Ölümün, hayata ilişkin bir gerçek olduğunu, ölümün ancak hayatın var olmasıyla var olabileceğini görmezlikten gelme hususunda ne güçlü bir eğilim içindeyiz! Bu eğilim bizi, ölümü, sanki hayat olmasa da olabilirmiş gibi bir telakkiye sürüklüyor. Böylece, çoğu kez hayata anlamını veren olgunun (gerçeğin) ölüm olduğunu kolayca atlayıveriyoruz. Böylece, ölümü görmezlikten gelirsek hayatı ebedileştireceğimizi mi sanıyoruz acaba? Oysa ölüm, hayatın bulunmadığı bir yerde bulunmaz, hayatın olmadığı yerde ölüm de yok olur; hayat yoksa ölüm de yoktur. Ve daha da paradoksal olanı ölümün yok sayıldığı bir hayatın anlamını bulma imkânı ortadan kalkar. Çünkü ebedî olarak yaşanacak bir hayatta hayatın kıymeti kalmaz. Hayatın kıymetinin ortadan kalktığı bir hayatta insanlar arasında kurulabilecek hiçbir ilişkiye, ne düzen ilişkisine, ne adalet ilişkisine ne aşk ilişkisine, hiçbir ilişkiye ve hiçbir olguya bir yer ve bir anlam bulma imkânı kalmaz.
Ebedî hayat, ölüme yer vermeyen bir hayat, aslında yalnızca adaletsizliğin ve ıstırabın önünü açık tutmuş olur. Suçun önü açık tutulmuş olur, fakat buna mukabil cezanın anlamı ortadan kalkar. Ölümsüz olan bir hayatta insanların ölmeye çare arayacaklarından kuşku duyulmamak; hâlen ölümsüzlüğe çare aradığını sananlar, aslında, ölümsüzlüğün bulunduğu hayatta aynı zamanda şimdiki ölümlü hayatın şartlarının da geçerli olabileceği türünden bir yanılgının içinde döneniyor. Oysa ölümün olmadığı bir hayat düzeni, bizim şimdi yaşadığımız hayat düzeninden farklı olurdu; ölümlü olan hayatla ölümün bulunmadığı hayat arasında bir kıyas birimi bulmak veya böyle bir kıyas bilimi oluşturmak mümkün görünmemektedir.
Efendimizin (sav) irtihâli üzerine Hz. Ebu Bekir’in (ra), onun yüzüne bakarak; “Öldün, bir daha ölmeyeceksin!” demesi, ölümün hayata ilişkin bir gerçeklik olduğunu çarpıcı bir ifadeyle ortaya koyuyordu. İnsan ancak ölecek mümsüz olan bir hayata intikal edebiliyor. Ölümün bulunmadığı bir hayatta, hayat artık bizim şimdi içinde yaşadığımız hayattan bütünüyle farklı bir şartı içerir. Bir bakıma, aslında, içinde hayatın bulunmadığı bir hayattır bu; öte dünya hayatını, şimdi içinde yaşadığımız hayata kıyaslayabileceğimiz bir ölçüt mevcut değildir ve böyle bir ölçüt asla bulunamayacaktır! Öte dünya ebediyen yaşanacak bir yerse, ölümün olmadığı bir yerse, bu demektir ki orada yaşanacak hayata bu dünyaya ilişkin şeriatla da bir ilgisi bulunmayacaktır. Şayet öte dünyalı bir şeriat varsa, bu, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek için var kılınmış olamaz; böyle bir şeriat ancak mutlak biçimde hükümferma olabilir. Oysa şimdi içinde yaşadığımız dünyanın şeriatı insanları birbirinden razı kılabilecek bir düzeni oluşturmaya matuf bulunmaktadır. Bir daha ölümle karşılaşma imkânının ortadan kaldirildiği bir hayatta, tanımı icabı bütün ölçüler ve bütün ölçütler mutlaktır ve mutlaka ayarlıdır.
Hayvanda ölüm fikri yoktur; hayvanda hayatta kalma içgüdüsü ve hayatta kalmak için kendini savunma güdüsü vardır. Bu, ölüm fikrinden farklı bir olgudur. Oysa insanda ölüm fikri vardır ve fakat insan aynı zamanda bu fikri kendinden uzak tutma çabası içindedir. İnsanın bütün faaliyetleri ölümün var olmasına göre ayarlıyken, o, gene de, ölüm yokmuşçasına yaşama eğilimindedir.
Hayatın başlangıcında elbette aşk vardı: Bedene nefesin üflenmesi, nefesle bedenin buluşması bu aşkın ürünü olarak ortaya çıktı ve onun kendini idamesi aynı aşkın sürekli kendini yenilemesi olarak tecelli etti ve ediyor.
Demek ki var oluşumuzun en dibinde mevcut bulunan özün, asal unsurunun aşk ve ölüm olduğunu söylüyoruz. İnsanın, bir bakıma aşkla ölüm arasında sürekli bir mekik dokuyuş hâlinde bulunduğunu öne sürüyoruz. Aşk ölüme doğru salınırken, ölümlü olduğumuza dair fikir de aşk yanımızı körüklüyor ve onun ateşinin sönmeden kalmasını sağhyor. Faulkner, bir romanında şöyle söyler: “Aşk ve ölüm; dünyanın ön kapısıyla arka kapısı. Bunlar bizde nasıl da çözülmezcesine birleşmiştir! Gençlikte bizi etten sıyırıp yükseltirken, yaşlılıkta bizi gene ete çeviriverirler; biri bizi şişmanlatmak üzere, öteki kurtlara yem olsun diye etlerimizi soymak üzere. Aşk içgüdüleri savaş, kıtlık, su baskım, yangın günlerinden başka hangi zamanda hemencecik karşılanır?”’
Şu ortaya çıkıyor: insanın ölüme en yakın olduğu zaman, onun ebedîlik iştiyakının da doruk noktasına ulaş-
William Faulkner, Aşk ve ölüm, Güven Yayınevi, 1968, (dokuzuncu bölüm). tığı zaman oluyor. Aşk içgüdüsü, insanın belki ebedîliğe attığı, atmak istediği bir çengeldir. Bu çengel, o, birey olarak ebedî âleme intikal etse bile, tür olarak bu dünyada kalacağını, onda ölümün karşısmda ve ona zıt olarak var olacağını ima ediyor.
Aşk insanın beka duygusunu diri tutma işlevini yerine getirirken, ölüm de fena duygusunu canlı tutuyor, insan böylece fena ile beka; ölüm ile aşk arasında gerili duran bir yol üzerinde yer alıyor ve o yolda yolculuğunu sürdürüyor.
[ Fakat bu yol, insanın ölüm fikriyle ve ölüm olgusuyla sürekli baş başa kalmasına izin veremez, çünkü bu durumda hayatiyetin yerini ataletin alma tehlikesi mel- huzdur/İnsanda aşk ve ölüm duygusu, onun varlık yapısında mündemiçtir, fakat ona bu olgunun hatırlatılma- sına ihtiyaç vardır. Çünkü insan, aynı zamanda nisyan ile maluldür. Kur’ân çeşitli yerlerde, çeşitli vesilelerle insanın ölü olduğu hâlde diriltildiğini, tekrar öldürüleceğini ve tekrar diriltileceğini beyan eder. Ama her canlının ölümü tadacak[Al-i İmran,185] olduğuna dair hatırlatma, denebilir ki, insanın doğrudan unutan yanını hedeflemiş ve onun ölümü unutmamasının yolunu sürekli açık tutmayı sağlamıştır. İnsan, ölmeden önce öleceğini bilebilen biricik yaratıktır. Ölmeden önce öleceğini bildiği için, ölmeden önce ölmeyi deneyebilen fıtratıyla da o, öteki mahlûkatın üstünde yer alır.
Bütün bu mülahazalara rağmen Resulullah’ın irtihâli- ni hazmetmek istemeyen Hz. Ömer, elinde kılıcıyla cezbeye tutulmuş hâlde ortalarda, “Kim o öldü derse kafasını uçururum!” diyerek dolaşırken, Hz. Ebu Bekir ona: “Ey Muhammedi De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.'(En’am,162 mealindeki ayeti kerimeyi okuyarak teskin edebilmiştir.
Burada Necip Fazıl’m şu dizelerini de anımsamanın yeridir:
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber
Rasim Özdönören – Hadislerin Işığında Hz.Muhammed,syf.72-76
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…