İBRAHİM HALİL ÜÇER
Müslümanlar son iki yüzyıl içerisinde İslam tarihinde daha önce şahit olunmamış iki büyük travma yaşadı.
Bunlardan ilki 19. yüzyıla aitti, İkincisi ise 20. yüzyıla. Her ikisi de Müslüman varoluşuyla ilgili önemli krizlere sebep olan bu travmalardan ilki bir şüphe krizi iken İkincisi siyaset kriziydi. Şüphe krizi etrafında Müslümanlar onları tarih sahnesinde var kılan teklifin İslâmî bilimsel gelenekler dolayımında yapılan tariflerine, tarihî-sosyal temsillerine, hatta teklifin kendisine dönük kuşku içine düştüler. Daha bu travmayı atlatamadan 20. yüzyıl, Müslümanların önüne yeni bir krizle çıkageldi. O güne değin İslâmî varoluşun esasını teşkil eden ilkeleri himaye ve icradan meşruiyetini alan yönetici zümre, 20. yüzyılın başından itibaren, bilakis meşruiyetini bu ilkeleri tard ve ilgadan aldığını gösterdi. Böy- lece İslam tarihi boyunca ilk defa merasını kaybetmiş bir İslam topluluğu ortaya çıktı. 19. yüzyıla özgü travma şüphelerden uzak gerçek İslâmî bulma çabasına yön verirken 20. yüzyıldaki travma İslâmî anlayışı himaye ve icra edecek yönetici elitleri yeniden kazanma arayışını doğurdu.
Birinci krize dönük çözüm arayışlarının dili, şüpheleri tarihî tecrübeye yükleyip gerçek İslâmî ondan ayırt etmeyi amaçlayan savunmacı bir üsluba, ikinci krize dönük çözüm arayışlarının dili ise ağır bir siyasî tona sahipti. Gelinen nokta itibariyle iki travmanın karmaşık bir şekilde iç içe geçtiğini ve nihayet bize yeni bir krizi haber verdiğini görüyoruz: Ahlâkî travma… Buyan, ayak seslerini duyduğumuz ve çözüm arayışlarını bir çürümeyle yüz yüze getirebilecek yeni ve bu kez içeriden gelişen travmaya karşı bir uyarı niteliği taşırken, diğer yandan önceki iki travmayla ilgili çözüm önerilerini iyiniyetli bir tenkide tabi tutarak arayışlarımızın istikametiyle ilgili bazı öneriler paylaşmayı amaçlıyor. Bu öneriler Arayışlar Döneminin geride kalan iki yüzyılına dönük soğukkanlı ve samimi bir muhasebenin, Müslüman toplumları düşünce ve hayat planında İnsanî yüksek hasletlere örneklik edecek yeni bir evreye taşıyabileceği yönünde ümitvar bir kabul barındırıyor. Şimdi önerileri önceleyecek bir biçimde, sırasıyla iki travmaya ve onların iç içe geçmiş bir biçimde bugüne miras bıraktığı sonuçlara bakalım.
19.yüzyılın bitimine doğru İslam dünyasının dörtte üçü emperyalist Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş, henüz sömürgeleştirilemeyen Afganistan, İran ve Türkiye gibi ülkeler ise bilfiil işgal altına girmişti. Bununla birlikte 19. yüzyılda yeni olan şey, işgal ve askerî yenilgi değildi. İslam dünyası daha önce de Moğol ve Haçlı istilalarında görüldüğü gibi kapsamlı işgallere ve askerî yenilgilere maruz kalmıştı. 19. yüzyılda yeni olan şey, İslam dünyasının işgale uğraması değil, Müslümanların işgal unsurlarına karşı bakış açısı idi. Haçlıları Müslümanlar “kara donlu kâfirler”, Moğolları ise “vahşi barbarlar” olarak değerlendiriyordu. Bu işgaller esnasında Müslümanlar kendi medeniyetlerini ve kültürlerini “geri”, işgal unsurlarını ise “ileri” olarak görmediler. İşgaller nedeniyle Müslüman kültürünün temellerine ve bu temeller etrafında teşekkül etmiş İlmî geleneklere dönük bir şüphe de oluşmadı. Ne var ki Batılı güçlerin 19. yüzyılda artık zirvesine ulaşmış işgalleri karşısında Müslümanlar ilk defa kendi itikâdî ilkelerine ve bu ilkeler etrafında oluşmuş İlmî geleneğe dönük bir şüphe içine düştü. Bu şüpheyi doğuran soru şuydu: “Niçin yenildik?” Önceki yenilgiler boyunca da sorulmuş bu sorunun cevabı, bu kez yeni ve yıkıcıydı: “Çünkü onlar ilerledi ve biz geri kaldık.”
Aslında Batılı güçlerin askerî, İktisadî, İlmî açıdan ilerleme kaydettiği fikri Müslümanlar arasında 18. yüzyılda da geçerliydi. Bununla birlikte 18. yüzyıl, bu ilerlemenin kendisini soru konusu kılmış ve Müslüman kültürünün temellerine dönük bir sorgulama yerine “oradaki” ilerlemeye dönük bir merakı gündeme getirmişti: “Onlar niçin ilerledi ?” 18. yüzyıldaki çeşitli reformlar bu ilerlemeyi temin eden şeylere dönük bir anlayış sayesinde, İslam dünyasının yeniden geçmişteki gücünü kazanabileceği yönünde iyimser bir bakış açısını yansıtıyordu. Bu yüzyıldaki reform süreçleri boyunca, İslam’ın kurucu ilkeleri ve onu çevreleyen Kimi gelenek, yeniliklerin Müslüman dünyasına uyumlu olup olmadığını sınayan hâkim bir konumda bulunuyordu. Şüphe, kurucu ilkelere ve ilmi geleneğe değil, özgüvenli bir şekilde, “oradaki”yeniliklere dönüktü. Soru varsa da şu şekilde formüle ediliyordu: “Bu yenilikler İslâmî gelenekle uyumlu mu?”Tüm yenileşme çabalarına rağmen siyasî, askerî, İktisadî alanlarda giderek artan başarısızlıklar ve yenilgiler, Batılı ilerlemenin sebeplerine yönelen iyimser bakışı zayıflatmakla kalmadı, Batılı ilerlemeye giderek mutlak bir inanç doğurarak onu değişimi sevk ve idare eden hâkim derecesine çıkartırken, bizzat İslâmî geleneği de mahkûm derekesine indirdi. 19. yüzyılda “Onlar niçin ilerledi?” sorusu, “Biz niçin geriledik?” sorusuna, “Bu yenilikler İslâmî gelenekle uyumlu mu?” sorusu ise “İslâmî gelenek bu yeniliklere uyumlu mu?” sorusuna dönüştü.
Bu dönüşüm hem oryantalist çalışmalar hem de self-oryantalist çalışmalarla desteklendi. Mevcut durumun sorumlularını İslam tarihi içerisinde bulmak üzere onu sanık sandalyesine yerleştiren bu karamsar sorgulama, Müslüman benliği için yıkıcı biryöne sahipti. 19. yüzyıl, Müslüman düşünürlerin yoğun bir şekilde bu soruya cevap vermek üzere mesai harcadıkları bir dönem oldu. Gerilemenin başlangıcını Tanzimat Fermanında olduğu gibi II. Viyana bozgununa tarihlendirerek kânun-ı kadîmin inhilale uğramasıyla gerilemenin ortaya çıktığını söyleyenler kadar, gerilemeyi Selçuklular döneminden başlatarak bundan Gazâlî’yi ve medreseyi sorumlu tutanlar, daha geriye götürüp hilafetin saltanata dönüştüğü andan itibaren zaten gerilemenin başladığını söyleyenler, bununla yetinmeyip Hz. Peygamber’in[savl vefatı erte- sinde ashabın Benî Sakîfe Çardağı’nda iktidar kavgasına girişmesini sebep olarak zikredenler de vardı. Gerilemenin sebepleriyle ilgili sorgulama nihayet İslam tarihine ilaveten bizzat İslam’ın ana kaynaklarını da sanık sandalyesine oturttu.
Hadislerin ve nebevi sünnetin aslında tarihsel bir karaktere sahip olduğu halde mutlaklaştırılmasının İslam kültürünü tarihin belli bir dönemine hapsederek dondurduğunu söyleyenler gerilemenin başlangıcını Asr-ı Saadet’e kadar geri götürmüş oluyordu. Bu yargılama içinde masum kalan tek unsur İslam’ın ana kaynağı olarak Kur’an-ı Kerîm gibi görünse de hadislere yöneltilen tarihsellik eleştirisinden o da payını alacaktı. “Neden geriledik?” sorusuna cevaben Müslüman düşünürler tarafindan yürütülen ve yer yer yıkıcı bir hal alan bu sorgulamaya etkili bir cevap yine 19. yüzyılda, meşhur Oryantalist E. Renan tarafindan verilmişti. Bir konferansında Renan, Müslümanların neden geri oldukları sorusuna cevap vermenin çok zor olmadığım, İslam dünyasının geriliğinden sorumlu olan şeyin doğrudan doğruya İslam’ın kendisi olduğunu iddia etti. Ona göre İslam, Batılı ilerleme mefhumunda içerilen her türlü gelişim ve yeniliğin önünde bir engel gibi duruyordu. Rasyonalite, bilimsel merak, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insan haklan gibi değerler ona göre İslam’ın ana ilkeleriyle açık bir çelişki halindeydi. Dolayısıyla Müslümanların Müslüman kalarak bu değerleri benimsemesi ve Batılı ilerlemeyi tevarüs edebilmeleri imkânsızdı.
Hem Batı kamuoyunda hem de İslam dünyasında giderek yaygınlaşan bu tespit karşısında Müslüman düşünürler savunmacı bir yaklaşımla aslında İslam’ın rasyonalite, demokrasi, özgürlük, eşitlik ya da insan haklarıyla uyumsuz olmadığını, bilakis bunların kökenlerinin İslam dünyasında bulunabileceğini göstermeye çabaladılar. Böylece 19. yüzyılda şahit olduğumuz ve Müslümanların özbenliğinde sarsıntı yaratan tarihsel travma, onları içedönük açıdan yıkıcı, dışadönük açıdansa savunmacı bir karaktere büründürdü. Bu savunu esnasında Müslümanlar Batılı ilerlemeyi ve onun kaynağında bulunan bilimsel, felsefî, siyasî, İktisadî gelişmeleri kendi inançlarıyla çelişkiye düşmeksizin İslâmî düşünce ve yaşantıya eklemleyebileceklerini göstermek istediler. Ne var ki bu eklemleme çabası hâlâ üstesinden gelemediğimiz bir sorunla maluldü. Bu temel sorun,buraya eklemlemek üzere transfer edilen teorik ve pratik unsurların tarihsel-sistematik bir tenkidinden, bir başka deyişle tahkikinden mahrumiyetti. Söz konusu unsurlar “orada” refah, ilerleme, siyasî-iktisadî-teknolojik güç ortaya çıkardığına göre, bu unsurları tevarüs aklın zaruri bir hükmü olarak vaz ediliyor ve onları tevarüsle ilgili yavaşlatıcı tenkitler aklın zaruri hükmüne veya bu hüküm katına I çıkartılan îcâbât-ı asra muhalefetle yaftalanıyordu. Bu aceleci tutum, tevarüs edilen fikirler ve uygulamalarla onlann basitçe entegre edilmek istendiği zemin arasında ortaya çıkan uyumsuzluklardan doğan ciddi sorunlara sebep oldu.
Varlık, âlem, insan, toplum, özgürlük, eşitlik, eğitim [ veya devletle ilgili yeni ve heyecan verici fikirler aslında çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Bu fikirlerin zemininde, açıklamak ve ispat etmek istedikleri kurucu metafiziksel ilkeler; yüzlerinde ise onlara objektiflik kazandıran betimleyici bilimsel teoriler bulunur. Bu fikirleri alımlamak, zeminlerinde yer alan ve gömülü bir vaziyette içlerinde taşman kurucu metafiziksel ilkeleri de alımlamak mânâsına gelir. Müslümanlar bu ilkelerle mantıksal ve tarihsel seviyede yürütülmesi gereken bir hesaplaşmayı atlayarak o fikirleri görünen objektif yüzleri üzerinden tevarüs edip kendi kurucu zeminlerine entegre etmek istediklerinde izalesi asla mümkün olmayacak rahatsız edici bir uyumsuzlukla karşılaştılar. Çünkü fikirlerin objektif görünen yüzlerine gömülü seküler metafizik ile o yüzlerin entegre edilmek istendiği, İslam’a özgü metafiziksel zemin birbirini açık bir şekilde itiyordu.
Bu durum, İslam’ın Batılı yeni değerler ve öğretilerle uyumlu olduğunu göstermek ve onlar zemininde İslâmî geleneği ıslah etmek isteyenler arasında üç farklı tepkiye neden oldu. Bir grup bu yeni değerler ve öğretiler ile İslam arasında bir türlü tam uyum sağlanamıyorsa “İslam ilerlemeye gerçekten maniymiş” diyenler aslında haklıdır diyerek, çar u nâçar tercihini ilerlemeci Batılı gelenekten yana kullandı. Diğer bir grup aynı uyumsuzluktan kalka- rak “İslam ile ilerlemeyi temin eden unsurlar uyumsuz ise her hâliyle ilerleme matah bir şey olamaz” diyerek tercihini derlemey. temin eden unsurlan toptan öteleyip İslâmî geleneğin tavizsiz muhafazasından yana kullandı. Üçüncü bir grup ise uyumsuzluğu göz ardı etmeyi ve hem yaşamlarında hem zihinlerinde iki yapıyı ayrı kompartımanlar dâhilinde koruyarak ilerlemeyi seçti. Bu gruplardan ilki Müslümanların kabul ve tebliğle yükümlü olduğu İlâhî teklifi ilgaya, İkincisi onu tarih dışına çıkarmaya neden olurken, en yaygın görünen üçüncü grup ise kendisini lakaytlığa, teklifi ise üretkenlikten mahrum bir kısırlığa mahkûm etti.
Müslümanlar ıcj. yüzyılda yaşanan epistemolojik travmanın ve onunla ilgili çözümlerin beraberinde getirdiği yeni sorunların üstesinden gelemeden, 20. yüzyılda yeni bir travma yaşadılar. Bu yeni travma siyasî bir karaktere sahipti ve sonuçları itibariyle doğrudan doğruya Müslümanların varoluşunayönelik tehditler içeriyordu. Hilafetin 1924’teki ilgası İslam dünyası için yalnızca belli tarzda bir idare biçiminin terk edilmesi anlamına gelmiyordu, aynı zamanda ve daha çok siyasî, toplumsal, bireysel yaşantının inşasında İlâhî irade ve emrin artık hiçbir yeri bulunmadığı fikrini berkitiyor, bu yönüyle de Aydınlanmacı dünyeviliğin güçlü siyasî bir ifadesi haline geliyordu. 20. yüzyılın hemen başındaki bu yeni hadise, Müslümanların önüne, yine tarih boyunca hiç karşılaşmadıkları yeni bir travma bıraktı: İslam ümmeti ümerasını, yani meşruiyetini İslâmî ilkeleri muhafaza ve icradan alan siyasî elitlerini kaybetti.
İslam tarihi boyunca yöneticiler kendi meşruiyetlerini İslâmî, hukukî ve ahlâkî düzeni ifade eden şeriatı muhafazadan alıyorlardı. İslam siyaset düşüncesinin veciz bir ifadesi olarak görülen adalet dairesi bu durumu açık bir şekilde formüle eder ve yöneticinin konumunu şöyle belirler:
Cihan bir bağdır, divan devlet
Devletin nâzımı şeriattır
Şeriata olamaz hiç hâris illâ melik (veya mülk)
Bu formülasyonda devlet düzenini koruyan şeyin hu- kukî-ahlâkî kurallar sistemi olarak şeriat olduğu ifade edilir ve şeriata olamaz hiç hâris illâ melik ifadesiyle yöneticinin (melik) rolü İslâmî hukukî-ahlâkî ilkeler bütününe hirâset, yani koruyuculuk yapmak veya bekçilik etmek şeklinde belirlenir. Kuşkusuz iktidarlar onları kuran ve besleyip geliştiren yerel asabiyetlerde köklenir, bunlarla çeşitlenir ve onlara dayanarak kendisini tahkim eder. Ancak iktidar ‘konumlarına yerleşen bu asabiyetlerden her birinin iktidar kullanımı ya da iktidar referansları yalnızca onların doğal, yerel veya çıplak gücüyle ilişkili değildir. Bununla birlikte, onların iktidar kullanımı, hepsini aşan, yani bu alanın içindeki tüm asabiyetlerin ve faillerin ortak tarihiyle veya hafızasıyla da ilişkilidir. Bu sebeple yerel asabiyetleri ve onlar arasındaki iktidar kavgalarını aşacak bir biçimde, kurulu her türden iktidarın koruyup elde etmeye çalışması beklenen yüksek ahlâkî-hukukî idealler, yani şer‘î ilkeler herhangi bir iktidar alanı için doğal ve tarihsel meşruiyet ilkesi olarak kendini gösterir. Bu mânâda İslam siyaset geleneği için yönetici, ancak, hem İslâmî hukukî-ahlâkî ilkeler bütünü olarak hem de tüm asabiyetlerin ortak hafızası olarak şeriatı koruyup kolladığı ve onu icra mahalline koymayı üstüne aldığı ölçüde meşruiyet kazanır. Adalet, zaten düzen sağlayıcı şer‘î ilkelerin icrasıyla mümkündür ve bu ilkelere aykırı düşen herhangi bir iktidarın âdil olduğundan bahsedilemez. Osmanlı modernleşmesinin kilometre taşlarından biri olan Tanzimat Fermanı da bu ilkeyi teyit ederek başlar:
Cümleye malûm olduğu üzere Devlet-ı Aliyyemiz ın bidayet-ı zuhurundan beri ahkâm-ı celîle-ı Kuraniyye ve kavanın-i şeriiyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan saltanat-ı seniyye- mizin kuvvet ve miknetve bı’l-cümle tebeasının refah u ma mu- riyyeti rütbe-i gayete vâsıl olmuş iken…
Fermanın şer‘î esaslara atıfla başlaması, her ne kadar saltanatı belli yasalar etrafında sınırlama yönünde zımnî bir niyet taşısâ da bunu yaparken mülkün meşruiyet kaynağı ve ortak hafızası olarak İslâmî hukukî-ahlâkî ilkelere riayete atıf yapması İslam siyaset geleneğiyle bir tür süreklilik barındırır. 19. yüzyıldaki en katı reformların bile halk nezdinde büyük bir tepkiyle karşılanmaması, her hâlükâr- da, yönetici zümrenin kendi meşruiyetini temin eden bu aslî ilkelere ve hafızaya bağlılık beyanıyla yakından ilgilidir.
20.yüzyılda Müslümanlar ilk defa, meşruiyetlerini şeriatı himaye ve şer‘î ilkelere veya ortak hafızaya riayetten almayan bir yönetici zümresiyle karşılaştı. Müslüman ahaliyi sevk ve idare iddiasındaki yöneticiler, meşruiyetlerini şeriatı himaye ve icradan değil, bilakis onu tard ve ilgadan, belki daha hassas bir ifadeyle, onu tard ve ilga ettiğini sömürgeci Batılı güçlere göstermekten alıyordu. Kaldı ki bu durum, yalnızca Türkiye’ye de özgü değildi. Türkiye’deki modernleşme süreçlerini takip eden Arap Baas rejimleri ile îran ve Afganistan’daki Şahlık rejimleri de aynı tutumu sergiledi. Bu yeni durumda Müslüman ahalinin çoğunluğu kendi varoluşlarına anlam katan İslâmî hayat tarzım himayesiz bulmakla kalmadı, aynı zamanda onun dışlanıp baskılandığını, bu hayat tarzını sürdürmeyi mümkün kılan faaliyetleri yürütenlerin kovuşturulup cezalara maruz bırakıldığını gördü. Doğrudan doğruya Müslüman varoluşunu hedef alan ve evden sokağa kadar günlük yaşamın her alanında etkisini gösteren bu siyasî travma, 19. yüzyılda yaşanan epistemolojik travmaya nispetle daha acil çözümler istiyordu. Bu nedenle, henüz bir önceki travmaya dönük çözüm önerilerinin yol açtığı sorunları muhasebe etmeye fırsat bulamadan, yeni travmanın üstesinden gelme teşebbüsleri baş gösterdi. Bir ölçüde haklı olarak, tüm bu teşebbüslerin ortak bir noktası vardı: Emr, yani iktidar talebi. Müslüman varoluşuna yönelik açık tehdit onun esaslannı tard ve ilga etmek isteyen ümerâ zümresinden, iktidan elinde tutan yöneticilerden geliyordu. Sorunun bu şekilde tespit edilmesini sağlayan gözlemler, üzerinde çok fazla düşünmeyi gerektirmeyecek kadar açıktı. Dolayısıyla çözüm de en az sorun kadar açık görünüyordu: Sahipsiz kalmış düzen kurucu İslâmî ilkeleri yeniden himaye altına alarak icra mahalline koyacak bir siyasî iktidara ulaşmak.
Bu arayışın tetiklediği yoğun siyasî mücadele süreci, bir önceki yüzyıla ait epistemolojik travmayı yine önceki yüzyıla ait sorunlu çözümlerle tevarüs etmekle kalmadı, pratik ve yer yer gündelik cihetleri baskın bir dil içerisinde, iki önemli alanda zaaf meydana getirdi. Bu zaaflardan biri idrak, diğeri eylem alanıyla ilgiliydi.
Acil sonuçlara odaklanan politik kaygıların idrak alanıyla ilgili yol açtığı iki tür zaaftan söz edebiliriz. Bunlardan ilki, İslâmî hayat görüşünün temel ilkelerine dönük tahkik ve tarif çabalarını önemsizleştirme ve giderek ihmal- dir. İkincisi ise entegrasyonu talep edilen modern fikir ve değerleri -19. yüzyıldaki epistemolojik travmadan miras kalan sorunları sürdürecek şekilde- tahkikten mahrum bir acelecilikle kucaklama eğilimidir. İdrak alanıyla ilgili birinci zaafı ifade edecek şekilde, İslâmî hayat görüşünün temel ilkelerine dönük tahkik çabasıyla bu hayat görüşünün hakikiliğini kavramaya götürecek eleştirel anlayışı; tarifle. de o hayat görüşüne çeşitli epistemolojik araçlarla objektiflik kazandırma gayretini kastediyorum. Bu minvalde tahkiki sürekli yenilenen bir anlama süreci, tarifi ise sürekli yenilenen bir anlatma süreci olarak değerlendirebiliriz. Şu ya da bu seviyede tahkikten mahrum bir inanç, ona dönük şüpheler karşısında ancak sosyo-politik bir motivasyonla savunulabilir ve o motivasyon kaybolduğunda şekerin suda eridiği gibi şüpheler içinde erir gider. Anlamlı, çeşitli seviyelerde ikna edici ve objektif tariflerinden mahrum olduğumuz bir inanç ise bir müddet sonra kendimizi zaten anlaşılmayan, ifade ve istifadesi imkânsız bir kuruntuya inandığımız düşüncesine sevk eder.
Kendisine kuruntu gibi görünmeye başlayan bir inancı kimse sürdürmek istemez. Dolayısıyla tahkik ve tarif, muhatap olduğumuz ve kabul ettiğimiz için kendimizi Müslüman saydığımız teklifi hem tasavvurda hem de pratikte hakiki hale getirir. Böyle bir tahkik ve tarif çabasının ihmali, Müslümanları, tasdik ve tarifle mükellef oldukları teklifin taalluk ettiği Tanrı, varlık, insan, toplum, bilgi, ahlâk ve adalet gibi alanlarla ilgili temel iddialar ile teorik yeni sorunlar ve pratik durumlar arasında -doğal olarak- açılan mesafeyi kapatacak bir gayretten uzaklaştırmış, böylece onları, olağan şüpheler ve kuruntu algılarına karşı savunmasız bırakmıştır. Tahkik ve tarifine sahip olmadıkları bir teklifin heyecanını yaşayan zümreleri, ateşli sosyo-politik mücadele sürecinden kaynaklanan taassup ve motivasyonu kaybettikleri esnada de- rinden yüz yüze gelecekleri şüpheler ve kuruntu algıları karşısında neyin muhafaza edeceği meçhuldür.
İdrak alanıyla ilgili ikinci zaafı ifade edecek şekilde, tahkikten mahrum aceleci entegrasyon çabası ile modern fikirleri, değerleri ve kurumları onlara gömülü seküler prensiplerle hesaplaşmadan tevarüs teşebbüsünü kastediyorum. Bunun yol açtığı sorunlara, 19. yüzyıldaki epistemolojik travmanın sonuçlarını anlatırken değinmiştim. Bununla birlikte, Müslümanların kurumsal olmayan entegrasyon çabalan şimdiye kadar bireysel sonuçlar doğurmuşken, iktidarla imtihanları esnasında bu çaba geniş tabanlı bir siyasî-toplumsal krize yol açtı. Başka bir ifadeyle, ikinci kriz birinci krizi her yere yayarak onu kitleselleştirdi.
Zaaf alanlarından İkincisi olarak zikrettiğim eylem sahasına geçmeden önce, idrakle alakalı bu iki zaafın, Müslümanların iktidarla imtihanı esnasında yol açtığı ve bu zaaflar izale edilmediği sürece daima yol açacağı sorunlardan bahsetmek istiyorum. İktidar alanında kurulmuş ve İslâmî hassasiyetlere sahip zümreler açısından ilk sorun, iktidarlarını hangi bilgi, beceri ve referans kaynakları üzerine inşa edecekleriyle ilgilidir. İktidara gelme sürecinde büyük bir heyecanla bayraklaştırılan, ancak tahkik ve tarifinden mahrum olunan teklifler, onları hayata geçirecek bir iktidarla sınandıklarında onları muhafaza için yalnızca heyecan yetmez. Adaleti ve adil bir düzeni bayraklaştıran zümrenin elinde, bu iddiayı kaldırabilecek ve icra makamına takdim edilebilecek bir adalet fikriyatı mevcut değilse, icra makamının kendisine göre organize edildiği mekanizmaya teslim olmaktan başka çare kalmaz. Hilafet, ümmet, İslam birliği gibi iddiaları siyasî hareketliliğin en canlı damarı olarak besleyenler için, ümmetin ne olduğu, hilafetin bugün ne anlama gelebileceği ve Müslüman topluluklar birliğinin esaslarına ilişkin derinlikli bir fikriyat mevcut değilse, reel ekonomi-politik içinde konumlanan manevraların ötesi hayal edilemez. Benzer cümleler eğitim, kültür, iktisat, şehircilik ve benzeri alanlar için de kurulabilir.
Teklife asıl iktidarını tahkik ve tarif, temessül ve temsil temin eder. Tahkik ve tarifinden mahrum olunan ve tutarlı temsilleri bulunmayan bir teklif, zaten iktidarsızdır. Böyle bir teklif sosyo-politik motivasyon ve asabiyetle bir hâkimiyet alanı ihraz ettiğinde de iktidarını referansları veya kaynakları üzerinden değil, ihraz ettiği hâkimiyet alanını inşa eden Referanslar üzerinden elde eder veya etmek zorunda kalır. Bu durum, bu kez idrak alanıyla alakalı ikinci zaafın sonuçlarıyla bizi yüz yüze getirir. Teklif sahibi görünen zümreler, üzerine oturdukları iktidar alanını dönüştürecek güçlü teorik ve pratik kaynaklardan yoksun olduklarında, bizatihi oturdukları iktidar alanında yerleşik referanslar tarafından dönüştürülmeye açık hale gelirler. Çünkü oturdukları zemin İslâmî siyasî-ahlâkî-hukukî düzenin esaslarını teşkil eden adalet, emanet, ehliyet, mükellefiyet, kulluk ve İlahî rıza sacayakları üzerine değil, bilakis bunların yerine geçecek şekilde seküler özgürlük, eşitlik, bireysellik ve vatandaşlık ayakları üzerine kuruludur.
Ciddi bir hesaplaşma içerisine girmeksizin, yani tahkikinden mahrum bir şekilde bu yeni zemin üzerine oturan İslâmî hassasiyet sahibi idareciler, diğer yandan kendilerini içten içe ait hissettikleri teklife bağlı bir hayat rüyası kurmaya devam ederler. Ama bu rüya, gerçekleşmez. Gerçekleşmemekle kalmayıp insanlarda böyle bir rüyanın mümkün olmadığı hissine de neden olur. Bunun sebebi, üzerine oturdukları zemine bağlı çürümeyi, o zemin üzerine oturan hemen herkeste olduğu gibi onların da sergilemeye başlayacak olmasıdır. Hal böyle olunca insanlar İslâmî hassasiyetlerin bu problemlerin üstesinden gelme gücünden mahrum olduğuna dönük bir şüpheyle yüz yüze gelir. Hatta bu hassasiyetlere referansla iktidar pekiştirme yoluna gidildikçe, bahse konu hassasiyetlerin kendisini bir sorun kaynağı olarak gören zümreler ortaya çıkmaya başlar. Böylece sorununun iktidarı elinde tutan zümrelerin “İslâmî hassasiyetlere riayet etmemesi değil, “İslâmî hassasiyetlerin kendisi” olduğunu iddia eden zümreler için elverişli bir tenkit alanı oluşur.
Şimdi eylem alanıyla ilgili olduğunu söylediğim ikinci zaafa işaret etmek istiyorum: 20. yüzyıla özgü travmanın sebep olduğu ve emr talebinde kendisini gösteren siyasî mücadele süreci, pratik sonuçlara odaklanan cihetiyle, giderek tüm eylem alanlarının siyasîleşmesine ve dinî pratikler alanının da-farkına varılması kolayca mümkün olmayacak bir karmaşıklık dâhilinde- araçsallaştırılmasına neden oldu. Esasen Müslümanların toplumsal yönü baskın dinî pratikleri, daima siyasî bir cihete de sahip olmuştur. Hacc, zekât, cemaatle namaz, emr-i bi’l-maruf nehy ani’l-münker, hatta oruç gibi ibadetler, içinde toplumsal ve siyasî cihetlerde barındıran çok boyutlu pratiklerdir. Bununla birlikte onları ibadet haline getiren aslî boyut, kulun Allah’a yakınlaşmasını temin edecek şekilde sadece Allah için, onun rızasını gözeterek yapılmalarıdır. İhlasta, yani ibadetleri de içine alacak şekilde hayatı ve ölümü yalnızca Allah’a has kılma çabasında kendisini gösteren bu boyut o kadar önemlidir ki ibadetlere içkin diğer tüm yönler bu boyutun bir uzantısı olarak ortaya çıkmazsa, bu yönler hem o ibadeti ibadet olmaktan çıkartmaya, hem de tevhidi zedeleyen iğva edici unsurlar haline gelmeye başlar.
20. yüzyıldaki siyasî mücadele sürecinde, hayatın olağan akışındaki dinî pratiklere içkin toplumsal ve siyasî boyutlar, önceki dönemlere nispetle daha yoğun bir şekilde öne çıkmaya başladı. Aslında Müslüman kimliğine ve bu kimliğin ayrılmaz parçası olan pratiklere dönük baskılayıcı ve dışlayıcı politikaların, Müslüman kimliğin sergilenmesini ve ona eşlik eden pratiklerin icrasını doğal olarak politik mücadelenin bir unsuru haline getirdiği söylenebilir. Dolayısıyla ibadetlere içkin siyasî boyutun, 20. yüzyılda özellikle öne çıkmasının anlaşılır bir tarafı her zaman vardır. Bununla birlikte söz konusu boyut o eylemi ibadete dönüştüren ihlas zemininin bir uzantısı olmaktan çıkarak bağımsızlaştığında ve kendisini Allah’aya- kmlık gayesinin yerine konumlandırarak eylemin aslî motivasyonu haline geldiğinde, artık o eylem siyasî maksatlar zemininde araçsallaşmış olur. Aslında Müslüman eylemleri zaman ve zeminden bağımsız bir şekilde daima bu araçsal- laştırma tehlikesiyle sınanır.
Dindarlık ibadetleri ihlastan kopartarak kendi adına araçsallaştırma tehlikesi taşıyan boyutlara karşı uyanıklıkla kaimdir. Zaten İslam tarihinde tasavvuf diye bir disiplinin ortaya çıkması ve ahlâkîyetkinleşme süreçlerini kurumsallaştırılması eylemlerimizi kendi adına araçsallaştırabilecek bu tehditlere karşı disipline edici tedbirlere duyulan ihtiyaçla ilgilidir. 20. yüzyıla özgü afet, ona özgü travmayla ilişkili bir biçimde, Müslüman eylemlerinde aranan İhlasın siyasî maksatlarla sınanmasıdır. Siyasî maksatların Müslüman eylemlerine sahihlik kazandıran İlâhî rıza emelini aşarak bağımsızlaştığı yerde, bu maksatlara erişme çabası boyunca heyecanlı bir dindarlık içinde icra edilen pratikler, siyasî maksatlara erişildiği esnada zayıflar, heyecanını ve hatta anlamını kaybederek sönümlenir ya da ferdin hayatını dönüştürme kabiliyetinden mahrum kalarak günlük hayat içerisindeki fragmental alışkanlıklara dönüşür.
Bu kısa analizden varabileceğimizi umut ettiğim sonuçlardan birisi şudur: 19 ve 20. yüzyıllara özgü iki travmanın yol açtığı sorunları keşfedip onlarla açık bir şekilde yüzleş- meksizin ne fikir ne de eylem planında sahih bir istikamete sahip olabiliriz. İdrak planında; kabul ve tebliğle yükümlü olduğumuz teklifi tahkik ve tarife, muhatap olduğumuz ve kendisi de bir teklifle kaim yeni fikir ve pratikleri tarihsel ve sistematik bir tenkit ameliyesine tabi tutmaya yönelmemiz gerekiyor. Eylem planında sınandığımız şey ise ihlasın iktidarla imtihanıdır. Bu imtihandan geçmenin yolu siyasî maksatları ve emr talebini İlâhî nza gayesinin bir uzantısı haline getirebilecek bir niyet ve irade terbiyesidir.
Teklif Dergisi – Sayı 7 (Ocak 2023),syf:
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…