yüzümü yoğurur gibi ellerimin arasına alıyor ve düşünüp-düşlüyorum o koyu bulutu, içimin de içine çekildiğim, kendime büzüldükçe büzüldüğüm o anı -ne geceydi gerçekten de! Kaç gecenin özeti, kaç gecenin usaresiydi o gece! Şimdi, bir parça mesafeliyim kendime.
Ölmemiştim; bilakis, doğmadan önceki hâlimdeydim her nasılsa. Zamanın karnında, belki karnın da karnındaydım: Ne vardım, ne yoktum o gece… Şimdiyse dünya var, ben varım.
Dünyayı henüz doğurmuş şu lohusa gibiyim şimdi: Dünya terütaze, orada, bacaklarımın arasında. Önce kendinden koparılıp sonra kendine iade olunmuşum âdeta. Sanki ilk defa merhaba der gibiyim dünyaya.
O koyu bulut bir uğultu olarak sindi hatırama ve ondan belli belirsiz bir iz kazındı hafızama. Neydi Tanrım o an, o büzülmüş, derlenip-toplanmış zaman, o kesif mi kesif sis, o ezeli ıssızlık, o amâ yalnızlığı zamanm bahrinde, fi tarihinde…
Ayaklarımı sürümeyi bıraktım nasılsa, biraz daha düzgün adımlarla ilerleyebiliyorum artık, sallanmadan sağa sola. Şakaklarımı okşuyor sabahın meltemi, sis çoktan kalkmış belli ki. Saat yedi. Silüetlerin akışı hızlandı çevremdeki. Bir finnın önünden geçerken burnuma çarpan o sıcak ekmek kokularını içi- me çekiyorum, afallıyorum. Neydi o hissizlik hâli, hatırlamaya çalışıyorum. Görü yok, koku yok, tat yok, dokunuş yok, ses yok. Gerçek? Yok. Varsa yoksa o tuhaf mı tuhaf kendinden-et- kilenme hâli, o acip halet!
O an dünya henüz peyda olmamıştı belli ki. Belli ki o an kendi, saf kendi, dünyayı önceliyordu bir nevi. Ve sanki, işbu kendi, dünyadan sonra da kalacak gibi. Kendiliğimiz yani onun nüvesi dünyada oluşmuyor anlaşılan. Öyle olsaydı “dünyaya geldik” demezdik ki! Dünya, gelinen bir yer demek ki. Yer-ol- mayan bir yerdeydik, ne-yefdeyken buraya geldik, dünyaya konduk-kondurulduk yani.
Her şey sanki şöyle oldu: Evvelce, çok evvelce, hayli evvelce, ta zamanın bahrinde bir yerde -o-yer’de- ‘zaten var idik’ de neden sonra dünyaya geldik
Merhaba dünya!
Adımlarımı sıklaştırıyorum, solda tenha bir park buluyorum. Gömülür gibi bir banka oturuyorum. Yüzüm avuçlarımın içinde, gözlerimi ovuşturuyorum. Sabahın serinliği uyarıyor beni, belli ki çevreye yeni yeni uyanıyorum. Çıkmışım-çıka- nlmışım o dipsiz kuyudan sanki. Kulaklarımda bakraç sesleri. Koşuşturup duran birtakım adamlar. Hercümerç, heyecan, çığlıklar… Nihayet kervanla birlikte yola koyuluyorum.
Yine, yeniden yolculuk görünüyor bana.
Koyu buluttan henüz çıkmışım.
Kervanla birlikte şehre doğru yol alıyorum.
Sen yoksun hâlâ.
Kalabalık içinde yalnızlık bu defa da.
Yokluğunda varsın ama, benimlesin.
Özvarlığıma dâhil var-yok arası varlığın.
Yoksa sen de mi koyu bulutun içindesin, kör kuyunun dibindesin?
Sen de mi oradan çıkarılmayı bekliyorsun?
Gel, bekliyorum.
Bekle, geliyorum…
Özkan Gözel -Kim Bulmuş Ki Yerini,syf:19-26
1 -Ar. “İşte bir oğlan çocuk!” Yûsuf suresi 19. ayette geçer: “Derken bir kervan geldi, sucularım gönderdiler, adam kovasım kuyuya saldı; “Müjde! İşte bir oğlan çocuğu!” diye bağırdı. Onu alıp bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi biliyordu.” (Yayıma Hazırlayanın Notu)