Müslüman Kadın Kimliği

Wahai-Kekasih-yang-Tak-Pernah-Jadi-Serpih Müslüman Kadın Kimliği

İlginç bir dönemde yaşıyoruz… Toplumun belli bir kesimi, en hayati meselelerimizi “birileri” gündeme getirirse fark edi­yor… Neyin konuşulacağını ve konuşulan konuda ne karar verilmesi gerektiğini hep “birileri” söylüyor. Belki “olsun; hiç konuşmamaktansa, meselelerimizi şöyle veya böyle konuş­mak daha iyidir” diye düşünmek için kendimizi zorlamamız mümkün. Ama eğer o “birileri”, toplum olarak herhangi bir yere varmamamızı arzu etmişse, konuştuğumuz mesele ne ka­dar hayatî olursa olsun, sonunda buharlaşıyor, anlamını ve önemini kaybediyor…

Yani problemlerimizi “çözmek” için değil, tabir yerindeyse “eskitmek” için konuşuyoruz.

Toplum olarak üzerinde hayli söz söylediğimiz ve maalesef konuşa konuşa içini boşalttığımız bir konu da Müslüman ka­dının kimliği… İlgi odağı olma özelliğini hâlâ koruyor olsa da, meseleyi temelinden ele alan, beynimize giydirilen şablonlar­dan sıyrılabilmiş yaklaşımlara nadiren rastlandığı için sonucu da hâlâ şablonlar belirliyor.

Belki meseleyi “Müslümanın kimliği” başlığı altında ele al­mak daha uygun olurdu diye düşünenler olabilir. Ancak ba­şından beri yapageldiğimiz şey zaten “Müslüman kimliği”ni or­taya koymak olduğundan, biraz daha özel bir alanı mercek al­tına alalım istedik…

“İslam ve kadın” başlıklı tartışmalar

Hatırlayacaksınız, Amerika Afganistan’a “özgürlük” götür­düğü zaman televizyon ekranlarına ilk yansıyan, “çağdaş gi­yimli” kadın görüntüleri olmuştu. Bu durum bize çok önemli bir şey anlatıyor: Farklı değer yargılarının çatışma alanında kadına simgesel bir rol yüklenmiştir. Bu demektir ki, “çağdaş” (yani Batılı/Batılılaşmış) insan nazarında, kadınların teset­türden “kurtularak” çağdaş bir hayata adapte olduğu bir top­lum ve o toplumun değerleri “iyi”dir; değilse orada problem var demektir!..

“İslam” ve “kadın” kelimeleri yan yana getirildiğinde, her alanda olduğu gibi bu konuda da zihin yormak yerine, slogan­lar ve kalıplaşmış yargılar üzerinden ahkâm kesme bedavacı­lığını tercih edenlerin aklına hemen şu sloganlar üşüşüyor: Erkek egemen toplumlar kadını eve/kafes arkasına hapset­miştir; kadın-erkek eşitliği yok edilmiştir; miras, şahitlik, eği­tim ve sair alanlarda kadının hakkı gasp edilmiştir; kadına sadece çocuk doğurma ve ev işlerini yapma görevi verilmiştir… Bütün bunların yanında bir de kadın, erkeklerin aksine, “ör­tünmek” zorunda bırakılmıştır…

Adı Müslüman olmakla birlikte, kalbini ve zihnini Batı tarzı düşüncelerin emrine vermiş bazı kimseler, yukarıda bir kıs­mını zikrettiğimiz sloganvari iddialar karşısında özür dileyici bir tavırla şöyle derler: Siz bakmayın bazı ayet ve hadislerde kadın-erkek eşitliğini zedeleyen hususlar bulunduğuna… O ayetler günümüz için geçerli olmadığı gibi, konuyla ilgili ha­disler de uydurmadır. Dolayısıyla bu ayet ve hadisler üzerine hüküm bina eden İslam alimlerinin söyledikleri de, geçmişte Müslüman toplumlarda görülen kadın-erkek ayrımcılığı da yanlıştır. İslam kadınla erkeği her alanda tam anlamıyla eşit bir seviyede görmektedir…

Batılı/modern toplumlarda kadın

Kadını evinden kopartarak toplumsal hayata (yani sokağa) taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı ol­maktan çıkarmak ve oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu… gibi kurumlarla doldurmak Batılı/modern toplumların karak­teristik hayat modelidir. Ancak bu modelin çok da sağlıklı so­nuçlar vermediğini görmek için uzman olmaya gerek yok!

Hiç düşündünüz mü, bu toplumlarda “gençlik” dönemi ni­çin sadece sivilcelerden ibaret olmayan, en hassas ve en prob­lemli/bunalımlı dönemdir?

Ardından gelen “orta yaş” dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki?

Ya yaşlılık dönemi? Belli bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” ol-maması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?

Bütün bunlar kadının aslî/fıtri fonksiyonundan uzaklaştı­rılmasının, yani aile kurumunun işlevsiz hale dönüştürülme­sinin sonucu olarak görülmelidir.

Bu söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden kopar­tılmış kadınların yaşadığı çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve saygıdan eser taşı­mayan Batılı/ modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına karşılaşmak durumunda bulunan kadın için ayakta kalabilmesinin iki yolu vardır: Ya kısmen erkekleşerek ve ka­dınlık fıtratını büyük ölçüde kaybederek; ya da her türlü istis­mar ve kullanılmayı kabullenerek… Üçüncü şık ise “bunalım”dır!

Meseleye örtünme/açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza çıkan manzara şudur: Batılı/Batılılaşmış kadın, “özgürleşmek” adına üzerindeki örtüleri öyle bir fırlatıp atmış­tır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta belki “aç­maktan utandığı” yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu “kararlılığı” sebebiyle, giyindiği zaman bile vücut hatlarını belli edecek elbiseleri tercihte ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadı­nın karakteri haline gelmiştir.

İlginçtir ki, sonuçta bu “özgürlük”ün ceremesini en acı bi­çimde çeken de yine kadındır. Bu gerçeği gözler önüne seren iki çarpıcı örnek:

İsveç ve Norveç

İsveç bir refah devleti. Vatandaşlarım koruyan yasaları, kadın haklan konusundaki öncü tavırları ile diğer Avrupa ül­keleri arasında da sivrilen bir ülke. Parlamentosunun ve ba­kanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem (ombudsman) bile var.

İnceleyin:  Ebubekir Sifil Hoca'dan Abdülaziz Bayındır'a... "Mâide Sûresi/117 ve Nüzûl-i İsa(a.s.) Üzerine"

Ama bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dö­vülen, öldürülen kadınlar, genç kızlar var. İstatistiklere göre her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet ile karşı karşıya ka­lıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu ağır ya­ralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40’ı kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç’in nüfu­sunun yalnızca 8 milyon olduğu göz önüne alınırsa kadınlara yönelik şiddetin İsveç’te de büyük bir sorun olduğunu söyle­mek hiçte zor değil.

İsveç’te cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarlar 2001 yılında 9162’ye ulaştı. Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı.(1)

Norveç de aynı şekilde bir refah ülkesi. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol bölgelerini kullanmıyorlar, onları ge­lecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin iş, aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh” diyorsunuz ya… Yanıldınız efendim. En çok intiharlar Nor­veç’te. En çok kadınların dövüldüğü ülke Norveç… En çok al­koliğin olduğu ülke de Norveç… Yani varlık içinde yokluk çe­ken Norveç’te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde…”(2)

İslam ve tesettür

Tesettür meselesini ve kadın-tesettür ilişkisini gerçek du­rumuyla değerlendirebilmek için öncelikle yüce dinimizin “insan”a bakışını ortaya koymak gerekir.

Hemen belirtelim ki, “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen te­settür kelimesi, yaygın anlayışın aksine sadece kadına özgü bir durumu anlatıyor değildir. Dinimiz, “haram, mahrem, av­ret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara ayrı bir hassasi­yetle eğilmiş, bu kavramların anlattığı şeylerin uluorta sergi­lenmemesini, hususîliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini istemiştir.

Bu hususları, “haya” kavramıyla irtibatlı olarak ele almak gerekir. Zira yüce dinimiz “haya”nın, insanın fıtri bir özelliği olduğunu temel bir hakikat olarak vurgular.

Batılı/Batılılaşmış insanın, açılmayı örtünmeye ve çıplak­lığı giyinikliğe tercih etmesinin sebebini de bu noktada, yani ondaki “fıtrat arızası”nda aramak gerekir.

Şu halde İslam’ın “fıtrat dini” olduğu gerçeğinden hareketle şunu söylememiz gerekiyor: Müslüman, fıtratını muhafaza et­tiği için hayalıdır ve sahip olduğu bu özellik ona, bazı şeyleri başkalarının gözünden, ıttılaından ve dikkatinden saklamasını gelimi Müslüman için yaşadığı ev, başkalarının ser­bestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslam’da eve “haram” denmiş ve Efendimiz (s.a.v), başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve baş­kalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fi­ilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz (g.a.v), penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalınca olarak ahşaptan yaptırmıştı.

Bu sebeple mahremiyete riayet hassasiyetinin, doğal olarak İslam medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını gö­rüyoruz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denen bahçeyi, insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarı­dan ayırmış böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.

Ancak bu, evin içi ile dışarının irtibatının tamamen kop­ması anlamına gelmiyordu. Zira evlerin ikinci katının sokağa bakan cephesinde, içeriyi göstermeyecek şekilde dizayn edil­miş pencerelerin bulunduğu cumbalar evin dışarıyla irtibatım güvenli ve sakıncasız bir şekilde temin ediyordu…

Yüce dinimizin öngördüğü mahremiyet sadece evin içiyle dışı arasında cereyan etmesi gereken bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitab’ımız, aynı ev içinde yaşayanların bile bir­birlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve ço­cukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin iste­meleri gerektiğini ifade buyurmuştur.(Nur Sûresi, 58, 59.)

İşte kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken bu gibi tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, be­deninin bazı kısımlarını yabancıların görmemesi için örtün­mesi de “tesettür”ün bir parçasıdır.

Müslüman kadın ve tesettür

İslam alimleri, bir Müslümanın, bedeninin nerelerini kim­lere karşı örtülü bulundurması gerektiği konusunu dört baş­lık halinde ele almıştır: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadı­nın kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürlü bulundurması gereken uzuvlar.

Tafsilatı ilgili kaynaklarda verilen bu 4 başlık içinden, bu yazının esas konusunu teşkil eden, kadının erkeğe karşı te­settürüdür.

Acaba İslam dini erkekten farklı olarak kadına niçin daha kapsamlı bir tesettür emretmiştir?

Bu sorunun cevabı, “haya” yanında insan fıtratında bulu­nan bir diğer özellikte yatmaktadır: Cinsellik.

Şurası bir gerçektir ki Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal… gibi özelliklerde genel olarak erkek kadına karşı ileride iken, zarafet, letafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet… gibi özelliklerde de kadın daha üstündür.

İnceleyin:  Nesneler Dünyası

Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğ­rusu “teşhir edildiğinde” yukarıda örneklerini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan da yine en başta kadınlar zarar görmektedir.

Modern hayat tarzım benimseyen toplumlarda cinsel suç­ların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan en canlı şa­hittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim bi­rimleri arasında ahlak zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu herkesin gözlemlediği bir dummdur.

Bu manzaranın izahını, ahlakın ve haya duygusunun zaafa uğraması yanında, kadınların, kendilerine yönelik art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim/kuşamlarında aramak gerektiğini düşünüyoruz.

İslam, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışla­rını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli ola­rak insanın iç dünyasmı, kalbini ve ruhunu kötü düşünceler­den ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyle bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de birtakım “kırmızı-çizgiler” çizmiştir.

Bu kırmızı çizgileri “özgürlüğün kısıtlanması” olarak gören­ler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan “kirli hayat”ı (İsveç ve Norveç örneklerini yukarıda zikretmiştik) göz önüne getirmelidir.

Tesettür Müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O,kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan “elektriklenme”yi engellemenin bir aracıdır.

Bu noktada genellikle göz ardı edilen bir noktaya parmak basmak gerekiyor: Sözünü ettiğimiz “elektriklenmedin önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de bu noktada kadın kadar sorumludur. Nur Sûresi’nin 30. ayetinde erkeklere, 31. ayetinde de kadınlara gözlerini haram­dan sakınmalarının emredilmesi, bu noktada her iki cinsin de aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. ¡Setli ve temiz bir toplum oluşturmanın biricik yolu budur.

Bir yandan kadınlan alabildiğine “serbest” giyinmeye teşvik ederken diğer yandan erkeklere “kendinize hakim olun” de­mekle ahlâkî yozlaşmanın önüne geçilemeyeceği gibi, erkekleri edep ve ahlak ilkeleri doğrultusunda eğitmeyi ihmal edip sa­dece kadınların örtünmesini istemekle de sağlıklı bir toplum oluşturulamaz…

Şimdi bu noktada durup, bir an için tesettür ayetlerinin indiği ortama, Asr-ı Saadet’e gidelim.

Saadet Asrı’nda durum

Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar baş­larının yansını örter, baş örtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Aynca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bu­lunurdu.

Tesettürü emreden ayetler(3) ile hem erkekler, hem de ka­dınlar harama bakmaktan sakındınldı, kadınlara mahrem ol­mayan erkeklerin yanında başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyu­ruldu.

Yine ilgili ayetlerde kadınların, cinsel cazibelerini dışa vu­racak şekilde yürümemeleri ihtar edilmek suretiyle, tesettürle hedeflenen şeyin, özden yoksun, şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuş oluyordu.

Nur Süresinin 31. ayeti inzal buyurulup da Efendin’ (s.a.v) tarafından Sahabeye tebliğ edildiğinde erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabe hanımları vakit geçirmeden uygun buldukları peştamal, çarşaf gibi şeyleri ke­narlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

Ertesi gün örtünmüş olarak sabah namazı için mescide gelen kadınlar cemaatinin görüntüsünü Hz. Aişe (r.anha) vali­demiz -muhtemelen siyah örtülere bürünmüş olmaları sebe­biyle- “başlarında sanki kargalar varmış gibi” sözleriyle ifade etmiştir.(4)

O günden sonra tesettür Müslüman kadının kimliğinin ay­rılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil etmiştir.

Hicret’in 2. yılında vuku bulan Benû Kaynuka gazvesinin sebebi, bir Müslüman hanımın tesettürü ile alay edilmesidir.

Medine’deki Benû Kaynuka Yahudilerine ait bir çarşıya alışveriş için gitmiş olan Sahabe eşlerinden birisi, dükkânına girdiği Yahudi tarafından aşağılanmış, örtüsü ile alay edilmiş ve çirkin muamelelere maruz kalmıştı. Bunun üzerine feryat edince oradan geçmekte olan bir sahabi hemen olaya müda­hale ederek Yahudiyi öldürmüş, orada bulunan Yahudiler de toplanarak o sahabîyi şehid etmişti.

Durum Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e intikal ettiğinde hemen bir seriyye hazırladı ve Kaynukaoğulları’nın üzerine yürüdü. 15 gün süren bir kuşatmanın ardından Yahudiler sa­vaşı göze alamayıp teslim oldular ve Şam tarafına sürgün edil­meyi kabul ederek canlarını kurtardılar.(5)

Dipnotlar:

1-“Uçan Süpürge? isimli kadın organizasyonunun internet sitesi, 13.11.2003.

2-Sabah Gazetesi, 10.10.2004.

3-Nur Sûresi, 31. ve Ahzab Sûresi 59. Ayetleri.

4-Tefsiru ibn Ebî Hatim, 8/2575.

5-ibn Hişâm, 3/50 vd.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir