Kategoriler: İslam

Muhabbeti Lâyık Olan Ancak Allah’tır!

Allah’a nisbet edildiğinden değil de şahsından dolayı başkasını seven bir kimsenin sevgisi cehaletinden ve Allah’ın marifetindeki kusurluluğundan ileri gelir.

Hz. Peygamber’i sevmek övülür; zira Allah sevgisinin aynısıdır. Âlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun mahbubu mahbubdur. Mahbubun elçisi sevilir. Mahbubun dostu güzeldir. Bütün bunlar esasın sevgisine dönüşür. Onu geçip başkasına varamaz. Bu bakımdan hakîkatte, basiret sahipleri nezdinde Allah’tan başka sevilen ve sevgiye müs-tehak olan yoktur.

Bunun izahı şöyledir:

Biz daha önce zikrettiğimiz beş sebebe dönüp onların tam olarak Allah hakkında bir araya toplandıklarını beyan edeceğiz. Allah’tan başkalarında ise ancak bu sebeplerin bir tanesi vardır. O sebepler Allah hakkında hakikattir. Allah’tan başkası hakkında onların varlıkları vehim ve hayaldir ve katıksız bir mecazdır. Asla hakikati yoktur. Bu hakîkat anlaşılınca Allah sevgisinin kesinlikle muhal olduğunu hayal eden, aklen ve kalben zayıf olan kimselerin hayalinin tam zıddı her basiret sahibine inkişaf eder ki hakîkatta Allah’tan başkasını sevmemeyi gerektirir.

Birinci Sebep: O, insanın kendi nefsini, bekâsını, kemâlini ve varlığının devamını sevmesi, helâkini, yokluğunu ve eksikliğini çirkin görmesi ve kemâline engel olan şeyleri iyi telâkki etmemesidir. Bu bakımdan bunlar her diri insanın tabiatıdır. Diri olan insandan bu tabiatın ayrılması düşünülemez. Bu ise Allah’ı çok sevmeyi gerektirir; zira nefsini bilen rabbini bilir. Kesinlikle varlığının kendi zatından olmadığını bilir. Zatının varlığı varlığının devamını ve varlığının kemâlini sadece Allah’tan olduğunu bilir. Bu bakımdan kulu yoktan vareden, hayatta bırakan ve onun kemâl sıfatlarını yaratmak suretiyle varlığını ikmâl eden ve buna götüren sebepleri yaratan sebepleri kullanma hidayetini yaratan ancak Allah’tır. Aksi takdirde kul, zatı bakımından, zatından gelen bir varlığa sahip değildir. Aksine kul eğer Allah kendisine lütfetmezse katıksız bir hiçtir. Eğer hayatta bırakmak suretiyle Allah’ın onun üzerindeki fazlı olmazsa, katıksız birşey yoktur.

Allah’ın fazlı olmazsa varlığının akabinde hemen helâk olur. Eğer yaratılışını tekmil etmek suretiyle Allah’ın onun üzerinde fazlı olmazsa varlıktan sonra eksiktir. Kısacası varlıkta kendi nefsiyle kâim olan hiçbir şey yoktur. Sadece Hayy ve Kayyum olan Allah, öyle Allah ki zatıyla kâim olduğu gibi her masivası da onunla kâimdir. Zatının varlığı başkasından istifade olunduğu halde ârif kişi zatını severse, ister istemez varlığını ifade edeni, devam ettireni eğer ona Hâlık, Mûcid, yoktan var edici, hayatta bırakıcı, nefsi ile kâim ve başkasını devam ettirici olarak tanıyorsa sever. Eğer nefsini ve rabbini bilmediğinden dolayı sevmiyorsa, zaten sevgi bilmenin meyvesidir, bilmek olmazsa sevgi de yok olur. Zayıf düşmesiyle zayıf düşer. Kuvvetiyle kuvvet bulur. Bu onun cehaletinden ileri gelir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ‘Rabbini tanıyan bir kimse, O’nu sever. Dünyayı tanıyan dünyada zâhid olur. İnsanın kendi nefsini sevip de nefsinin varlığı kendisine bağlı bu-lunan rabbini sevmemesi nasıl düşünülebilir?!’ Malumdur ki güneşin hararetiyle yanan bir kimse gölgeyi sevdiğinde, ister istemez gölgenin varlığını temin eden ağaçları sever. Varlık âleminde her ne varsa, Allah’ın kudretine nisbet gibidir; zira hepsi O’nun kudretinin eserleridir. Hepsinin varlığı O’nun varlığına tâbidir. Işığın güneşe, gölgenin ağaca tâbi oluşu gibi…

Fakat bu misal, halk tabakasının anlayışlarına nisbeten doğru olabilir. Zira halk tabakası ışığın güneşin eseri olduğunu hayal eder. Güneşten çıktığını, güneşle var olduğunu zanneder. Oysa bu, katıksız bir yanılmadır; zira kalp erbabına, gözlerle görmekten daha açık bir şekilde keşfolunmuştur ki nûr, Allah’ın kudretinden hâsıl olmuştur. Güneş ile kesif cisimler arasında karşılaşma vâki oldu mi Allah Teâlâ o nûru yaratır.

Nitekim güneşin ışığının, şeklinin sûretinin ve kendisinin de Allah’ın kudretinden hâsıl olduğu gibi… Fakat misallerden gaye davayı anlatmaktır. Bu bakımdan misallerde hakîkat aranmaz. Durum bu olduğu zaman eğer insanın nefsini sevmesi zarurî ise, nefsinin varlığını önce meydana getirip sonra devam ettiren, aslında, sıfatında, zâhirinde, bâtınında cevher ve arazlarında, varlığı kendisine bağlı bulunan bir zatı da eğer o zatı bu şekilde tanımış ise ister istemez sevmesi gerekir. Kim bu sevgiden uzak ise, bu kimse nefsiyle ve şehvetleriyle meşgul olur, rabbinden gâfil bulunduğundan yaratanını gereği gibi tanımaz, sadece şehvetlerine ve duygularının kapsamına giren şeylere bakar. O da hayvanların nimetlenmekte ve genişliğinden istifade etmekte kendisine ortak oldukları şehadet âlemidir.

Melekût âlemi ise, böyle değildir. Öyle melekût âlemi ki meleklere yaklaşanlar hariç, onun yerine kimse tarafından ayak basılmaz kişi bu âlemde sıfatlarında meleklere ne derece yakınsa, o nisbette bakabilir. Hayvanların derecesine ne kadar inmişse, o nisbette mahrum olur.

İkinci Sebep: Kişinin kendisine iyilik yapanı sevmesidir. Kendisine malen yardım eden, konuşmasıyla lütûfkâr davranan, yardımıyla kendisine destek veren, kendisinin yardımına ve düşmanlarının yok olmasına koşan, şerirlerin şerrini kendisinden uzaklaştırmaya kalkışan, gerek nefsi hakkında, gerekse evlat ve akrabaları hakkında olsun, bütün istek ve hedeflerine vesile teşkil eden kimseyi sevmesidir. Böyle bir kimse, kişi nezdinde şüphesiz sevilir. İşte bu sebep de Allah’dan başkasını sevmemesini gerektirir. Çünkü eğer şahıs, hakkıyla Allah’ı tanımış olursa, kendisine iyilik yapanın sadece Allah olduğu bilir.

Allah Teâlâ’nın bütün kullarına yapmış olduğu iyiliklerin çeşitlerine gelince, onları saymam mümkün değildir; zira hiçbir kimsenin hesap mahareti onları toplayamaz.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız bitiremezsiniz.(Nahl/18)

Şükür Kitabı’nda bunun bir kısmına işaret etmiştik. Şimdi ise, sadece insanlardan gelen ihsanın, mecazî olarak tasavvur olunabileceğinin beyanı üzerinde duracağız. İhsan edenin sadece Allah olduğunu beyan edeceğiz. Biz bütün hazineleriyle sana nimet veren ve bütün hazinelerini emrine veren, istediğin şekilde sarfetme yetkisini sana bahşeden bir kimse farzedelim. Muhakkak ki sen, bu ihsanın bu kimseden geldiğini zannedersin. Oysa bu zannın yanlıştır; zira bu kimsenin ihsanı kendi nefsi, malı ve mala olan kudreti ve malını sana sarfetmeye kendisini sevkeden kuvvetle tamamlanır. O halde onu yaratan, malını, kudretini yaratan, iradesini ve teşvikçi kuvvetini halkeden kimdir? Seni ona sevdiren kim? Onun yüzünü sana çeviren kimdir? Dininin ve dünyasının ıslahının sana yardım etmesinde olduğunu onun kalbine atan kimdir? Eğer bütün bunlar olmasaydı o, malından, bir tane dahi sana vermezdi. Ne zaman ki Allah (c.c) onun kalbini harekete geçiren şeyleri ona musallat kılıp onun nefsinde ‘dininin ve dünyasının salâhının malını sana vermesinde olduğu’ hakikatini takarrur ettirdi, o, malını sana teslim etmeye mecbur kaldı. O ona muhalefet edemez. Öyle ise, iyilik yapan, onu sana mecbur edip musahhar kılan zattır. Onu iyilik yapmaya zorlayan faktörleri musallat kılan kuvvet sahibidir. Onun eli ise bir vasıtadır. Onunla Allah’ın ihsanını sana ulaştırır. El sahibi burada mecburdur. Tıpkı su yolunun suyun akışına uymaya mecbur olduğu gibi…

Eğer onu iyilik yapmış sayar veya kendiliğinden iyilik yaptığını zannedip ona teşekkür edersen, sadece vasıta olduğu için ona teşekkür etmezsen bu, işin hakikatini bilmez bir kişisin demektir! Zira insanoğlunun iyilik yapması, ancak kendi nefsi için tasavvur edilebilir. Başkasına iyilik yapması ise muhaldir; zira insanoğlu malını, ancak bir gayesi varsa, başkasına verir. O hedef ya gelecekte olur ki bu sevaptır. Yahut da derhal tahakkuk eder ki bu da minnet ve kişiyi teshir etmektir veya övülmesi veya şöhretinin yayılmasıdır, cömertlikle meşhur olup ün salmaktır veya halkın kalbini kendisine itaat etmeye cezbetmektir.

Nasıl ki insan, malını bir yararı olmadığı için denize atmıyorsa tıpkı onun gibi bir insanın eline de ancak bir hedef ve bir gayesi olursa malı verir. Onun, malını vermesi gayesine ulaşmak içindir. Sen ise, onun maksudu değilsin. Senin elin, almakta alettir ki hedefi olan anılması, övülmesi, teşekkür alması veya sevabdar olması hâsıl olsun. Bu bakımdan o, kendi hedefine varmak için seni, malı almak hususunda kullanmıştır. Öyleyse o kendi nefsine iyilik yapmıştır. Vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde maldan daha kıymetli olan bir şey almıştır. Eğer o nasip onun yanında daha kıymetli olmasaydı asla senin için malını vermezdi. Bu bakımdan o, şükür ve sevgiye iki yönden müstehak değildir. O vecihlerden biri şudur:

Allah’ın harekete geçirici sebepleri ona musallat kılması suretiyle yardım etmeye mecbur olmuştur ve muhalefet etmeye gücü yoktur. Bu bakımdan o, emîrin hazinedarı gibidir; zira hazinedar emîrin hiratini, ikrama mazhar olan bu kimseye verdiğinde ihsan edici olarak görünmez. Çünkü bu ikram emir tarafından gelmiştir. Hazinedar itaat etmeye mecburdur. Onun emrini yerine getirmeye mecbur olduğu gibi, kendisine muhalefet edemez. Eğer emîr onu kendi keyfine bırakırsa o malı emîrin lûtfuna mazhar olan kimseye vermez. İşte her ihsan eden kimse de böyledir. Eğer Allah onları nefisleriyle başbaşa bırakırsa, onlar o maldan bir kuruş dahi kimseye vermezler. Allah Teâlâ ona harekete geçirici kuvvetleri musallat edince, onun kalbine din ve dünya bakımından nasibinin o malı vermekte olduğunu yerleştirince onu verir. İkincisi kişi vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde verilen maldan daha yararlı ve daha sevimli bir şey almış olur.

Nasıl ki satıcı karşılığında malını verdiğinde ve karşılığında daha sevimlisini aldığından ihsan edici değilse, aynen onun gibi hibe eden de hibesinin karşılığı olarak sevap veya övülme veya başka bir bedel almıştır. Karşılığın bir mal olması şart değildir. Nasibler öyle bedellerdir ki onlara nisbeten aynlar pek değersiz kalır. Bu bakımdan ihsan cömertliktedir. Cömertlik ise, karşılıksız ve verene bir pay olmaksızın verilen maldır. Bu ise, Allah’tan başkası için muhaldir.

Bu bakımdan âlemlere ihsan olsun diye nimet veren Allah’tır. Bu nimeti bir hedef ve gayeden ötürü değil, karşılıksız olarak âlemlere veren O’dur; zira O, garezleri ve hedefleri gözetmekten yücedir. Bu bakımdan O’ndan başkası hakkında cömertlik ve ihsan lâfzını kullanmak yalan veya mecazdır. Bu lâfzın O’ndan başkası için mânâsı muhaldir ve siyah ile beyazın bir arada bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsızdır. Öyleyse cömertlik, ihsan, vergi ve nimet etmekte münferid olan ancak O’dur. Eğer tabiatta ihsan edenin sevgisi varsa, arifin Allah’tan başkasını sevmemesi gerekir; zira O’ndan başkasından ihsanın gelmesi muhaldir. Bu bakımdan O tek olduğu için bu sevgiye müstehak olanın ta kendisidir. O’ndan başkası ise, ihsanın mânâ ve hakîkatini bilmemek şartıyla ihsandan dolayı sevilmeye müstehak olur.

Üçüncü Sebep: Senin esasında ihsan ediciyi sevmendir. Her ne kadar onun ihsanı sana varmamış ise de… Böyle bir sevgi tabiatlarda mevcuttur. Çünkü senin kulağına uzak bir ülkede de olsa âbid, âdil, âlim, halka şefkat gösteren, lütûfkâr, mütevazi bir sultanın haberi gelse, aynı zamanda zâlim, mütekebbir, fâsık, haysiyetsiz, bir sultanın haberi de gelse, kalbinde bu ikisinin arasında bir fark görüsün; zira kalbinde birincisine karşı sevgi denilen bir meylin olduğunu hissedersin! Zira sen birincisinin hayrından ümitsiz, ikincisinin şerrinden de eminsindir. Çünkü onların memleketlerine gitme ümidi sende yoktur. İşte bu, sadece iyilik yapanın iyilik yapmasından dolayı sevilmesidir. Yoksa sana iyilik yapması bakımından değildir.

Bu sebep de Allah’ı sevmeyi gerektirir. Allah’tan başkasının hiçbir suretle sevilmemesini gerektirir. Allah’tan başkası ancak bir sebeple Allah’a bağlı bulunduğundan dolayı sevilir; zira bütün insanlara iyilik yapan Allah’dır. Önce ya-ratmak suretiyle bütün insanlara ikramda bulunmuştur. İkinci olarak zarurî azalar ve sebeplerini tamamlamak suretiyle, üçüncü olarak ihtiyaçlarının sebeplerini yaratmak suretiyle nimetlendirme ve refaha kavuşturmakla onlara ikramda bulunmuştur. Her ne kadar bu sebepler zarurî ve zorunlu değilseler de…

Dördüncüsü onları güzel meziyetler, zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde zînet olan fazlalıklarla süslemek suretiyle ihsanda bulunmasıdır. Azalardan zarurînin misali; baş, kalp, böbreklerdir. Kendisine ihtiyaç olanın misali ise; göz, el, ayaklardır. Süsün misali ise kaşların kavisli, dudakların kırmızı, gözlerin badem renginde olmasıdır. Bunlardan başka nice âza vardır ki eğer yok olursa, onunla bir ihtiyaç eksik kalmaz. Ancak şekil bozulur. İnsan bedeninin haricinde bulunan nimetlerden zarurî olanın misali, su ve gıdadır. İhtiyacın misali ilâçlar, et ve meyvelerdir. Meziyet ve fazlalıkların misali; ağaçların yeşilliği, çiçeklerin ve ışıkların şekillerinin güzelliği, meyvelerin ve yokluğuyla ne bir ihtiyacın ve ne de bir zaruretin bozulmadığı yemeklerin lezzetleridir. Bu üç kısım her hayvan, her bitki için, hatta arşın zirvesinden toprağın altına kadar bütün mahlukat sınıfları için mevcuttur. Madem ki durum budur, o halde iyilik yapan O’dur. Öyleyse O’ndan başkası nasıl iyilik yapan olur? Oysa, zâhirde, iyilik yapanlar, O’nun kudret iyiliklerinden bir iyiliktir. Zira O güzelliğin, iyilik yapanın, iyiliğin ve iyilik sebeplerinin yaratanıdır. Bu nedenle O’ndan başkasını sevmek katıksız bir cehalettir. Kim Allah’ı tanırsa, bu nedenle Allah’tan başkasını sevmez.

Dördüncü Sebep: Güzelliğin zatından dolayı her güzeli sevmektir. Bu sevgi, güzelliğin ötesinde bulunan bir nasip elde etmek için değildir. Biz bunun tabiatlarda bir yaratılış olduğunu belirttik. Belirttik ki güzellik, gözle görünen zâhirî suretin güzelliği ile basiretin nûru ve kalbin gözüyle idrâk olunan bâtınî suretin güzelliğine bölünsün. Birinci kısmını çocuklar ve hayvanlar (bile) idrâk eder. İkinci kısmını idrâk etmek ise sadece basiret sahiplerine mahsustur. Orada, dünya hayatının görünür tarafından başkasını bilmeyenler basiret sahiplerinin ortağı olamaz. Her güzellik, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevimlidir. Eğer kalben idrâk edilirse, kalbin mahbubudur. Müşahede hususunda bunun misali, peygamberlerin, âlimlerin ve güzel ahlâklıların ve Allah’ı razı eden fazilet sahiplerinin sevgisidir; zira bu sevgi, yüz ve diğer azalar güzel olmadığı halde düşünülebilir.

Bâtınî suretin güzelliğinden kastolunan da budur. Zâhirî duyular ise, bunu idrâk etmez. Evet! Bu ancak kendisinden sâdır olan ve kendisine delalet eden eserlerinin güzelliğiyle idrâk olunur. Hatta kalp bunu idrâk etti mi buna meyledip bunu sever.

Bu bakımdan Hz. Peygamber’i veya Hz. Ebubekir’i veya İmam Şâfiî’yi seven bir kimse, onları zâhiri güzelliğinden dolayı sevmez. Bu sevgi onların fiillerinin güzelliği içindir. Bilakis fiillerinin güzelliği fiillerin kaynağı olan sıfatların güzelliğine delâlet eder; zira fiiller o sıfatlardan çıkıp onlara delâlet eder. Bu bakımdan kim musannifin (yazarın) tasnifinin güzelliğini, şairin şiirinin güzelliğini, nakkaşın güzel nakışını, ustanın güzel binasını görürse, bu fiillerden onun bâtınî sıfatları inkişaf eder! O sıfatlar kısaca tedkik edildiğinde ilim ve kudrete dönüşür. Sonra malum ne kadar şerefli ve güzellik bakımından ne kadar tamam olursa, ilim ondan daha şerefli ve daha güzel olur. Bunun gibi makdûr ne kadar mertebe bakımından büyük ve derece bakımından yüksek olursa, o makdûru meydana getiren kudret, mertebece daha büyük, kıymetçe daha şerefli olur. Bilinenlerin en kıymetlisi Allah Teâlâ’dır. Bu bakımdan şüphe yoktur ki ilimlerin en güzeli ve en şereflisi Allah’ın marifetidir. Allah’a yakın olan ve Allah’ın özelliği olan şeyler de böyledir. Bu bakımdan ilmin şerefi Allah ile ilgilenmesi nisbetindedir. Durum bu olduğuna göre kendilerini tabii olarak kalplerin sevdiği sıddîkların sıfatının cemâli üç şeye dönüşür:

1. Onların Allah’ı, melekleri, kitabları, peygamberleri ve peygamberlerinin şeriatlarını bilmeleri.
2. Nefislerini ve Allah’ın kullarını irşad ve siyasetle ıslah etmeye kudretlerinin yetmesi.
3.Rezaletlerden, çirkinliklerden, hayır yollarından çeviripşerrin yoluna cezbedici serkeş şehvetlerden uzak bulunmaları.

İşte bu ahlâkla peygamberler, âlimler, halifeler, adalet ve cömertlik ehli olan devlet başkanları sevilirler. Bunları Allah’ın sıfatlarına nisbet et! İlme gelince, geçmiş ve geleceklerin ilmi, herşeyi sonsuz bir şekilde kapsayan ve kapsamından göklerde ve yerde miskal-i zerre kadar birşey hariç bulunmayan ilâhî ilme nisbet edilirse, ne kıymeti vardır!
Size ilimden ancak az birşey verilmiştir.(İsrâ/85)

Yer ve gök ehli bir araya gelip Allah’ın ilmini ve hikmetini, bir karıncayı veya bir sivrisineği yaratmaktaki tafsilatı ihata etmeye çalışsalar onun binde birine muttali olamazlar. O’nun ilminden ancak O’nun dilediğini elde ederler. O az miktar bile bütün mahlukâta yetmiştir ve O’nun öğretmesi ile öğrenmişlerdir.
İnsanı yarattı! Ona beyanı öğretti. (Rahman/3-4)

Eğer ilmin güzelliği ve şerefi sevilen birşey ise ve ilim de âlim için bir süs ve zînet ise bu takdirde, Allah’tan başkasının sevilmemesi gerekir. Bu bakımdan âlimlerin ilimleri Allah’ın ilmine nisbeten cehalettir. Zamanının en âlimini ve zamanının en cahilini bilen bir kimsenin ilminden dolayı en cahili sevip en âlimi terketmesi muhaldir. Her ne kadar cahil az da olsa maişetinin ilminden uzak değilse de… Allah’ın ilmi ile mahlukâtın ilmi arasındaki fark, mahlukların en âlimi ile en cahili arasındaki farktan daha fazladır; zira en âlim en cahilden ancak sayılı ilimlerden fazla olur ki en cahilin de çalışmak sayesinde o ilme yetişmesi düşünülebilir. Oysa Allah Teâlâ’nın ilminin bütün mahlukâtın ilminden üstünlüğü, huduttan hariçtir, yani sonsuzdur; zira Allah’ın malumatının nihayeti yoktur. Mahlukâtın malumatının ise sonu vardır.

Kudret sıfatına gelince, o da kemâldir. Bu bakımdan her kemâl berraklık, azamet cömertlik ve istila mahbubdur. Onu idrâk etmek lezzetlidir. Hatta insan, hikâyede, Hz. Ali ve Hz. Halid’in (r.a) şecaatini ve diğer İslâm kahramanlarının şecaatlerini, kudret ve akranlarını mağlup etmelerini dinlerken kalbinde bir kıpırdama, sevgi, zarurî bir rahatlık hisseder. Bu onları görmediği halde böyledir. Bir de onları görseydi kimbilir nasıl olurdu! Demek ki bu, kendisi ile muttasıf bulunan bir kimsenin sevgisini, ister istemez kalpte meydana getirir; zira bu da bir nevi kemâldir.

Bu bakımdan şimdilik bütün mahlukâtm kudretini Allah’ın kudretine nisbet et! Acaba şahısların kuvvet bakımından en büyüğü, mülk bakımından en geniş mülke sahip olanı, öldürmekte en kuvvetlisi, şehvetleri mağlup etmekte en muktediri, nefsin habisliklerini en fazla yok edeni, nefsinin ve başkasının siyasetine en doğru ve toplu şekilde sahip olanın kudretinin hududu nereye kadardır? Oysa onun gayesi ancak nefsinin bazı sıfatlarına ve bazı işlerde de bazı insanlara güç yetirmektir. O bununla beraber ne nefsi için ölüm, ne hayat, ne kabirden kalkma, ne zarar ve ne de fayda sağlayabilir.

Gözünü körlükten korumaya, dilini konuşamamaktan, kulağını sağırlıktan ve bedenini hastalıktan korumaya gücü yetmez. O, nefsinde ve gayrisinde bulunan ve güç yetirmediği şeyleri saymaya bile muhtaçtır ki bunlar da yaklaşık olarak onun kudretinin ilgilendiği şeylerdir. O, bu kudretiyle münasebeti olmayan göklerin meleklerini, yıldızlarını, yer, dağ, deniz, rüzgâr, şimşek, maden, bitki, hayvan ve bütün parçalarını nasıl sayabilir. Oysa bunların tek bir zerresine bile onun kudreti yetmez. Nefsinde ve başkasında kullandığı güç de onun nefsinden ve onun nefsi ile değildir. O gücün kudretini ve sebeplerini yaratan Allah’tır. Ona o imkânı bahşeden Odur. Eğer O, bir sivrisineği, en büyük sultana veya en kuvvetli hayvana musallat kılarsa, sivrisinek onu derhal öldürebi-lir. Bu bakımdan kul için, mevlâsının verdiği imkân mevcut olmazsa, kudret sözkonusu değildir.

Nitekim yeryüzünün en büyük sultanı olan Zülkarneyn hakkında şöyle buyurduğu gibi:
Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık. (Kehf/84)

Zülkarneyn’in bütün mülkü ve saltanatı ancak Allah Teâlâ’nın kendisini yerin bir bölgesinde yerleştirmesine bağlıdır, Oysa yeryüzünün tümü, âlemin cisimlerine nisbeten topraktır. İnsanların yeryüzünden aldıkları bütün yöneticilikler o topraktan bir tozdur. Sonra o toz da Allah’ın fazlından ve imkân sağlamasından gelir.

Bu bakımdan Allah’ın kullarından birini kudretinden, siyasetinden ve istilâsından, kuvvetinin kemâlinden sevip de bunlardan dolayı Allah’ı sevmemesi muhaldir. Kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah ile temin edilir. Bu bakımdan Cebbâr, Kahir, Âlim ve Kadir O’dur! Gökler O’nun sağ elinde dü-rülmüştür. Yer ve onun üzerinde yaşayanlar O’nun kab-zasındadır. Bütün mahlukâtın perçemi, O’nun kudretinin kabzasındadır. Onları helâk ederse, O’nun mülkünden zerre kadar eksilmez. Onların benzerlerini bin defa yapmak onu yormaz. Onları yoktan var etmekte kendisine bir gevşeklik dokunmaz.

Bu bakımdan herhangi bir kudret ve kudret sahibi yoktur ki O’nun kudretinin eserlerinden bir eser olmasın. Öyleyse güzellik, parlaklık, azamet, kibriya, kahr ve istila O’nundur. Evet sadece O’nundur. Eğer kemâl-i kudretinden dolayı bir kâdirin sevilmesi düşünülürse O’ndan başkası asla kemâl-i kudretinden dolayı sevgiye müstehak olmaz! Ayıp ve eksikliklerden münezzeh olma, rezalet ve çirkinliklerden mukaddes bulunma sıfatına gelince, o da muhabbeti gerektiren faktörlerden biridir, bâtınî surette güzellik ve cemâlin istekçilerinden biridir. Peygamber ve sıddîklar her ne kadar ayıp ve çirkinliklerden münezzeh iseler de, yine de mutlak mânâda tekaddüs ve tenezzühün kemâli ancak Bir, Hak, Sultan, Kuddûs, Celâl ve İkram sahibi olan Allah için düşünülür. Bütün mahluklar eksiklik ve noksanlıklardan uzak değildir. Aksine mahlukun aciz, müsahhar ve mecbur oluşu ayıp ve eksikliğin ta kendisidir.

Bu bakımdan kemâl bir olduğu halde Allah’ındır. O’nun gayrisine ancak O’nun verdiği nisbette kemâl vardır. Kemâlin nihayetiyle başkasına nimet vermek kudret dahilinde değildir. Çünkü kemâlin müntehasının en az derecesi başkasının müsahhar bir kölesi olmaması, başkasından kuvvet almamasıdır. Oysa böyle olmamak Allah’tan başkası hakkında muhaldir. Bu bakımdan kemâlle münferit, eksiklikten münezzeh, ayıplardan mukaddes bulunan ancak Allah’tır. O’nun eksikliklerden mukaddes ve münezzeh olmasının beyanı oldukça uzar ve mükâşefe ilimlerinin esrarındandır.

Bu bakımdan biz onu zikretmekle sözü uzatmayacağız. O halde bu vasıf eğer sevilen bir kemâl ve cemâl ise, onun da bu hakikati ancak Allah için tamamlanır. Allah’tan gayrisinin kemâl ve kenezzühü mutlak değildir. Sadece kendisinden daha eksik olana nisbetendir.

Nitekim atın merkebe, insanın da ata nisbeten kemâli olduğu gibi… Eksikliğin aslı hepsini kaplamaktadır. Onlar ancak eksiklik derecelerinde çeşitli ve farklıdırlar. Durum bu olduğu zaman güzel sevilir. Mutlak güzel ise ancak bir olan Allah’tır. Öyle Allah ki benzeri yoktur. O biricik Allah ki zıddı yoktur. Kendisiyle boy ölçüşen biri olmayan Samed’dir. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Gani’dir. Dilediğini yapan, irade ettiğine hükmeden, hükmünün önüne geçilemeyen Kâdir’dir. İlminden gökler ve yerde bir zerre dahi hariç bulunmayan Alîm’dir. Kabza-i kudretinden diktatörlerin, satvet ve kuvvetinden kayserlerin boynu kurtulmayan Kâhir’dir. Varlığının evveli olmayan ezelîdir.

Bekâsının sonu olmayan ebedî’dir. Yokluğun imkânı huzurunun etrafında dolaşmayan varlığı zarurî olandır. Kendi, nefsiyle kâim olan ve her mevcudâtın kendisiyle kâim olduğu Kayyûm’dur. Göklerin ve yerin Cebbâr’ı, cansızların, canlıların ve bitkilerin yaratanıdır. Öyle Allah ki izzet ve ceberrûtla muttasıf, mülk ve melekût’da mütevahhiddir (ikisi de sadece O’nundur). Fazilet ve celâlin, revnak ve cemâlin, kudret ve kemâlin sahibidir. Öyle bir sahip ki O’nun celâlinin marifetinde akıllar şaşkına dönmüştür. O’nun vasfında diller konuşamaz olmuştur. Öyle Allah ki âriflerin kemâli marifetleri, O’nun marifetinden aciz olduklarını itiraf etmektir. Peygamberlerin peygamberliğinin zirvesi O’nun vasfını yapmaktan kusurluluğunu ikrar etmeleridir. Nitekim peygamberlerin efendisi şöyle buyurmuştur:
Sen münezzehsin, kendi nefsini övdüğün gibi, seni övmeye gücüm yetmez.10

Sıddîkların efendisi Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: İdrâkin derkinden aciz olmak idrâktir’. Halk için marifetine marifetinden aciz olmalarından başka herhangi bir yol kılmayan Allah ortaktan münezzehtir. Madem ki durum budur, keşke bilseydim Allah’ın

sevgisinin hakiki olarak mümkün olmasını inkâr edip de bunu mecazi kılan bir kimse acaba bu saydığımız sıfatların, güzellik ve övgü sıfatlarından olmalarını mı inkâr ediyor veya Allah Teâlâ’nın bu sıfatlarla muttasıf olmasını mı veyahut da kemâl, cemâl ve azametini idrâk edenin katında tabii olarak sevildiğini mi inkâr ediyor?

Basireti kör olanların gözlerinden cemâl ve celâlini perdeleyen Allah ortaktan münezzehtir. Ancak ezelde iyi neticeye mazhar olan kimseler için cemâli görünmektedir. O kimseler ki perde ateşinden uzaklaştırılmışlardır. Zarar edenleri körlük karanlıkları içerisinde şaşkın bir şekilde dolaşmaya bırakmıştır. Onlar hissedilenler ve hayvanî şehvetlerin otlaklarında dolaşıp dururlar! Dünya hayatından görünür tarafı bilirler, ahiretten ise gafildirler. Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. Bu sebeple olan sevgi, ihsandan ötürü olan sevgiden daha kuvvetlidir; zira ihsan artar ve eksilir.

Allah Teâlâ Dâvud’a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ‘Katımda sevilenlerin en sevimlisi o kimsedir ki vergisiz bana ibadet eder. Onun ibadeti bir karşılıktan dolayı değil, rubûbiyetin hakkını yerine getirmek içindir!’

Zebur’da şöyle vârid olmuştur: ‘Bana cennet veya cehennem için ibadet edenden daha zâlim bir kimse var mıdır? Eğer ben ne cenneti, ne cehennemi yaratmasaydım acaba itaat olunmaya lâyık değil miydim?’

Hz. İsa (a.s), bir grup âbidin yanından geçti. Zayıf ve naif düştüklerini görünce şöyle sordu: ‘Bu haliniz nedir?’ Onlar ‘Biz ateşten korkar, cenneti ümit ederiz’ dediler, Hz. İsa onlara ‘Siz bir mahluktan korkuyor, bir mahluktan da ümit ediyorsunuz!’ dedi. Başka bir grubun yanından geçerken hallerini sordu. Onlar ‘Biz Allah’ı sevdiğimizden ve celâlini tazim ettiğimizden dolayı ibadet ediyoruz’ dediler. Hz. İsa (a.s) onlara ‘Allah’ın hakîki velî kulları sizsiniz. Sizinle beraber kalmakla emrolundum’ dedi.
Ebu Hâzim11 şöyle demiştir: ‘Ben Allah’a sevabın ümidi veya ikabın korkusu için ibadet etmekten utanıyorum. Çünkü bu takdirde efendisine karşı asi olan bir köle gibi olurum ki o köle efendisinden korkmazsa çalışmaz’.

Haberde şöyle vârid olmuştur:

Sakın hiç biriniz kötü amele gibi olmayınız ki ona ücreti verilmezse ve korkmazsa çalışmaz.

Beşinci Sebep: Sevginin beşinci sebebine gelince, bu sebep, seven ile sevilen arasındaki uygunluk ve benzerliklerdir. Çünkü benzeri kendisine çekici gelir. Şeklin şekle meyli daha fazladır. Çocuğun çocuğa, büyüğün büyüğe, kuşun kendi türüne yakınlık gösterdiğini ve kendi türünden olmayan şeylerden kaçtığını görürsün… Âlimin âlime, sanatçıdan daha fazla ünsiyet ettiğini, marangozun çiftçiden daha fazla marangoza ülfiyet ettiğini görürsün. Bu tecrübenin şahidliğiyle perçinleşen bir hakikattir. Haber ve eserler de daha önce Sohbet Adabı ve Allah yolunda kardeş olma bölümünde geçtiği gibi bunun böyle olmasına şehadet ederler. Münasebet bazen zahirî bir mânâda olur. Çocukluk mânâsında çocuğun çocukla olan münasebeti gibi… Bazen de güzelliğin mülahazası veya mal veyahut herhangi bir hususta bir tamahkârlığın mülahazası olmaksızın iki şahıs arasında gördüğün birleşme gibi…

Nitekim Allah’ın yüce rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Ruhlar donatılmış askerlerdir. Onlardan tanışanlar birbirleriyle anlaşırlar. Onlardan tanışmayanlar anlaşamazlar.

Bu bakımdan, burada tanışmak birbirine uygun olmak, tanışmamak da ikisinin arasında zıddiyet demektir. Bu sebep de bâtınî bir münasebetten ötürü Allah sevgisini iktiza eder ki o bâtınî münasebet, şekillerdeki benzerliğe dönüşmez. Aksine bâtınî olan birtakım mânâlara dönüşür ki onların bazısını kitablarda zikretmek caiz, bazısının yazılması caiz değildir. Bu ikinci kısım gayret perdesinin altında bırakılır ki hak yolun yolcuları sülûk şartını tekamül ettirdikleri zaman, ona muttali olsunlar. Burada zikredilen yakınlık kulun sıfatlarla rabbine olan yakınlığıdır. O sıfatlar ki onlardan rubûbiyet ahlâkıyla ahlâklanması emredilmiş, ‘Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın!’ denilmiştir. Bu da ulûhiyyet sıfatlarından olan ilim, iyilik, ihsan, lütûf, başkasına hayır yapmak, merhamet etmek, halk için nasihat etmek, halkı hakikate irşad ve bâtıldan alıkoymak ve şeriatın diğer güzel şeylerinden oluşan ilâhîsıfatlardan olan güzel sıfatları elde etmektir. Bu bakımdan bu sıfatların hepsi, insanı Allah’a yaklaştırır. Bu yaklaşma, mekân olarak Allah’a yaklaşma değildir. Sıfatlarla yaklaşma mânâsındadır. Kitablarda yazılması caiz olmayan ve insanoğlunun özelliği olan münasebete gelince, bu münasebete şu ayetle işaret edilmiştir:
Sana ruh’tan (ruh’un hakikatinden) sorarlar. De ki: ‘Ruh rabbimin emrindendir!’
(İsrâ/85)

Zira Allah Teâlâ bu ayette ‘Ruhun rabbanî bir emir, beşer aklının hududunun haricinde olan birşey’ olduğunu beyan buyurmuştur.

Ben onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!(Hicr/29)

Allah Teâlâ, melekleri ona secde ettirmiştir.
Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık! (Sâd/26)

Zira Adem (a.s) Allah’ın halifeliğine ancak o münasebetle müstehak olmuştur. Bunu Hz. Peygamberin şu hadîsi remzetmektedir.
Allah Teâlâ Adem’i, sureti üzerine yaratmıştır.

Hatta eksik olanlar zannettiler ki duyularla idrâk edilen şu zâhir suretten başka bir suret yoktur. Bu bakımdan bunlar Allah Teâlâ’yı başka şeylere benzettiler (!) Cisim telâkki ettiler ve suret çizdiler. (Oysa) âlemlerin rabbi olan Allah, cahillerin dediğinden büyük bir yücelikle yüce ve münezzehtir. Allah Teâlâ’nın hadîs-i kudsîde Hz. Musa’ya (a.s) olan sözü buna işarettir: ‘Hasta oldum, beni ziyaret etmedin!’ Musa ‘Yârab! Bu nasıl olur?’ dedi. Allah Teâlâ ‘Filan kulum hasta düştü de onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun’ dedi.12

Bu münasebet ancak farzları tam mânâsıyla edâ ettikten sonra nafile ibadetlere devam etmek suretiyle ortaya çıkar. Nitekim Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Kul nafile ibadet yapmak suretiyle bana yaklaşır. Öyle ki onu severim. Onu sevdiğim zaman duyan kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum.13

Bu konu öyle bir konudur ki burada kalemin dizginini çekmek gerekir; zira insanlar burada hiziplere ayrılmışlardır. Zâhirî teşbihe meyledenlerin hizbi, münasebet hududunu aşıp da ittihad (kul ile Allah’ı birleştirme) hududuna varan ifratçılar zümresi hulûl’e kail olmuşlardır.

Hatta bazıları Ene’l-Hak (Ben Hakkın kendisiyim) demiştir. Hristiyanlar İsa (a.s) hakkında dalâlete sapıp ‘isa Allah’tır!’ dediler. Başkaları da Nâsût’a (beşere) lâhût’un kaftanını giydirdi. Başkaları da ‘onunla birleşti’ dedi. Haşa Allah bütün bunlardan uzaktır. Kendilerine teşbih ve temsilin, ittihad ve hulûlün muhal olması görünmekle beraber kendilerine sırrın hakikati görünenler ise çok azdır.

Ebu Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûri14 bu makamdan bakıyordu; zira şair şu şiirini ona okuduğunda vecde kapıldı: ‘Durmadan senin sevginden bir konağa iniyorum ki akıllar onun inişi hakkında şaşkına dönerler!’ Ebu Hasan, durmadan bu aşk içinde üstleri kesilmiş, kökleri kalmış, kamış sazlıkta iki ayağı parçalanıp şişinceye kadar döndü ve bu yaralardan dolayı bilâhere vefat etti. İşte bu, sevgi sebeplerinin en büyüğü, en kuvvetlisi, en az bulunanı, en uzağı ve varlık bakımından en azıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz sevgi sebeplerinden malum olanlardır. Bunun hepsi mecazen değil hakîkaten, derecelerin en azında değil, en yücesinde Allah’ın hakkında sırt sırta vermişlerdir.

Bu bakımdan basîret sahiplerinin nezdinde makul ve makbul olan sadece Allah’ın sevgisidir. Nitekim basireti kör olanlar için mümkün olan makulun, sadece Allah’tan başkasının sevgisi olduğu gibi…. Sonra bu sebeplerin biriyle halktan sevilen bir kimse, aynı sebepte onun ortağı olduğundan dolayı başkasının da onunla sevilmesi mümkündür. Oysa sevgide ortaklık; eksiklik ve kişinin kemâlini düşürmektir. Güzel bir vasıfla sıfatlanıp o vasıfta ortağı bulunmayan hiç kimse yoktur. Eğer bilfiil bulunmasa bile bulunması mümkündür. Ancak Allah bu hükmün dışındadır; zira O, celâl ve kemâlin nihayeti olan bu sıfatlarla mevsuftur. Ne varlık bakımından O’nun bir ortağı var, ne de imkân bakımından böyle birşey düşünülebilir. Bu bakımdan O’nun sevgisinde ortağın olmadığı şüphesizdir, öyleyse O’nun sevgisine herhangi bir eksiklik ârız olmaz.

Nitekim ortaklığın O’nun sıfatlarına ârız olmadığı gibi… Bu bakımdan sevgiye müstehak olur; zira esas olan muhabbettir. Muhabbetin kemâli için bir istihkak vardır ki asla başkası ortak olamaz!

İmam el-Gazzalî – İhya u Ulumuddin,c.4

Çev.Ali Arslan

 

10) İmam Ahmed, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce
l1) Adı Seleme b. Dinar el- A’rac’dır ve kendisi Tabiîndendir.
12) Müslim
13) Buhârî
14) Bağdadlı olan bu zat H. 295’de vefat etmiştir.

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce