Müşkil Ayetler Hakkında
İhtilaf ve Tenaküz Vehmi Veren Müşkil Ayetler
Bu konuda Kutrup, müstakil eser yazmıştır.
İhtilaf ve tenakuz vehminden anlaşılan, âyetler arasında birbirine zıd mânalar olduğu vehmine kapılmaktır. Halbuki «..Eğer (o) Allah’dan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda biribirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.» (Nisâ, 82.) âyetinde görüldüğü gibi, Allah kelamı bundan münezzehtir. Hakikatte ihtilaf olmasa bile, Kur’ân hakkında geniş bilgisi olmayanlar bu vehme kolayca kapılabileceklerinden, bu şüpheyi izale etmek gerekir. Bu konu aynen, hadis ilminde birbirine zıt görünen hadisleri telif eden muhtelefu’l-hadis ilmine benzer. İbnu Abbas bu konuya genişçe temas etmesine rağmen, bazılarını telif edemediği rivayet edilmiştir.
Abdurrazzak Tefsirinde şöyle der: Mamer, bir kimseden, o Minhal b. Amr’dan, o da Said b. Cubeyr’den şöyle dediğini nakleder: Sahabe’den biri İbnu Abbas’a gelerek: Kur’ân’da, bana ihtilaflı gibi görünen bazı âyetlerle karşılaştım, der. İbnu Abbas: Bunlar hangi âyetlerdir, yoksa şüpheye mi düştün deyince, Sahabi: Hayır, şüphe değil, fakat ihtilaf gibi görünmektedir, cevabını verir.
Bunun üzerine İbnu Abbas: İhtilaflı gördüğün âyetleri söyler misin, deyince Sahabi âyetleri söyle sıralar: «Sonra onlar: ‘Ey Rabbimiz, vallahi biz müşrik değildik’ demelerinden başka çareleri kalmadığı gün.» (Enam, 23.) ile, «..Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.» (Nisâ, 42.) âyetlerine rağmen gene de sözlerini gizlemişlerdir. «..artık o gün aralarında soylar yoktur ve insanlar (birbirini soylarını) soramazlar.» (Müminun, 101.),«Birbirine dönmüş soruyorlar.»(Tûr, 25.), «De ki: ‘Siz mi arzı iki günde yaratanı tanımıyorsunuz?.. isteyerek geldiler.» (Fussilet, 9-11.), «..yoksa göğü mü (ki onu Allah) bina kılmıştır.» ile, «Bundan sonra da yeri yuvarlattı.» (Nâziât, 30.) âyeti.
İbnu Abbas, sorulan bu âyetleri Allah Allah! diyerek şöyle açıklar ثُمَّ لَمْ تَكُن فِتْنَتُهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ وَاللّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ âyetinde sözü edilen müşrikler, kıyamet gününde, Müslümanların şirk dışındaki günahlarının bağışlandığını, Allah katında şirkin büyük bir suç olduğunu gördüklerinde, kendilerinin de bağışlanmasını dileyerek şirkte bulunduklarını inkar ederler ve ey Rabbimiz, yemin ederiz ki biz şirk koşanlardan değildik, derler. Bunun üzerine Allah ağızlarını mühürler, elleri ve ayakları, yaptıkları bütün işleri itiraf etmek zorunda kalırlar. Bu durumda küfre saplanıp Resûle karşı gelenler, o gün yerin dibine geçmeyi isterler ve Allah’dan hiçbir söz gizleyemezler.
«Artık o gün aralarında soylar yoktur ve insanlar (birbirlerinin soylarını) soramazlar.» (Müminûn, 101.) âyetindeki mâna şudur: İlk sûr üfrüldüğünde, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yeryüzünde bulunan herkes korkudan düşüp bayılır. O günde aralarında soy-sop aranmaz, birbirlerinin hallerini de soramazlar. Sonra ikinci sur üfrülünce, kabirlerinden kalkıp birbirlerini görüp hallerini sorarlar.
«..yeri iki günde yaratan (mı?) âyetindeki mâna şudur: Yeryüzü, gökyüzünden önce yaratılmıştır. Duman halinde olan yeryüzünün iki günde yaratılışından sonra yedi kat göğü de, iki günde meydana getirmiştir.
«Bundan sonra da yeri yuvarlattı.» âyetindeki mâna, şudur: Allahu Taâlâ yeryüzünde dağları, nehirleri, ağaçları ve denizleri yerleştirdi.
Allah’ın varlığı bütün zamanları kaplar, âyeti ise şu mânadadır: Allahu Taâlâ vardır, varlığı ezeli ve ebedidir. Aynı şekilde ezeli ve ebedi olarak Aziz, Hakim, Alim ve Kadîr’dir. Bu yüzden Kur’ân’da ihtilaf gibi görünen hususlar, bu anlattıklarımın benzeridir. Cenabı Hak herşeyi, iradesine uygun şekilde meydana getirmiştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Esas metni Buhari’de bulunan bu rivayeti Hakim, Müstedrek’inde uzunca nakletmiştir.
Buhâri Şerhinde İbnu Hacer, bu sorular, esasında şu dört noktada toplanmaktadır, der. Bunlar:
1- Kıyamet gününde insanların birbirleriyle konuşup konuşmayacakları,
2- Müşriklerin durumlarını gizlemek isteyecekleri, ancak Allah’ın onların durumlarını açığa çıkaracağı,
3- Gökyüzü veya yeryüzünden hangisinin önce yaratıldığı,
4– Allah’ın sıfatları ezeli ve ebedi olmakla beraber, geçmiş zaman mânasında olan kelimeyle, ifade edilip edilemiyeceği.
İbnu Abbas’ın bunlara verdiği cevap şöyle özetlenebilir:
1- İkinci nefhadan önce insanların biribirleriyle konuşmalarının mümkün olmadığı halde, ikinci nefhadan sonra bunun mümkün olması,
2- Müşrikler, gerçeği dilleriyle ifadeden kaçındıkları halde, elleri ve dilleriyle ifadeden kaçındıkları halde, elleri ve diğer azalarının bunu ifade etmesi,
3– Allahu Taâlâ yeryüzünü iki günde, döşeyip yaymaksızın halketti. Sonra gökleri yarattı ve iki günde katlara ayırarak düzene koydu, bundan sonra yeryüzünü yayıp döşedi, dağları ve diğer mevcudatı iki günde yerli yerince yerleştirdi. Böylece yeryüzünün yaratılışı, dört günde tamamlandı.
‘Kâne’ fiili, mazi sigasında olmasına rağmen, mânasında bir devamlılık vardır, bu yüzden Allah’a isnad edildiğinde, devamlılık arzeder.
Birinci meselede, şu farklı tefsir mevcuttur;
ilk sur üfrüldüğünde insanların birbirleriyle konuşmaması, sûrun tesiriyle bayılıp düşmeleri, hesaba çekilmeleri ve sıratdan geçme endişesiyle meşgul olmalarındandır. Bundan sonraki durumda, birbirleriyle konuşmalarının mümkün olmasıdır. Bu rivayet, Süddi’den nakledilmiştir. İbnu Cerir bunu, Ali b. Ebi Talha tarikıyle İbnu Abbas’dan rivayet etmiştir ki ilk nefha konuşmanın mümkün olmadığı, bunun ikinci nefhadan sonra gerçekleştiği anlaşılır.
İbnu Mesud, konuşmanın nefyini başka bir mânada birbirlerinden af talebinde bulunamazlar şeklinde tefsir eder. İbnu Cerir, Zâdân tarikıyle yaptığı bir rivayette, onun şöyle dediğini nakleder: İbnu Mesud’a gelerek bir soru sordum, bana şu cevabı verdi: Kıyamet günü kulun elinden tutulur, yüksek sesle bu falan kimsedir diye tanıtılır. Bunda alacağı olan gelsin alsın, denilir. Böyle bir günde bir kadın babasından, oğlundan, kardeşinden veya kocasından alabileceği bir hak olmasını ister. Fakat aralarında soy-sop yakınlığı olmadığı gibi, birbirleriyle bugün konuşmaları da imkansızdır.
Başka bir tarikle şöyle rivayet eder: O gün hiç kimse, neseble ilgili bir şeyden sual olunmadığı gibi, aralarında bu konuda bir konuşma da geçmez, akrabalık durumunda konuşulmaz.
İkinci meselede ise şu farklı görüş mevcuttur:
İbnu Cerir, daha geniş mânada, Dahhak b. Muzahim’den rivayetle Nâfi b. Ezrak’tan şunu nakleder: Nâfi, İbnu Abbas’a gelerek Allaha andolsun ki müşrik değildik,«..Allah’dan hiçbir söz gizleyemezler.» âyetleri hakkında ne düşündüğünü sorar. İbnu Abbas bana şu cevabı verdi: Öyle zannediyorum ki, arkadaşların arasında bu hususu konuştunuz. Onlara, ‘şimdi gider İbnu Abbas’a sorarım, onun bu hususta bilgisi vardır’ deyip bana geldiniz.
O halde arkadaşlarına şunu söyle: Allahu Taâlâ kıyamet gününde insanları bir arada topladığı zaman, müşrikler şöyle der. Allah ancak kendini tevhid edenin duasını kabul eder. Bunun üzerine Allah onlara kendisine iman edip etmediklerini sorar, onlar da Rabbimiz, Sana yemin ederiz ki bizler müşriklerden değildik, derler. Bu asılsız sözlerinden sonra Cenabı Hak, ağızlarını mühürler, sadece organları konuşur.
Bu hususu Müslim’in, Ebu Hureyre’den rivayet ettiği hadis tekid eder. Hadisin bir yerinde; üçüncü soru sorulur, müşrik: Ya Rabbi, Sana Kitabına ve Resûlüne inandım, gücüm yettiği kadar senada bulundum, der. Müşriğin bu ifadesi üzerine Cenabı Hak: Şimdi, aleyhinde şahitlik yapacak olanı getireceğiz, deyince, müşrik kendi kendine ‘aleyhimde kim şahitlik yapabilir’ diye düşünürken Allahu Taâlâ ağzını mühürler, azaları konuşmaya başlar.
Üçüncü meselede ise şu farklı görüş mevcuttur:
Said b. Cübeyr’in ifadesinde geçen ثُمَّ kelimesi, atıf edatı olan vav mânasındadır, asıl mânasında değildir. «Sonra inanıp..olmak..» (Beled, 17.) âyetinde olduğu gibi, asıl mânasında olduğu da söylenir. Ancak tertip, haber verilenle ilgili değil, haberin kendisindedir. Bir görüşe göre de asıl mânasındadır, ancak zaman bakımından, muhtelif için değil, iki grup insan arasındaki farktan dolayıdır. Ayette geçen * fiili, * mânasına gelmektedir.
Dördüncü meselede ise şu farklı görüş mevcuttur:
İbnu Abbas’ın buna verdiği cevapta, Allah’ın kendini Gafûr ve Rahim olarak isimlendirdiği ihtimali mevcuttur. Bu isimlendirme, geçmiş zamanla ilgilidir, tealluk ettiği mesele olup bitmiştir. Fakat Allah’ın bu iki sıfatı, ezeli ve ebedidir, zamana bağlı değildir. Zira Allah, halde ve istikbalde mağfiret ve rahmet dileyecek olursa, bu dileği mutlaka gerçekleşir. Bu söz, Şemsüddin Kirmani’ye aittir. Kirmani’ye göre İbnu Abbas’ın, iki şekilde cevap verme ihtimali de mevcuttur. Birincisi, Allah’ın kendini bu sıfatlarla tesmiyesidir. Bu itibarla geçmiş zamana bağlıdır. Fakat sıfatlar sonsuzdur. Diğeri ise كَانَ fiilinin mânasındaki devamlılıktır. Çünkü Cenabı Hak, ilelebed Gafûr ve Rahimdir.
Bu konuda, sualin iki şekle hamli ihtimal dahilinde olsa bile verilecek cevap her ikisinin kabul edilmemesi şeklindedir. Mesela كَانَ lafzı bağışlanacak ve merhamet edilecek kimse yokken, Allah’ın geçmiş zamanda Gafûr ve Rahim olduğuna işaret etmekte ise de, hal’de كَانَ fiili buna işaret etmediğinden, durum, böyle değildir. Birinci şıkka verilecek cevap, كَانَ fiili mazi sığasında, sıfatı adlandırmak üzere kullanılmıştır, ikinci şıkka verilecek cevap ise, كَانَ fiili sıfatla birlikte devamlılık ifade ettiğidir. Nahiv uleması كَانَ nin haberi, mazi mânasındadır veya munkatıdır, demişlerdir.
İbnu Ebi Hatim bir başka tarikle İbnu Abbas’dan şöyle rivayette bulunmuştur: Bir Yahudi İbnu Abbas’a, Allah’ın Aziz ve Hakim olduğunu iddia ediyorsunuz, acaba bugün de aynı mıdır? diye sorunca İbnu Abbas: O bizatihi Aziz ve Hakim’dir, cevabını vermiştir.
İbnu Abbas’ın telifinde güçlük çektiği meselelerden birini de Ebu Ubeyd nakleder: Ebu Ubeyd; İsmail b. İbrahim’den, o Eyyub’dan, o da İbnu Ebi Müleyke’den, şöyle dediğini rivayet eder: Sahabeden biri İbnu Abbas’a «..süresi bin yıl olan bir günde..» (Secde, 5.) ile «..Mikdarı elli bin yıl süren bir günde..» (Meâric, 4.) âyetlerinin mânasını sorar. İbnu Abbas cevaben: Bunlar Allah’ın kitabında zikrettiği iki gündür, bunlarla ilgili gerçeği gene Allah bilir, demiştir.
Aynı tarikle İbnu Ebi Hatim benzer bir rivayette bulunmuş, İbnu Abbas’ın sözüne şunu ilave etmiştir Bu iki günün, mahiyetini bilmiyorum. Bilmediğim bu iki gün hakkında bir şey söylemekten sakınırım. İbnu Muleyke şöyle der: Deveme binerek acele Said b. Museyyeb’e gittim. Yanında bulunanlardan biri bu konuda Said’e soru sordu, fakat sorusunu cevaplayamadı. Bunun üzerine İbnu Muleyke bu konuda İbnu Abbas’dan duyduğumu söyleyeyim mi? diye söze karıştı ve duyduğunu aynen anlattı. Said, soru sorana dönerek; benden daha bilgili olmasına rağmen İbnu Abbas, bu konuda fikir beyan etmekten kaçınmıştır, şeklinde hitapta bulundu.
Gene İbnu Abbas’dan rivayet edildiğine göre; bir işin Allah’a yöneliş ve yükseliş miktarıdır. Hac sûresinde geçen bin yıllık gün, Allah’ın gökleri yarattığı altı günden bir gündür. Elli bin yıllık gün ise kıyamet günüdür.
İbnu Ebi Hatim, Simak tarikıyle İkrime’den, o da İbnu Abbas’dan şu rivayette bulunur Sahabeden biri İbnu Abbas’a şu âyetlerdeki günler nedir, diye sorar: «..süresi bin yıl olan bir günde..» (Meâric, 4.), «Gökten yere kadar her işi O, tedbir eder. Sonra sizin saydığınızdan bin yıl kadar süren bir günde O’na yükselir..» (Secde, 5.), «Rabbinin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.» (Hac, 47.) İbnu Abbas bu soruyu şöyle cevaplar: Kıyamet gününün müddeti, elli bin senedir.
Semavatın yaratılışı ise altı gündedir. Her gün, bin seneye tekabül etmektedir. Bu âyetteki bin sene meleklerin yeryüzündeki vazifelerini bitirip Allah katına yükseliş müddetini gösterir. Bazı ulema, bu iki âyette mevcut sene ile kıyamet günü kastedildiği, «..çetin bir gündür. Kâfirler için kolay değildir.» (Müddessir, 9-10.) âyetinin delaletiyle bunun, Müminle kafirin kıyametteki hallerinin itibara alındığı görüşündedirler.
İhtilaf Vehmi Veren Müşkil Âyetler
Zerkeşi «eI-Burhan» adlı eserinde, âyetlerde ihtilaf gibi görünen sebepleri şöyle açıklar:
a- İhtilaf, âyette mevcut bir ifadenin muhtelif nevileri ve safhalarından ileri gelir. Mesela Âdem (a.s.)ın yaratılışı ile ilgili olarak bir âyette, topraktan (Âl-i İmrân, 59.), bir âyette,işlenebilen balçıktan (Hicr, 26,28,33.), bir âyette yapışkan bir çamurdan (Sâffât, 11.), bir âyette «..pişmiş gibi kuru çamurdan..» (Rahman, 14.) şeklinde gelmektedir. Bunlar; muhtelif lafızlardır, her birinin durumlarına göre farklı mânaları mevcuttur. «Sâlsâl» kelimesi, «hame» kelimesinden, «hame» kelimesi «turab» kelimesinden farklı mânadadır. Ancak bunların aslı, topraktır. Bu değişik hallerden herbiri, toprağın özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Mesela, yılandan söz edilirken bir âyette «..O apaçık bir ejderha!..» (Şuarâ, 32.), diğer âyette ise «..küçük bir yılan gibi titreşti..» (Kasas, 31.) buyrulmaktadır. ا جَانٌّ kelimesi yılanın küçüğüne,عْبَانٌ kelimesi ise yılanın büyüğüne verilen addır. Zira küçük yılanın yaratılışı, büyük yılanınkine benzer. Büyük yılanın kımıldanışı, hareketleri ve süratle yol alışı, aynen küçük yılanın hareketleri ve yol alışı gibidir.
b- İhtilaf, konunun değişikliğinden ileri gelir.
Buna misal; «Durdurun onları, çünkü sorguya çekileceklerdir!» (Sâffât, 24.) ve «Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız..» (Araf, 6.) âyetleriyle «O gün ne insana, ne de cinne günahından sorulmaz.» (Rahmân, 39.) âyetleridir. Bu konuda Halimi şöyle der: Birinci âyet, tevhid ve peygamberlerin tasdiki ile ilgili soruya, ikinci âyet de nübüvvetin tasdik ve ikrarıyla, dinin usul ve furuuna ait soruya hamledilir.
Bazı ulema, ihtilafı, yer ihtilafına hamleder. Zira kıyamette, değişik mevkiler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarında insanlar sorguya çekilirken, bazılarında sorguya çekilmezler. Kıyamette sorulan sorular, ağlatan ve kusurları ortaya çıkaran sorulardır. Sorulmayacak sorular ise âyette geçen mazeret ve hüccetle ilgili sorulardır. «Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun..» (Âl-i İmrân, 102.) âyetiyle, «Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun..» (Tegâbun, 16.) âyeti buna misaldir. Şeyh Ebu’l-Hasen eş-Şazeli birinci âyeti, akabindeki «..ancak Müslüman olarak can verin.» âyetini delil getirerek tevhide, ikinci âyeti de amele hamleder. Bir rivayete göre, ikinci âyet, birinci âyeti neshetmiştir.
«..adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, bir tane alınız..» (Nisâ, 3.) âyeti ile «..kadınlar arasında tam adalet yapmak elinizden gelemez..» (Nisâ,129.) âyeti buna misaldir. Birinci âyette adaletin mümkün olacağı, ikincisinde ise mümkün olamayacağı anlaşılır. Buna şöyle cevap verilebilir: Birinci âyet hukukun ifasıyle ilgilidir, ikinci âyette ise insan gücünü aşan kalbî meyille ilgilidir.
«..Allah kötülüğü emretmez..» (Araf, 28.) âyeti ile «..şımarık varlıklarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar..» (İsrâ, 16.) âyeti de buna bir misaldir. Birinci âyette şeri meseleye, ikinci âyette ise kaza ve kader mânasına gelen kevni meseleye işaret vardır.
c- İhtilaf, fiilleri yönüyle kendisinden bahsedilen ile, bahse konu olan haberden gelen ihtilaftır.
«Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın..» (Enfal, 17.) âyeti buna misaldir. Bu âyette kesb ve faaliyete geçme bakımından öldürme işi Sahabeye, atma işi de Peygambere izafe edilmiştir; ancak tesiri her ikisinden de nefyedilmiştir.
d- İhtilaf, mecaz ve hakikat bakımından, kendisinden bahsedilen ile bahse konu olan haberden gelen ihtilaftır.
«..insanları sarhoş görürsün, oysa onlar sarhoş değildirler..» (Hac, 2.) âyeti buna bir misaldir. Âyetteki sarhoşluk, kıyamet’in kopuşunda ortaya çıkan korkudan dolayı, mecazi sarhoşluktur. Yoksa, içki içmenin sonucu olan hakiki sarhoşluk değildir.
e- İhtilaf, kelimeye iki şekilde mâna verilmesinden ileri gelen ihtilaftır.
«Bugün artık gözün keskindir.» (Kâf, 22.), «Aşağılıktan başları öne eğmiş vaziyette…göz ucuyla gizli gizli bakarlar..» (Şûra, 45.) âyeti buna misaldir. Kutrub; âyetteki, بَصَرُكَ kelimesinin mânasını, sahip olduğun ilim, görerek sağladığın bilgi, kuvvetli bir bilgidir, şeklinde açıklar. Arapların * sözü, bildi mânasındadır, yoksa gözle görmek mânasında değildir. Fârisi: فَكَشَفْنَا عَنكَ غِطَاءكَ âyetini, bu mânaya geldiğine delil gösterir.
«Onlar ki, inanmışlar, kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur..» (Ra’d, 28.) âyeti ile «Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir..» (Enfâl, 2.) âyeti, buna ayrı misaldir. İkinci âyetteki kalplerin titreyişi ile birinci âyetteki kalplerin mutmain olması, birbirinin hilafı sanılmaktadır. Bu söze verilecek cevap şudur: Mutmain olma, tevhidin kabuliyle kalbin inşirah bulmasıdır. Kalblerin titreyişi ise doğruluktan ayrılma ve hidayetten sapma korkusundandır.
«..Rablerinden korkanların, bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri, hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar..» (Zümer, 23.) âyetinde bu iki husus, bir arada zikredilmiştir.
İzahı güç olan âyetlerden biri de «Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerine istiğfar etmekten alıkoyan şey, ancak evvelkilere (ait) âdetin kendilerine de gelmesini yahut azabın açıkça karşılarına gelmesidir.» (Kehf, 55.) âyetidir, bu âyet, kendilerinden öncekilere gönderilen azapla gözleri önündeki azapdan birinin iman etmelerine mani olduğuna delalet eder. Halbuki «Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şey hep: ‘Allah bir insanı elçi mi gönderdi?’ demeleridir.» (İsrâ, 94.) âyetinde ise, bu iki sebeb dışında başka bir mâni bulunmaktadır.
Bu hususu İbnu Abdisselam şöyle açıklamaktadır: Birinci âyet şu mânadadır: İnsanların iman etmelerine engel olan ancak, öncekilerin yere batırılmaları, veya benzeri şekillerde helak edilmeleri gibi azabı, şimdiden beklemeleridir. Allahu Taâlâ âyette onları, iki durumdan biriyle cezalandırmayı murad ettiğini bildirir. Şüphe yok ki Allah’ın iradesi, iradesine ters düşen şeyin vuku bulmasını engeller. İşte, imanlarına engel olan gerçek sebeb budur. Çünkü gerçek sebeb Allah’tır.
İkinci âyetin mânası şudur: İnsanları iman etmekten alıkoyan ancak Allah’ın, insanlar arasında bir resûl göndermesini garib karşılamalarıdır. Gerçekten söyledikleri söz, garip karşılamanın bir ifadesidir: Bu da, iman etmemelerine engel uygun bir sebeptir. Halbuki beşerden bir resûl gönderilmesini garip karşılamaları hakiki bir engel değil, basit bir engeldir. İkinci âyetteki bu durum basit bir engele münhasır olduğu halde birinci âyetteki engel, hakiki bir engeldir. Böylece iki âyet arasında bir ihtilaf mevcut değildir.
Mânasında zorluk hissedilen âyetlerden bazıları da şunlardır: «Allah’a yalan uyduran, ya da O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir..» (Enam, 21.) ve «Allah hakkında yalan uydurandan…daha zalim kim olabilir..» (Zümer, 32.) âyetleriyle «Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılmışken onlardan yüz çevirenden daha zalim kimdir..» (Kehf, 57.) ve «Allah’ın mescidlerinde adının anılmasına engel olandan daha zalim kim olabilir..»(Bakara, 114.) âyetleridir. Bu âyetlerde mevcut istifham edatı, nefiy mânasındadır. Şu halde mânası, «daha zalim kimse yoktur», demektir. Bu durumda cümle, inşai değil, haberi cümledir. Cümle haberi olur, âyetler de zahiri mânasında olursa, aralarında tenakuz olduğu anlaşılır.
c– İhtilaf, fiilleri yönüyle kendisinden bahsedilen ile, bahse konu olan haberden gelen ihtilaftır.
Buna şu şekilde cevap verilebilir:
a- Yukarıdaki âyetlerde ifade edilen her bir zulüm, kendisiyle ilgili hususu tahsis etmektedir. Yani Allah’ın emirlerini engelleyenler arasında, Allah’ın mescitlerine girmeyi engelleyenlerden, iftira edenler arasında, Allah’a yalan iftira edenlerden daha zalim bir kimse yoktur, demektir. Bu durumda âyette ifade edilen ilgili hususlar tahsis edildiğinde, tenakuz izale edilmiş olur.
b- Âyetlerde ifade edilen zulüm, bunu ilk önce yapanları tahsis eden bir zulümdür. Bu kimseler, kendilerinden sonra aynı yolda gidenlerden daha zâlimdirler. Şu halde daha zâlim olan, zulmü ilk önce işleyendir. Âyetlerde ifade edilen zulüm, engellemekte ve iftira etmede, öncelik taşıyan zulümdür.
c- Daha zalim olmamak, zalim olmamayı gerektirmez. Ebu Hayyan, bu cevabın daha doğru olduğuna inanır. Çünkü mukayyed olanı nefyetmek, mutlak olanın nefyini gerektirmez. Mukayyed olan zulüm, mutlak olan zulmü nefyetmediğine göre, âyetler arasında tenakuz olduğu söylenemez. Çünkü yukarıdaki âyetlerde, daha zalim olanla vasfı eşit tutulmuştur. Daha zalim olmada eşitlik olduğuna göre, bu vasıfla vasfedilenler arasında, birinin diğerine nazaran, ziyade veya noksanlığı yoktur. Bunların herbiri daha zalim olmada eşittirler, bu açıklamanın ışığı altında mâna şu olur: İftira edenlerle, menedenlerden daha zalim kimse yoktur. Bu gibilerin zalim olmada eşit tutulmalarında, herhangi bir zorluk olmadığı gibi, bunlardan birinin diğerinden daha zalim olduğunu gösteren bir alamet de mevcut değildir. Bu tıpkı; onlardan daha bilgili kimse yoktur, sözü gibidir.
Bu cevaplar şöyle özetlenebilir:
Zulümde aşırılığı nefyetmek, zulmetmedeki eşitliğin nefyini gerektirmez.
Muteahhirin ulemasından bazıları şöyle demiştir: Âyetlerdeki istifhamdan maksat, zikredilen hususlarda, gerçek mânada daha zalim olma değil, kalplere korku ve dehşet vermektir.
Hattabî şöyle der: İbnu Ebi Hureyre’den işittiğime göre Ebu’l-Abbas b. Sureyc’in şöyle dediğini nakletmiştir: Bir adam, ulemadan birine «Yoo, and içerim bu şehre..» (Beled, 1.) âyetinde Allahu Taâlâ burada adı geçen beldeye yemin etmediği halde «Bu güvenilir şehre andolsun ki.» (Tin, 3.) âyetinde yemin etmektedir. Sizce, hangisi doğrudur? diye sorar. Bunun üzerine alim; önce sorunu cevaplayıp sonra mı döveyim, yoksa önce dövüp sonra mı cevaplayayım, diye sorunca soru sahibi, önce dövün, sonra cevaplandırın şeklinde mukabelede bulunur. Bunun üzerine alim şöyle der:
Şurasını iyi bil ki Kur’ân’ı Kerim, Resûlullah’a, Sahabenin gözü önünde ve Kur’ân’a düşman insanlar arasında nazil olmuştur. Bu zalim insanlar, Kur’ân’ı tenkit etmek için fırsat kolluyorlardı; şayet böyle bir fırsat ellerine geçseydi, hemen ona sarılır tenkide yeltenirlerdi. Fakat onlar Kur’ân’da böyle bir tenakuz göremediler. Ama sen bir Müslüman olarak bu durumu kavrayamadın!. Onların şüpheye düşmedikleri bir konuda sen şüpheye düştün. Şunu da iyi bil ki Araplar, konuşma esnasında LÂ harfini kullanırlar, fakat mânasını dikkate almazlar, deyip, delil sadedinde bazı beyitler gösterdi.
İhtilaf veya Tenakuzun Çözümü
Üstad Ebu İshak el-İsferayini şöyle der: Âyetler arasında tenakuz görüldüğünde, tertip ve telifinde güçlük ortaya çıktığında takip edilecek yol, âyetlerin nüzul sırasına bakmaktır. Sonradan nazil olan âyetler, önceden nazil olanlara tercih edilir ki buna nesih denilir. Şayet âyetlerin nüzul sırası bilinmez ve icma da bu iki âyetten biriyle amel edilme yolunda ise, ameli üzerinde ima edilen âyetin, nâsih olduğu anlaşılır. Kur’ân-ı Kerimde birbirine zıt görünen iki âyetin lafzı mutlaka bu iki yoldan biriyle olur.
Diğer ulema da şöyle der: İki kıraatin birbirine, zıtlığı iki âyetin biribirine zıtlığı gibidir. (Mâide, 6.) âyetinde mansub ve mecrur kıraatin bulunması, buna misaldir. Bu bakımdan iki kıraatin cemi, mansub kıraatı ayakları yıkamaya, mecrur kıraatı da mesh üzerine meshetmeğe hamletmek suretiyle mümkün olur.
Sayrafi şöyle der: İhtilaf ve tenakuz, şöyle telif edilir: Bir cümle, ifade ettiği mânalardan birine izafe edilebiliyorsa, izafe edilen bu mânada tenakuz yoktur, tenakuz sadece birbirine zıd düşen kelimelerdedir. Kitap ve sünnette bu neviden bir tenakuz asla mevcut değildir. Kur’ân’da ancak nesih mevcuttur.
Kadi Ebu Bekr şöyle der: Kur’ân âyetleri ve hadislerde tenakuz aramak caiz değildir. Bunu, akıl da kabul etmez. Bu yüzden «Allah her şeyin yaratıcısıdır.» (Zümer, 62.) âyeti, «..yalan uyduruyorsunuz.» (Ankebut, 17.) âyeti ile «..çamurdan yaratıyordun..» (Mâide, 110.) âyetlerinde akli delilin mevcudiyetinden dolayı çelişki yoktur. Çünkü Allah’tan başka, yaratıcı yoktur. Bu bakımdan birbirine zıt görünen kelimelerin tevili gerekir, ***** fiili ***** ile, ***** fiili de ***** fiiliyle tevil edilir.
Kirmani; «..Eğer (o), Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı..» (Nisâ, 82.) âyetinin tefsirinde şu açıklamayı getirir: Âyette geçen ihtilaf, iki kısımdır. Birisi, tenakuz şeklindeki ihtilaftır. Bu ise, iki kelimeden birinin diğerine ters düşmesidir ki böyle bir ihtilaf, Kur’ân’da mevcut değildir. Diğeri de lüzumlu ihtilaftır ki kelimenin her iki yönde değerlendirilmesi uygundur. Bu ihtilafa misal, kırâat vecihleri, âyet ve sûrelerin miktarı, nâsih ve mensuh âyetlerin hükmü, emir-nehiy, vaad ve vaid gibi konulardaki ihtilaftır.
İmam Suyuti – el-İtkan,cild 2,syf;71-80 Terc.Doç. Dr. Sâkıp YILDIZ ve Dr. Hüseyin Avni ÇELİK
Hikmet Neşriyat