Ölüm Dikkati
Ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık içindeyiz. Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık. Gerçek uygarlık ateşse, kül olan bir uygarlığı yaşıyoruz. Külü eşeleyip ardındaki ve altındaki ateşe erişmedikçe, kaybettiğimiz, alt üst etmek suretiyle kaybettiğimiz dikkat hiyerarşisini, etkisi yeniden iliklerimize ulaşacak denli oluşturabileceğimiz şüphelidir.
Evet, çağın dikkati bulanık ve kirlidir. Ölüme bakışımızı yitirdiğimiz için deri uygarlığını yaşıyoruz. Deri, tırnak, tüy ve benzeri vücut uzantıları nasıl asıl vücudun yerini tutmazsa, insanla zamanın karşılaşmasından doğan, çakan şimşek ve tutuşan meşaleyi değil de kullanılan kavların külünü protoplazması yapmak istediğimiz hayat tarzı gerçek medeniyet olamaz. İşte bu kül ve kabuğu yaşamaktır temel yanlışımız. Çağımızın onulmaz yanlışı.
Ruh, şimşeğe, aleve alışıktır, aşıktır ve hasrettir. Doğu edebiyatlarının temel motiflerinden olan -pervane- örneğinde olduğu gibi, o, sürekli olarak, külde, kabukla, deri ve tırnakta yaşayamaz. İç hararetimizle yaşar o; yoksa, eşyanın soğukluğunda tiril tiril titrer.
Evet, ruh, ebediyetten ırak, günübirlikte yaşayamaz hep. Batı uygarlığının günübirlikleri yanyana getirerek sanısını verdiği yapma ebedilikte bile. Çünkü : ebedîlikle ebedilik sanısı aynı şey değildir ve aynı şey olamaz.
Ruh, ölüm dikkatinde yaşar, ölüm dikkatinin aleviyle yıkanmış bir ebedîlik hücresinde çilesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer.
Ölüm dikkati, ölümü define, hazine gibi yakalamak. Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uygarlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlığına da saplanmadan. Çünkü: bu dikkatin varlığı sebebiyle ölüm her zaman uygarlığın karşısında bir ayna gibi duracaktır. Uygarlık her zaman kendini ölümün aynasında seyrederek benlik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şansına erer. Gerçek otokritik, yaşatıcı otokritik ruhu bu şekilde doğar. Bu dikkattir ki, ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzenini şeffaflaştırır. Onun bir perde olmasına engel olur. Eşya düzeni, sonsuzluğu ortadan kaldırarak yerine geçmek istediği her sefer bu dikkatin ağına çarpmalı ve radara çarpan yabancı bir ışık gibi kendi yerine yansımalı. Batı uygarlığının yaptığı gibi, inceltil-
miş, soyutlanmış eşyayı sonsuzluk yerine, sonsuzluğu da Tanrı yerine koymak mümkün değildir. Bunu yapmak, uygarlığı çarpıtmak demektir. Bunu yapmak, çarpılmak demektir. İşte, Batının, dolayısıyla bütün dünyanın çağımızda içine düştüğü uygarlık bunalımının temelinde bir açıdan da bu gerçek yatmaktadır.
Kavramların birbirinin yerini alışı, genel bir kaymayı gösterir. Bu, bir uygarlığın temel felsefesinin gelişmesi sonucu beliren dinamizm demek değil. Tam tersine, o felsefenin aydınlığını yitirmeye başlaması, bulanıklaşması, dağılmaya yüz tutması olayı başgöstermiş demek.
Sonsuzluk, Tanrı’dan gücünü alır. Adetâ, ruhla Tanrı arasındaki mesafenin adıdır. Sonsuzluk, Tanrı değil, ruhun Tanrı’ya ulaşmak için aşmak zorunda olduğu yoldur. Ruh, bu mesafeyi katetse Tanrı mı olur? Hayır, işte insanın putlaştırılmâ- sı yanlışı buradan doğuyor. Tanrı, sonsuzluktan da ötede, sonsuzluğu aşmış ruhtan da ötededir. Öte kavramından, öteden de ötede. Sonsuzluğu aşmış ruh, Tanrının varlığında yok olduğunu duyar. Bu da insanın ulaşacağı en son noktadır. İslâm uygarlığı, bu temel kavramlara böylesine aydınlık bir tanım getirdi. Sınırlar koydu. Böylece ruhun, toplumun ve uygarlığın sağlam bir varoluş görüşünde devamı esas alındı. İslâm uygarlığının serabından yola çıkan Batı uygarlığı ise bu sanrı sanatında ustalaştı, uzmanlaştı. Eşyanın zengin kombinezonlarından bir sonsuzluk çiçeklendirmeğe, o sonsuzluk sanısının eşyadaki salkımlanışım da tanrılık göreviyle donatmağa doğru gitti.
Tek Tanrı inancının bulanık mirası olarak daha önceki uygarlık döneminden yadigâr kalmış hıristiyanlıkla da yavaş yavaş ilgisini zayıflatan bir şimdiki zaman krizini yaşamaya başladı böylece.
Evet, Batı uygarlığı, kendisine yadigâr kalmış son inanç sistemiyle de ilgisini tüketince, ölüm dikkatini yitirmiş ve böylece de aynayı kırmış oldu. Kendi yüzünü seyrettiği aynayı kırmış oldu. Ölüm aynası kırılınca, yavaş yavaş ışığın yerini karanlık, hakkın ve adaletin yerini terör, merhametin yerini jenosid, aşkın yerini egosentri- sizm aldı.
Tannevinde saf bağlayarak, mihrab yönünde, kıble doğrultusunda, Allah önünde, daha doğrusu huzurunda secdeye kapanmaktan kaçan insan yığınları, tanrılaştırdıkları kişilerin tabutlarının önünden geçerek onu ölüme teslim ederken anısı önünde eğiliyorlar. Ölüm dikkati, mücerret ölüme ve ölümden ötesine dikkat ve bu dikkatin uygarlığın enine boyuna verimlenişi ve genel anlama renk katışı biçiminde olmayıp sadece ölene dikkat, hem de ölüler arasında seçme yaparak, ayrıcalık gözeterek , hayattaki değerlendirişlerden kopmayarak ve koparmayarak sadece ve sadece ölmüş olana dikkat tarzında biçimleniyor çağımızda. Çağımızın uygarlığı, her güçlü uygarlık gibi, ölüme inişler, ölümden çıkışlar yapma zorunda olduğunu unutmuş görünüyor. Kendini ölümle denemekten kaçıyor.
Ölümle fanilik tozlarına ve terlerine batmış insanı, insanlığı, bir aydınlığa, ışığa, -umuda ve sevince döndürmüyor.
tnsan ruhunu ölümle yıkamak. Ölümü, ebedilik abdesti gibi bilmek. Ebediyetin kapılarını güm güm vururken ölümle teyemmüm etmiş olmak. Ölmeden önce ölmenin yolunu araştırmak ve bunu bin bir dallı bir ağaç gibi ruhta ve toplumda sistemleştirmek. Öldükten sonra dirilmenin (basubadelmevtin) abstre ve konkre anlamlarına ermek ve bunu pratik yaşantının her saniyesinde bile gözcü ve bekçi kılmak. Ölüm dikkatini, ruhumuzun en iç niyetlerinden, en dış davranışlarımıza, toplumun yığın olaylarına, uygarlığın en geçici ve en kalıcı kuruluşlarına bir gözcü kılmak. Sansür edici olarak değil, eğitici olarak.
Ölüm dikkati derken, ölümün eski Mısır Medeniyetinde olduğu gibi hayatın üzerine kâbus’ gibi çökmesini, ölümü de ticarileştiren veyâ endüstrileştiren İsrailoğlu yorumlamasını, fantezileştiren, yersiz bir estetik telâşına batıran hıris- tiyanlık tutarsızlığım değil, hayatla altın oranda denge kuran İslâm uygarlığının tutumunu öneriyoruz.
Ölüm dikkati, «Mizan», ilkesine uyar İslâm Uygarlığında. Mizan İlkesi dediğimiz, bir kefesinde dünya, öbür kefesinde ahiret olduğu farzedilen sembolik bir terazide dengeyi gösteren dilin ölüm olmasıdır. Yoksa zamanla Doryan Gray’in portresine dönüşen yüzüyle dünyanın şer yönüne kayan Batı kalbinin ilkesi değil.
Ölüm ve hayat karşısında ölüm dikkati deneyinden kaçan ve sınavını veremeyen tarih dönemleri, yeni, derin ve güçlü yağmurlarla yüklü bir uygarlık itişiyle yerini çarçabuk terk eder.
İslamın Dirilişi-Sezai Karakoç