Başlangıçla şunu söylemek lazım: Bir sistem, sanatını yaratmıyor, bu sanatı geliştirmiyor ve bu sanatla gelişmiyorsa o sistem, tez elden çökmeye mahkûmdur.
Bugünkü dünyada sanat, toplumun belli bir kesiminde, belli bir yerde, çok yüksek standartlarda, belli ellerde, müzelerde, koleksiyonlarda, nadide mekânlarda yer alıyor, yer buluyor. Eski toplumlar sanatla iç îçeydi. Bizi ilgilendiren tarafıyla söyleyecek olursak Osmanlı toplumunda sanatın varlık alanına bakış bile meramızı anlatmaya kâfidir.
O toplumda mimarî, tezhip, hat, şiir, minyatür vb. sanatlar hayatın tam da ortasında birbiriyle müştereken yer alırdı. Ve hemen hepsinin ekseninde de o mübarek dinin ruhaniyeti vardı. Cemil Meriç İslâm’ın sanatlarda nasıl tecessüm ettiğini çok veciz bir dille ifade etmiştir: “İslâmiyet; Süley maniye de kubbe, Itrî’de nağme, Bâkî’de şiir.,.”
Toplumumuzda sanatların birliği hususunda Yahya Kemal’in tespitleri fevkalade önemi idin “Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Hattat yazıyor, mücellit ciltliyor, müzehhip tezhipliyor ve bestekâr ondaki şarkıları besteliyor. Şâire, mimar camilerinin, mescitlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu, taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkak oyuyordu… Hâsılı şair, bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi’’ Şiirin âletleri, usulleri, lisanı, zevki birdi ve her yerde aynı seviyeye hitap ediyordu.”
Bunun anlamı toplumun hemen her işinde sanatla iç içe olması demektir. Yemek yediği bakır kap, giydiği elbise, oturduğu ev, evinin kapısı ve penceresi, elini sildiği havlu, namaza gittiği cami, camide okunan ilahileri mevlitler ilh. Hepsi yüksek sanat eserleridir. O günün gündelik hayatında yer alan hemen her nesne bugün için yüksek kaliteli sanat eseri olarak takdir ve rağbet bulur.
Bilhassa şiir ve söz sanatları,bu sanatı icra eden şairler toplumun en yükseğinden en aşağısındaki insana kadar fevkalade bir rağbet görmüştür, Şiirin ve şâirin diban sonsuzdur. Zira şair, kul sahibidir Kimi kutsal,kendisi yücedir. Hemen hiç bir devlet erkânı şâir aleyhinde bulunmaya cesaret edemez,olanlar da istisnadır. Çocuklarını ve torunları devlet için boğdurmaktan geri kalmayan Kanuni, Rustem Paşanın şiddetli ısrarına rağmen Tâşlıcalı Yahya’nın idamına izin vermez.
Bilhassa devlet adamları, özellikle de padişahlar nezdinde şâirlerin kıymeti fevkaladedir: ‘’Osmanlının Fatih Sultan Mehmet ile başlayan en ileri bir İslam topluluğu olma iddiası sonucu olarak, bu bölgelerde âlim, sanatçı, münşi ve şâirler davet ediliyor ve el üstünde tutuluyordu, Sehî Beye göre Fatih ’Arab’dan ve Acem’den ehli marifet adına olan kimseleri buldurup getirtip fevka’l-hadd ri’âyet ettirirdi, Fatih, Yeni (Topkapı) Sarayını Arap ve Acem ve Rûm’dan mahir mimarlar ve mühendisler getürüp yaptırdı.’’
Fâtih’in İstanbul’a sanatkârları toplama hususunda ne kadar kararlı ve ısrarlı olduğuna en iyi örneklerden biri onun Molla Câmî’yi davetinde apaçık görülür. Halil İnalcık’ın İslâm Dünyasının Voltaire’ si dediği Molla Câmî, çağında o kadar ünlü bir insandı ki hemen bütün İslâm hükümdarları onu, ülkelerine davette yarışmışlardı. “Fatih Sultan Mehmet ona 5000 altın armağan göndererek İstanbul’a çağırmıştı.” Daha sonra da Fatih’in oğlu II. Bayezid onu Osmanlı ülkesine getirmek için büyük çaba harcamıştır. Bayezid, Câmî’ye gönderdiği mektupta onu nuru l-Hak ve hakikat ve nakşibend-i i’tikad diye anıyordu… Osmanlı sultanı, Câmî’nin gönderdiği eserleri (külliyât-ı Câmi’i’l-Kemâlât) aldığını bildirerek kendisine bin filon altın gönderiyordu.”
Osmanlı Sultanlarının bu sanat adamlarına düşkünlüğü nedendir? Bu sorunun cevabını Halil İnalcık şöyle veriyor: ’’Kuşkusuz Osmanlı Sultanı, Iran ve Orta Asya ortak yüksek kültürünün en tanınmış temsilcisi Câmî’ye gönderdiği mektup ve bağışlarla, bu kültürün bir hâmisi, patronu olduğunu göstermek istiyordu.”
Bu hâmilik düşüncesinin sadece İslâm âlemiyle sınırlı olmasının istenmediği de ortada: “Osmanlı hükümdarları kendilerini sadece İslâm âleminin lideri değil, Doğu ve Batı’nın hükümdarları olarak kabul ettiler. Fatih’in sarayında Bizans asıllı âlimlerden Trapezuntios ’Kimse şüphe etmez ki sen Romalıların imparatorusun. imparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparator ve Roma İmparatorluğunun merkezi İstanbul’dur.’ demekle padişahın fikirlerine tercüman olmaktadır.’’
Fâtih’in, Molla Cami ye her yıl bin altın göndermesi, IL Bayezid’in meşk es- nasında Şeyh Hamidullah’ın divitini tutacak kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin Bitki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata büyük ilgi duyulmasını intâç etmiştir.’
Bu yüksek iltifatın sebebi tabii ki sadece hâmilik düşüncesi değildir. Hz. Peygamber hırkalı şerifini onca insan, meslek, meşrep sahibi dururken bir şâire vermiştir. Bunun pek çok sembolik anlamlan vardır. Hz. Peygamber şâirleri korumuş ve hırkasını bir şâire câize olarak vererek kendisinden sonra gelecek devlet adamlarına da bir miras bırakmıştır. Şâirler sadece şâir değildir. Aynı zamanda devlet adamları şâirler sayesinde ebediyete intikal ederdi. Yani şâire muhtaçtılar.
Bunu Yahya Kemal ne güzel ifade etmiştir: “Şâir milli hayatın şahidi mevkiinde idi, padişahtan serdara kadar bütün şahsiyetleri o yaşatıyordu. Nef i diyor ki: Sultan Süleyman’ın namını haşre dek yaşatan Bâkî’nin sözündeki ab-ı hayattır… Nâimâ ise İbşir Paşa’yı bütün bayağılığı ile tasvir ettikten sonra hakkında hiçbir kaside yazılmadığını mühim bir fârika olarak kaydediyor. Hâsılı şâir bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi.”
Osmanlı devlet adamlarını sanatkârlara olan bu yüksek ilgisi ve sevgisi yabana seyyahların da dikkatini çekmiştir: “Dünyanın hiç bir cemiyetinde, edebiyat adamları Türk Sultanından gördükleri ayrıcalığı görmemişler veya o şekilde cömertçe taltif edilmemişlerdir. Birçok sultan bizzat edip olmayı vakarlarını zedeleyecek bir şey olarak düşünmemişler, aksine şâirlerin, tarihçilerin ve diğer edebiyat adamlarının meclislerinde bulunmaktan zevk almışlardır. İstanbul’un fatihi 11. Mehmet’in kendisi de bir şâirdi. O, sadece kendisinin geniş topraklarında değil, diğer yerlerde bile edebî faaliyetleri himaye etti. Söylendiğine göre Fatih, otuz Türk şâirine aylık bağlamakla beraber, her yıl Hindistan’daki Hoca-i Ci-han’a ve İran’daki Câmî’ye binlerce altın göndermiştir.” Bu da halkın şiire bakışma dair bir tespit: “Türkler daima yazılı şiire düşkündüler ve halen de bu düşkünlük devam ediyor. Şiire karşı Türkler derin bir sevgi ve hayranlık besliyorlar. Zengin olsun, fakir olsun şiire büyük önem verir.”
Osmanlı Toplumunda sanata ve sanatçıya bu yüksek değer verilirken Batı’da durum nasıldı; bir de ona bakmak gerekir: Batı’da pek az istisna dışında Sanatçı 18. yüzyıla kadar daima bir düşük, statüsü görmüştün “Platon*un ve Aristoteles’in sanatçıya (şâire) tanıdıkları düşük statü, istisnalar dışında 18. yüzyıla, Aydınlanma yüzyılına kadar yaygın bir kabul görmüştür.” “İlkçağdan 17. yüzyılın sonlarına kadar sanatçılık ikinci sınıf bir uğraş sayılmış, genellikle sanatçıların ve özellikle yazarların kendi eserlerinin hukuki anlamda sahibi bile sayılmamışlar (çünkü onlar birer taklitçidir), yüksek çevrelerin ve özellikle Kilise’nin himmet ve lütfüyla çalışmalarını sürdüren hizmetkârlar olarak görütmüşler”dir.
Batıda Sanatkarın ve Sanatın Yükselişi Bizde ise Düşüşüne Dair Ortaçağ’da, Doğu’da sanatın ve sanatkârın ne kadar yüce konumda olduğuna yakanda işaret ettik. Ama aynı çağlarda durum Batı’da tam tersineydi ve sanat- kâr pek de rağbet görmüyor, aksine küçümseniyordu. Oysa aydınlanma çağından sonra tam tersi oldu, bizde sanat ve sanatkâr düşerken Batıda aksine yükseldiler ve yüceldiler; Batı’da Aydınlanma çağından sonra o güne kadar düşük olan sanatçı birden kendisini tanrısal bir konuma yerleştirmiştir: “Sanatçıya artık, bir teknisyen, bir taklitçi olarak bakmak reddedildiği gibi onun tanrısal güçlerin kullandıkları edilgin bir aracı olduğu görüşü de reddedilmektedir. Evrenin merkezine tanrıyı veya doğayı koyan, insanı tanrısal veya doğal bir belirlenim altına yerleştiren eski anlayışın yerini, büyük ölçüde, evrenin merkezine insanı koyan, dolayısıyla onu kendi belirlenimi kendinden olan varlık, kısacası ‘özne’ sayan anlayış almıştır… Sanatçı, öznellik ve bireyselliğiyle etkin olan, taklit yapıtlar değil, özgün yapıtlar ortaya koyan, yaratan kişidir ve sanat etkinliği bir poiseistir. Örneğin Shasftesbury’ye göre sanatçı kendi dünyasını kendisi yaratan bir tanrı gibidir. Sanatçı, madde dünyasına kendisinden hareketle biçim veren kişidir.” Bu çağdan sonra ise bizdeki durumu Yahya Kemal çok güzel özetlemiştir: “Eski zarifler, şuarâ dedikleri vakit, rindane yaşar insanları derûnî bir tezyifle karşıladıkları vakit bile zahiren hürmet ederlerdi; çünkü bu sınıfın resmileşmiş bir itibarı vardı; onu ihmal edemezlerdi. Lâkin zamanımızda şairler diye bir gençler mevkıbi (kafilesi )göründüğü vakit istihkarın en pes perdesinden bir mânâ hâsıl oluyor.”… “Ancak seneler geçtikçe halkın nazarında şâir demek toy, küstah, bâlâpervâz, sünepe. ciddiyetsiz, tufeyli ve bilhassa akılsız ve mektep kaçkını bir mahluk olarak tecelli ediverdi.“
Bu düşüşün sadece şâirler bazında değil, diğer sanat erbabı arasında da olduğuna şüphe yoktur. Bir zamanlar Süleymaniye’yi yapan insanların torunlarının yaptığı camileri görenler, bugün eşsiz bir müze ev olarak kullanılan her hangi bir şehirdeki basit bir evi bugünkü pespaye apartmanla mukayese edenler, hat sanatındaki inceliğiyle bütün dünyaya eşsiz harikalar bırakmış bir sanatkâr neslinin bugünkü soyut resmini izleyenler aradaki farkları görünce elbette şaşırıp kalacaklardır.
Sanatın düşüşü, sanatkârın itibarının yerlerde sürünüşü çağın ruhu gereği midir? Teknik ve teknolojik olanın, makinenin hâkimiyetinin insana verdiği kolaylık, zenginlik, çeşitlilik, bolluk ve çoğulluk sanatla ortaya çıkanı işlevsiz veya gereksiz mi kılmıştır? Yahya Kemal bu somya çok derinlikli ve ruhani bir cevap veriyor ki âcizane aynı kanaati paylaşıyorum: “Eski Türkler’in manevî bir hayatı varken bir edebiyatı vardı. Yeni Türkler’in ancak manevî bir hayatı olursa edebiyatı kelimesi yerine sanatı kelimesini koyarsak meramımızı daha iyi anlaşılacaktır.
Ruh Meselesi ve Bizim Olanı Kaybediş
Teknik olanın sanata galebesi ve bunun çağın ruhuyla ilgisi meselesinde şu örnek gayet açıklayıcı olacaktır: Paris’te yayınlanan’’Le Teraps’’ dergisinin 14 Şubat 1882 sayısında Fransız aydınlarının Paris ’e dikilmesi planlanan Eiffel Kulesine karşı çıkan bir bildirileri yayınlanır. Aydınlar “Biz yazarlar, heykeltıraşlar, mimarlar, ressamlar, Paris’in bu güne kadar hiç dokunulmamış güzelliğinin tutkun aşıkları, değeri bilinmeyen Fransız zevki adına, başkentimizin tam ortasına yararsız ve canavar görünümlü Eiffel Kulesinin dikilmesine var gücümüzle, tüm öfkemizle karşı çıkıyoruz..’’bildiri devam eder. Bu bildiriyi kitabının epigrafi yapan Barthes Kuleyle ilgili bugünkü bilgileri de verir. Bu kule artık Paris’in evrense! sembolü olmuştur. İçinde görülecek (müze anlamında) hiçbir şey olmamasına rağmen her yıl Louvre müzesine gidenlerin iki katı insan bu kuleyi ziyaret etmektedir. Barthes Kulesi sonsuz eğretilemeler yumağı olarak görür ve onu şöyle tanımlar: “Kule demirden bir danteldir.”
Nasıl olur da dikilirken bütün sanatkârların karşı çıktığı bir ucube bir zaman sonra sonsuz bir eğretilemeler yumağı oldu? Zanaat zaman aşımıyla sanata mı dönüştü? Çağın ruhuyla kastedilen bu olmalı. Bence burada sanatkâr ruhunu inciten demirlerde bir sorun yok, ama bir müddet sonra onu artık bir demir olarak görmeyen çağın insanında, Tolstoy’un dediği anlamda hakiki sanatı kaybetmiş, sahtesini de hakiki sanan insanda bir sorun var. Biz de bu sorunlar yumağının içindeyiz ve sanatın karşısında onu seyir makamında bile değiliz. Hele hele de bize ait olanları bunca zaman kötülemiş, hor görmüş ve aşağılamışken.
Cemal Süreya, İslâm Sanatı başlıklı yazısında M.C.Conirin Soyut resmin çok yerde İslâm Sanatlarından yararlandığım belirtiyor ve Conil’in şu dikkat çekici görüşlerine yer veriyor: Cemil diyor ki: “Kültürler, kentler, uygarlıklar arasında yaklaşımlar, benzerlikler, bağdaşıklıklar bulmak eski bir alışkanlık. Hele bunları Doğu ile Batı arasında düşünmek öteden beri sık sık rastlanan bir olay. Ama şurası da belli ki İslâm estetiği, Batı resmini çok yerde etkilemiştir. Özellikle XIX. ve XX. Yüzyıllarda yaşamış romantik ressamlar İslâm sanatına büyük yakınlık göstermişlerdir. Matisse’in, 1912’lerde Fas’ta, Paul Klee’nin 1914’ler- de Keyruvan’da yaptıkları gözlemler boşuna değildi elbet. Kandinsky’nin 1905’te Tunus’ta, Signac’ın İ917’de İstanbul’a gidişi, 1893’te Paris’te İslâm Sanat Sergisi ’nin açılışı, bunu izleyen başka sergiler, Batı sanatçısına yeni olanaklar, yeni yönelişler getirmemiştir diyebilir miyiz? Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupalı ressamlar arasında Cezayir yükseltilerine çıkmak, Kahire camilerini gidip yakından görmek, Tunus kıyılarında dolaşmak, büyük bir tutku, bir yurtsama haline gelmişti. Granada’dan başlayarak bütün Doğu ve İslâm kentleri esinler dağıtmıştır Batı ressamlarına.”
Muazzam bir birikim sunan İslâm sanatlarının, o sanatların varisleri olan Müslümanlara değil de tam aksine muarızı olan Batılılara derin ilhamlar vermesi kaderin cilvelerinden biri olsa gerektir.
Bugün bilhassa belediyeler, çeşitli vakıflar, demekler aracılığıyla bize ait sanatın icrasına dönük olmaya başlar ve orijinalite sanatın doğası gereği aranmaya başlanırsa daha da müjdeli bir çağın kapısını aralayacağız demektir.
Sanatkâr Neyin Takipçisiydi
Fuzûlî Divanındaki ilk kasidede yer alan şu beyitleri anlamak onunla zamansal değil ama içeriksel anlamı olan başka bir dünyanın seyriyle daha kolay oldu.
Bisât-ı giüşene dün eyledim güzer ki demî Kılam nezâre-i âsâr-ı sariat-i Mevlâ
Bu kârhâne bir üstaddan değil hâlî Gerek bu kudrete elbette kâdir u dânâ
Özetle, Fuzûlî, âlemi seyrinden ve ondaki harikalardan bahsediyor. Gül bahçesine Allah’ın yarattığı o muhteşem sanat eserlerini izlemeye gitmiştir. Uzun seyrinden ve ibret nazarından sonra şu kanaate varır: Bu âlemin bir yaratıcısı vardır zira bu kudret için yüce bir kudret sahibine ve her şeyi bilene ihtiyaç vardır.
Hiç bir bina bânisiz olmaz.
Bir belgesel seyrediyorum. Bir su altı araştırma gemisi, denizlerin diplerine dalmış çekim yapıyor. Deniz dibi derken gördüğümüz mesafeler zannedilmesin. Yüzeyden yaklaşık bin metre aşağıdalar. Güneş ışığının gitmediği, başka da bir ışığın olmadığı zifiri karanlıklardalar. Basınç o kadar yüksek ki insanı saniyesinde paramparça edebilir. Bu yüzden çok yüksek donanımlara sahip su altı araçları yapmışlar. Bizim gözümüz de bilim adamlarının gözü gibi kameranın peşinde. Görünen mesafe, sadece kameranın önündeki ışığın aydınlattığı alandan ibaret… Yüzeyde bu kadar çekim esnasında milyonlarca canlıya rastlanırken burada henüz canlı emaresi yok! Ama biraz sonra hareket eden, yüzen, âdeta dans eden canlılar takılıyor kameraya. Demek ki buralarda da canlılar varmış. Bu karanlıklarda, ışık olmadan nasıl yaşadıkları tartışılıyor. Bir taraftan da balığın fiziki yapısı gözleniyor. Tam da yüksek basınca dayanacak bir tasarımla yaratılmışlar. Fakat bütün bunların yanında asıl bu balıkların olağanüstü görünüşleri benim dikkatimi çekiyor: O kadar rengârenk balıklar ki insan, hayran kalmadan edemiyor. Bir balığın yüzgeçlerinde, sırtında, karın bölgesinde, kuyruk kısmında, başının kenarlarında âdeta bütün renklerin kompozisyonu işlenmiş. Olağanüstü bir renk, ahenk ve estetik cümbüşü seyrediyorsunuz. Görünüşleri de insanı derinden etkileyen birer mimari şaheser hâlinde. Bu balıkları şimdiye kadar kimseler görmedi.Eğer bazı insanlar o muazzam paraları harcamasalar, o bilim adamlarını bir araya getirmeseler,merak edip de;o teknolojik donanımları tasarlamasalar kimsenin göreceği de yoktu!Bu canlılar milyonlarca yıldır orda yaşıyorlar,gözden ırak ve o muhteşem görünümleri kendilerine kalmış olarak. Şunu düşündüm! Milyonlarca yıl kimsenin görmeyeceği bilindiği hâlde onları Yaratan Allah, o dipsiz karanlıklardaki bu canlıları neden bu kadar rengârenk yaratmıştır? Neden basit bir tasarımla yetinmemiştir de sanki hemen her gün insanların gözü önündeymiş gibi olağanüstü bir mükemmellik ve görsellikte yaratmıştır? Neden “Nasıl olsa kimse görmüyor!” diye yaratılışlarını geçiştirmemiştir? Bu ihtimamın, bu dikkatin, bu özen ve olağanüstü ayrıntıya inişin hikmeti nedir?
Övdüğümüz zamanların sanatkârı bu sorulan düşünüyor olmalıydı. Fuzuli gibi âsârı seyretmeye gidiyorlardı. Ama sadece âsârı değil, o eserleri öylesine muhteşem yaratanı da anlatıyorlardı, görüyorlardı. O günün sanatçısı âleme baktığında eşsiz bir sanat eseri, mükemmel bir özen ve dikkat, nereye göz atsa muhteşem bir incelik, zarafet ve itina görüyordu. O da eser verirken bu yaratılışı taklit ediyordu: Eserlerine dikkat et, özen göster, sanatı sakın ihmal etme, işlerini asla baştan savma, kimsenin dikkatini çekmeye, bililerinin gözüne girmeye çalışma, alkışa göz dikme, iltifata meyletme, seni bir gören, izleyen, dinleyen takdir eden muhakkak olacaktır. Üç kuruş çıkar uğruna yüceliğine halel getirme!
Bugünün sanatkârı gördüğüne hayran, gördüğünü görmesini sağlayandan ise bihaberdir. Eşsiz bir hayranlıkla izlediğini (mesela bu günlerde televizyon ekranlarında kendisine övgüler dizilen lâleler ve erguvan ağaçları), öylesine eşsiz bir surette ve sîrette yaratan, en azından yarattığına yönlendirilen kadar bir dikkati ve hayranlığı hak etmiyor mu? .
Hece Dergisi
0 Yorumlar