Nerede Hata Yaptığını Anlayip Tövbe Etmen Hakkında

indir-11 Nerede Hata Yaptığını Anlayip Tövbe Etmen Hakkında

Nimetin sana nereden geldiğini ve senden alınma sebebini bilmen gerekir. Çünkü nimet senden sebepsiz yere alınmaz. “Bir toplum kendisinde-ki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onda bulunanı değiştirmez.”1

[8] Bilmelisin ki bu nimet ancak yerine getirmen gereken bir vazifeyi terk ettiğin için senden alınmıştır. Bu vazife ise şükürdür. Şükredilmeyen her nimet yok olmayı hak eder. Denilmiştir ki: “Nimet şükredildiğinde kalıcı olur, nankörlük edildiğinde ise kaybolur.” Yine denilmiştir ki: “Kar-şılığında şükredilen nimet yok olmaz, nankörlük edilen nimet ise kalıcı olmaz.” Ayrıca, “Nimet vahşi bir hayvan gibidir, onu şükürle bağlayınız.” denilmiştir. Nimete nankörlük etmenin onu kesin olarak ortadan kaldı-racağına dair deliller çoktur. Bu delilleri zikrederek sözü uzatmayacağız. Netice olarak Allah Teâlâ’nın kitabı ve Resûlullah’ın (s.a.) sünneti, nimete nankörlüğün o nimeti ortadan kaldıracağına, şükrün ise onu arttıracağına dair iki delildir.

[9] Ârifler demiştir ki: “Şüphesiz ki Rab Teâlâ istisnasız bütün nimetlerin şükürle artacağını kesin olarak belirtmiştir. Fakat beş şey bundan müstes-nadır: Zenginlik, duaya icâbet, rızık, bağışlanma ve tövbe.” Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin edecek-tir.”2, “Allah (kaldırılması için) kendisine yalvardığınız belâyı dilerse kaldı-rır.”3, “Allah dilediğine hesapsız lutufta bulunur.”4, “[Allah] dilediğini bağış-lar.”5, “Sonra Allah bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder.”6[Bu beş şey dışında] şükür konusunda Allah Teâlâ hiçbir istisna koymamış ve şöyle demiştir: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttıracağım.”7

[10] Şayet “Şükür nedir?” diye soracak olursan, derim ki ârifler onu açıklamış ve hakikatini ortaya koymuşlardır. Fakat ben senin için bunu özetleyip anlayabileceğin şekilde anlatacağım: Şükür kalp, dil ve fiillerle olacak şekilde üç rükne sahiptir.

A. Kalp ile Yapılan Şükür
[11]En büyük şükür kalp ile olandır. Bununla kastedilen, bu nimeti sana Allah Teâlâ’nın verdiğini ve hiçbir şeyin O’na ortak olamayacağını bil-men ve buna inanmandır. Yüksek bir makam sahibi veya emîr, vezir, efen-di, arkadaş, baba vb. kimseler gibi bir şey yapmaya güç yetirebilen herkes, aslında başkaları için bir şey yapabilmek şöyle dursun kendileri için bile bir şey yapmaya güç yetiremezler. Şayet kişi hayırlı bir iş yapmış ise bu işi yaptı-ran Allah Teâlâ’dır ve kişinin o işte hiçbir yapıp etmesi söz konusu değildir.
[12] Bir hükümdarın kendisine bir şey ihsan ettiği kişi şayet hükümda-rın vezirinin veya maiyetinden birinin o işte bir rolü olduğunu düşünürse, bu kimseleri nimette hükümdara ortak etmiş olur. Çünkü bu nimeti sadece hükümdardan değil, hem hükümdardan hem de başkasından bilmiş, şük-ran duygusunu ikisi arasında paylaştırmış olur. Böylece hükümdarın hakkı konusunda ona ortak koşmuş olur. Bu inanışından ötürü onu cezalandır-mak hükümdarın hakkıdır.
[13] Şayet, “Bana hizmet sorumluluğu bulunan, emeğimin geçtiği, ara-mızda sadakat bağı olan, dinim ve dünyam adına bana faydaları dokunan, kalbimden çıkaramayacağım insanlar varken bu hastalığın ilacı nedir?” diye soracak olursan cevabım şu olacaktır: “Onları senin hizmetine veren, kalp-lerini bu arzu ile dolduran ve sana faydaları dokunsun diye vesileleri onlara kolaylaştıran kimdir? Hadi söyle bana!” Şayet, “Onları hizmetime veren Allah’tır. Güneş de ay da O’nun emri altındadır ve her şey Allah’ın kanu-nu içinde hareket eder.” diyecek olursan bil ki bütün bunlar Allah’ın gücü dâhilinde hizmet ederler. Sen bahsettiklerinin bir şey yapabileceklerine ina-nıyorsan, senin menşurunun yazılmasında kullanılan kalem, mürekkep ve kâğıdın da gerçek fâil olduklarına inanıyorsun demektir. Niçin [bu menşu-ru onaylayan] muvakki‘in gerçek fâil olduğuna inanmıyorsun? Peki, niçin sana dirhemler veren hâzinin gerçek fâil olduğuna inanmıyorsun? Her bir dirhemin hükümdarın kontrolünde olduğunu ve hâzinin kendi hâline bı-rakılsa sana bir zerre bile vermeyeceğini anladığın ve buna inandığın zaman bil ki yaratılmışlardan sana ulaşan her bir iyilik Allah’ın gücü dâhilinde gerçekleşmiştir. Sadece O’na şükret ve hiç kimseyi O’na ortak koşma.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ yaratılmış olanlara –ki yaratılmış olan her şey başkasına mecburdur- küllî iradeyi hâkim kılmıştır. Allah sana iyiliği dokunan kimse üzerinde bazı saikler uyandırır ve kalbine sana ihsanda bu-lunma hissini yerleştirir. Bundan sonra sana ihsanda bulunmamak için hiç-bir yol bulamaz. Durum böyle olunca, seni düşündüğü için değil kendisini düşündüğü için sana ihsanda bulunmuş olur. Sana ihsanda bulunmakta bir maksadı olmasa bunu yapmazdı. Şayet sana ihsanda bulunmakla kendisi-nin bir fayda edineceğine inanmasaydı, bunu yapmazdı. Demek ki o, sana ihsanda bulunarak aslında kendi menfaatini istemiştir. Aslında seni, kendisi için istediği başka bir nimete vesile kılmıştır. Şu hâlde sana nimeti veren, onu senin hizmetine verip kalbine de sana ihsan etme arzusunu yerleştiren-den başkası değildir.

[15] Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre Resûlullah şöyle de-miştir: “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.”8 aynı lafızla, Tirmizî ise iki farklı şekilde aynı rivayeti aktarmıştır. Bunlardan ilki, “Kim insanlara teşekkür etmezse Allah Teâlâ’ya da şükretmemiş olur.”9 Diğeri ise, “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah Teâlâ’ya da şükretmemiş olur.”10Nu‘mân b. Beşîr’in rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamber şöyle demiş-tir: “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara teşekkür etmeyen Al-lah’a da şükretmez. Allah’ın nimetini anmak şükür, onu anmayı terk etmek ise nankörlüktür.”11 Bu hadisin isnadında, bazı cerh âlimlerinin hakkında olumsuz şeyler söylediği Vekî‘ b. Cerrâh’ın babası Cerrâh b. Melîh bulun-maktadır. İşin aslı o, güvenilir bir râvidir ve Müslim ondan hadis rivayet etmiştir. Eş‘as b. Kays el-Kindî şöyle demiştir: “Allah’a en fazla şükreden, insanlara en fazla teşekkür edendir.” Ahmed b. Menî‘ [244/858-9] bu riva-yeti Müsned’ine almıştır. Şimdi diyeceksin ki madem bu gibi hadisler var, şeriat niçin sadece Allah’a şükretmemi söylüyor? Buna cevap olarak derim ki: Sana nimetin O’nun tarafından ihsan edilmiş olmasından dolayı. Se-nin yalnızca Allah’a edeceğin şükür, iyilikleri arttırmasını dilemek olacaktır. Senin üzerine düşen, bu ve açıklamasına gerek duymadığımız sebeplerden dolayı hakiki fâil olan Rab Teâlâ’ya şükretmendir.

[16]Sana ihsanda bulunan kişiye onun hakiki fâil olduğuna inandı-ğın için değil, Allah emrettiği için teşekkür etmen gerekir. Şayet onun fâil olduğunu düşünerek teşekkür edecek olursan, teşekkür etmemiş şirk koş-muş olursun. Sana ihsanda bulunan kişiye teşekkür etmeli ama onun sana faydasının da zararının da dokunmayacağını bilmelisin. Onun sana karşı tavırları en ufak bir nedenle değişebilir, sevgisi ise nefrete dönüşebilir. Bu saikler ortadan kalkarak tam tersine de dönebilir. Şüphesiz tek ihsan edici, değişmeyen, dönüşmeyen ve zâil olmayan Rablerin Rabbi’dir. Yaratılmış ile Yaratan arasındaki vasıta ise bize karşı merhametli ve bağışlayıcı olan, bu durumu hiç değişmeyen Muhammed Mustafa’dır (s.a.) ki o emin, bütün mahlûkatın en hayırlısı, resullerin ve nebîlerin efendisidir. Âlemlerin Rabbi katından salât ve selâmın en güzeli onun üzerine olsun.

İnceleyin:  Dostluk

[17] Bu kaideyi iyice anladığın zaman yani tüm nimetlerin sana yara-tılmışlardan biri tarafından değil Allah Teâlâ tarafından verildiğini idrak eder hâle geldiğinde, işte bu, nimet için en büyük şükür ve şükrün de en büyük rüknü olur. Bu nedenle muhakkiklerin çoğu onu şükrün bizzat ken-disi saymışlar ve “Şükür, ihsanda bulunanın nimetini boyun eğerek itiraf etmektir.” demişlerdir. Tıpkı sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin, “Hac Arafat’tır.”12 ve “Pişmanlık tövbedir.”13 sözlerinde olduğu gibi bunu da şük-rün en büyük rüknü kabul etmişlerdir.

[18] Dâvûd b. Süleyman b. Dâvûd el-Âbârî semâ yoluyla Ömer b. Ebi’t-Tâhir Yûsuf b. Ömer b. Yûsuf ’tan, o Berekât İbn İbrâhim el-Huşû‘î’den, o Hibetullah b. el-Ekfânî, o Ahmed b. Abdülvâhid b. Muhammed ve Mu-hammed b. Ukayl b. Ahmed’den, her ikisi Ebûbekir Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Ebi’l-Hadîd’den, o Ebûbekir Muhammed b. Ca‘fer es-Sâmirî el-Harâitî’den, o Yahyâ b. Ebî Tâlib’den, o Ali b. Âsım b. İsmâil b. Ebî Hâlid’den, o Ebî Amr eş-Şeybânî’den rivayet etmiştir: Tûr günü Mûsâ (as), “Rabbim, şayet namaz kıldıysam senin lutfunla, tasadduk ettiysem senin lutfunla ve tebliğ görevimi yerine getirdiysem senin lutfunladır. Sana nasıl şükredeyim?” diye sorunca Allah Teâlâ, “Ey Mûsâ, işte şimdi bana şükret-miş oldun.”; başka bir rivayette ise, “Nimetin benden olduğunu anladığın-da şükrünü eda etmiş olduğun için senden razı oldum.” buyurmuştur.

Bu şüphesiz doğrudur ve kendi seçimimizle yapıp ettiğimiz her şey Allah’ın bizim üzerimizdeki bir nimetidir. Azalarımız, gücümüz, irademiz, güdülerimiz, hareket ve davranışlarımızı sağlayan diğer bütün işlerimiz, Al-lah’ın yarattığı şeyler ve onun birer nimetidir. Biz aslında O’nun nimetine yine O’nun nimetiyle şükrederiz.
[20] Âlimlerin hatibi Şâfiî (r.a.) bu noktaya işaret etmiş ve şöyle demiş-tir: “Yalnızca bir nimetinin şükrü dahi ancak yine kendisinden bir ihsan ile eda edilebilecek olan Allah’a hamdolsun. Eda edecek kimse için önceki bir nimetin şükrünün edası yine şükrü gereken yeni bir nimetle olur. Tari-fini yapacak olanlar O’nun büyüklüğünün sınırına erişemezler. Öyle ki O, kendisini vasfetmiştir ve bu, yarattıklarının onu vasfetmesinin ötesindedir.”
[21] Mahmûd el-Verrâk şu şiiri söylemiştir:
Allah’ın nimetine şükrüm, tıpkı bunun gibi şükrü gerektiren bir nimetle olur
O’nun lutfetmesi olmadan şükür nasıl tamam olur ki? Günler uzasa, ömür sürekli olsa bile.
[22] Bu rükün konusunda ulemâ, bizim zikrettiklerimizden fazlasını söylememiştir. Kanaatimce nimete mazhar olan kişi -onda bir azalma olsa dahi- Allah Teâlâ tarafından ihsan edildiği için elindeki nimete aynı önemi vererek özen göstermelidir. Çünkü O’nun ihsan ettiği şey, az olsa dahi ona az denilemez. Dahası kişi, o nimeti hak etmediğini ve gerçekte kendisi-nin akıtılan meniden bir nutfe olduğunu itiraf edip nefsine küçümseyerek bakmalıdır. Allah Teâlâ onu, hak ettiğinden dolayı değil kendi lutfuyla o nimete ulaştırmıştır.
[23] Bilirsin ki, bir kimseye hükümdarın birinden bir hediye ulaşsa, o kimse de hediyeyi küçümseyip önemsiz görse, hükümdar ondan bunun in-tikamını alır, onu şiddetle cezalandırır, yanından uzaklaştırır ve ihsanından men eder. Şayet hükümdarın nimetini yüceltip o nimete nispetle kendi değersizliğini itiraf etse, hükümdar bundan memnun kalacak ve yaptığı bu iş başka bir nimetin kendisine verilmesine vesile olacaktır.
[24] Rab Teâlâ’ya hiçbir şey gizli kalmaz. O, sende olan her şey-den haberdardır. Şayet kalbinde nimeti küçük görürsen nime-tin ortadan kalkmasından ve ona muhtaç olmandan korkulur.
Şayet onu kalbinde yüceltirsen, bu defa nimetin devamına ve artmasına sevin. eş-Şeyhü’l-İmâm’ın 14 [ö. 1355/756] -Allah rahmet etsin- şöyle dediğini işittim: “Bir kimseye hediyeler verdim ve o kimse bu hediyeleri küçümsedi. Anladım ki Allah Teâlâ bu ihsanı ona vermeyecek ve onu bu ihsana muhtaç edecek.”

[25] Şayet, “Çoğu insanın kendisine verileni az bulması hastalığının ilacı nedir?” diyecek olursan şöyle söylerim: Bunun ilacı, kişinin dönüp kendisine bakması ve “Allah Teâlâ onda hak sahibi mi? Kişinin kendi aslı nedir? Ulaştığı şeye nasıl ulaşmıştır?” gibi soruları düşünmesidir. Aslının ne olduğunu düşünüp az bulduğu o nimete ulaşıncaya kadar ki hâlini de-ğerlendiren herkes, bu nimeti ancak hesapta olmayan bol bir ihsan olarak görür. İşte bu, hastalığın çarelerinden biridir.

[26] Bu hastalığın bir diğer ilacı ise nimetin Allah Teâlâ’dan olduğunu kabul etmen ve Yüce Allah’ın zelil kuluna az bile olsa bir iyilik ihsan etti-ğinde onu hatırlamış olduğunu bilmendir. Seni hatırlayan seni zelil etmez. Kerîm olan Allah Teâlâ’nın seni hatırlaması ancak seni imtihan etmek is-temesindendir. Ondan geleni müjde bil ve bunun aksini düşünmekten de sakın.

[27] Şayet Allah Teâlâ’nın sana verdiğini az bulacak olursan bil ki, Allah sana çok bile vermiştir. Yine bu ihsan, şükrettiğin takdirde bundan daha fazla olan bir başka ihsana ulaştıracağı için de çoktur. İhsan edeni görme-den sadece nimete baktığın için onu küçük görmektesin.

[28] Sana bir hikâye anlatayım: Hükümdarın biri sefere çıkmaya karar verir ve maiyetinden birine bir at ihsan eder. Bu kimsenin kendi-sine verilen ata sevinmesinin birkaç seviyesi vardır. Bunların birincisi ve en üstünü, adamın bu nimet sayesinde hükümdarın hizmetinde sefere çıkması, onun maiyetinde yer alması, ayrıca avam arasından sıyrılıp ha-vass arasına girmesinden kaynaklanan sevinçtir. Onun at sebebiyle yaşa-dığı sevinç, hükümdarın gözü önünde bulunmasından ve onun dost-luğunu kazanmasındandır; yoksa bir at sahibi olmasından değildir. [İkincisi] ve bunun bir alt seviyesi, kendisine verilenin yalnızca bir at olmasından ötürü değil, hükümdarın onu hatırlamasına, ona ihsanı-na ve şefkatine işaret etmesinden kaynaklanan sevinçtir. Bu, ihsan edilen bir ata değil at sahibi olmakla elde edilen şeylere duyulan bir sevinçtir.Yalnızca binecek bir ata sahip olmak nedeniyle sevinmek ise en ucuz ve en değersiz olan üçüncü sevinçtir. Bu durum at için sevinmek ve onu verene bakmamak anlamına gelir. Bu kimse nazarında, bir atı hükümdarın hediye etmesiyle onu çölde bulması arasında hiçbir fark yoktur.

[29] Kişinin bütün bu işlerin tamamına sevinmesi ise dördüncü sevin-me hâlidir. Kişi sevinç duyar, çünkü bu hediye onu sultanın dostluğuna ulaştırmış, gelecek diğer nimetlerin habercisi olmuş ve ona fayda sağlamış-tır. Böyle sevinmenin bir sakıncası yoktur ancak bu birinci seviyenin altın-da bir sevinçtir. Zira birinci seviyede onun tek gayesi sadece hükümdardı. Bu, dünyadaki -kitabı kendileri için yazdığımız- kimselerin çoğunun ula-şamayacağı yüksek bir seviyedir. Bu nedenle açıklamasına fazlaca girmiyor, umumun anlayabileceği şekilde özetliyoruz ki kitapta bahsettiklerimizi an-layabilsinler ve bununla en yüce seviyeye yükselmeyi hedeflesinler. Rahmet kapısı açık, Rab Teâlâ müjdeleyicidir. Peki, nerede bunun için gayretle ça-lışacak olanlar?

İnceleyin:  Allah'ın kullarından istediği en mühim iş şükürdür

B. Dil ile Yapılan Şükür

[30]Dil ile yapılan şüküre gelince… Bununla kastedilen, nimet karşılı-ğında Allah Teâlâ’ya hamd etmek ve Allah Teâlâ, “Rabbinin nimetine gelin-ce; onu anlat!”15 dediği için O’nun nimetini anmaktır. Nimeti anmamız riya, gösteriş ve gurur için değil, Rab Teâlâ’yı övmek için olmalıdır.

[31] Denilir ki, seleften bir grup bir araya gelir ve meclis dağılıncaya kadar sahip oldukları nimetleri birbirlerine anlatırlarmış. Üstâd Ebü’l-Kâ-sım el-Kuşeyrî [ö. 465/1072] meclistekilerden birinin şöyle dediğini söy-ler: “Bir gün bir yolculukta yaşı epeyce ilerlemiş bir adam görmüş ve ona hâlini sormuştum. Bana şunu anlattı: Gençlik yıllarımda amcamın kızına meylim, onun da bana meyli vardı. Benimle evlendirilmesine karar verildi. Zifaf gecesi, haydi bu geceyi bizi bir araya getirdiği için Allah’a şükretmekle geçirelim, dedik. Bütün gece namaz kıldık. Öyle ki ikimiz de birbirimize bakmaya vakit bulamadık. Sonra, ikinci geceyi de aynı şekilde geçirelim, dedik. Öyle ki yetmiş-seksen sene geçti biz hâlâ geceleri bu şekilde geçiriyo-ruz. Yanındaki yaşlı kadına dönerek ‘Öyle değil mi?’ diye sordu. Yaşlı kadın da adamı onayladı. Böylece yaşlı adam, bu büyük şükrü kendisine ilham eden Allah Teâlâ’nın nimetini anmış oldu. Onun bu nimeti anmış olması da ayrı bir şükürdür.”,

[32]Rivayet edilir ki Ömer b. Abdülazîz’e (r.a.) bir heyet gelir. İçlerinden bir genç konuşmak için ayağa kalkar. Ömer, “Büyük birisi çıkıp konuşsun, büyük birisi!” deyince genç, “Ey Emîrü’l-mü’minîn! İşler yaşa göre olsaydı müslümanlar arasında yaşı senden daha büyük olanlar vardı.” der. Bunun üzerine Ömer, “Haklısın, konuş!” der ve genç, “Ey Emîrü’l-mü’minîn! Biz bir şey talep eden veya bir şeyden korkan bir heyet değiliz. İstenilebilecek şeylere ancak senin ikram etmenle ulaşırız. Korkulacak şeylerden ise senin adaletin bizi emin kılar. Biz bir teşekkür heyetiyiz, sana dilimizle teşekkür etmeye geldik.” der. Bu konuda daha birçok örnek vardır ama kitabımızın gayesi bunları saymak değildir.

[33] Bilmelisin ki hem kalp hem de dil ile yapılan şükür bütün nimet-ler için geçerlidir. Nimetler, kalp ve dil ile yapılacak şükür konusunda eşit durumdadırlar.

C. Fiiller ile Yapılan Şükür

[34]Fiillerle yapılan şükür ise, nimet verenin emirlerine itaat etmek ve yasaklarından kaçınmakla olur. Bu itaat ve kaçınma, her nimetin kendisine uygun şekilde yapılır ve her bir nimetin kendine has bir şükrü vardır. Esas olan, Allah Teâlâ’nın nimetlerini ona itaat için kullanman, isyan için kul-lanmaktan kaçınmandır.

[35] Nimeti göz ardı etmen ve nimete olması gerektiğinden farklı bir şe-kilde şükretmen gerçek şükür değildir. Kim bundan ayrılıp başka bir şekil-de şükretmeye yönelirse onu eksik yapmış ve en önemli hususu terk etmiş olur. Hakikatte akıllı kişi, bu iki şükrü birlikte eda edendir. Şayet bunları ayırmak gerekirse en doğru olan, her nimeti yaratıldığı şey için kullanmak-tır. Bu da örneklerle açıklanacaktır:

1. [Göz Nimeti]

[36]Göz nimeti için şükür, gözlerin bir müslümanda gördüğü bütün kusurları örtmek ve bakmanın yasak olduğu bütün kötü şeylere onları ka-patmakla olur. Şayet her gece gözlerin için iki rekât şükür namazı kılsan fakat onları haram kılınmış bir şeye bakmak için kullansan, bu nimetin şükrünü hakkıyla eda etmiş olmazsın.

2. [Kulak Nimeti]
[37]Kulak nimeti için şükretmek ise haramı dinlememen, işittiğin bü-tün kusurları da gizlemendir. Kulakların için Allah’a şükür olarak her gün iki dirhem sadaka versen, sonra da işittiğin bütün ayıpları açığa döksen ve duyduğun bütün haramlara ve gıybetlere kulak kesilsen o zaman bu nimet için hakkıyla şükretmiş sayılmazsın.3.
3.[Yöneticiler]
[38]Bu kısım halifeyi ve onun dışında sultanı, onun nâiblerini, kadıları ve diğer makam sahibi kimseleri kapsar. Onlardan her birini tek tek zikre-deceğiz.
[39] Allah Teâlâ seni insanlar üzerinde bir makama getirdiğinde, reâyâ-nın durumunu iyice araştırman, hüküm verirken aralarında âdil olman, onlar hakkında eşitçe hükmetmen, heva ve arzundan sakınman, kesin bir delil sunmadıkça birisinin başka bir kimse hakkında söylediklerine kulak asmaman ve ilk gelenin söylediklerine göre aceleyle hüküm vermemen ge-rekir. Şayet ilk gelene meyleder ve onun doğru söylediğini düşünürsen, işte o zaman halka zulmettiğini bilmelisin. Kalbin şimdiye dek çeşitli gayelerle hâlden hâle geçip durdu ve boş arzuların onu dilediği gibi yönlendirdi. Biri hakikati söylediği hâlde, sen ilk gelenle sonra geleni eşit kabul edersen yine zulmetmiş olursun.
[40] Türkler [Memlük idarecileri] arasında ilk şikâyet edeni haklı bulan çok kimse gördüm. Bu onların kalplerini ele geçiren gaflet sebebiyle idi ki bu gaflet onların kalplerini susuz kara toprağa döndürmüştü. Toprağa bir su aksa, akan su saf mı bulanık mı, tatlı ve soğuk mu yoksa bulanık ve sıcak mı fark etmeksizin toprak bu suya kanar. Bu suya kandıktan sonra da saf ve güzel bir su bile gelse artık onu içine çekmez. Bu su onun üzerinden akar gider. İşte bunlar hakikatten habersiz kalplerdir. Bundan Allah’a sığınırız.
[41] Buna binaen senin zikrettiğimiz şekilde yöneticiliğin şükrünü eda etmen ve reâyâ ile eşit durumda olduğunu bilmen gerekir. Sen ken-din reâyânın önüne geçmedin. Bilakis seni onların önüne geçiren Allah Teâlâ’dır. O dileseydi seni bu işten men edip onları başa geçirebilirdi.
Taceddin -es-Sübki -Mu’idu’n-Ni’am ve aMubidu’n Nikam(Makam ve Meslek Ahlakı,Y.E.K,syf.24-44
Dipnotlar:
1er-Ra‘d, 13/11.
2et-Tevbe, 9/28.
3el-En‘âm, 6/41.
4el-Bakara, 2/212.
5el-Bakara, 2/284; el-Mâide, 5/40.
6et-Tevbe, 9/27.
7İbrâhim, 14/7.
8.Ebû Dâvûd, “Edeb”, 12.
9.Tirmizî, “Birr”, 35.
10.Tirmizî, “Birr”, 35.
11.Ahmed b. Hanbel bu hadisi eserinde zikretmiş, eseri tahkik eden Şuayb el-Arnaût v.dğr. hadisin isnadı-nın zayıf olduğunu belirtmişlerdir (bk. Müsned, Beyrut 2001, XXX, 390). Hadisin zayıf oluşuyla ilgili olarak ayrıca bk. İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Kahire 1351, I, 333.
12.Nesâî, “Menâsikü’l-Hac”, 203; Tirmizî, “Hac”, 57; İbn Mâce, “Menâsik”, 57.
13.İbn Mâce, “Zühd”, 30
14.Sübkî’nin “eş-Şeyhü’l-İmâm” şeklinde kitap içerisinde sıkça atıf yaptığı bu kişi bazı yerlerde açıkça “babam” diyerek bahsettiği Takıyyüddin es-Sübkî’dir.
15.ed-Duhâ, 93/11.510

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir