Nedir Şu Aşk?

images-14-300x150 Nedir Şu Aşk?

Ailenin ne olup ne olmadığıyla başladık, günümüzde aile ve kadm-erkek ilişkilerindeki değişimler etrafında dolandık ve buradan aşka düştü yolumuz. Aranızda “Ne alakası var, nereden nereye geliverdiniz!” diyenler olabilir. Onlan say­gıyla selamlarım. Lâkin günümüzde evliliklerin geleneksel dünyaya göre birçok değişiklik yaşadığı, mesela bizim kül­türümüzde de bir süreden beri “görücü usulü” yöntemin­den ziyade şöyle ya da böyle “aşk evliliklerinin daha da ön planda olduğu gerçeğinden hareket etmek, çözüm yollan düşünürken yaşadığımız dünya hayatı gerçeklerinden kop­mamak zorundayız. Aşkın ne olduğuna, günümüzde nasıl görüldüğüne de bakalım ki, aile hayatındaki sorunlara çö­zümler ararken, sağlam bir zemine basalım.

Tüm dünya dillerinde karşılığı olan ve yine muhte­melen tüm dünya dillerinde insanlann en çok kullandığı kelimelerden birisi, “aşk”. Tüm dünya dillerinde insan­lar “aşk” dediklerine göre, ortada dünyanın her yerinde benzerlik gösteren bir olgular demeti olmalı. Bunu kabul edebiliriz ama hemen değil. “Dilsel varlık” oluşumuzdan kaynaklanan bir kadere sahip olmamızdan geliyor tem- kinliliğimiz. İki kişi aynı kelimeden bahsedince ona aynı anlamı yüklediğimizi sanıyoruz. Oysa çoğu kere en bili­nen kelimeler için bile, insanlar farklı anlamlar yüklüyor- iar. “Aşk”tan söz ettiğimizde bu durum çok daha karmaşık bir hâl alıyor çünkü bu kez işin içine insanlann kavramlara verdikleri anlamları belirleyen “kültür” giriyor.[48] Çün­kü ortada anlatılması çok zor, içsel bir yaşantı var ve üs­telik bu tür içsel yaşantılar “aşk” diye ifade edildiğinde insan ilişkilerinde çoğu zaman prim sağlıyor. Birisinin size âşık olduğunu duyduğunuzda içiniz bir hoş oluyor ya da tam tersi siz birisine karşı olumlu hissiyatınızı iletme­ye çalışırken “âşığım” dediğinizde bunun priminden fay­dalanmak istiyorsunuz. Bu nedenle her ne kadar ilişkiler için yatırdığımız duygusal enerji ve yakın olma isteğimiz, onlarm hoşlanma, arkadaşlık, dostluk, sevgililik, aşk, tut­kulu aşk vs. gibi değişik adlar altında sınıflandırılmaları­na yol açsa da genellikle her tür olumlu duygusal yaşantı “aşk” diye ifade ediliyor. Hele günümüzde, tüm sınıflan­dırmalar, kesin tanımlamalar, şablonlar kalktığı, bireysel değişkenler çok öne çıktığı için artık ilişki tanımlarında­ki bu farklılıklar da anlamını yitirmiş, bunların modası geçmiş görünüyor. Herkes herkese “sevgilim”, “aşkım” diye hitap edebiliyor, kim kimin tam olarak nesi oluyor, çok zaman net bilemiyoruz.

Aslında “aşk”ın insan ilişkilerinde yakınlığı ve duygu yatırımını gösteren diğer ifadelerden farkı genellikle bili­niyor ama bazen bilimsel iddialı yayınlarda bile gerçekten karıştırıldığı da oluyor. Aşk üstüne yayınların bir kısmı yalnızca cinsellikle ilgili, bir kısmında aşk adı altında ev­liliklerdeki ve/veya birlikteliklerdeki sorunlar konu edili­yor. Evet, burası çok önemli; “aşk” konusunda konuşmaya geçmeden önce, her kafadan bir ses çıktığını, ortalığın tam bir arapsaçı olduğunu tespit etmeliyiz. “Aşk” başlığı altında her türlü sevginin ve cinselliğin özensizce konu­şulduğunu; “aşk ilişkileri” dendiğinde çoğu zaman hatalı bir biçimde tüm kadın-erkek ve eş ilişkilerinin anlaşıldı­ğım görmeliyiz.

Aşk konusunda anlam karışıklığı sadece günümüze mahsus değil, her zaman vardı hatta Eski Yunan’da bile. Eski Yunanlıların bu karışıklık nedeniyle aşkı en az on türe ayırdıkları söyleniyor. Bugün de aşk, bazı sosyolog­lar tarafından Eski Yunan’daki bu türler esas alınarak, bi­rincil ve ikincil olmak üzere, iki bölümden oluşan farklı renklere ayrılmaya çalışılıyor.[49] Bilim ve düşünce dünya­sında pek de kabul görmeyen bu tanıma göre, üç birincil aşk rengi vardır ve bu üç birincile dayalı karışımlar, tıpkı renklerde olduğu gibi sınırsız ikincil aşk çeşidi üretebilir. Birincil aşk renkleri kırmızı, mavi, sarı gibi temel renkler­dir. Bu renklere sırasıyla “Eros”, “Storge” ve “Ludus” tipi aşklar karşılık gelir. “Eros”, cinsel arzunun öne çıktığı, tutkulu, eğlenceli, yüksek enerjili bir aşktır. Eski Yunanca “şefkat” demek olan “Storge”da şefkatli, kardeşçe, dostça bir arkadaşlık ağır basar. “Oyun” anlamına gelen “Ludus” tipi aşkta şakacılık, uçarılık, sorumsuzluk söz konusu­dur. “Mania”, “Agape” ve “Pragma” aşkın ikincil renklerini oluştururlar. ‘‘Mania”, mantık-dışı, saplantılı, sahipleni- ci, bağımlı aşktır. Karşılıksız sevmeyi gösteren ve daha sonradan Hıristiyanlık terminolojisine de girecek olan, sorumlu, bencil olmayan, cömert, özverili aşk ise ‘‘kgape?’- dir. Ortak ilgi alanlarının, yaşam biçimi ve amaçlan açı­sından uyumun esas alındığı aşka “eylem” anlamındaki “Pragm<2″dan yola çıkılarak “pragmatik aşk” deniliyor. Bu oldukça tuhaf aşk renkleri teorisi bugün birçok araştır­mada esas alınıyor ama dediğimiz gibi aşkın böyle renk­lere aynlabileceğinin hiçbir bilimsel dayanağı yok.

Hazır başlamışken günümüzde aşkla ilgili hemen her kitapta ve yazıda kolayca görebileceğimiz, popüler bilin­ci belirleyen bazı hatalı bakışlan hızla gözden geçirelim. Bugün modem uygarlığın dünyasında “aşk”, (dilimize pe­lesenk olmuş, gündelik ilişkilerde süs yerine kullandığı­mız komiklikleri bir kenara koyacak olursak) en çok, tut­kulu cinsel istek, bağlılık ve romantizmle karıştırılıyor. Oysa aşk bunların hepsiyle ilişkili ama yalnızca herhangi birisine indirgenemeyecek kadar da her birinden farklı.

Biraz da psikoloji dünyasından gelen cinselliğin insa­nı özgürleştireceği, cinsel doyum olmadan insanın mut­lu olmayacağı gibi telkinlerin de etkisiyle cinsellik, önce sevginin önüne geçti ve giderek modem aşk yaşantısının merkezinde yer almaya başladı. Hatta cinsellik öyle önem­sendi ki, aşkla karıştırılmaya başlandı; “tensel uyum” vs. gibi başlıklar altında, ortak cinsel deneyimin aşkın ger­çek tetikleyicisi olduğu öne sürüldü. Cinsel performans ve cinsel teknikler, duygusal iletişimden çok daha fazla vurgulandı. Oysa cinselliğin sevgiden, aşktan bağımsız, özerk bir alan olduğu bilinen bir gerçektir. Aynı şekilde sağlıklı her duygusal ilişkide cinsel işlevlerin de yolunda gitmesi beklenir ama sevginin de cinsellik olmadan ge­lişebileceği kabul edilir ki özellikle geleneksel aşkların,insanların birbirlerinin eline bile dokunmadan ortaya çıktıkları açıktır.

Her neyse, bugün artık yüzyılın başındaki psikolojik anlayışlardan gelen telkinlerin pek doğru olmadıklarını, insanın ruhsal yaşantısında çok önemli bir yer tutmuş olsa da cinselliğin insanı özgürleştirmediğini, tam tersine tüm diğer haz alanları gibi onun da kolaylıkla bir tüketim nesnesi hâline gelebildiğini biliyoruz. Her tüketim nesne­si gibi, insanın tüketmek için zorlandığı veya kendisini zorladığı cinselliğin bırakın özgürleşmeyi yeni gerilimler, doyumsuzluklar ve hoşnutsuzluklara kaynak teşkil ede­ceğinin de farkındayız. Doyurucu bir cinsel yaşantı elbet­te önemlidir ama tüm sorunların hele hele ilişki sorunla­rının çözümünde pek de işe yarar değildir. İnsanı susuz bıraktığınızda bir süre sonra su onun için temel nesne hâline gelir ama susuzluğunu giderir gidermez hayatın yakıcı gerçekliği, kaldığı yerden yine kendisini hissettire­cektir. Kaldı ki, cinselliğin su gibi temel bir ihtiyaç olup olmadığı da tartışmalıdır. Kişi aynı yatağı paylaştığı ki­şiden nefret etse de cinsel doyumun mümkün olabileceği bilinmektedir. Bu yüzden cinselliğin sevgiye değil de sev­ginin cinselliğe temel oluşturduğu, sevgi olmadan cinsel sorunların çözülemeyeceği, sevgisiz cinselliğin kuru ve yavan olacağı, sevginin cinsel yaşamı güzelleştirip zen­ginleştireceği daha doğrudur.

Sevgi ve onun en yoğun şekli olarak aşk, yalnızca cin­sel yaşama değil, kendisi olmadan sürüp giden yaşama da katkı yapan, güzellik ve coşku katan bir katalizördür. Bu açıdan duyular arasında en çok kokuya benzer, her yere kokumuzu birlikte götürürüz, sevgi doluysak bulunduğu­muz dünyayı da öyle yaşarız.

Nasıl cinsellik sevginin ve aşkın yerini tutamaz, onun temeli gibi sunulamazsa, aynı şeyler, bağlılık için de ge- çerlidir. Bağlılık (attachment), çoğunlukla bağımlılıkla (dependence) karıştırılır ama bağımlılıktan köken aldığı­nı psikoloji bilgimiz doğrulamaktadır.

Anne-bebek ilişkisi, anne kamında ve yaşamın ilk yıllarında tam bir bağımlılık ilişkisidir. Sağlıklı bir ebe- veyn-çocuk ilişkisinin temeli, çocuğun büyüyüp geliştikçe özgürleşmesi ve en nihayet bağımlılığın bağlılığa dönüş­mesidir. Bağlılık, aşkın değil tüm insan ilişkilerinin genel ilkesidir, özellikle kendimizi yakın hissettiğimiz, arka­daşlığımızı, dostluğumuzu sürdürmek istediğimiz insan­lardan belli ölçülerde bağlılık da bekleriz. Ama her insan, bağımlılıktan bağlılığa geçiş sürecini tam olarak sağlıklı bir biçimde ilerletemiyor. Bazılarında bağımlılıktan kay­naklanan öz güvensizlik ve karşısındakine dayanma, ya­pışma ihtiyacı hep sürüyor. Bu tip insanlar, ilk buldukları sevgi nesnesine öyle bir bağlanıyorlar ki, onlar da, onları görenler de bu kimseleri sırılsıklam âşık sanıyorlar. Bun­ları gören bazı psikoloji teorisyenleri de aşkın psikoloji­sinin kişinin kendi kendisine yetememekten kaynaklandı­ğım ciddi ciddi yazabiliyorlar. Oysa elbette bağlılık hissi olmadan aşk olmaz ama bağlılığın ve sıkıca bağlanmanın aşkla doğrudan bir ilişkisi yok. Terk edilme korkusu, gü­ven ihtiyacı, yeterince sevilmeme kaygısı her birimizde olabilecek insani hislerdir ama aşk tanımımıza bu tür insani hislerimizi biraz uzak tutmamız, nesnel olabilmek için ihtiyaçlarımızı paranteze alabilmemiz gerekir.

İnceleyin:  Kemal Sayar, Sadettin Ökten - Aşk İle Anı Seyretmek

Kısacası aşk, cinsellik, bağımlılık ihtiyaçlarının üzeri­ne biraz romantizm sosu dökülmesiyle oluşturulmuş bir insanlık hâli değil, “Aşk” dediğimizde gerçekten ortada çok bariz özellikleriyle kendisini gösteren ama ifade edilmesi, tanımlanması zor olan, oldukça karışık bir insanlık hâli söz konusu. Biz ileride aşkın ilk bakışta nasıl kendisini belli ettiği, tıpta “tanı koydurucu” (patognomonik) özellik­leri üzerinde duracak yani âşık insanın berrak görünümlü bir fotoğrafını sunmaya çalışacağız. Öyle sanıyoruz ki bu fotoğrafa baktığınızda, bir insanın (hiç değilse kendini­zin) âşık olup olmadığını kolayca anlayabileceksiniz. Ama şimdilik aşkın, çok azı müstesna sevme becerisine, potan­siyeline sahip tüm insanların büluğdan itibaren her yaşta başlarına gelebilecek çok özel bir hâl olduğunu söylemek­le işe başlayalım.

Aşk denilen özel hâl hemen tüm insanlarda ortaya çı­kabiliyorsa, demek ki her kişilik de hatta her kişilik bo­zukluğunda da aşk manzaraları görülecektir. Her kişilik aşkı kendi özelliklerine büründürecektir. Nasıl bir bitki­nin tohumu değişik topraklarda değişik tat ve görünümde ürünler veriyorsa, aşk tohumu da değişik kişiliklerde on­ların özellikleriyle biçimlenecektir. Hatta bir adım daha atmalı, bazı kişiliklerin aşkın ağır yüküne dayanamaya­caklarını, aşkı çok hastalıklı olarak yaşayacaklarını da söylemeliyiz. Evet, bazı âşıklar, aşkı hastalıklı biçimlerde yaşayacaklar, bazen de tencere kapağını bulacak başka alanlarda oldukça sağlıklı olan iki kişinin zayıf psikolo­jik özellikleri ilişkilerinde bir araya gelecek, hastalıklı bir aşk ilişkisine yakalanacaklardır, öyle ya “aşk” dediğimiz­de aslında özel bir insanlık hâlinden ziyade insan ilişki­sinde bir hâlden bahsediyoruz.

Âşık olunan insanın âşığından hiç haberdar olmadığı, “platonik” denilen bir aşk türünden bahsedildiğini biliyo­ruz. Bize göre hiç değilse modern zamanlarda sağlıklı bir insanın tamamen platonik bir aşka tutulması neredeyse imkânsız denilecek kadar istisnai bir durumdur. Biz açık bir ruhsal rahatsızlığı olanların haricinde böyle durum­ları, çok ender olarak, çok içe kapanık, hayatta tek bir arkadaşı bile olmayan kimselerde görüyoruz. Böyle durumlar, çağdaş ruh sağlığı literatüründe “şizoid fantezi” olarak adlandırılıyor.

Aşk denilen özel insanlık hâline psikolojiden baktığı­mızda, bu hâlin ana belirleyeni, belirteci olarak, “birisine tutkuyla bağlanma ve tüm olumlu duygusal eneıjimizi ona yatırma”yı görüyoruz. Bazı antropologlar ve psiko­loglar, aşkın şehvet, romantizm ve bağlılığın özel bir ka­rışımı olduğunu söylüyorlar.[50] Bunlara bir itirazımız yok ama psikolojiden baktığımızda “aşk” olgusunda söz konu­su olan ya da âşık olduğumuzda ortaya çıkan görünüm­ler, yukarıdaki iki belirleyenin dışa vurundan gibi duru­yorlar. Âşık olduğumuz kişi, bizim dünyamızda çok özel bir anlama yükselir. Tüm ilgimizi ona yöneltiriz. Onunla duygusal birlik arzusu yaşamımızın biricik amacı hâli­ne gelir. Ondan gelecek haberler, dünyanın diğer tüm ha­berlerinden öncelik kazanır. Zorluklar arttıkça tutkumuz da artar. Duygulanmız bir yangın yeri gibidir. Cinselliğin onunla çok özel olacağını düşünürüz, romantizm de cin­sel arzuyu tetikler ama duygusal birlik cinsel birlikten çok üstündür. Güven ve kıskançlık, coşku, umut ve hüzün dalgaları aşk denizini doldurur. İrademiz iptal olmuştur, kendimiz, nefsimiz kontrolümüzden çıkmıştır.

Kolayca görüleceği gibi özel bir insanlık hâli olan aş­kın, bir insana duyulan sıradan bir sevgi, hissedilen sı­caklık ve güven, yakın olma arzusu ile bir ilişkisi yoktur. Ama kabul edilmelidir ki, aşk da bir sevgi türüdür, teme­linde sevginin çok yoğun biçimde yaşanması olan bir sev­gi türü. Yine kabul edilmelidir ki, aşk, sevgi becerisi üzeri­ne bina olur. O hâlde öncelikle şu sevgi becerisi üzerinde durmalıyız.

Sevme Becerisini Anlamadan Aşkı Konuşmak Beyhudedir

Nasılsa her insanın içinde bir sevme yeteneği, sevgi bece­risi olduğunu sanıyoruz. Böyle sanmamızda, Erich Fromm gibi dinle daha barışık modem psikoloji üstatlarının payı da var. Belki insanın “fıtrat” denilen genel yapısı için bir ilahiyatçı insan-sevgi ilişkisini böyle anlatabilir ama psi­kolojiden baktığımızda bu konuda aynı rahatlığı göste­remeyiz. Psikolojiden bakmak, insanın ruhsal gelişimini etkileyen faktörleri, yaşamının başlangıcından itibaren titizlikle takip etmek demektir. Sevmek, gönlünü açık tut­mak, diğer insanları, dünyayı, bu gönül açıklığı içinde algı­layabilmektir. Sevebilmek için, kendinizi dışarıya açabilme cesaretine ve duyarlığına sahip olmamız gerekir. Psikolo­jiden baktığımızda görüyoruz ki, sevme becerisinin doğal ve doğuştan olduğunu söylemek zor. En azından böyle bir potansiyel varsa bile, onun insanın gelişimiyle birlikte uzuvları gibi kendiliğinden büyüyüvermediğini biliyoruz. Sevme becerisi, yine sanıldığı gibi büluğ çağındaki geli­şimin ve hormona! baskının sonucunda cinsel organların gelişmesine paralel olarak ortaya çıkıvermez. Psikoloji bil­gimiz, bize, sevme becerisinin çocuğun annenin kucağına alınmasıyla birlikte oluşmaya başladığını, anne-bebek iliş­kisinden köken aldığını söylüyor. Sevme becerisi, eğer sağ­lam temelleri varsa çocuklukta ve gençlikte daha da geliş­tirilebiliyor ama bu kesin değil. Çocukluğunda bu beceriyi edinenlerimiz daha sonraki yaşamlarında eğer ona göre bir çizgi izlemiyorlarsa, onu köreltip yitirebiliyorlar. Aşkı konuşurken sevme becerisini iyice aydınlatmamız gerekti­ğinden bu nokta üzerinde biraz daha durmalıyız.

Sevmenin ruh sağlığı konusundaki önemini vurgula- mayan psikolojik gelişim teorisyeni yoktur. Psikanalitik psikolojinin kurucusu Sigmund Freud, “Ruh sağlığının ölçütü nedir?” diye sorulduğunda, hiç tereddüt etmeden “sevmek ve çalışmak” demiş ancak sevmenin insanda na­sıl şekillendiği üzerinde fazlaca durmamıştır. Beğensek de beğenmesek de Freud, psikanalitik psikoloji araştır­malarıyla modem bilim dünyasında bir keşif yapmıştır. Freud’un neyi keşfetmiş olduğuyla ilgili birçok söz dola­nır ortada. Onun ruhsallıkla ilgili gerçek keşfi, “insanın mevcut tutum ve davranışlarında bebeklik ve çocukluk yaşantılarının birinci derecede önem taşıdığadır. Na­sıl milletlerin tarihine bakılarak o millet hakkında bilgi ediniliyorsa, insanın da bir tarihi vardır. Hepimiz kendi bebeklik ve çocukluk tarihimizin içinden geçerek şimdiki günlerimize geliriz. Bu, şu anki davranışlarımızın köken­leri bebeklikte, çocuklukta atılır demektir. Şimdi hangi durumda ne yaptığımızın, nasıl davrandığımızın neden­lerini araştırmak için nasıl bir ailede yetiştirildiğimiz, bebek ve çocukluk döneminde bize nasıl davranıldığı gibi konuların aydınlatılması gerekir, zaten psikanaliz dediği­miz yaklaşım da temelde bunu yapmaya çalışır.

Freud, insanın nasıl bir varlık olduğuyla ve bu varlığın aile ortamında nasıl şekillendiğiyle ilgili kendi gözlemleri­ne dayalı bir teori geliştirmiştir. Ancak onun teorisi, bugün birçok teorisyen tarafından desteklenmemektedir. örneğin Freud, cinsellik dürtülerini, cinsel arzuyu çok aşan, geniş bir manada kullanıyor, bunların çocuğun ve kişiliğin geli­şiminde çok önemli bir yer aldığına inanıyordu. Ona göre birçok toplumsal ve tarihsel olgu gibi insanın psikolojik gelişimi de pekâlâ psikanaliz ile açıklanabilirdi. Oysa bu­gün çocukluk yaşantılarının da cinselliğin de önemi kabul edilmekle birlikte Freud’un teorisine genellikle doğrulan­mamış olarak bakılıyor ve insan davranışlarını tüketici bir biçimde açıklayabildiği düşünülmüyor.

İnsan yavrusu, dünyaya geldiğinde diğer canlıla­rın yavrularından birçok açıdan daha farklıdır. Ama en temel fark, diğer canlılara göre çok uzun bir bağımlılık dönemine ihtiyaç göstermesi. Bu fark, aynı zamanda in­san olmanın temellerini oluşturuyor. Bütün diğer canlı­ların yavruları neredeyse doğumdan itibaren annelerinin, babalarının yetişkin canlılar olarak gerçekleştirdikleri fonksiyonları saatler içinde yerine getirebilirler, örneğin diğer memelilerin doğmaları ile yürümeleri arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Fakat insan, yaradılışı ge­reği çok uzun bir bağımlılık dönemine ihtiyaç gösterir ve ayaklan üzerinde durabilmesi yani kendisini toplumsal bir varlık olarak hissedebilmesi için ergenliğe (adoles- cent) kadar bağımlılık ihtiyacı devam eder.

Bebek, özellikle ilk bir yıl içinde ebeveynine mutlak ba­ğımlıdır, diğer bir deyişle birisi ona süt vermezse, birisi onun bakımını birebir üstlenmezse veya onunla ilgilen­mezse hayatta kalamaz, işte bütün psikoloji teorilerinin ve Freud’un da oluşturmaya çalıştığı teorinin çıkış nokta­sı burasıdır. Tamamen ve mutlak olarak bağımlı varlıktan nasıl olup da özerk bir insan ortaya çıkar? Yani bebek na­sıl aile içinde, toplum içinde insanlaşır ve yetişkin bir in­san olur? Freud’dan sonra birçok başkası çıkmış tüm psi- kanalitik teoriler, bu soruya verilen değişik cevaplardır.

İnceleyin:  Osmanlı Ailesi

Doğduğu andan itibaren bir bebek ne ister? Bebeğin doğduğunda ne yazık ki ağzı var dili yoktur. Konuşma, in­sanın en mucizevi yeteneğidir. Ama ne ki, bebek doğdu­ğunda henüz konuşamamakta, “Şunu istiyorum,” diyeme- mektedir. O hâlde bu dilsiz varlığın, bebeğin, ne istediğini anlamaya çalışan psikoloji teorilerindeki spekülasyonun yüksek oranda olması anlaşılabilir bir durumdur. Psiko­loji teorisyeni, hiç konuşamayan ve kendini anlatamayan bir varlığın yerine kendini koyarak, onun ne istediğine ilişkin, onun hayatla derdinin ne olduğuna ilişkin bir hi­potez geliştirir.

Şu an gözde olan teorilerden bir tanesi Freud’un öğren­cisi olan Melanie Klein’a aittir. Klein’a göre[51], insan yav­rusunun doğduğundaki temel derdi hayatta kalmaktır; ne annesini bilir, ne de bir başkasını. Hayatta kalmak için ise bir tek şeye ihtiyacı vardır, bu da annesinin memesinde­ki süttür. Tüm enerjisini bu hayat damarına yapışmak için harcar, onu alabilmek için saldırır. Bebeğin dış dünya ile ilk ilişkisi de budur. Böylelikle bebeğin psikolojisi de bu temel ihtiyaca göre şekillenir. Eğer bu teori doğruysa, yani bebek annesinin memesindeki sütü istiyor ve o olmadan var olamayacağını şöyle ya da böyle hissediyorsa, kendin­de olmayan ama başkasında bulunan bir şey bir insanda ne uyandınyorsa bebek de böyle bir hissiyat içindedir. Bu temel duygu “haset”tir. Bebek, onda olmayan bir şeye -anne sütüne- muhtaçtır, annesinde de bu ihtiyaç duyduğu şey­den ziyadesiyle vardır, dolayısıyla annesine haset eder.

Elbette böyle bir teori, “anne sevgisi”yle dolu insanlar olarak bize ilk anda ters gelecek, “Yok canım, kimse anne­sine haset etmez,” diye düşünülecektir. Bunu ancak “Biz­de olmayan bir şey başkasında varsa, üstelik biz o şeye kesinlikle muhtaçsak, bu şeye sahip olan kimseye karşı ne hissederiz?” sorusuna nesnel bir cevap arama cesareti gösterdiğimizde, kendimizi dilsiz bebeğin yerine koydu­ğumuzda anlayabiliriz. Bunu anlayabilirsek, erişkinlikte gösterdiğimiz haset davranışlarının kökenlerinin burada, bu ilksel (primordial) hasette olduğunu anlamamız artık çok kolaydır.

Klein’a göre, temel, ilksel duygulardan birisidir haset. Bebek, haset eder çünkü annesinde olan onda yoktur ve erişkin yaşamdaki öfkenin, tamahkârlığın, açgözlülüğün yani bütün olumsuz duyguların kökeni bu ilksel duygu­dur. Bebeğin hissetmiş olduğu eksik bir varlık olarak doğ­duğu için hasettir. Anne, annelik yapmak istiyorsa eğer, ne yapıp edip çocuğundaki bu haseti yatıştırmayı başar­malı, ona her şart altında bakım vermek için uğraşacağı konusunda güven sağlamalıdır.

Bebekteki haset hissiyatının yatıştırılması, tamiri için bir tek şeye ihtiyaç vardır; o da “yeterince iyi annelik” özellikleri gösteren annedir. Bu kimse, annenin yerine ba­kımı üstlenen birisi de olabilir. Anne, bebeğe karşı öyle davranışlar göstermelidir ki, bebek, baştan haset ettiği bu varlığın aslında onun iyiliğinden başka bir şey düşün­mediğini, zaman zaman “yemek yanıyor” diye emzireme- se de, “babası istiyor” diye yanma gelemese de bebeğinin varlığım her şeyin üstünde tuttuğunu düşünüp buna ikna olabilmelidir. Eğer ağladığında, altı açılmadığında, süt gelmediğinde veya herhangi bir nedenle hayal kırıklığına uğradığında anneden aldığı iyi duygular bu hayal kırıklı­ğını onarabiliyorsa giderek anneye güvenmeye ve sevme­ye başlar hatta kısa sürelerle de olsa anneden ayrı kalma­ya katlanabilir.

Erişkinler olarak o kadar tanıdık ve varlığına inanı­lan bir duygu kümesidir ki, sevgiyi hep içimizde, derin bir yerlerde kilolarca bulunan bir şeymiş gibi yaşarız ve bu nedenle sevgi göstermeyenlere sanki elindeymiş de bize inat ortaya çıkarmıyormuş gibi davranır, kızarız. Oysa sevgi duygusunun, sevme hissinin nereden geldiği, içimize nasıl yerleştiği, bilimsel olarak henüz bilinmi- yor. Muhtemelen yukarıda anlattığımız şekilde gelişiyor. Klein’a göre sevgi de haset gibi temel, ilksel bir duygu olarak içimizde potansiyel bir nüve hâlinde vardır. Nasıl şekilleneceğini anne ile ilişki tayin eder. Bazı teorisyenler içinse, başlangıçta insan yavrusunda sevgi yoktur. Anne haseti onarmayı başardıkça, bu güven ortamında sevgi yeşermeye başlar. Evet, söylemesi zor ama bebeğin içinde sevginin nasıl serpilip geliştiğini açıklamak çok da kolay değildir. Anne, haset eden varlığa, kendi memesine saldı­ran bebeğe şefkat göstererek, onu yatıştırarak, onun ha­yal kırıklığını gidererek bebeğin hasetini sevgisiyle tamir eder, onun içindeki potansiyel sevgiyi harekete geçirir, ona sevmeyi öğretir. Kasetin tamircisi sevgidir.

Haset, bütün olumsuz duyguların, açgözlülüğün, ta­mahkârlığın ve azla yetinmeyişin de kaynağını oluşturur. Yani aslında anne, “yeterince iyi annelik” yaptığında, be­bekteki varoluşsal haseti tamir edebildiğinde, bebeğe aç­gözlülükten ve karşısındakini yok edercesine saldırmak­tan korunmasını da öğretmiş olur. Bazı insanlar, daha doğrusu bebekler, kendisini hasete karşı şükran duygu­suyla dolduracak “yeterince iyi anne” özellikleri gösteren bir bakım vericiye sahip olmayabilir veya anneleri elin­den geleni yapsa bile bebeğin biyolojik donanımındaki eksiklikler nedeniyle çabaları boşa gidebilir. Onlar, sevgi alanının en zavallı kimseleridir, sevmekten nasiplerini almamışlardır, haset, tamahkârlık, bencillik ve açgözlü­lükle dolu bir yaşam çizgisi onları beklemektedir. Hasetle baş etmesini bilen, temel güven ve sevgi becerileri sağlık­lı anne-bebek ilişkisi sayesinde gelişmiş çocuk ve genç, daha sonra aile-içi, yakınlar arası ve okul yaşantılarında bu becerilerini pekiştirme fırsatı bulur. Ya da tam tersi yönde olumsuz bir gelişme olur, bırakın sevgi becerileri­nin pekişmesini, örseleyici (travmatik) yaşantılar, gelişi­mini köstekleyen insan ilişkileri yüzünden var olan sevgi becerileri de körelir hatta kaybolup gidebilir.

Klein’ın teorisinden yola çıkarak, aşkı konuşurken gözlerden kaçırılmaması gereken, tamahkârlıkla ilgili çok önemli bir nokta var. Görüldüğü gibi tamahkârlık, Klein tarafından şükranın, sevmenin değil hasetin içinde de­ğerlendiriliyor. Yani bir şeye tamah ettiğimizde, aslında başka birisine haset ediyoruzdur, sevmek değil sahip ol­mak istiyoruzdur. Bir insanı tamahkârca istediğimizde de değişen bir durum yoktur. Tamah ettiğimizde sevmiyoruz- dur. Tamahın arkasındaki siperlerden haset ve yıkıcılık tüm insani hasletlerimize saldırır.

Daha önce aşkın cinsellik ve bağlılık ile ilişkili olsa da bir ve aynı şeyler olmadığını söyledik. Şimdi bu anlat­tıklarımızdan yola çıkarak diyoruz ki, birçokları aslında sevgiyle, aşkla ilgisi olmayan tamahkârlığı, mutlaka iste­diğimiz birine sahip olma tutkusunu aşkla karıştırıyorlar. Aşkın, tutkuyla sevmenin tamahkârlıkla ilgisi yok oysa. Tamahkâr insan, karşısındakine bir eve, bir arabaya sa­hip olduğu gibi sahip olmak isteyen insan, haseti onarıl­mamış insandır; büyük ihtimalle yaşadıklarının sevgiy­le, aşkla uzaktan yakından alakası yoktur. Tamahkârlık, sevgiye zıt bir işleyiş gösterir; onun olduğu yerde sevgi yeşermez. Tamahkârlık, açgözlülüktür, hırsla, ne pahasına olursa olsun bir şeye sahip olma isteğidir. Tamahkâr bir tutkuyla bir şeyin peşinde koşan, gerekirse şiddet uygu­layarak onu ele geçirmeye çalışan, kendisine ve başkasına zarar verip vermediğini bile göz önünde bulundurmayan bir kimse, bırakın âşık olmayı sevginin de aşkın da azılı düşmanıdır.

Bir insanı arzuladığını söyleyen ama arzusunun içeri­ğini, onun bedenini, zihnini, cinselliğini, her şeyini ve her bir parçasını el koyarcasına istemek şeklinde açıklayan, “ya benimsin ya toprağın” diyen birisinin aşkla ilişkisi yoktur. Bir çiçeği seviyorum diye, tüm çiçekleri kökünden söküp kendi evine getiren bir kimse gibidir böyle tamah- kârlar. Aşktan konuşan, âşık olduğunu söyleyen herkes, bu yüzden öncelikle kendisini tamahkârlığın denek taşın­da smamalı, konuştuğu şeyin tamahkârlık değil, gerçek­ten “aşk” olduğunu bize kanıtlamalıdır. Sevme becerisinin gerçekte nasıl bir şey olduğunun anlaşılması, aşk sandı­ğımız birçok yaşantının aslında aşk karşıtı durumlar ol­duğunun görülmesi açısından çok gerekli. Bu yüzden sev­me becerisi üzerinde biraz daha duracağız.

Erol Göka – Aile ve Aşk Üzerine,syf:143-158

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir