Mumyalar,Yamyamlar ve Vampirler
Avrupa Tarihinin Yazılmamış sayfaları
18. yüzyılın sonuna kadar Avrupalıların epilepsi, morarma, yaralanma, iltihaplanma,veba, kanser, gut hastalığı ve depresyon gibi birçok hastalığı tedavi etmek için insan kanını, etini, kemiğini, yağını, beynini ve derisini reçete olarak yazıp kullandıklarını biliyor muydunuz? Durham Üniversitesi’nden Rıchard Sugg’un Türkçesi Ketebe Yayınları’n-dan çıkacak olan Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler adlı kitabından çarpıcı bölümleri paylaşıyoruz. Her satırı Avrupa’nın yamyamlık tarihiyle ilgili tüyler ürperten örneklerle dolu olan kitap, az sonra okuyacaklarınızdan çok daha kan dondurucu, telaffuzu bile zor olan uygulamalara dair örnekler veriyor.
Richard Sugg
Okullarda nadiren öğretilen konulardan biri de şudur: I. James (İskoçya ve İngiltere Kralı, 1603-25) cesetten yapılan ilaçlar kullanmayı reddetti; II. Charles (İngiltere Kralı, 1660-85) cesetten ilaç yaptı ve I.Charles (İngiltere Kralı, 1625-49) cesetten yapılan ilaçlara alıştırıldı. Yalnızca bu bile İngiltere’nin Stuart Hanedanı’na mensup ilk üç monarkına ilişkin oldukça sıra dışıbir tablodur. Meseleyi açıklığa kavuşturmak için şunu da eklemeliyiz: I. James çok küçüktü ve ona öğütülmüş insan kafatası tavsiye eden doktor olan Sör Theodore Turquet de Mayerne, Avrupa’nın en ünlü hekimlerinden biriydi. Dahası, İngiltere’de II. Charles, Fransa’da I. Francis(Fransuva), Danimarka’da IV. Christian ve III. William gibi asil yamyamlar sosyal buzdağının yalnızca görünen kısmından ibaretti.Velhasıl, erken modern dönem Avrupa’sında 200 yılı aşkın bir süre, zengin-fakir, eğitimli-cahil herkes az ya da çok yamyamlığa ortak olmuştu. Mısır mumyalarından ve Kuzey Afrika çölünde kum fırtınasında ölenlerin kurumuş cesetlerinden ilaçlar yapılıyordu. Bu dönemin sonraki yıllarında asılarak idam edilen suçluların cesetleri yeni ve daha az egzotik bir insan eti kaynağı oluşturdu. İnsanın kanı da içiliyordu.
Kan bazen kafa kesilerek yapılan idamlardan hemen sonra taze ve sıcak olarak, bazen canlı bir gönüllüden doğrudan alınarak,bazen kimyasal işlemle kurutulmuş, toza dönüştürülmüş veya damıtılmış olarak temin ediliyordu.İnsan yağı diğer bütün parçalardan daha dayanıklıydı: genellikle krem veya merhem şeklinde haricen kullanılıyordu.Kafatası kemiklerinin belli kısımları toz veya sıvı olarak damıtılmış halde yutuluyordu. Mesela Londra’daki eczanelerde insan kafataslarının bütün halde satılık olduğunu görebilirdiniz. Bazıları üzerinde yosunlar büyüyordu ve bunlar öğütülerek burun kanamaları ve diğer kanamalı hastalıklarda kullanılıyordu.Hem kafatası kemiği, hem de kafatası yosununun -otoritelerin çoğunun kabul ettiği üzere- tercihen asılma veya boğulma yoluyla şiddet içeren bir ölümle karşılaşmış kişiden alınması gerekiyordu. Bunlar insan bedeninden üretilen en yaygın ilaçlardı. Ama bazı hekimler ve hastalar için kafa ile ayak arasında şu veya bu şekilde kullanılamayacak hiçbir şey yoktu: saçlar,beyin, kalp, deri, akciğer, idrar, âdet kanı,plasenta, kulak kiri, salya ve dışkı…Tıbbî yamyamlık bir ölçüde Ortaçağ’dada uygulanıyordu.Ancak işin ironik tarafı, Yeni Dünya (Amerika) yamyamlarının haberlerinin Roma, Madrid, Londra ve Wittenberg Hıristiyanlarını öfkelendirmesidir. Bütün bunları tamamen unuttuğumuz için şimdi bize çok tuhaf geliyor. Ve geçmişin unutulmuş tuhaflığı öykümüzün merkezini oluşturduğu için,kasıtlı olarak unutturulan bir konuyla başlayacağız.
Sanayi öncesi, bilim öncesi dünyada tabiat nadiren bizim dostumuzdu. Çoğu zaman tabiat bizi öldürmeye çalışırdı.İklimin son derece sert olduğu o çağlarda, birçok kimsenin soğuktan korunma imkânı pek yoktu. Erken modern dönemin tamamı değilse bile büyük bir kısmı Küçük Buzul Çağı dönemine denk geldi. Thames Nehri üzerindeki buz panayırları sık tekrarlanıyordu. İlki 1564yılında, Shakespeare’in doğum yılında yapıldı. Diğerleri ise 1608 ve 1620-21 kışlarındaydı. 1814 yılı gibi geç bir tarihte bile panayır yapmak mümkün olmakla kalmıyor, donmuş Thames’in üzerinden(muhtemelen oldukça sinirlense de) bir fili bile geçirmek mümkün oluyordu. Bu konuda kuşkusu olanlara, özellikle unutulmaz özelliklere sahip 1683-84 kışını hatırlatmak gerekir. İngiltere, Fransa ve Hollanda kıyılarında birkaç kilometre açığa kadar deniz bile donmuştu.Bu tür dönemlerde yalnızca insan ile tabiat arasına bilim ve teknolojinin çok girmekle kalmaz; aynı zamanda Avrupa’nın tamamına yakınında adaletsizlik egemendir.
Cesetten ilaç yapma ağı monarktan sıradan insana (hekimden mezar soyucusuna) kadar çok geniş bir alanı kapsar. Suça bulaşmak zorunda kalanlar, kendilerini darağaçlarında buluyorlardı. Oradan da (cesetleri) bir eczanenin yolunu tutuyordu. Sonrasında da hastalar tarafından ilaç olarak tüketiliyorlardı.
FİLOZOF BACON’DAN KAFATASI YOSUNU REÇETESİ ALIR MIYDINIZ?
İngiliz düşünür Francis Bacon,1626 yılındaki ölümünden bir süre önce, “kanamayı durdurmada mumyanın çok etkili olduğu”na dair halk inancını tekrarlıyordu.Ayrıca yara akıntısı için bir reçeteyi naklediyordu. Bacon özgün formül konusunda şüpheli olsa da, bu ilacın etkisini açıkça reddetmiyordu.Temel katkı maddelerini sayarken“en tuhaf ve bulunması en zor olan ölmüş, gömülmemiş bir ölü adamın kafatası üzerindeki yosun ile büyüme aşamasında öldürülmüş bir ayının yağıdır” diyordu. Tıp alanındaki birçok otorite bu yosunun (usnea), şiddet yoluyla, tercihen asılma veya boğulma yoluyla öldürülmüş bir genç adamın kafatasından alınması gerektiğini belirtiyordu. Asılmış ceset bulmak çok zor değildi; ancak Bacon’ın sözünü ettiği zorluk muhtemelen kafatasının gömülmeden bırakılması ve yosun oluşmasının zaman almasından kaynaklanıyor olmalıdır. Bu tedarik güçlüğü sonraki yıllarda ortadan kalkmış gibi görünür. Bacon’ın kendisi de pratik bir çözüm olarak, usnea bulmak için muhtemel bir Jakoben kaynak önermektedir. Gözlemine göre “İrlanda’da gömülmeden yatan öldürülmüş ceset yığınları bulunmaktadır.”
Bir bakıma bu hikaye, geçmişin sosyal adaletsizliğinin canlı bir anlatımı niteliğindedir ve bizi Jakoben bir saraylının, bir zanaatkârın karşılayabilmek için 170 yıl çalışması gereken bir meblağla bir akşam yemeği ve eğlenceli davet verebildiği döneme götürür. Bu dönemde cesedinizin (yalnızca idamdan sonra değil, savaş veya mezar soygunu yoluyla da) istismar edilmesi, oldukça rutin bir tehlike idi.Bazı kimseler ise hayattayken kanlarını satıyorlardı.Bu kitabın (Mummies, Cannibals and Vampires) ilk baskısının 2011 yılında yayınlanmasının ardından Londra Sosyalist Tarih Cemiyeti için bir konuşma hazırlamak, bu kadar şiddetli ve aynı zamanda dinî hiyerarşiye sahip bir dünyada yaşamanın ne kadar büyük adaletsizlik olduğu görüşümü daha da güçlendirdi.Shakespeare veya Dryden’ın çağdaşlarının birçoğu için cesetten ilaç yapmanın,yoksulların, zenginlerin ve aristokratların gözünde Hindistan’ın en alt kastına mensuplar gibi dokunulmaz göründüğü bir çağa, sapkın ve sapıkça bir aşinalık kazandırdığını fark ettim.Böylesine katıbir sınıf sistemi dünyasında, cesetten ilaç yapmak, en mütevazı ölü suçlunun, hayattayken asla onlarla konuşma lütfunda bulunmayacak bir kadın veya erkeğin vücudunda yolculuğunun sona ermesi anlamına geliyordu.
Gerçek yamyamlar kimlerdi?
Peki gerçek yamyamlar kimlerdi? Kitapsız, silahsız, giyecek pek giysisi olmayan ve bilinen tanrılara daha az ibadet edenler mi? Yoksa ceset eti, kanı ve kemiğini yeme kararlılığı içinde, yamyamlık ticaret ağını kara ve okyanusun yüzlerce kilometrelik kısmına yayan, yamyamlık laboratuvarları kuran, nebbâşları finanse eden ve insan cesedi ve kafataslarına ağır gümrük vergileri koyanlar mı?16. yüzyılın sonlarında Ambroise Paré,mumyanın “neredeyse bütün hekimlerimiz için” iltihaplara karşı “ilk ve son ilacı”olduğunu savunuyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda ceset ve beden sıvıları ilaçları, ailetıbbî reçetelerinde yer alıyor, bu reçetelerde zaman zaman da tam olarak nelere iyi geldiği ve hangi hastaları tedavi ettiği yer alıyordu. Almanya ve Danimarka’da yoksul vatandaşlar darağaçlarının kenarında bekleyip, insan kanı içmek için güçleri yettiğince para ödüyorlardı. 19. yüzyılda İsveç’te ceza olarak kafa kesmenin nadir olması nedeniyle suçluların kanı dahada değer kazandığından, zaman zaman yapılan idamlarda, kana susamış kalabalıkların saldırdığı ve Afrikalı Dahomey Krallığı’nın sıklıkla kınanan “dinî insan kurban etme” törenlerinin bile daha masum, düzenli ve dine uygun kalacağı kargaşalara yol açtıkları görülmektedir.
Bunlardan daha ilginci şuydu: Mısır mumyaları o kadar popülerdi ki, bu ihtiyaç sahte mumyacılığı doğurmuştu. Sahte mumyalar 18. yüzyılın ortalarına kadar Londra eczanelerinde satıştaydı.Stuart Hanedanı dönemine dönersek,Kral II. Charles’ın yamyamca alışkanlıkları konusunda biraz daha ayrıntı verebiliriz. Antonia Fraser’in yazdığı gibi, Charles gençliğinde Fransa’da sürgündeyken hırslı ve oldukça başarılı bir kimyager olmuştu. Daha sonra ünlüve oldukça avangard Fransız bilim adamı Nicasius Lefevre’i kraliyet kimyageri olarak atadı. Charles’ın kendine mahsus bir laboratuvarı vardı ve orijinal bir kimyasal reçete için Londra Gresham Koleji FizikProfesörü Jonathan Goddard’a 6 bin sterlin ödediği rivayet edilmektedir. Zaman zaman “Kafatası Ruhu” adı verilen ve Charles ile yakından özdeşleştirilen builaç, ayrıca Kral Damlası adıyla bilinmektedir.
Charles, 2 Şubat 1685’te uykusundan betibenzi atmış bir halde uyandı. Gerçekten de ciddi biçimde hastalanmıştı ve yalnızca dört gün sonra ölecekti. Hemen aradığı ilk ilaç (belki de sizin parasetamol veya ekinezya aramanız gibi) damıtılmış insan kafatası tozu oldu. Yine ölüm döşeğinde yatarken, hekimleri de Charles’a aynı ilacı yüksek dozlarda verdiler. Fraser’ın anlattığına göre, birkaç ay önce kralın bitkinliği nedeniyle “uzun yürüyüşleri istemeden kısaltılmıştı”. Buna göre “yürüyüş isteği şimdi onun laboratuvar çalışmalarına kanalize edildi. Saatler boyu ‘takıntılı bir şekilde’ kendisini deneylerine adıyordu”.2009 yılında konuştuğum bir gazete muhabiri, bu ünlü monarkın (çoğu zaman zarafet ve zekâ timsali olarak sunulan bu kralın) kendi laboratuvarında insan kafatası tozu hazırladığına inanamıyordu.Charles bütün sözde rahatlığı ve nazikliğine rağmen, onun yönetimi döneminde mahkûmların kasıtlı olarak kulede“beline kadar çamur ve suyun içinde kalacağı bir zindana” atılmasına ve ancak ölmek üzere olduğu bildirilince oradan çıkarılmasına izin veriyordu.
II. Charles’ın tahta çıkmasından kısa süre önce veya tam o sırada insan cesedi kullanımı en acımasız ve (bizim bu çağdaki bakış açımıza göre) çoğu zaman tiksindirici hale gelmiştir. 2006 yılında tıbbî yamyamlık konusunda bir makale hakkında sohbet ettiğimiz BBC History Magazine editörü Dr. David Musgrove,“Bundan neden bizim haberimiz yok?”diye sormuştu. Üç yıl sonra bir Der Spiegel haberinin internet versiyonu kısa sürede internette yayılınca kamuoyunun onun şaşkınlığını örtülü biçimde paylaştığından kuşkulanmaya başladım.Bazılarına göre bu kitabın en önemli özü, tıp tarihinin bir başka ihmal edilen dönemini ele almasında değil, en derin tabularımızdan birinin tarihini temelden gözden geçirmemizde yatmaktadır.İnsanları yemeyiz ve yiyenler yalnızca vahşilerdir (veya daha sonraki görüşe göre vahşi psikopatlardır).
Doktordan “bebek beyni yiyin”tavsiyesi
Milattan sonra 25 yılı civarındayız. Yer Roma Kolezyumu. Bir gladyatör arenanın toprak zeminine düşmüş yatıyor. Ardında ilk düştüğü yerden sürüklendiği yolu gösteren kara bir iz uzanıyor. Yakından baktığımızda yaralı adamın önüne çömelmiş birisinde tuhaf bir şeyler olduğunu fark ediyoruz. Duruşu kanamayı durdurmaya, hatta kalp atışı veya nabzını ölçmeye çalışan bir doktorunkine benzemiyor.
Biraz daha yakınlaştığımızda aniden geri çekilmek veya gözlerimizi kapatmak isteyebiliriz. Adam yaralı savaşçının üzerine öylesine tuhaf bir açıyla eğilmiş ki, yüzü gladyatörün boğazındaki bir deliğe bastırılmış haldedir. Adam yaradan kan içiyor.Neden peki? Artık fark etmiş olduğunuz gibi, o adam aslında bir hastadır. Epilepsi hastalığı var ve bu gizemli hastalığı için yaygın olarak bilinen bir tedavi yöntemine başvuruyor. Rivayetlere göre o ve aynı hastalığa yakalanan diğer kimseler gladyatörlerin bedenlerinden kanı “bardaktan içer gibi” içiyorlardı.İşte o tarihlerde bir hekim “kutsal hastalık” için daha uzun süreli bir yamyamlık içeren tedavi önerebiliyordu. Benzer bir tedavi yönteminde yine bir gladyatörden elde edilen dokuz doz insan ciğeri kullanıyordu. Romalı hekim Scribonius Largus, “öne fırlayan ve tozlar içinde yatan gladyatörün ciğerinden bir parça koparan” Romalı seyircilerden söz eder.
Bu çağda muhtemelen birçok potansiyel kan ve ciğer kaynağı bulunuyordu. Ancak gladyatörün oldukça maksatlı ve hassas bir seçim olduğuna inanmak için iyi bir neden bulunabilir. Zira gladyatör genç ve güçlüdür ve sağlıklı iken ölmektedir.Ayrıca anlaşılacağı üzere cesurdur ve bu noktada (ve Rönesans boyunca) ciğer fizikî cesaretin mekânı olarak biliniyordu.Buna rağmen kansız veya kalitesiz kan ihtiva eden ciğerlere sahip olanlar korkak, beyaz veya ‘leylak ciğerli’ ya da (daha yaygın olarak) ‘sarı’ ciğerli sayılıyordu.Peki bu tedavi konusunda tıp otoritelerinin görüşü neydi?
Bir tarihçi bize “ölü bir gladyatör, savaşçı veya sokak kavgacısının kanını içeren bir epilepsi (sara) ilacının, Celsus ve Galen tarafından kınanmasına karşın, 570 yılları civarında Trallesli (Aydınlı) Alexander tarafından mükemmel ve gücü kanıtlanmış bir ilaç…” olarak öne çıkarıldığını anlatıyor. Ünlü hekim Celsus’un (MÖ 25- MS 50) bu tür tedaviyi tiksindirici bulmakla birlikte, faydasını inkâr etmediğini göz önünde bulundurmalıyız. Bu arada Romalı ansiklopedist Yaşlı Pliny’nin (MS 23-79) Tabiat Tarihi adlı kitabında “epilepsi hastaları tarafından gladyatörlerin kanının hayat suyuymuş gibi içildiğini” okuyoruz. Bu durum Pliny’nin “dehşetle titremesine” yol açmıştı. Ancak MS 300 yılları civarında Medicina Plinii adlı eserinde bu ilk yaklaşımından vazgeçmiş, yalın bir şekilde “insan kanı ayrıca(epilepsiye) karşı etkilidir” tespitine yer vermişti. Buna Romalı hekim Scribonius Largus’un başkalarının kanını içmeyi reddedenlere şu tavsiyesini de ekleyelim: “Kendi damarlarından akan kanı içebilirler”.
İnsan bedeninin ilaç olarak kullanımına ilişkin en erken örneklerden bazıları Rönesans dönemi yazarları tarafından nakledilmektedir. Hekim Thomas Moffett (ö. 1604) klasik cesetten ilaç yapmaya tartışmasız biçimde karşı çıkıyordu:“Bütün insanlık dışılığın merkezi ve besleyicisi Roma’da, hekimler hastalarına güreşçilerin kanını reçete olarak yazıyor,hastaların sağlam bir adamın canını kendi çürük bedenlerine çekmelerine,damarlarından kanı sıcak sıcak emmelerine yol açıyorlardı. Bu hastalar köpeğin diliyle yalamadığını iki dudaklarıyla emiyorlar… Hastalara insanın iliğinden ve bebeklerin beyninden yapılmış bir eti yemeyi reçete olarak yazmaya utanmıyorlardı”.Bu arada Yunanlar, Romalılar kadar cesur ve inançsız oldukları için insan bedeninin her türlü iç ve dış parçasının tadına bakarlardı, hatta tırnaklar bile ellerinden kurtulamazdı. Demokritos bazı hastalıkların en iyi yabancılar ve suçluların kanını sürerek tedavi edilebileceğini hayal edip tavsiye ederken, Miletus göz ağrısının insan ödüyle, Artemon epilepsinin insan kafatasıyla, Antheus kasılmaların ölü insan beyninden yapılmış hapla, Apollonius diş eti hastalığının ölü insanların dişleriyle tedavi edilmesini öneriyordu…
İlginç bir şekilde -cesetten ilaç yapmanın artan popülerliğinin farkında olması gereken- Moffett burada gizlice tıbbî yamyamlığın tercih edilmesi tamamen“Ortaçağa ait” bir meseleymiş gibi davranır. Ancak bu tür iğrenç uygulamaları daha da geriye götürmeye çalışarak,mantıksız bir şekilde bu uygulamalardan antik Yunan ve Romalıların Hıristiyanlık öncesi kültürlerini suçlamaktadır. Göreceğimiz gibi birçok yönüyle ceset yoluyla tedavi, kökeni ve mantığı bakımından zorunlu olarak Hıristiyan kültürünün eseridir.Bu konuya daha yumuşak yaklaşan 16.yüzyıl Fransız ansiklopedisti Pierre Boaistuau’dur:“Yunanistan ve Arabistan’ın birçok antik dönem hekimleri kemik iliklerini, insan beyni, bağırsakları ve hatta insan kemiklerinin toz ve küllerini kullanmışlar;bunların içilmesi yoluyla tıpta muazzam sonuçlar elde etmişlerdir”.
ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ PAPA GENÇLERİN TAZE KANINI İÇTİ
1492 Temmuz’unda Papa VIII.Innocentius ölüm döşeğindeydi.Böylesine önemli bir şahsiyete etkileyici -ve masraflı- bir tıbbî tedaviler serisi sunulduğunu tahmin edebiliriz.Tedavi yöntemlerinden biri unutulmazdı. Papa’nın ateşli muhalifi, avukat Stefano Infessura’nın anlattığına göre, üç sağlıklı genç, Papa’nın hekimi tarafından adam başı bir dükalık altını vaadiyle kandırıldı. Sonra gençlerde kesi açılarak kanama olması sağlandı. Elbette o dönemde kan çıkarma rutin bir tıbbî prosedürdü. Ancak bu üç genç ölene kadar kan kaybetmeye devam ettiler. Papa kaybettiği gücünü geri kazanmak için onların hâlâ taze ve sıcak olan kanını içti. Ama tedavi başarılı olmadı ve Innocentius kısa süre sonra, 25 Temmuz’da hayatını kaybetti.
Isırık ve frengiye mumya kremi
Resmi biraz daha genişletirsek, vücudun çeşitli parçalarının Mezopotamya, Mısır,Yunan, Çin, Talmud… (ve) Hint tıbbında ve aynı zamanda Romalılar tarafından tedavi amaçlı kullanıldığını görürüz.Cesetten ilaç yapmanın, Avrupa’nın en önemli tıp otoritelerinden olan hekim Claudius Galen (120-200) tarafından da kısmen savunulduğuna şahit oluyoruz.Bu arada antik Hipokrat tıbbî metinleri kusur veya hastalıkla mücadele için “şiddetle kirletilmiş kan”, âdet kanı ve “ceset”gibi bedensel kirleticilerin kullanıldığı“kirletici tedavisi”ni öngörmektedir.Medicinal Cannibalism in Early Modern English Literature and Culture (Erken Modern İngiliz Edebiyatı ve Kültürü’nde Tıbbi Yamyamlık)’un yazarı Louise Noble diğer bedensel sıvıların ilaç olarak kullanımının da uzun bir tarihi olduğunu belirtir. Bunlar “süt, idrar, meni ve dışkı”idi.
Bu arada tarihçi Owsei Temkin,daha çok ebelerin epilepsi hastalarının kasılmasını âdet kanını ayaklarına sürerek gevşettiklerine işaret etmektedir.Sonraları 330 yılında İmparator Konstantin zamanında Bizans İmparatorluğu’nda “idam edilen suçluların kanının gladyatörlerin kanı yerine kullanıldığı”görülmektedir. Kan kaynağının bu şekilde değişmesinin nedeni, Konstantin döneminde gladyatör dövüşlerinde azalma olmasıdır. Ama bu durum aynı zamanda Hıristiyanların, kanı ilaç olarak kullanma konusunda bu dine henüz girmemiş Romalı ataları kadar istekli olduklarını göstermektedir.Başlıca iç ve dış yaralanma ve kanamalara karşı çeşitli türlerde insan eti kullanılıyordu. Bu et genellikle öğütülüyor ve krem şeklinde haricen, sıvı karışımı şeklinde de dâhilen kullanılıyordu. Her iki durumda da birkaç katkı maddesinden biri cesetten alınan et idi. Bu ilaç gut ve diğer iltihaplar için zehre karşı panzehir olarak ve çeşitli ateşli hastalıklar ve ishal için kullanılıyordu. Merhem veya kremle karıştırılarak hemoroid ve ülser için uygulanıyordu. Mumyadan elde edilen kremler ayrıca zehirli ısırıklareklem ağrısı ve frengi sonucu kemikler üzerindeki boğumlar veya yumrular için kullanılabiliyordu.
Öğütülmüş kafatası (özellikle arka kısmı)özellikle epilepsi ve baştaki diğer hastalıklarla mücadele için reçeteye yazılıyordu. Damıtılmış biçimi aynı zamanda kasılmalara karşı da kullanılıyordu ve bazıları (yalnızca II. Charles değil) bu ilacı bütün hastalıkların temel tedavi yöntemi olarak görüyordu. Genellikle haricen kullanılan insan yağı romatizma,sinir hastalıkları, gut hastalığı, yaralanmalar, göğüs kanseri, kramp, ağrılar ve sancılarla melankolinin tedavisi için tavsiye ediliyordu.Bazı kimseler tarafından da büyümeyi sağlayan ilaç olduğuna inanılıyordu.Gördüğümüz gibi bazı kan preparatları her derde deva veya hayat iksiri olarak kabul ediliyordu.Taze kan özellikle epilepsi tedavisinde yaygındı. Kurutulmuş ve toza dönüştürülmüş kan, yaralara dökülebiliyor veya burundan çekiliyordu; her iki halde de maksat kanamayı durdurmaktı. Kırık ve yırtıklara karşı alçı gibi de kullanılabiliyordu.
Hekim George Thomson “tuzlu kan ruhu, kemikler ve idrarın iyi hazırlanması kaydıyla” vebaya karşı kullanılabileceği görüşündeydi. Kafatasının büyük bir kısmı öğütülmüş haliyle en tipik olarak burun kanamalarına karşı doğrudan buruna çekilerek ve kaza, şiddet veya savaş olaylarında kanamalı kesi ve yaralara dökülerek kullanılıyordu. Bitki uzmanı John Gerard, kafatası yosununun epilepsiye karşı ve aynı zamanda “öğütülmesi ve belli süre boyunca tatlı şarabın içinde verilmesi halinde çocuklardaki boğmaca öksürüğü için” çok etkili olduğuna dikkat çeker. Özellikle Almanya’da bu yosun(insan kafatası ve yağı ile birlikte) yara akıntısını gidermek için anahtar katkı maddesi olarak kullanılıyordu. Bu krem hastadan çok silaha veya saldırı aletine sürülerek yarayı tedavi ediyordu.Şimdi büyük ihtimalle şunu soruyorsunuz: “Bütün bunlar işe yarıyor muydu?”Birçok vak’ada kurutulup öğütülmüş kan ve yosun muhtemelen işe yaradı. Ancak bir adlî tıp patoloğunun birkaç yıl önce bana açıkladığı üzere zaten “her türlü toz pıhtılaşma mekanizmasını harekete geçirir”.
Yaşlılara gençlik formülü
İtalyan düşünür Marsilio Ficino (1433-99) Rönesans dönemi Avrupa’sının en saygın şahsiyetlerindendi. O da yaşlıların“temiz, mutlu, mutedil ve kanı hem mükemmel hem de biraz fazla olan…bir erişkinin kanını emerek” kendilerini gençleştirebileceklerine inanıyordu.Her ne kadar somut örnekleri kaydetmek yerine bu tavsiyede bulunsa da, aynı zamanda kanın o devirdeki“iyi doktorlar” tarafından ilaç olarak kullanıldığını açıkça belirtmektedir.Ficino’nun babası hekimdi ve içinde benzer pratik fikirler ve ayrıntılarla dolu bir reçetenin yer aldığı Hayat Kitabı’nı yazmıştı. Ficino’nun da bir yandan rutin gençleştirme yöntemi olarak kan tedavisi uygularken, öbür yandan kanın doğrudan bağışçının (donörün) kolundan emilmesi gibi reçeteler tavsiye etmekten çekinmediğine dikkat çekmek isteriz.Ficino’nun 70 yaşını geçmeleri nedeniyle “insan ve gençlik sıvısıyla sulanma”ihtiyacı bulunanlar için bir başka tedavi önerisi de vardı. Bu gibi kimseler “güzel,neşeli, sakin ve çok aç bir kız seçmeli… ve ay yükselirken, onun sütünü emmelidir”.
Hastalığı ağırlaşana kadar Papa VIII.Innocentius’un tedavisindeki başlıca yöntemlerden birinin insan sütü içirilmesi olduğu rivayet edilir. Ficino’nun tavsiyesine uyan o yaşlı adamlar (ve kadınlar?) gibi,Papa da muhtemelen doğrudan göğüsten süt emmişti.Bunu örneğin Cambridge’deki Caius ve Goville Koleji’nin kısmî kurucusu Doktor John Caius’la kıyaslayınız. Caius, 1573 yılındaki son hastalığı esnasında doğrudan göğüsten süt emerek beslendi. Bize görebu tedavi yöntemi bir insanı yamyam veya vampir yapmaz. Ancak Innocentius’un çaresiz hekimlerinin onu insan hayatının özü ile beslemek istediklerini gösterir. Rönesans tıp teorisine göre süt ve kan aynı bedensel sıvının çeşitlerin-den müteşekkildi. Ficino ve diğerlerine göre insan kanının içilmesi biraz daha dramatik olsa da, mükemmel ölçüde mantıklı, göğüsten besleme tedavisinin bir uzantısından ibaretti.Diğer bulgular Ficino’nun görüşlerinin çok da tuhaf görülmemesi gerektiğini gösteriyor.İtalyan tarihçi Piero Camporesi’nin (ö.1997) işaret ettiği üzere Padovalı hekim Giovanni Michele Savonarola (ö. 1464?)insan kanı özünün sıklıkla “çaresiz hastalıklara karşı” kullanıldığını belirtiyordu.1512 yılında Brunswickli Jerome “bütün hastalıklardan uzak, aklî dengesi yerinde ve neşeli mizaçlı” 33 yaşında bir adamın kanından damıtılan bir suyu tarif ediyordu. Numunenin kanın bol olduğu Mayıs ayı ortalarında alınması gerekiyordu ve bu suyun “hasta organ” veya fistüllere sürülerek ya da şiddetli ateş ve “bitkinliğe”karşı içilerek kullanılması mümkündü.
Bu ilaç ayrıca saç çıkmasını sağlıyordu.16. yüzyılın ortalarında berber-cerrah Leonardo Fioravanti (1517-88) “insan kanının beşinci özü” için daha büyük iddialarda bulunuyordu:“İnceltilmiş ve işlemden geçirilmiş olması halinde ölüleri diriltecek kadar faydalı olabilir; ölmek üzere olan kişilere içecek olarak verilebilir”.Sonra şu ‘reçel’ tarifini de unutmamalıyız:İlk olarak yapışkan bir kütle halinde kurumasını sağlamalıyız. Sonra, düz, yumuşak ahşaptan bir tahta üzerine koyup ince dilimler halinde keserek, sularının akıp gitmesine izin verin. Artık damlamalar kesildiğinde, aynı tahta üzerinde bir ocağın üzerine koyup, bir bıçakla hamurlaşması için karıştırın… Tamamen kuruduğunda hemen çok sıcak bronz çamur içine koyun ve onu döverek ipek elekten geçirin. Eleme bittiğinde bir cam kavanoza koyup kapağını kapatın. Her yılın bahar aylarında tazeleyin. Bu formül oldukça eski -1679 tarihli-olsa da, bir Fransisken eczacı tarafından verildiği için güvenilir olmalıdır. Yine de evinizde denemek istemeyebilirsiniz. Çünkü reçeli yapılan meyve egzotik bir meyve olmalıdır.Şimdi tek katkı maddesinin kaynağına doğru uzanalım. Eczacımız size “lekeli, kırmızı tenli ve oldukça şişman yapılılar gibi sıcak, uysal tabiatlı kişilerden… kan çekmenizi” önermektedir. “Onların kanları, saçları kızıl olmasa bile mükemmel olacaktır… bu kanı kurumaya bırakalım…”Bu tuhaf tarif için kaynağımız olan Piero Camporesi, haklı olarak burada reçel veya marmelat için gerekli kan türüne sahip olduğumuzu belirtir.
TÜRK CESETLERİ TUZLANARAK PİŞİRİLİRSE LEZZETLİ OLUR!
Haçlı seferlerinin en büyük özelliklerinden biri tarihin en büyük organize yamyamlığı olmasıdır. Bizzat Hıristiyan din adamları tarafından teşvik edilen insan eti yeme çılgınlığı Haçlı kaynaklarından en ince ayrıntısına kadar yazılıdır. Fransa Enstitüsü üyelerinden Funck Brentano, 1934’te yayınladığı Les Croisades / Haçlılar isimli eserinde din adına ne canavarlıklar işlendiğini açık bir dille yazar. Haçlı kaynaklarından yaptığı alıntıları kitabın 24. sayfasında şöyle anlatır:“İlk Haçlı seferinde Hıristiyan din adamı Pierre L’Ermite komutasında öncü birlikleri İznik civarında ele geçirdikleri çocukları pişirmek için parçalıyor veya kazığa geçirerek ateşte kızartıyorlardı.”
57. sayfada Fransız millî destanı Chanson d’Antioche’dan şu alıntıları yapmaktadır: “Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Haçlılara Hıristiyan din adamı Pierre L’Ermite şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın. Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur.’ Haçlılar dediğini yaparlar. Sur üzerindeki Türkler bu inanılmaz vahşet karşısında gözyaşı dökerler.”
76. sayfada Haçlıların bunu alışkanlık haline getirdikleri yazılıdır: “Halep’in Maarra kasabasında ölmüş Türk askerlerini doğrayıp etlerini kızartarak yemişlerdir.”24. ve 78. sayfalarda ise Haçlıların iyice zıvanadan çıktıkları şu satırlarla anlatılmaktadır:“Açlık öylesine bir hal almıştı ki, askerler kasaba civarındaki bataklıkta 15 gündür bekleyen Türk cesetlerini büyük bir iştahla yediler. Susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lağımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.” Avrupa tarihine bakıldığında insan eti yemenin oldukça yaygın olduğu görülür. Kammerich, Haçlılardan çok daha önceleri İngilizlerin insan eti yediklerini St. Hieronymus’tan nakletmektedir.
,Kaynak: Tarih ve Düşünce, Ağustos 2002, s. 33.
Kafatası içinde marine edilmiş insan beyni ister miydiniz?
Edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton’ın dikkat çektiği üzere bir tür kültürel gümrük muhafızlığı yöntemiyle yeni Avrupa felsefeleri ve sanat hareketleri Britanya’dan (özellikle İngiltere’den) Avrupa’da kök saldıktan uzun süre sonrasına kadar uzak tutulmaktadır. Bu durum cesetten ilaç yapma pratiği için de geçerlidir.Kraliçe Elizabeth’in 1558 yılında tahta çıkmasının üzerinden 20 yıl geçene kadar da adaya bu uygulama sokulmadı.Londra’nın yamyamca ilaçlarının izini sürdüğümüzde hastalar ve hatta doktorların çoğunluğunun Bucklersbury’deki eczanelerde bulunan, tek boynuzlu at boynuzu ve öğütülmüş inciler arasında yerini almış, ufalanmış mumya parçaları,kızıl toz ve insan yağı kavanozları arasında kuşkuyla çatılmış kaşlar ve buruşturulan burunlarıyla ayak parmak uçlarında dolaştıklarını görebiliriz.Gerçekten de 1565 yılında, yani Shakespeare’in doğumunun ertesi yılında,“kurutularak kömür kadar kararmış parçalanmamış kollar ve bacakların pek nadir görülen parçalar olmadığını”işitiyoruz. Vitrinlerde reklam için asılı duran veya karanlık arka odada tutulan kararmış bacaklar, hırsızlara karşı güven-de miydi?
Ünlü cerrah John Hall 1560’lı yıllarda“artık eczanelerimizin envanterinde bulunan” mumyanın ne katran ne demumia sepulchorum (mumyalanmış ceset)olmadığını belirtir. Daha çok, “taze insan bedeni olup kömürleşecek şekilde yakılmış olandı”. Buradan hareketle tüccarların gömülmüş cesetleri veya parçalarını bütünüyle getirdiklerini veya bunların başka bir şekilde kömürleştirilmiş cesetler olduğunu düşünmek gerekir.Paracelsus’un talebesi, Belçikalı kimyager Jean Baptiste Van Helmont (ö. 1644)tarafından tavsiye edilen en basit cesetten yapma ilaç, kafatası ve kafatası yosunu kullanılarak yapılandır. Ancak burada bile genel teoriden dikkat çekici sapmalar görüyoruz. O dönemde yaygın olarak kabul gören anlayış, öğütülmüş kafatası ve yosunun şiddet içeren ölümle ölenlerden alınması idi. Ancak bu ölümlerin kan kaybından olmaması gerekiyordu.Alman filozof Rudolf Goclenius (ö. 1628)kurbanın asılmış olması gerektiği kanaatindeydi.
Asılmış olanlarda hayat özünün kafatasında toplanmaya zorlandığını ve yedi yıl boyunca orada tutsak kaldığını düşünüyordu (bu “hayat özü” kan ve havanın ruhla yakından ilişkili karışımıydı ve fizyolojik faaliyetlerin büyük çoğunluğundan bu öz sorumluydu).Van Helmont, Goclenius’un asılma konusundaki ısrarını küçümseyerek, bir çarkta kemikleri kırılarak ölmenin deaynı sonucu doğuracağını ileri sürdü.Ayrıca insan kemikleri arasında neden yalnızca kafatasının böyle bir etkiye sahip olduğunu da açıklamayı ihmal etmedi.Çünkü ölümden sonra “bütün beyin kafatasında toplanır ve erir. Eriyen beynin(bu) kıymetli likörünün… sürekli olarak süzülmesiyle, kafatası bu yararlı özellikleri kazanmaktadır”. Burada kafatasının bütün, ama kendi beyni içinde marine edilmiş olması gerekiyordu. Zamanla nadir bir eski şarap gibi kalite kazanan ve gelişen “kıymetli likör” içinde kalan beyne bandırılmış kafatası, bir tür tabii laboratuvar veya simya kabı işlevi görmektedir.Kafatası yosununu “semavî tohumun asil dokusu” olarak yücelten Van Helmont,bu yosunun aslında doğrudan semavî bir kaynaktan geldiğini açıklamaya koyulur.Ancak yıldızlardan gelen özel bir etki altında açıkta bulunan kafatasının düzenli olarak “döllenmesiyle” üretilebilir. İşte bu“semavî varlıkların, kafatasında gerçekleştirdiği” gizemli döllenme, o yosuna hayatî gücünü kazandırır.
Sıcak kandan manevî hayat gücü elde edilebileceği inanışı da Van Helmont tarafından kabul ediliyordu. İnsan cesedinin şiddet içeren bir tarzda ölmüş olması halinde, “gizli bir hayatiyet” içerdiğinde ısrar ediyordu.Yara akıntısı durumunda bir silahın (veya mendil gibi başka bir nesnenin) üzerindeki kan ile yaralı kimsenin kanı arasında bir “sempati” bulunduğuna inanılmaktadır. Bu yüzden merhem kanlı bir nesne üzerine sürüldüğünde başarılı olur.Bu merhemin formülü farklılık gösterse de, yapımı çok güçtür. Van Helmont’un formülü şu şekildedir:“Her birinden ikişer ons olmak üzere gömülmemiş bir kafatasının yosunu ve insan yağı, her biri yarım ons olmak üzere mumya ve insan kanı ve her biri birer ons olmak üzere keten tohumu yağı ve terebentin”.İşin ironik tarafı, bu ilacın işe yaradığı durumların, hastayı hiçbir cerrahın görmediği veya eğer görmüşse onları steril olmayan aletlerle tedavi ettiği -dolayısıyla kan zehirlenmesi olmayan- durumlardır.1665 yılında Londra veba salgınıyla sarsılıyordu.
Bir hekim size “koyu kırmızı sıvı”yı ilaç olarak veriyor. İçilmesi güvenlimi? Kesin olan şu ki, hazırlanması çok sorunlu bir ilaçtır. İşte tarifi:Asılmış, işkence çarkında öldürülmüş veya mızrak veya okla vurularak öldürülmüş, bir gün ve gece boyunca açık havada kalmış, 24 yaşında, bütünüyle lekesiz kızıltenli bir adamın cesedini alın. Sonra bu insan eti küçük parçalar veya dilimler halinde doğranacak ve üzerine mür ve öd ağacı tozu serpilecek. Sonra tekrar tekrar şarap içinde yumuşatılacak. Ardından açık havada kurumak üzere asılacak.Bundan sonra “et tütsülenerek kokmaksızın sertleştirilecek”.Bu tarif (Alman hekim Oswald Croll’dan alınmıştır) muhtemelen İngiliz Para-celsus taraftarlarınca 1609 yılında kıta Avrupa’sında ortaya çıkmasından kısa süre sonra öğrenilmişse de, İngiltere’de özellikle 1670 ve 1672 tercümelerinden sonra ün kazanmıştır.Bu formül vejetaryenleri korkutsa da, nihaî olarak ortaya çıkan ürün, tiksindiricilik bakımından sıklıkla önerilen hayvan bağırsağı ve dışkısından daha hafiftir.Çünkü Croll, kimyagerin mutlaka “kızıl sıvının büyük çoğunluğunu” etin kendisinden şarapla veya mürver çiçeği ruhu ile ayırması gerektiği” sonucuna varmaktadır.Bazı vakalarda bu sıvı daha rahat içilmesi için ismi açıklanmadan hastaya verilebiliyordu.
Cellattan satılık taze kan
Kanı bardak veya sürahiden içmeye hazır olmayanlar için bir dizi ara tüketim biçimi bulunuyordu. Alman büyücü Henricus Cornelius Agrippa, “Eğer bir kimse insanların kafasının kesildiği yerde bir kılıcı şaraba batırır ve hasta kılıcın üzerindeki şarabı içerse sıtma veya yüksek ateşi iyileşecektir” der. İngiliz tarihçi Richard J. Evans suçlunun kanını emme ve başka yere aktarma yolu olaraksıklıkla mendillerin kullanıldığını not etmektedir. 1854 yılında Franconia’daki bir idama şahit olan birinin anlatımını nakleder: İdamdan sonra “çoğunluğu kadınlar olmak üzere bir grup insan,önlüklerini, mendillerini ve kırbaçlarını zavallı günahkârın kanına daldırmak için aceleyle idam sehpasına koştular”.Avrupa dışındaki benzer alışkanlıklara kısaca bir bakış, 1876 yılında “Pekin’deki bir idamdan sonra bazı büyük sünger parçalarının suçlunun kanına bandırıldığı ve “kan ekmeği” adı altında verem içinilaç olarak satıldığını” göstermektedir.
Göreceğimiz gibi, kan -kamuoyunca çok bilinen- cellatların ilaç olarak sattığı tek malzemeydi. Germen ülkelerinde cellatların çok popüler olan tıbbî hizmetlerini vurgulayan tarihçi Kathy Stuart, bu şahısların organların yanı sıra, suçluların etini, derisini ve kemiklerini aldıklarını anlatır. Hepsinden öte, kendilerine insan yağı biriktirmekte gayet istekli görünüyorlardı ve Münih’te “cellat şehrin eczanelerine 18. yüzyılın ortalarına kadar kilo kilo insan yağı getiriliyordu”.Yaralar, ağrılı yerler ve özellikle kırıklar için celladın hekimler veya cerrahlardan daha etkili olmasının çeşitli nedenleri var gibi görünüyor. Ancak celladın insan kanı kullanımı özellikle çarpıcıydı. Stuartşunları anlatıyor: “Tower Bridge (Kuleli Köprü) üzerindeki kesilmiş başlar bile tıbbî maksatlarla kullanılıyordu. 16. yüzyılda Londra’da Kraliyet Darphanesi’nde çalışan bir grup Alman işçi (muhtemelen bakır dumanlarına maruz kaldıkları için)aniden hastalandılar. Yaygın inanca göre kafatasından yapılmış bir bardaktan bir şeyler içmek mucizevî iyileştirici etkiler yapabiliyordu. Bu yüzden Tower Bridge’de duran başlar alındı ve etleri kaynatılıp soyulduktan sonra göçmen işçiler için bardak haline getirildi.
Beklendiği üzere hasta işçilerden bazıları iyileşirken,birçoğu hayatını kaybetti.”Fransa’da yaşlılar arasında oldukça yaygın bir kan emme alışkanlığı vardı. 1777 yılında Thomas Mortimer der ki, “15.yüzyılın sonuna doğru işe yaramaz bir fikir yayıldı: yaşlanan insanların azalan güç ve canlılıklarının genç kişilerin kanının verilmesiyle giderilebileceği fikri”.Yazar bazılarının “gençlerin sıcak kanını içtiğini ve bu uygulamanın Fransa’da bu tür kanları içen bazı önemli asillerin sonuçta delirmesi üzerine yasaklandığını” eklemektedir. Mortimer bu pratiğin tam olarak ne zaman terk edildiğini söylemiyor ama eğer dedikleri doğruysa(ki kesinlikle Ficino’nun 15. yüzyılın sonlarındaki argümanlarıyla uyuşmaktadır)o zaman baş faillerinin “asiller” -sağlıklı genç insanlara damarlarını açıp gençlik kanını akıtmak için verecek parayı kolaylıkla bulabilecek kişile olduğu ortaya çıkıyor.Hepsinden öte, tıbbî vampirliğe ilişkin temel soru, “ne yapmalısın” değil, “nasıl yapmalısın”dır. Eczacı Moise Charas doğrudan bedenden alınan “zalimce içeceğe”karşı olmasına rağmen, kanın kimyasal işlemden geçirilmek üzere “sağlıklı genç erkeklerden” (burada kızıl saç aranmıyor)alınmasından gayet memnundur.
Benzer şekilde kimyager Robert Boyle, yalnızca taze kan elde etmekle kalmıyor, kesin bazı fiziksel özelliklere sahip olan kanları buluyordu.Genelde kan alma alışkanlığının yaygın olduğu bir çağda kan, bulunması kolay maddelerdendi. Berberlerdeki kan dolu kavanozlar bazen kan alındığının reklamı amaçlıydı ve bu âdetin yaygınlığı şu deyime yansımıştı: “Çanağa döküldüğünde herkesin kanı aynı renk görünür”.Bu devirdeki potansiyel problemlerden biri, kan verenlerin kendilerinin sık sık hastalanmasıydı. Ficino bağışçının “kanı mükemmel, ama biraz fazla olan” bir kişi olmasını önerirken, bu problemden haberdar görünmektedir. Bu durumda kan yalnızca fazlalığı gidermek için verilmektedir. Böyle olaylarda “kan bağışçısı”,tıbbî maksatla alanlar tarafından kanının bedava alınmasına da memnuniyetler azı olabilirdi. Bu çıkarım, kanın ayrı bir cerrah tarafından değil, kanı kullanacak sağlık elemanı tarafından bizzat alındığını varsaymaktadır. Cümle tam açıklayıcı olmasa da, Johann Irvine bunu şu cümleyle ima eder: “Sağlıklı bir genç adamın kanını damarından Mayıs ayında alınız.…İnsanın kanını, sıcakken alın. …Bu yüzden sağlıklı bir genç adamın kanını(etrafta yeterince aptal var) alabildiğiniz kadarıyla ilkbaharda alın”.
Parantez içindeki cümleden ne anlam çıkarmalıyız? En azından Irvine’ın kendisi için bu nitelikte kan vermek kolay görünmektedir (ve aşağılayıcı tonu da bağışçılara para ödemek yerine, onların kendisine para ödediğini ima etmektedir).Paracelsus yanlısı hekim Daniel Border,rutin tedarikçi olarak berberleri kullandığını ve ayrıca çok hassas bir bağışçı tipini kolaylıkla seçebildiğini açıkça belirtir:“Berberlerden kanlı canlı genç bir adamın ve asabi bir adamın kanını alın ve iyi şarap içen adamların kanını alın”.Boyle, bir yerde “sağlıklı insanların kanını almak güç olduğu ve belki de sağlıklı olmayan kimsenin kanını kullanmak güvenli olmadığından” belli hayvan kanı tipleriyle deney yaptığını vurgulamaktadır.Sonuç olarak, Almanya ve İskandinavya’nın darağaçlarından İtalya, Fransa ve Britanya’nın saray ve laboratuvarlarına,oradan Hollanda ve İrlanda’nın savaşalanlarına uğradığımızda gerçek yamyamların aslında Avrupalılar olduğunu görüyoruz. Ceset tıbbı ve tıbbî yamyamlık konusunda genellikle antik Yunan ve Romalıların Hıristiyanlık öncesi kültürleri suçlasansa da, ceset yoluyla tedavinin kökeni ve mantığı bakımından zorunlu olarak Hıristiyan kültürünün eseri olduğunu söyleyebiliriz.
CESETTEN KOZMETİK ÜRÜN BİLE YAPILDI
İskoçya ve İngiltere Kralı I. James’in tahtta bulunduğu dönemin ortalarında cesetten elde edilen malzemenin tıbbî olmayan bir kullanımı ile karşılaşıyoruz.1615 yılında vaiz Thomas Adams,hem genel gurura, hem de hanımların gösteriş merakına saldırırken,“canlılar (ve) ölülerden elde edilen tozlar, likörler ve merhemler”den söz ediyordu. Diğer maddelerin yanı sıra, Adams muhtemelen insan yağının kozmetik olarak kullanımına da gönderme yapıyordu.Bu dönemde çiçek hastalığından kurtulanlar yara izlerini gizlemekte güçlük çekiyordu. I. Elizabeth’in kullandığı beyaz üstübeç merhemler bunun en ünlü örneğidir.18. yüzyıla girildiğinde bir tarifte yüzde kalan çiçek bozuğu izlerini doldurmak için “merhem” olarak özellikle terebentin, insan yağı ve bal mumu karışımı öneriliyordu.
İdam Sonrasında Mendillerle Cesede Hücum
Nadir de olsa, idam sehpasındaki sıradan kan satışlarının daha dramatik bir alternatifi vardı. Bir suçlunun kanının iyileştirici gücüne inanç o kadar güçlüydü ki, bir hasta o kanı elde edebilmek için cinayet işlemişti. 1824 yılında akıl hastası köylü Johann Georg Sörgel, “yaşlıbir köylüyü öldürmekten yakalanmış ve suçunu itiraf etmişti: O zavallı günahkârı kanını almak için öldürdüm; çünkü adamın boynuzları vardı”.İngiliz tarihçi Richard J. Evans, suçlunun “sesler işittiğini… şiddet krizleri yaşadığını ve kendisini bu yolla tedavi edebileceğini düşündüğünü” eklemektedir.Kanı bardak veya sürahiden içmeye hazır olmayanlar için, bir dizi ara tüketim biçimi bulunuyordu. Alman Mecusî Henricus Cornelius Agrippa “eğer bir kimse insanların kafasının kesildiği yerde bir kılıcı şaraba batırır ve hasta kılıcın üzerindeki şarabı içerse, sıtma veya yüksek ateşi iyileşecektir. Bu olay Evans’ın kaydettiği örneklerden 20-30 otuzyıl önce bazı kan tedavisi biçimlerinin uygulandığını göstermektedir.Evans suçlunun kanını emme ve başka yere aktarma yolu olarak sıklıkla mendillerin kullanıldığını not etmektedir. Yazar 1854 yılında Franconia’daki bir idama şahit olan birinin anlatımını nakleder: İdamdan sonra “büyük çoğunluğu kadınlar olmak üzere bir grup insan, önlüklerini, mendillerini ve kırbaçlarını zavallı günahkârın kanına daldırmak için aceleyle idam sehpasına koştular”.
Derin tarih Dergisi,Mart 2019,syf.51,60