Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi
Kânûnnâme-i Âli Osman’ın herhalde üzerinde pek çok münâkaşalar yapılan en meşhur maddesi(45) «ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün kati itmek münâsibdir. Ekser-i ulemâ dahi tecviz itmişdir. Anınla âmil olalar» (BV, vr. 281b) sözleriyle ifade edilenidir. Saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmayan Osmalılılar’da(46) tahta cülûs ya vasiyetle, ya da devlet ileri gelenlerinin veya Kapıkulu askerlerinin ittifâkıyla olmuştur.
Ezcümle, Osman Bey’in büyük oğlu Orhan Gazi henüz babasının sağlığında idareyi ele almış olduğundan, âdeta onun vasiyetiyle(47); onun oğlu olup “Hudâvendigâr” lakabiyle anılan I. Murad ise Ahiler’in ittifakıyla hükümdar olmuşlardır(48). I. Murad önce saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri(49), sonra da Bizans imparatorunun oğlu Andronikos ile birlik olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey’i devletin selâmeti için öldürtmüştür(50). Yıldırım Bayezid, Oruç Bey’in belirttiği gibi(51), beylerin ittifakı ve babasının vasiyeti ile babasına halef olmuştur.
Bu sırada Kosova Meydan Savaşı (1389) devanı etmekte ve ordunun sol kanadının başında kardeşi Yakub Çelebi bulunmakta idi. Yıldırım, beylerin ittifakıyla hemen kardeşini öldürterek(52) çok kritik bir zamanda çıkabilecek bir iç savaşı önlemek iste miştir(53). Âşıkpaşazâde bu hâdisenin “askeri ıztırâba düşürdüğünü”(54) yazarsa da, Timur gailesinden soma, oğulları arasında başlayıp yıllarca süren taht mücadelelerinin ülkeyi perişan etmesi Yıldırım’ı bu fiilinde âdeta haklı çıkarmıştır.
Kardeşlerini bertaraf edip ülkede birliği sağlayan Çelebi Mehmed’in, Timur’un oğlu Şahruh’un mektubuna verdiği cevap gayet mânidardır. Şahruh mektubunda, Çelebi Mehmed’in Osmanlı töresi üzere kardeşlerini öldürtmesinin töre-i Îlhanîye uymadığını söylüyor ve bu fiilinden dolayı I. Mehmed’i eleştiriyordu. Çelebi Mehmed ise, Şahruh’un, kardeşleri hakkındaki nasihatlarını kabul etmekle beraber, atalarının bazı müşkilleri tecrübeyle hallettiklerini, bir ülkede iki padişahın barınamayacağını, bilhassa etraflarındaki düşmanların daima fırsat kollamakta olduklarını belirtmiştir(55).
Çelebi Mehmed’in bu cevabından, Osman oğullarının artık, devletin hanedanın ortak malı olduğunu belirleyen ülüş sistemine dayalı Orta Asya geleneğinden ayrılarak, hâkimiyetin bölünmezliği ilkesine dayalı îslâm geleneğini benimsemeye başladıkları anlaşılmaktadır(56). Babasının vasiyetiyle tahta geçen II. Murad da(57) önce Yıldırım Bayezid’in oğlu olmak iddiâsiyle saltanatta hakkı olduğunu öne süren ve târihlere “Düzmece Mustafa” olarak geçen amcasını, sonra da kendisine isyan eden küçük kardeşi Mustafa’yı katlettirmek zorunda kalmış(58), diğer iki kardeşi Mahmud ve Yusuf’u öldürtmemiş, sâdece gözlerine mil çektirerek önce Tokat’ta hapsettirmiş, sonra da Bursa’ya getirterek rahat yaşamalarım sağlamıştır(59). İstanbul’un fethinden sonra, hâkimiyyet-i mutlaka prensibinden hareketle, ülkenin bölünmezliği(60) ilkesini kesin olarak benimseyen ilk Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed olmuştur(619.
II. Mehmed’in ölümünden sonra Cem Sultan’ın ülkeyi paylaşma teklifinin II. Bâyezid tarafından şiddetle reddedilmesi(62), artık bu ilkenin iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Hızla büyüyüp genişlemekte olan Osmanlı Devleti cihanşümul bir imparatorluk mahiyetine girmişti. Büyük dedesi Yıldırım Bayezid’den sonraki taht kavgalarıyla ülkenin ne kadar feci bir fetret içinde kaldığını göz önüne alan Fatih Sultan Mehmed, nizâm-ı âlem için evvelâ kendi küçük kardeşi Ahmed’i boğdurtmuş(63) ve bu usulü Kanunnâme’sine koyarak seleflerine intikal ettirmiştir.Her ne kadar bu meseleye dair başka kanunnâmelerde her hangi bir kayda rastlanmamışsa da bâzı kroniklerde karineler mevcuttur.
Başta, Kanunnâme’nin tertipleyicisi olan Karamanı Mehmed Paşa’nın, Yıldırım Bayezid’in Yakub Çelebi’yi öldürtmesi hakkındaki: “Doğru düşünenlere gizli olmayacağı gibi, Yakub Çelebi adlı kardeşinin yaşamasında büyük kötülükler vardı. Sultân onun vücûdunu kaldırttı. Çünki zaruretler yapılmayacak şeyleri yaptırır. Böylelikle atalardan kalan ülke, bir rakibin düşmanlığı ve aykırılığı olmaksızın, cömert ve yüce Sultân’ın elinde kaldı”(64) sözleri, bu hükmün onun tarafından da benimsenmiş olduğu kanaatini vermektedir. XVI. yüzyılda yaşamış olan Hoca Sa’deddin Efendi (ö. 1599) ile bir sonraki asırda yaşayan Bostanzâde Yahya Efendi’nin Fatih’in, “Nizâm-ı âlem için küçük kardeşi Şehzade Ahmed’i şehid”ettirmesinden(65)bahsetmeleri de maddenin bu padişah zamanında konulmuş olmasıyla izah edilebilir(66).
Yukarıda Fatih Sultan Mehmed’e kadar Osmanlılar’da kesin bir cülûs sisteminin bulunmadığı, genel olarak ya vasiyet ya da ümerânın ittifakıyla hükümdarlık makamına çıkıldığı belirtilmişti. II. Mehmed de bu hususa bir açıklık getirmemiş, sâdece koymuş olduğu bu madde ile bütün oğullarını saltanatın eşit vârisi kılmış(67) ve diğerlerinin katlini münasip görmüştür. Zîrâ, şehzadelerden birinin hükümdar olmasıyla hayatta olan diğerlerinin rekabeti sona ermemekte, taht üzerindeki veraset hakkı devam etmekle, ülke her an bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta idi.
Devlet ileri gelenlerinin bir şehzadeye teveccühü, tahtta bulunan şehzadenin bahtını her an değiştirebilirdi. Bu ise bölünmenin ülkeyi ne hâle düşürdüğünü, bunun kimlere yaradığını bilen ve babası II. Murad devrinin Düzmece Mustafa ve Şehzade Mustafa kargaşalıklarından(68) ders alan Fâtih’in hâkimiyyet-i mutlaka prensibiyle bağdaşamazdı.
Ancak, II. Mehmed’in saltanatın intikali meselesinde, “cemiyetin selâmeti için ferd feda ediliı” düstûruna dayanan adâlet-i izafiyenin(69) sınırlarını zorlayarak Kanunnâme’sine kardeş katli maddesini koymuş olması düşünülebilirse de, hiç bir isyan emaresi göstermeyen bir şehzadenin katlini bu nisbî adaletle de bağdaştırmak zordur. Orta-Asya Türk ve Moğol devletlerinde de saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmamakla beraber, ağır suç işleme gibi istisnaî haller dışında kardeş veya hanedan üyelerinin katli yoluna pek gidilmezdi(70). Ancak, kardeş katli Anadolu Selçukluları’nda geniş ölçüde görülmeye başlamış, Fatih Sultan Mehmed’e kadar Osmanlı Devleti’nde de benzeri olaylar vukua gelmiş(71), bu hükümdar ise tamamen mecburiyet altında, devletin bekası için bu fiili kanunlaştırmıştır. Zaten “nizâm-ı âlem” şartından da bu anlaşılmaktadır. Bu maddenin sonradan ve muhtemelen XVI. yüzyılın sonlarında eklenmiş olabileceği düşüncesini ise aşağıdaki anekdot mesnetsiz bırakmaktadır:
Oğlu Cem’in doğumuna sevinmeyen Fatih’in gayet öfkeli bir şekilde bebeğin beşiğine tekme vurup, “gülistân-ı Cennet-âbâd-ı saltanata ziynet virmeğe, ol serv-âzâd ve şimşâd gibi fahr-ı eslâf ve eşrâf-ı alılâf olan şehzâdeler yeterdi. Bu şecere-i hilâf-semerden ne biter? Takdir-i Rabb-i Kadir’le ol ikinin biri mâlı gibi nâgâh ufûl iderse, bedr-i kadri tamâm olmadan şâm-ı ademe giderse, âftâb-ı cihân-tâb âleme ziyâ virüp rûyi tutmağa biri yeter. Vâris-i şehr ü diyâr çokluğu, şehriyâr-ı tâcdâr yokluğu gibi menşe-i havâdis-i fiten ve mebde-i kevâris-i mihendir. Memleketde baş çok olıcak, il gün harâb u yebâb olup ralyyet ayakda yitef’ şeklindeki sözleri(72) üzerinde durmak gerekmektedir.
Burada, Cem Sultan’ın doğumundan memnun olmayan padişahın mevcut Bayezid ve Mustafa’adlı iki şehzadenin yeterli olduğunu, hatta bunlardan birinin daha büyümeden ansızın ölmesi halinde, kalanın saltanat için kâfi olduğunu belirttikten sonra, mirasçı çokluğunun, hiç bulunmaması kadar ülke ve halk için tehlikeli olduğuna dikkati çekmekte, âdetâ küçük kardeşi Ahmed’i öldürtmekten pişmanlık duymadığını ima etmekte ve Cem’in doğduğu 1459 yılında saltanat vârisinin tek olması gerektiğini belirtmektedir. Hatta, ölümünden sonra bu oğlunun devletin başına ne gibi gaileler açacağını âdeta hissetmiş gibi konuşmaktadır. Osmanlı padişahlarını bu fiili işlemeye zorlayan sebeplere gelince, Türkler İslâm’a girdikten sonra, bu yeni dinin verdiği heyecanla yeni bir ruh ve güçle ona hizmet etmeyi kendileri için en büyük ideal addetmişlerdir.
Türk devletleri içerisinde, en uzun ömürlü olan Osmanlı Devleti’nin müstesna bir yeri vardır. Daha kuruluş yıllarından itibaren gazâ ideolojisini benimseyen Osmanoğulları, kendilerini nizâm-ı âlem dâvasının baş temsilcisi olarak görüyor, padişahlar âlemin sığınağı demek olan “âlempenâh” ve İslâmın sığınağı anlamına gelen “İslâm-penâh” sıfatlarım kullanıyorlardı: Adalet, insanlık ve barış, İslâm kanunları ile kendi örflerine dayanan ve bir milletler topluluğu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun “Nizâm-ı âlem” dâvasının esâsını teşkil etmekteydi. Devrin şartlan içinde mütâlaa edilmezse bu dâvanın mahiyetini anlamak güçleşir.
Mihaloğlu Ali Bey, Haçlı ordularının saldırıları karşısında : Eğer def olmazsa bu beliyye Ne İznik kala ne Kostantaniyye derken Osmanoğullarının bu gayesini dile getirir(73). Devletin kurucusu Osman Bey’in, oğlu Orhan Gazi’ye ettiği vasiyette(74) vecîz ifâdesini bulan, i’lâ-yı kelimetullah hizmetinin her şeyden üstün olduğu, Orhan Bey’in şahsında âdeta bütün Osmanlı padişahlarına söylenmiş gibidir(75).
Ancak, bu kutsal idealingerçekleştirilmesinin en büyük şartı, ülkede birlik ve beraberliğin mevcut olmasıydı. Halbuki daha kuruluş devrinin taht kavgaları ülke bünyesinde derin yaralar açmış, memleket parçalanmıştı. Tahtın ortak vârisi olan şehzadeler birbirleriyle kıyasıya çarpışmışlar, sonunda, “Çelebi” unvanıyla anılan I. Mehmed’in, kardeşlerini bertaraf etmesiyle devlet âdeta yeniden kurulmuştu.
Bu bakımdan pek yerinde olarak, Osmanlı kroniklerinde bu pâdişâh, devletin ikinci bânisi kabul edilir. Ülkenin selâmeti için lâ erhâme beyne ‘l-mülûk(76) düstûrunu prensip edinerek kardeşlik duygularını ikinci plâna atan Osmanlı sultanlarının birbirlerini telef etmesini(77) sadece saltanat hırsı ile izah etmek mümkün değildir.
Bu hadiselerin sebepleri, günümüz zihniyetiyle değil de o devrin şartları içerisinde hissiyattan uzak bir şekilde aklın mıizanlariyle düşünülmelidir. Çelebi Sultan Mehmed’in Şahruh’un mektubuna verdiği, “atalarının, müşkilleri tecrübe eliyle çözdüğü” yolundaki cevabı, Savcı Bey isyanından(78) alman derse işaret etmektedir.
Şayet Osmanlılar ülüş sistemiyle ülkeyi aralarında paylaşsalardı, bundan kimlerin faydalanacağına XVI. yüzyılda yazılmış Grekçe bir Osmanlı tarihinin meçhul müellifi açıklık getirmektedir. Çelebi Mehmed’in vefat edip, oğlu II. Murad’ın tahta geçmesiyle, Bizanslılar’ın hemen Düzmece Mustafa’yı, Gelibolu’nun kendilerine iadesi şartıyla nasıl padişah yapmayı vadettiklerini anlatan meçhul Rum müellif, esefle şunları söylemektedir: “Akıllı Romalılar giriştikleri bu işleri daha önce, Timur’un Bâyezid’le muharebe ettiği, onu yakaladığı ve evvelce yazdığım gibi, ordusunu imha ederek onu mağlûb ettiği zaman yapmalıydılar, şimdi değil; zîrâ Türkler toparlandılar. Bu son Bizans imparatorları çok büyük devletin, o kadar halkın ve bu kadar ülkelerin, bu kadar Hıristiyanların kaybedilmesinin sebebi idiler”(7)9.
Bu itirafdan anlaşılmaktadır ki, o devirde en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzade veya diğer hanedan mensuplarının, tahtın vârisi oldukları iddialarından ve Bizans’ın bu fırsattan yararlanmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul’u fethiyle İslâm Peygamberi’nin le-tüftahanne’l-Kostantiniyyete ve le-nimel ru emîruhâ ve le-nime’l-ceyşu zâlike’l-ceyş emî müjdesine(80) mazhar olan ve daha sonra yaptığı fetihlerle devleti imparatorluk haline getiren II. Mehmed, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının, i’lâ-yı kelimetu’llahı hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının farkında idiler.
Mizancı Murad Bey (ö. 1910) gibi XIX. yüzyılın bazı tarihçileri tarafından, bu madde ile bütün fazilet ve hasletlerine gölge düştüğü(81) zannedilen Fatih Sultan Mehmed’in, büyük ideali olan İstanbul fethini gerçekleştirdikten sonra nasıl cihanşümul bir hâkimiyet fikrini benimsemiş olduğu, Ortodoks ve Ermeni patrikleri ile Yahudi baş hahamını bu şehre yerleştirmesinden anlaşılır. Zîrâ o, İstanbul’u idealindeki dünya imparatorluğunun merkezi yapmak emelinde idi.
Hattâ, kendisine izafe edilen “dünyâda tek bir dîn, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır”(82) şeklinde hulâsa ettiği sözüne bakılırsa, gayesinin bir cihan imparatorluğu da olmayıp, İslâm dînini dünyanın her tarafına yaymak olduğu anlaşılır. Zîrâ Fatih, İslâm âleminin hâmisi sıfatıyla kendisini i’lâ-yı kelimetu’İlahın en büyük temsilcisi olarak görmekte idi(83). Kemâlpaşazâde de, “cihangirlik azmini cezm itmiş idi”(84) diyerek bu büyük Türk hükümdarım teyit eder. Fatih’in, Anadolu birliğini sağlamak için Uzun Hasan üzerine giderken, «vâlidem» diye hitâp ettiği Akkoyunlu hükümdarının annesi Sâra Hâtun’a verdiği cevap da mânidardır.
Trabzon üzerine giderken yollarda büyük zahmetlerle karşılaşan, hatta bazen atından inip yürümek zorunda kalan Fatih’e Sâra Hâtun’un, “oğul, ufacık Trabzon için tatlı cânına bu kadar eziyet değer mi” şeklindeki sözüne, İstanbul Fatihi: ” vâlide, seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olup, Allah ‘ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yokdur(85) şeklindeki cevabiyle maksadının Allah adını yüceltmek olduğunu açıkça ifâde etmiştir. Kritovulos’un, “akdem-i a’mâli, reâyâ ve berâyânın ni’met-i adâletle mutena’im olması kazıyyesi idi'(86) sözüyle kanun anlayışına da işaret ettiği Fatih, kardeş katli maddesini keyfî idaresini hâkim kılmak için(87) değil, İslâm dîninin sınırları dahilinde ve onu yaymak gayesiyle, nizâm-ı âlem dâvasına hizmet etmek için koymuştur(88). Nitekim, ölümünden hemen sonra başlayan taht kavgaları bu büyük hükümdarı âdeta haklı çıkarmıştır.
Hulâsa, bir çözüm şekli bekleyen hâdiselere, muhtaç oldukları hal tarzını vermekten başka gayeleri olmayan Osmanlı padişahlarının, bu hazîn çözüm şeklini seçmeleri, başka çârenin bulunamamış olmasındandır. Nitekim şehzadeleri mezar gibi bir mahpeste tutan I. Ahmed’in “Kafes hayatı” da meseleyi halletmemiş, mesele ancak 1876 Meşrûtiyet döneminde istikrar bulma yoluna girmiştir(89).
-Prof. Dr. Abdülkadir Özcan – Atam Dedem Kanunu Kanunname-i Al-i Osman ,Kitabevi yay.,syf:19-29
Dipnotlar:
45 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Fatih Kanunnâmeleri”, Siyâsi İlimler Mecmuası, XXII/257 (1952), s. 211
46 Halil İnalcık, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisiyle İlgisi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV/1 (1959), s. 93; Ahmed Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati, Ankara 1963, s. 193.
47 Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman (nşr. Âlı” Bey), İstanbul 1332, s. 31 vd.
48 Çağdaş bir Bizans tarihçisi olan Gregoras’a göre, Orhan Bey’in veliahdı Süleyman Paşa olup, şayet ölmeseydi babasının yerine o geçecekti (İskender Hoçi Yanko tercümesi, TOEM, şenel, İstanbul 1328, s. 242,251).
49 Ahmedî, Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman (nşr. Nihal Atsız), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949, s. 15; Mumcu, aynı eser, s. 190
50 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972,1, 142-143
51 Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Atsız, İstanbul 1972, s. 48.
52 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, IV. Defter (nşr. Koji İmazawa), Ankara 2000, s. 5-7.
53 Mükrimin Halil Yınanç, “Bayezid I” İA, II, 369
54 Tevârih-i Âl-i Osman, s. 64. Hoca Sa’deddin Efendi bu meselede: “Şâhzâde Yâkub Çelebi -ki firar iden küffâr ardınca ılgar itmiş ve bu vakıadan henüz haberdar olmamış idi- ümerâ-yı devlet ve erkân-ı hazret, el-fitnetü eşeddü mine ‘l-katl mefhûmunu mülâhaza idüp, sâbıkâ Savcı Beğ’den sudûr iden vaz’-ı bî-edebâneden dahi mütenebbih olup, saltanat vârislerinin ta’addüdü ve mülk-ü m’ılel intizâmına halel virdiği tecârib ile ma’lûmları ve saltanat sâye-i ulûhiyyet olduğu cihetden sâye ve sâye derâbîninde müşâbehet ü mümâselet lüzûmu mefhûmları olmağın Yakub Çelebi’ye şehd-i şehâdeti nûş itdirdileı” der (Tâcü’ttevârih, İstanbul 1279,1,124). Koca Müverrih Bosnavi Hüseyin Efendi de Sa’deddin Efendi’nin hükmünü benimser: “Havâss u mukarrebân-ı saltanat ittif’âkıyla, mertebe-i Ulûh’ıyyet-i Yezdânî timsâlidir. sultanî Zillin sâhib-i zille temâsili lâzımdır. Pâdişâh yalnız olmak gerekdir diyüp el-fitnetü eşeddü mine’l-katl lidine hem-râh idüp” (Bedâyiü’l-vekâyi, mazmûnunca amel idüp, ol şehzâdeyi vâ Moskova 1961,1, 88b ve s. 190). Dimitri Kantemir’in verdiği bilgiler ise meseleye biraz daha açıklık getirir: Bu seçimden hoşlanmayarak gizlice orduyu Bayezid’e karşı ayaklandırmaya çalışan Yâkub Çelebi’nin bu teşebbüsü, zamanında ortaya çıkarılmış ve bu şehzâde devlet ileri gelenlerinin meşveretiyle alınan karar gereği bir yay kirişiyle boğdurulmuştur (Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Özdemir Çobanoğlu, Ankara 1979,1,43).
55 Feridun Bey, Munşeâtü’s-selâtîn, İstanbul 1264,1, 143-144.
56 Mumcu, aynı eser, s. 191. Çağdaşları gibi sultanların yeryüzünde Allah’ın gölgesi olduğu prensibini benimseyen İdris-i Bitlisi” bu hususta şunları söyler: “Mülk sahasında emir sahibi tek olmalı. Sultânın varlığı ile berâber, evlâdı, akrabâsı ve yardımcılarının kendilerini hükümetin başı sanarak halka saldumaları gerekmez. Memleketde hiç bir bozukluk, en kötü, perişan hükümetlerin karışıklığından değildir. Halkın vergilerindeki bozuKİuk, padişahlar için değişik eller kadar zararlı değildir” (Hasan Tavakkoli, Kânün-ı Şâhenşâhî, basılmamış doktora tezi, istanbul Üniversitesi Ktp. nr. 11554, Farsça metin, s. 139, Türkçe tercümesi, s. 99).
57 Âşıkpaşazâde, s. 94.
58 Âşıkpaşazâde, s. 96 vd.; Neşri, Kitab-ı Cihânnümâ (Neşri Tarihi), nşr. Faik Reşit Unat,Mehmed Altay Köymen, Ankara 1957, II, 557 vd.
59 Âşıkpaşazâde, s. 107.
60 XIV. yüzyılda yaşamış olan Bizans tarihçisi Gregoras, şirket-i saltanat usulünün Bizanslılarda da bulunduğunu yazar (TOEM, I, 246).
61 İnalcık, aynı makale, s. 94.
62 Uzunçarşılı, “Bâyezid II”, İA, II, 392.
63 İbn Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 8. Dukas, ondan naklen Hammer ve bazı Osmanlı tarihçileri (Mizancı Murad Bey, Tarih-i Ebü’l-fâruk, İstanbul 1325,1, 274) Şehzade Ahmed’i Fatih’in emriyle Evrenos-oğlu Ali Bey’in boğduğunu, sonra da bu zâtın hemen öldürüldüğünü yazarlarsa da, Uzunçarşılı bu Ali Bey’in 1462’de Eflâk seferinde Akıncı kumandanı bulunduğunu belirterek meseleye açıklık getirir. Bk. “Evrenos”, İA, IV, 417.
64 Osmanlı Sultanları Tarihi (trc. İbrahim Hakkı Konyalı), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949,s.347.
65 İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII, 6-9. Hoca Sa’deddin Efendi bu hususta şunları söyler: “İsfendiyar kerimesinden mütevellid olmuş küçük Ahmed nâm birâderleri -ki henüz hadd-i sabâdan fezây-ı şebâba hurûc ve masâ’id-i kemâle irtikâ vü urûc itmiş idi- ol hengâmda sarayda olur idi, Nizâm-ı âlem içün defter-i şuhûddan rakam-ı vücûdun hakk idüp tâbût-ı pür-sekîne-i vâlid-i mâcid-i cennet-mekînleri ile hem-râh itdieı” (Tâcü’t-tevârîh, I, 408). Târih-i Sâf müellifi ise, “hi’n-i cülûsda İsfendiyar kızından doğmuş küçük Sultân Ahmed nâm karındaşlarını int’ızâm-ı âlem içün şehîd idüp…” s. 44) ifadesiyle onu tasdik etmektedir. Bedâyiü’l-vekâyi’deki ifâde ise bunlardan farklı değildir; “Küçük Ahmed Çelebi cülûs-ı Sultân MehemmedHân’da nizâm-ı âlem içün öldürüldü” (I, 156b, 186b veya s. 330, 390). Gerek Hoca Sa’deddin Efendi, gerek Bostanzâde Yahya Efendi bu sözleri şeyhülislâm ve kazaskerlik gibi fetva ve kazâ makamlarının en yükseğinde bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler. Hattâ Târih-i Sâf müellifinin, tahta cülûsunu müteakip III. Mehmed’in on dokuz kardeşini öldürttüğünü bahsettikten hemen sonra, saltanatının başlamasıyla yeryüzünün adalet ve doğrulukla dolduğunu (s. 86) zikri, kazaskerlik rütbesini hâiz olup, aynı zamanda Divân üyesi bir zât sıfatıyla bu fiili kabûlden öte, takdir ettiğini de ortaya koymaktadır. Halbuki bu zâtlar zulme rızânın zulüm olduğunu pekâlâ bilmekte idiler. Her ne kadar Hammer bu hususta sarih fetva bulunmadığına dikkati çekmekte ise de (Devlet-i Osmaniye Tarihi, İstanbul 1329, III, 219-220), IL Osman’ın, kardeşi Şehzade Mehmed’i Taşköprizâde Kemâleddin Efendi’nin fetvasıyla katli (Ataî, Zeyl-i Şakayık, İstanbul 1268, s. 656; Naîmâ, Tarih, İstanbul 1283, IV, 188), daha evvelki hâdiselerde ulemânın sükûtu, hattâ bâzılarının tecvîzkârâne sözleri onun bu iddiasını mesnetsiz bırakmaktadır.
66 Yukarıda Bostanzâde Yahya Efendi’nin Şehzade Ahmed’in katli hakkında nizâm-ı âlem ifâdesini kullanırken, Yakub Çelebi’yi öldürten Yıldırım için, “bu kötü geleneğin başlatıcısı olmuş, kardeşi Sultan Yakub’u boğdurtmuştur. Yüce Allah bağışlasın. Bu işi biraz da vezirlerin gizli kararı ile yaptığı bilinir’ (s. 30-31) demesi dikkati çekmektedir. Bu sözlerden, nizâm-ı âlem için kardeş katli fikrinin, Fatih zamanında olgunlaşıp tecviz edildiği mânası çıkarılabilir.
67 Kanunnâme’nin elkab örnekleri kısmındaki “vâris-i mülk-i Süleymanî… oğlum Sultân cem” (Bedâyiü’I-vekâyi, 283b) şeklindeki tasrihin, Fatih’in bu şehzadeyi diğer oğlu Bâyezid’in çocuklarının çok olduğundan tercih ettiği nakledilirse de (Spandouyn Cantacassin s. 43’den naklen İnalcık, «Mehmed II» İA, VII, 513), bunun Cem’i tutan devrin veziriazamı Karamam Mehmed Paşa’nın tesiriyle olabileceği de düşünülebilir (Mecdî, Hadâiku’ş-Şakâik, s. 285)
68-Tâcü ‘t-tevârih, I, 306, 315-316.
69 Kur’ân-ı Kerim’deki ve lâ teziru vâzketun vizıa uhrâ âyetinin (En’âm, 164) işaret ettiği gibi, katıksız, tam adalet demek olan adâlet-i mahzâya göre bir kişinin hakkı kendi rızâsı olmadan umûmun selâmeti için feda edilemez. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken : “Vebal yüklenen hiç bir nefis diğerinin vebalini çekmez. Yani, ne günah yapmakta ne de cezasını çekmekte, vekâlet, niyabet cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker’ (Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1936, III, 2115) demektedir. Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’nin fikri daha farklı değildir. (Hulâsatü’l-beyân fîtefsiri’l-Kur’ân, İstanbul 1342-1340, V, 418). Aynı hususa Mâide, âyet 32’de de işaret edilmektedir. Ancak İslâm hukukunun şu temel düsturlarına uyularak bâzı hallerde adâlet-i izafiyeye gidildiği de olmuştun “Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olumu” “Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaffile izâle olunuf’ “İki fesâd te ‘âruz itdikde ehaffi irtikâb ile a ‘zammın çâresine bakılır” “Ehvenü ‘ş-şerreyn ihtiyar olunur” “Def’-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâda” (Ömer Nasuhf Bilmen, Hukuk-ı İsldmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 263-264; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, 125-126, madde: 26-30). Bu maddeler İslâm hukukunun külli kaidelerindendir ve Kur’ân-ı Kerîm’in el-ütnetü eşeddü mine’l-kati (Bakara, 191. Dilger sehven 187. âyet demiş, s. 33) gibi âyetlerine istinat etmektedir. Elmalılı.bu âyeti tefsir ederken : “kati hadd-i zâtında fena bir şeydir, lâkin fitne katiden daha şiddetli ve zararlıdır. Zîrâ katlin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder. Onun için Fitneye tutulmaktansa, onu çıkaranları öldürmek veya çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. Ehvenü’ş-şerreyn ihtiyâr olunur gibi kaidelerin mesnedi bu gibi naslardır. Asayiş-i umûmiyi ihlâl, vatandan ihraç hep birer fitnedir’ (Hak Dini.., II, 695, 696) demekte; Mehmed Vehbi Efendi ise ayrıca, “i’lây-ı kelimetullah için, fitne çıkaranların katilerinin meşru olduğunu” (Hulâsatü’l-beyân.., II, 95) ilâve etmektedir. Osmanlı padişahlarının, bilhassa Fâtih Sultan Mehmed’in, bu hususta tatbiki çok zor olan adâlet-i mahzâ yerine, adâlet-i izafiyeyi tercih ettikleri düşünülebilirse de, Kanunnâme’deki maddenin, hiç suçu bulunmayana tatbikini İslâm ceza hukuku ile telif etmek zordur. Ancak bunun, Fâtih’in hâkimiyetin bölünmezliği ilkesi ile saltanatın intikali usûlünü bağdaştırma düşüncesinden doğmuş olabileceği söylenebilir. Son yıllarda kardeş katli ile ilgili bir doktora tezi hazırlayan Mehmet Akman ise, meselenin şef i değil örfi hukuk çerçevesinde ele alınması gerektiği sonucuna varmıştır (Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995).
70 İnalcık, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü…”, s. 91; Mumcu, aynı eser, s. 188.
71 Vasfi Raşid Sevig, kardeş katlinin Bizans’tan alındığı fikrindedir (Ticaret Kanunu İstanbul 1934, Tarihî Mukaddime, s. VIII). Şeıhil,
72 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII. Defter(nşr. Şerafettin Turan), Ankara 1957, s 173.
73 Osman Turan, Tarihî Akışı içinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1980, s. 50 vd.
74 Orhan Bey’in adaletli olması, İslâm dinini yayması, padişahların asıl gayesinin bu olduğu şeklinde hulâsa edilebilen bu vasiyet için bk, Âşıkpaşazâde, s. 31; Neşri, s. 145.
75 Bu hususta daha fazla bilgi için bk, Ahmed Refik, Padişahlarımızda Din Gayreti ve Vatan Muhabbeti, İstanbul 1332.
76 “Padişahlar arasında akrabalık yoktur”. Cem’in ülkeyi paylaşma teklifine II. Bayezid’in verdiği cevap (Hoca Sadedditı, II, 10; Cavid Baysun, “Cem”, İA, İstanbul 1977, III, 71).
77 Nizâm-ı âlem için oğlunu feda etmekten çekinmeyen Kanuru’nin bu davranışını, o sıralarda Osmanlı Türkiyesinde bulunan Avusturya elçisi Busbecq: “Müslümanlar Osmanlı hane danmın varlığı ile ayaktadırlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için hânedanm bekası evlâddan daha mühimdir” sözleriyle ifâde eder (Türkiye’yi Böyle Gördüm, trc. Aysel Kurutluoğlu, İstanbul ts,, s. 42). Keza, Taşlıcalı Yahya da Şehzade Mustafa için yazdığı Mersiye’nin sonunda; “İlâhî cennet-i Firdevs ana turag olsun – Nizâm-ı âlem olan Pâdişâh sağ olsun” diyerek aynı hususa dikkati çeker (Dîvân, nşr. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul 1977, s. 168).
78 İskendernâme müellifi Ahmedî’nin de belirttiği gibi, sâdece büyük bir kahraman değil, aynı zamanda manevî sahada da yüce bir mertebe sahibi olan ve tek gayesi, mensubu olduğu İslâm dinine hizmet olup, bu uğurda şehîd olmayı dileyen I. Murad’ın, oğlu Savcı Bey’i nefsi için öldürtnıesinin düşünülemeyeceği aşikârdır (Nihad Sami Banarlı, «Niçin öldürürlerdi», Osmanlılar Albümü, İstanbul 1981, s. 25). Murad Hudâvendiğâr’ın bu niyazı için, bk. Neşıî, Cihannümâ, I, 285-287.
79 XVI. Asırda Yazılmış Anonim Osmanlı Tarihi, (trc. Şerif Baştav), Ankara 1973, s. 118 vd.
80 “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur’ mealindeki meşhur hadîs-i şerif Buhârî’ nin Târîhu’l-Kebîr’i: İmam Süyûtî’nin Camili’s-sagfr’i; İmam Ahmed’in Müsned i; Hâkim’in Müstedrek’i ve İbn Hacer el-Askalani’nin el-İsâbe fî Temyizi’s-sahâbe gibi makbul eserlerde nakledilmektedir. Metnin usul bakımından tahlili ve kaynaklarının değerlendirilişi için bk. Ali Yardım, “Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi XIII/2 (Mart-Nisan), s. 116-123.
81 Târih-i Ebü’l-fâruk, İstanbul 1328, II, 139. Hayrullah Efendi ise Fatih’in, babası II. Murad zamanında birkaç defa hal’ hâdisesini nazara alarak, iktidarda tek kalmak için kardeşi Şehzade Ahmed’i öldürttüğünü yazmaktadır (Târih-i Devlet-i Aliyye, İstanbul 1271, VIII, 53).
82 Zorzo Dolfin, Fâtih ve İstanbul, s. 26.
83 İnalcık, M, VII, 514.
84 Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 545. “Fâtih, daha şehzadeliğinde cihangirlik emelinde idî’ (Tarih-i Sâf, s. 53); Bedâyiü ‘l-vekâyi’de ise Fatih’ in ağzından: “Bu hânedânın maksad-ı a’lâsı i’lâ-yı kelimetu’llahdır’ (197b) denilmektedir,
85 Âşıkpaşazâde, s.159-160; İbn Kemal, aynı eser, s. 195-196; Hammer, aynı eser (Ata Bey), III, 339
86 Tarih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî(trc. Karolidi), TOEM ilâvesi, İstanbul 1328, s. 17.
87 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 157. “Osmanlı İmparatorluğu, siyâsî ve hukukî yapısı bakımından istibdâd, zulüm ve keyfîliği kabul etmeyen İslâm prensiplerine dayalı ve meşvereti emreden bu dînin ilkeleriyle çevrelenmiş bir devlettir. Bu bakımdan kısmî bir demokratik niteliğe sahip bu devletin başında bulunan hükümdarın her zaman hal’ edilebileceği, yetkilerinin sınırsız olmadığının açık deliüdif (Recai G. Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, Birinci Kitap, Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Yıkılışına Kadar, İstanbul 1977, s. 15-16).
88 Osman Turan, Tarihî Akışı İçinde…, s. 12.
89 Vasfı Raşid Sevig, Ticaret Kanunu Şerhi I, mukaddime s. VIII- IX.