Mûsikî Beyânındadır
Tasavvuf kültürü içinde, özellikle Mevlevîlik’te bu konularda daha birçok açıklamalarda bulunulmuştur. Bütün bunlar bir bilgi ve kültür unsuru olduğu kadar, tasavvuf eğitiminde yardımcı motifler sayılır. Böylece bilgi, san’at ve eğitimin el ele vererek daha iyi sonuçlara ulaşıldığını söyleyebiliriz. Bütün bunları bir yana bırakıp ney’in bir saz, bir mûsikî âleti olduğunu gözden uzak tutmayarak bu alana, mûsikîye dâir bir kaç söz söylemeden geçmeyelim.
Din duygusu gibi güzellik duygusu da, insanın yaradılışında mevcuttur. Güzele ve güzelliğe karşı duyulan bu ilgi ve meyil neticesinde çeşitli sanat eserleri ortaya çıkmıştır. Mûsikî de bunlardan biridir. Bir târife göre, mûsikî, sesleri kulağa hoş gelecek şekilde düzenlemektir.
Mûsikî, güzel sanat dalları arasında mühim yer tutar. Hadis-i şerife göre ‘Allah güzeldir, güzelliği sever. ” Allah’ı en güzel varlık bilen, kâinatı O’nun güzelliğinin tecellisi olarak kabul eden bir inanışın, mûsikîyi ihmal etmesi düşünülemez. Çünkü mûsikî de bir tür güzelliğin ifâde aracıdır. O, sesler arasındaki uyum ve âhenkle meydana gelir. Melodi güzelliği olarak hissedilir. Hz. Dâvud güzel sesiyle meşhurdur. Kur’ân-ı Kerîm’de çirkin sesten hoş bir ifâde ile söz edilmez: “Seslerin en kötüsü merkep sesidir.,,Hadislerde de Kur’ân’ın güzel sesle okunması tavsiye edilir. Hz. Peygamber (as) güzel sesle Kur’an okuyanları takılır etmiş, Bilal-i Habeşî’yi özellikle sesi güzel olduğu için müezzin olarak görevlendirmiştir, ” Kuran’ı süslerinizle süsleyiniz,güzelleştiriniz’’ buyurmuştur.
Müziğin çoğunlukla istismar edilmesi ve kötüye kullanılması, onu reddetmeye sebep olamaz, Kötüye kullanılmayan hemen hiçbir şey yoktur. Dünyânın herhangi bir yerinde olsun hileden, veya yalandan tamamen arındırılmış bir alış veriş düzenine rastlayanlayız. Alış verişte ve ticarette çoğunlukla hile bulunuyor diye, ekonomik ve ticarî işlemlerin mübah olmadığını söylemek veya bunu, uygulanması güç bir yığın şarta bağlamak ne kadar yanlış olurdu! Aynı şekilde kötüye kullanılıyor diye, müziğin mubah olduğunu söylemekten kaçınmak veya çok ağır şartlar altında, sâdece bâzı türlerine izin vermek de o kadar yanlıştır.
Müzik türlerinden biri de din mûsikîsidir. Dînî mûsikî içinde tasavvuf veya tekke mûsikîsi başta gelir. Büyük bestekar vemusiki-şinaslarımızın çoğu tekkelerde, özellikle de mevlevî dergâhlarında yetişmiştir. Öyle diyor Hz. Mevlânâ: ‘Hikmet sahibi kişiler bu mûsiki nağmelerini göklerin dönüşünden aldıklarını söylerler: Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ergiler, gökyüzünün sesidir (…) Şu halde güzel sesi dinlemek âşıkların gıdâsıdır. Çünkü güzel ses dinlemede kalb huzuru ve Allaha kavuşma zevki vardır”
Dergahlardaki tasavvuf mûsikîsi, insan rûhunu yükseltmeye yarayan bir ön çalışma idi. Üst kattaki hakikatleri insanlara sunmak için kullanılan bir merdiven durumundaydı. Bir başka ifâdeyle mûsikî, mânevi kirlerden arınma ve kötü huylan yok etme vâsıtasıydı. Bu cenge de “zikir ” veya “mukabele ” denirdi.
Meselâ ney’in başlıca enstrüman olduğu mevlevî semâında “mukabele esnâsında ölen ölür, kalan kalır. Amma ortada ne kan vardır ne kılıç. Kılıcın, kalkanın, topun, tüfeğin yapacağı iş, güzel sese güzel söze bırakılmıştır… Mûsikînin kumanda ettiği Sultan Veled Devri sona erip herkes olduğu yere oturunca, mutrip hey’eti sûr üflenip hayâtın son bulduğu bir dünyâda imişçesine derin derin susar ve işte o zaman da san’at ile vecdin müşterek sesi yükselmeye başlar. Buna san’at denir. Denir amma ne olduğunu Allah’tan başka bilen yoktur. Belki de o, na’t ismiyle Allah’a, Allah katma açılan kapıdır. Dinlersiniz ölürsünüz, dinlersiniz dirilirsiniz, dinlersiniz yok-var olursunuz.
Bir ihtişamlı dünyâya ses ve tel kudretiyle hâkim olan tasavvuf mûsikîsi, sâdeliği ve içtenliği ile, kültür seviyesi çok değişik ve farklı insanlara aynı anda ve aynı heyecanla hitab etmiş, onları tesir sâhasına alabilmiştir, iyi icrâ edilen bir yanık İlâhî, korodan dinlenen bir Tekbir veya Salât-ı ümmiye yâhut bir mevlevi âyini, en katı kalb-leri dahi yumuşatır, târifsiz âlemlere yükseltir. Duyguları bizim mûsikîmiz kadar derinlikle anlatabilen bir başka mûsikî azdır sanıyoruz. Usta elinde bir neyin verdiğini, çok defa 200 kişilik bir orkestra veremez.
Hz. Mevlânâ buyurur: “Def sesini duyunca, can şarabı bir tutam ok alır ve bedene atmaya koyulur. Böylece bedende görülmemiş bir tatlılık belirir; neyden, neyzenin dudağından dile, damağa âdetâ bir şeker tadı gelir (…) Ney ne diri O, üstün ve güzel sevgilinin öptüğü şeydir,.. Aslında ney bahânedir; bu işler neyin harcı değil\ ancak o sevgilinin, o devlet kuşunun kanat sesisidir bunları yapan!.. ”
Şüphesiz mûsikî bir gaye değil vâsıtadır. Dînî-tasavvufî düşünce sistemi içinde gaye Allah’tır, O’na yol bulabilmektir. Sanatkârın ve dinleyenin işi, sâdece estetik zevki tatmin etmek değildir. Birliğin ve nûrun perdesini aralayarak, hakikatin bilinmesine yol bulmaktır. Allah’ın “Cemal” isminin eseri olarak var olan her güzellik, sanatkârın faâliyeti sonucu hissedilir hâle gelmektedir. Mûsikî bunu sesler dünyâsında icrâ eder.
Sanatkâr bu şuurda olursa başarısı daha da artar. İdeal sanatkâr Allah için söyleyen, Allah için çalan sanatkârdır. İşte Allah için çalan bir sanatkâr örneği ve ulaştığı netîce; bir Mesnevi hikâyesi:
İhtiyar Çalgıcı
Hz. Ömer devrinde ihtiyar bir çalgıcı vardı, çok güzel çeng çalardı. (Çeng: Kânun gibi fakat dikine tutularak i çalınan bir saz, harp, ıklık). Eğlence meclislerini ve toplantıları onun nağmeleri süsler, onun sesinden kıyâmetler kopardı. Sesi İsrâfil’in sesi gibi ölülerin bedenlerine can bağışlardı. Onun nağmelerini dinleyen fil bile neredeyse kanatlanırdı.
Çalgıcı zamanla ihtiyarladı, kamburlaştı, artık eskisi gibi çalamaz oldu, kimseler onu dinlemek istemiyordu. Vaktiyle bol parası olmuş fakat gün kazanıp gün yemişti.
İyice yaşlanıp zayıflayınca parasız kaldı, yiyecek kuru ekmeğe muhtaç hâle geldi. Eski itibarlı ve mutlu günler gerilerde kalmıştı. Yalnız, çaresiz, ümitsiz ve aç idi. Sonunda şöyle niyaz etti:
“Tanrım, bana uzun ömür ve birçok imkanlar verdin, benim gibi değersiz birine lûtuflarda bulundun. Yetmiş yıldır isyan edip durdum, benden bir gün bile ihsanım kesmedin. Ama ne yazık ki artık para kazanamıyorum. Şimdi senin konuğun olmak istiyorum. Bu titreyen elim ve çatallı sesimle sazımı yalnızca senin için çalacağım, gayri ben şeninim!., sesimi duyar mısın?.”
Sazım omuzlayıp yola düştü. Ağlayıp sızlayarak Medine mezarlığına vardı. Ücretini Allah’tan isteyerek çalacaktı. Sazına düzen verdi. Kendini Allah’ın büyüklüğüne, Rahman ve Rahim oluşuna bıraktı. Uzun uzun ağladı ve âletin sesini semâlara duyurmak istercesine yükseltti, çaldı çaldı. Nihâyet yorgun düştü, başını yere koydu, sazım yastık yaptı, mezar toprakları içinde uykuya daldı.
Tam o sırada Halîfe Ömer’e Hak bir uyuklama hâli verdi. Yere uzanıp kendinden geçti. Rüyasında gaipten bir ses: “Ey Ömer, mezarlıkta ihtiyaç içinde kıvranan has bir kulumuz var; yanına bir miktar para al, onu bul ve gönlünü hoş eyle.” diyordu.
Hz. Ömer telâşla yerinden sıçrayıp, elinde para kesesi, muhtaç kişiyi aramaya koyuldu. Mezarlığı dolaştı, ihtiyar çalgıcıyı gördü, onun aradığı kişi olmasına ilk nazarda ihtimal vermedi. Hakk bana “Bizim has, makbul ve mübârek bir kulumuz var.” diye seslendi. Bu çalgıcı parçası nasıl seçkin kullardan olur? şeklinde düşündü.
Sonunda başka kimseye rastlayamayınca, ihtiyarı uyandırdı, şaşkınlığını giderip müjdeyi verdi: “Tanrı sana selâm ediyor, hâlini hatunu soruyor. Çok sıkıntı içindeymişsin, şimdilik şu bir kaç dinarı saz çalma ücreti olarak al, harca da bitince yine bana gel.” dedi.
Bu sözleri işiten ihtiyar çalgıcı kendini yerden yere vurup ağlamaya ve yalvarmaya başladı: “Ey büyük Allah’ım/ Merhamet ve ihsanının yüceliği karşısında yerlere geçiyorum.” Sonra yanındaki emekdar sazını yere vurdu ve parçaladı. Ona artık ihtiyâcı yoktu. Yıllar yılı sefahat âlemlerinde çaldığı için Tanrı ile kendisi arasında perde teşkil eden sazını son defa, içten bir duyguyla ve sâdece Rabbi için çalmış, böylece kurtuluşa ermişti.
Mehmet Demirci – Hz.Mevlana ve Mevlevi Kültürü