Parçalanmış Bilinçle Bütüne Kör Kalmak
Ortasından dört bir yana doğru çizgi çizgi çatlamış bir pencere camından dışarıyı seyreden bir kimse, karşısındaki manzarayı bütün olarak görebilir mi? Bu nasıl mümkün değilse, varlığı, eşyayı ve olayları da böyle parçalanmış bir zihin yapısıyla bir bütün olarak görmek mümkün değildir.
Sözü getirmek istediğimiz nokta, geçmişimizi değerlendirirken genellikle farkında olmadan düştüğümüz bir yanılgı, bir bilinç parçalanması” durumu. Özellikle İslâmî ilimler sahasında yaşanan ekolleşme vakıası, geçmişin kompartımanlara ayrılmış bir şekilde algılanmasına bir ölçüde zemin hazırlamış olsa da, meseleye yakından bakıldığında bunun da bir yanılsama olduğu görülecektir.
Bir başka şekilde söylersek, İslâmî ilimlerin herhangi bir dalından söz edildiğinde, o alanla ilgili olarak hemen akla gelen sembol isimlerin sanki sadece o ilim dalı ile sınırlı bir hayat sürdüğü ve diğer sahalarla hiç ilgilenmediği gibi bir kanaat oluşur kendiliğinden. Oysa onların sadece belli bir ilim dalı ile birlikte anılması ve başka ilim dalları bahse konu edildiğinde başka isimlerin ön plâna çıkması, onların İslâm’ı tek boyutlu yaşamış olmasından değil, bizim onları değerlendirmede düştüğümüz eksiklikten kaynaklanmaktadır. Biz farkında olmadan, bilinçaltımızda onları birbirinden keskin hatlarla ayıran çizgiler oluşmuştur adeta
Söz gelimi Fıkıh ilminden bahsedildiğinde aklımıza ilk gelen isimler, mezhep imamları ile onların izinden giden Fıkıh alimleri olur. Hadis ilmi söz konusu olduğunda Kütüb-i Sitte dediğimiz 6 temel Hadis kaynağını vücuda getiren Hadis alimleri ve diğer Hadis ulemasını anarız. Aynı durum Usul, Tefsir, Kelâm ilimleri için olduğu gibi, Tasavvuf adı altında sistemleşen zühd hayatı için de aynıyla vakidir.
Oysa şüphesiz o büyük insanların her birinin, diğer ilim dallarının iştigal sahasına giren hususiyetleri de vardı. Konuyu zahir ilimleri ve batın ilimleri diye iki kategoride ele alacak olursak, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelâm gibi zahirî ilimlerde öne çıkan sembol isimler zühdiyyat olgusunun asla uzağında değildi. Zühd ve Tasavvuf sahasında ün yapmış isimler de keza zahir ilimlerine ilgisiz değildi.
Esasen bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Hatta söylemek gerekir ki, bunun tersi anormal olurdu. Zira İslâm ancak bu şekilde bir bütün olarak yaşanabilir; Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği de budur. Bu iki temel kaynağın, gerek ibadetlerin gerekse alışveriş, nikâh-talâk ve diğer hususların zahirî/dış şartlarına/rükünlerine yaptığı vurgu, bütün bunların batınî/iç boyutuna yaptığı vurgudan farklı değildir. İslâmî hayatın bu iki yönünün, örnek nesil olan Sahabe’de iç içe geçmiş olarak bir bütün halinde yaşandığını görüyor oluşumuz bundandır.
Bu sayıdan itibaren dört mezhep imamının hayatından zühd hayatıyla ilgili kesitler sunmaya çalışacağız. Onların hayatlarını anlatan kaynaklarda yer alan oldukça geniş malumattan sadece küçük bir yansıma olan bu seri yazı bize şunu gösterecek: Müçtehid imamların İslâmî kişiliği, sadece Mezhepler Tarihi veya Fıkhî meseleler bahse konu edildiğinde aklan gelen zahir boyutundan ibaret değildir. Onlar aynı zamanda âbid, zahid ve müttaki sıfatlarını bihakkın haiz, zahir ve batın ilimlerinde zirve isimlerdi. Allah Tealâ hepsinden razı olsun.
İmam Ebu Hanîfe rh.a. ve zühd hayatı
(İlmiyle amel eden) ulemanın yaşantısının ve güzel ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh’ın pek çok bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakillerde onların adabı anlatılmaktadır. (Abdülfettâh Ebu Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî’nin Risâletu’l-Müsterşidîn’ine yazdığı takdim yazısı, s. 3-4.) diyerek salih kimselere olan muhabbetini dile getirmiş olan İmam Ebu Hanîfe rh.a.’in kendisi de şüphesiz salihler zümresindendi.
Az konuşur, çok amel ederdi
Abbasî halifesi Harun Reşid, onun ahval gidişatından bahsetmesini istediğinde talebesi İmam Ebu Yusuf rh.a., İmam Ebu Hanîfe hakkında şunları söylemişti:
– Allah Tealâ’nın haram kıldığı bir şeyin kendisine isabet etmesinden ve Din hususunda bilmediği bir konuda konuşmaktan şiddetle kaçınırdı. Allah Tealâ’ya itaat edilmesinden ve O’na karşı ma’siyet işlenmemesinden hoşlanırdı. Ehl-i dünyadan uzak durur, dünyalık üzerine kurulu güç ve kudreti elde etmek için kimseyle yarışmazdı. Her zaman suskun ve düşünceli bir hali vardı. Çokça salih amel işlerdi. Çok ve gereksiz konuşmazdı. Bildiği bir mesele kendisine sorulursa konuşur ve öncekilerden işittiği şekilde cevap verirdi. Eğer o konuda öncekilerden duyduğu bir şey yoksa, hakka (Kur’an ve Sünnet’te belirtilmiş hususlara) kıyas yapardı. Kendi nefsini ve dinini korumak için hakka ittiba eder, ilmini ve malını hak yolunda cömertçe bezl ederdi. Kendinde olanla yetinir ve insanların bütününden istiğna ederdi. Tamahkârlığa meyletmez, gıybetten uzak dururdu. Hakkında konuştuğu kimseyi sadece hayırla yad ederdi.
Bu sözleri dinleyen Harun Reşid, bunun salihlerin ahlâkı olduğunu söyledi ve yanındaki görevliye:
– Bunları yazıp oğluma ver ki üzerinde düşünsün. dedi. Sonra da oğluna dönerek:
– Yavrucuğum! Bunları iyi belle ki, inşallah ileride bu konuda seni imtihan edeceğim. şeklinde konuştu. (Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, s. 31-32.)
Az güler, genellikle kendisine soru sorulmadıkça konuşmazdı. Sanki az önce başına büyük bir bela gelmiş gibi hüzünlü ve düşünceli bir hali vardı. (Zehebî, Menâkıb, s. 18-19.)
Zühd hayatının ve Hadis ilminin imamlarından Abdullah b. Mübarek ki kendisi de İmam Ebu Hanîfe’nin talebelerindendi şöyle demiştir:
– Ebu Hanîfe aleyhine konuşan birini gördüğüm zaman, başına ilâhi bir bela gelir de ben de kendisiyle birlikte helak olurum diye korktuğum için bir daha onu ne görmek, ne de kendisiyle oturmak isterim. Allah Tealâ biliyor ki, ben böyle kimselerin söylediklerinden hoşnut değilim. Ebu Hanîfe, kendisini (şöyle veya böyle) zikredenlerin hepsinden daha hayırlıdır (Saymerî, a.g.e., 32.)
Bir takva zirvesi
Yine Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir:
– Kûfe’ye geldiğimde bu şehrin en fakihini sordum; Ebu Hanîfe’ dediler. En zahidini sordum, Ebu Hanîfe’ dediler. En çok verâ sahibi kimdir diye sordum, yine Ebu Hanîfe’ dediler. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, 168.)
Yine zühd hayatının önderlerinden Fudayl b. Iyâd k.s. şöyle demiştir:
– Ebu Hanîfe fakih bir adamdı. Fıkıh’taki üstünlüğü ile maruf, (aynı zamanda) verâsı ile meşhurdu. Zengindi; çevresinde bulunanlara harcamasıyla tanınırdı. Gece-gündüz demeden etrafına ilim öğretmede çok sabırlıydı. Geceleri ihya eder, çok konuşmazdı. Ancak kendisine helal-haram (Fıkıh) sahasına giren bir mesele geldiğinde konuşurdu. Hakkı ikame konusunda çok gayretli idi. Yöneticilerin malından parasından kaçardı (Süyutî, Tebyîdu’s-Sahife er-Resâilu’t-Tis’ içinde, s. 301-302.)
İmam Ebu Yusuf anlatıyor:
– Bir keresinde Ebu Hanîfe ile birlikte yürüyorduk. Yanından geçtiğimiz gruptan birisi arkadaşına dönüp şöyle dedi: Bu Ebu Hanîfe’dir. Geceleri hiç uyumaz.’ Bunun üzerine Ebu Hanîfe bana şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ki yapmadığım bir şey söyleniyor değil.’ Kendisi namaz, tazarru ve dua ile bütün geceyi ihya ederdi. (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 6/399.)
Hizmetçisinin anlattığına göre onun uyku zamanı yaz mevsiminde öğle ile ikindi arası, kış mevsiminde ise gecenin evveli idi. Nitekim Ebu’l-Cüveyriye şöyle demiştir:
– Ebu Hanîfe ile 6 ay beraber kaldım. Bir gece olsun yanını yere koyup uzandığını görmedim. (Zehebî, Menâkıb, s. 21-22.)
Kılı kırk yaran hassasiyet
Yalan yere yemin etmek şöyle dursun, doğru bir şey üzerine yemin ettiğinde dahi bir dinar tasadduk etme konusunda kendi kendisine söz vermişti. Ne zaman ev halkının ihtiyaçları için bir harcama yapsa, ihtiyaç sahiplerine de aynı miktarda tasaddukta bulunurdu. Bir gece namaz kılarken kamer suresini okumuştu. Hayır, buluşma zamanları o (uyarıldıkları) saat (kıyamet)dir. O saat cidden çok feci ve acıdır. mealindeki 46. ayete geldiği zaman ağlamaya başladı. Ağlaması ve niyazı tan yeri ağarana kadar sürdü. (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 6/400, 401.)
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a.’in yanında birisi:
– Ebu Hanîfe’nin ilimde bir mevkii vardı.” şeklinde konuşmuştu. İmam Ahmed adamı azarlarcasına şöyle dedi:
– Sübhanallah! (Bu nasıl söz?) İlim, verâ, zühd ve ahireti dünyaya tercihte onun mevkiine yetişen kimse olmamıştır. (Zehebî, Menâkıb, s. 43.)
Sıcak bir günde güneşin altında oturduğunu gören birisi, niçin hemen yanındaki evin gölgesine girmediğini sorduğunda şöyle demişti:
– Bu evin sahibinden bir miktar alacağım var. Bu sebeple onun gölgesine girmeyi haksız menfaat elde etmek olarak gördüm. Böyle bir davranış başkaları için gerekli değildir. Ancak alim olan bir kimse, ilminden insanlara aktardığı kısmın daha fazlasıyla kendi nefsi için amel etmeye muhtaçtır. Bu sebeple onun evinin gölgesinde oturmayı doğru bulmadım. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, s. 166.)
Döneminin ileri gelen alimlerinden Hasan b. Salih rh.a. şöyle demiştir:
– Allah rahmet eylesin, Ebu Hanîfe çok verâ sahibi idi; harama düşme korkusuyla ve şüpheden kurtulmak için birçok helalı terk ederdi. Kendisini ve ilmini şüpheli şeylerden korumakta onun kadar hassasiyet gösteren bir fakih görmedim. Bütün hazırlığı kabir hayatı içindi. (Muvaffak el-Mekkî, aynı eser, s. 181.)
Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe’yi kadı olarak tayin etmek istemişti. İmam kabul etmedi ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Yoksa bizim gidişatımızı mı beğenmiyorsun?
– Ben bu iş için uygun kişi değilim.
– Yalan söylüyorsun.
– Müminlerin emiri bu sözüyle benim bu iş için uygun kişi olmadığıma hükmetmiş oldu. Zira eğer ben yalan söyleyen birisi isem, kadılık görevine uygun değilim demektir. Yok eğer doğru sözlü birisi isem, size bu iş için uygun kişi olmadığımı haber vermiştim.
Bu konuşmanın ardından Ebu Cafer el-Mansur kendisini hapsetti. Hapiste işkence gördü ve bu halde iken (bir rivayette zehirlenerek) hayata gözlerini yumdu. (Saymerî, aynı eser, s. 62, Zehebî, aynı eser, 6/402.)
Allah ona rahmet eylesin ve kendisinden razı olsun.
İmam Şafiî (rh.a.) ve Zühd Hayatı
İpekle döşenmiş odaya girmeyecek, yalan yere olması şöyle dursun, doğru yere bile yemin etmeyecek kadar büyük bir hassasiyet sahibi olan İmam Şâfiî’nin (rh.a.), doyuncaya kadar yemek yemeyi hoş karşılamadığını görmek şaşırtıcı değildir.
Şöyle dediği nakledilmiştir: “Doyuncaya kadar yemek yemeyeli on altı sene oluyor. Bu süre zarfında bir kere doyuncaya kadar yemek yedim; onu da hemen geri çıkardım. Doyuncaya kadar yemek bedeni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, fetaneti (basiret, ince anlayış) köreltir, uyku getirir ve ibadet şevkini azaltır.”(İbn Ebî Hâtim, Âdâbu’ş-Şâfi’î, 106.)
Teslimiyeti ve tevazusu
Geceyi üçe böler ve birinci kısmı kitap yazımına, ikinci kısmını uykuya, üçüncü kısmını da namaza ayırırdı.(Fahreddîn er-Râzî, Menâkıbu’l-İmâm eş-Şâfi’î, 310.)
Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlığı, görenleri acındıracak seviyeye ulaşmıştı. Bir gün olsun şikâyetçi olmadı, hatta şöyle dua etti: “Allahım! Eğer bu hastalıkta senin rızan varsa, onu artır.” Bu haldeyken zahidlerden İdris b. Yahya el-Me’âfirî kendisine haber gönderdi ve şöyle dedi: “Sen bela insanı değilsin. (Ümmet adına ilimle meşgul olan birisin; bu görevini ifa etmek için sağlıklı olman gerekir.) Onun için Allah Tealâ’dan afiyet iste.”(a.g.e., 310.)
Sadece Fıkıh ilminde değil, başka pek çok sahada “imam”lığı bütün ümmet tarafından müsellem olan o büyük insanın tevazuu da ilimdeki yüceliğiyle mütenasip idi. “Bütün emelim iki şeyi öğrenmekti: Atıcılık ve ilim. Atıcılık sahasında emelime ulaştım. Hatta öyle ustalaştım ki, onda on isabet ettiriyordum.”
Bu sözü nakleden Amr b. Sevâde diyor ki: “Diğer emeli olan ilim konusunda bir şey söylemedi ve sustu. Bunun üzerine ben dedim ki: Allah’a yemin ederim ki, ilimde elde ettiğin derece atıcılıktaki derecenden daha ileridir.”(Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, 9/86.)
Rabbi’nin himayesi altında
Abbasî halifesi Harun Reşid, bir gün son derece kızgın bir şekilde görevlilerden birini çağırıp, İmam Şâfiî’yi kastederek: “Şu Hicazlı nerede? Derhal onu bulup bana getir!” dedi. Görevli, İmam Şâfiî’yi seven biriydi. Halife’nin hışmına uğrayacağından endişe eder vaziyette İmam’ın evine gitti. Durumu anlattı; birlikte saraya gittiler. Yolda giderken İmam’ın dudaklarının kıpırdamasından bir şeyler okuduğunu anlamıştı.
Huzura alındığında Harun Reşid ayağa kalktı, İmam’ı buyur etti ve önüne oturdu. O kızgın halinden eser kalmamıştı. Uzun süre konuştular. Ardından İmam’a bir kese altın hediye etti ve görevliye, onu evine kadar götürmesini emretti. İmam, saraydan ayrılınca kesedeki altınların hepsini halka dağıttı. Harun Reşid’deki bu değişikliğin sebebini anlayan görevli, İmam’a saraya giderken ne okuduğunu sordu.
İmam, Âl-i İmrân Sûresinin, “Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti” diye başlayan 18. ve 19. ayetlerini okuduğunu söyledi ve ardından, okuduğu uzun duayı nakletti.
Bu duayı ezberleyen görevli daha sonra şöyle diyecekti: “Harun Reşid bana ne zaman kızacak olsa, bu duayı okudum, kızgınlığı hemen yatıştı. Bu, Şâfiî’den kaynaklanan bir bereketti.”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/87-88.)
Kalp hassasiyeti
Abdullah b. Abdilhakem anlatıyor: “Bir sohbette abid ve zahidlerden bahsediyorduk. Söz Zünnûn’a geldi. O sırada Ömer b. Nübâte yanımıza geldi ve ne konuştuğumuzu sordu. Biz, abid ve zahidlerin menkıbelerini konuştuğumuzu ve Zünnûn’dan bahsettiğimizi söyledik.
Şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki, Şâfiî’den daha fasih, daha çok verâ sahibi bir kimse görmedim. Bir gün ben, o ve Hâris b. Lebîd Safa tepesine çıkmıştık. Hâris, “İşte bu, sizi ve öncekileri bir araya topladığımız o hüküm günüdür.” (Mürselât, 38).ayetini okudu. Şâfiî’nin sarsıldığını ve şiddetli bir şekilde ağladığını gördüm. Sonra şöyle dedi: “İlâhi! Yalancıların sözlerinden ve gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım. İlâhi! Ariflerin kalpleri senin emrine boyun eğmiş, müştakların kalpleri seninle sarhoş olmuştur. İlâhi! Kereminden bana bağışta bulun. Rahmet ve mağfiretinin örtüsüyle beni ört. Kereminle beni affeyle ey merhametlilerin en merhametlisi…”(Fahreddîn er-Râzî, a.g.e., 311.)
Kur’an ayetleri okunduğunda yaşadığı halet-i ruhiye, Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in hadisleri konusunda da aynıyla vaki idi. Bir gün büyük fakih ve muhaddis Süfyân b. Uyeyne’nin meclisine gitti. Süfyan b. Uyeyne, kalbi rikkate getiren bir hadis rivayet etti. İmam Şâfiî, hadisi duyar duymaz bayıldı. Orada bulunanlar Süfyan b. Uyeyne’ye hitaben, “Ebû Muhammed! Muhammed b. İdris (İmam Şâfiî) neredeyse öldü!” dediler. Bunun üzerine, Süfyan b. Uyeyne: “Eğer Muhammed b. İdris öldüyse, zamanının en üstünü öldü demektir.” karşılığını verdi.(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/102)
Muarızlarıyla ilmî münazaralarda bulunurken, onlara nasihat etmekten başka bir amaç taşımazdı. İlmî münazaralarda aradığı tek şey hakkın ortaya çıkmasıydı. Şöyle derdi: “Münazarada bulunduğum hiç kimse olmadı ki, iddiasında kendisine başarı verilsin, tahkim ve yardıma mazhar olsun diye arzu etmemiş olayım. Münazarada bulunduğum kimselere Allah Tealâ’nın yardım etmesini, kendilerini (sürçmelerden) korumasını temenni ederim. Münazara anında Allah Tealâ’nın, hakkı benim dilime mi, yoksa muhatabımın diline mi yerleştirdiğine aldırmam (muhatabım hakkı söylediği zaman, benden sadır olmuş gibi kabul ederim).”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/126.)
Dostluğa dair tavsiyeleri
Arkadaşlarından birisine şöyle tavsiyede bulunmuştu: “Bir arkadaşının hoşlanmadığın bir şey yaptığına dair bir haber alırsan, sakın ola ki hemen ona karşı düşmanlık besleyip dostluğu kesme. Böyle yaparsan, yakînen bildiğin bir şeyi şüphe sebebiyle terk etmiş olursun.
Böyle bir durum olursa, o arkadaşına, “Senin şöyle şöyle yaptığına dair bana bir haber ulaştı.” de. O haberi sana getireni zikretmen de uygun olur. Eğer inkâr ederse, “Sen ondan daha doğru söyledin ve bu işten uzaksın.” de ve daha fazla bir şey söyleme. Eğer itiraf ederse ve o işi yapmakta bir mazeretini bulursan, o mazereti kabul et. Eğer o işi yaptığını reddetmezse, “O işi yapmaktaki amacın neydi?” diye sor.
Eğer bir özür beyan ederse kabul et. Eğer arkadaşın herhangi bir mazeret beyan etmez ve sen de bir çıkış yolu bulamazsan, onun o işi yaptığını kabul et ve onun bir kusur işlediğini düşün. Bundan sonra muhayyersin; dilersen ona, o işin misliyle –fazlasıyla değil– mukabele et; istersen kendisini affet. Affetmek takvaya ve kereme daha uygundur.
Çünkü Yüce Allah, “Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Ama kim affedip ıslah ederse, onun ecri Allah’a aittir.” (Şura, 40.) buyurmuştur.
Eğer onun hareketinin misliyle kendisine mukabele etmen gerektiği konusunda nefsin seninle çekişirse, arkadaşının sana karşı önceki iyi ahvalini hatırla. Bu kötülüğü sebebiyle onun son hali, senin nazarında önceki iyiliklerini eksiltmesin. Zira bu, bizzat zulümdür. Salih bir kişi şöyle demiş- tir: Allah Tealâ, benim bir kötülüğüme mukabil bana onun daha fazlasıyla mukabele ederek hakkımı eksiltmeyen kimseye rahmet eylesin.”
Eğer bir dostun varsa, ona sımsıkı sarıl. Zira dost edinmek zor, dosttan ayrılmak ise kolaydır. O salih kişi, dosttan ayrılmanın kolaylığını şöyle bir benzetmeyle açıklardı: Bir çocuk, büyük bir taşı kuyuya atar. Onu oraya atmak o çocuk için kolaydır. Ama onu oradan çıkarmak, yetişkin insanlar için zordur. Sana tavsiyem budur, vesselam.”
Hikmetli sözlerinden
* Kendisine dünya sevgisi ve dünyevî arzuların galebe çaldığı kimse ehl-i dünyaya kulluk etmek zorunda kalır. Kanaat sahibi olan kimse ise, ehl-i dünyaya boyun eğme zilletinden kurtulur.
* Ahiret nimetlerinin kadrini bilmeyen kimse dünyaya karşı nasıl zahid olur? Aldatıcı arzulardan kurtulamamış kimse dünyadan nasıl kurtulur? İnsanların elinden ve dilinden salim olmadığı kimse, insanlardan nasıl güvende olur? Sözüyle Azîz ve Celîl olan Allah’ı murad etmeyen kimse nasıl olur da hikmetli konuşur?
* Dört şey vardır ki, azı bile çoktur: Hastalık, fakirlik, düşmanlık ve ateş (Cehennem azabı).
* Hem dünya hem de dünyanın yaratıcısının sevgisini aynı anda kalbinde taşıdığını söyleyen kimse yalancıdır.(İbn Abdilberr, el-İntikâ, 156 vd.)
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
İmam Mâlik Rh.a. ve Zühd Hayatı
Medine alimlerinin ilminin vârisi. Hicret yurdu imamı, yüzüne bakanların ahireti hatırladığı Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh… Bu güzide alimimizin Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i rüyasında görmediği bir gece dahi olmadığı rivayet edilmiştir.
Malikî mezhebinin imamı Mâlik b. Enes rh .a . Medine’de, Mescid -i Nebî’de ders verirken Hz. Ömer r.a.’ ın hüküm ve meşveret için oturduğu yerde otururdu. Evi de büyük sahabi Abdullah b. Mes’ud r.a.’ ın oturduğu evdi. ( Ebu Nuaym , Hilyetu’l -Evliya, 6/346)
Salih zatlarla birlikte bulunmaya ayrı bir önem verir ve şöyle derdi:
“Kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman Muhammed b. Münkedir’e gider, bir süre yüzüne bakarım. Bu, günlerce bana bir ibret ve nasihat olarak yeter.” (Kadı İyâd , Tertîbu’l – Medârik , 1/179)
Peygamber saygısının zirvesi
Kendisine talebelik etmiş olan İmam Şâfiî rh.a. anlatıyor:
Mâlik’in kapısında bağlı cins atlar ve bir de katır gördüm ve “ne güzel!” dedim. “Al, hepsi benden sana hibe olsun.” dedi. “Binmen için birini kendine ayır.” dedim; şöyle karşılık verdi:
– “Allah’ın Peygamberi’nin gezdiği toprakta hayvan sırtında gezmekten hayâ ediyorum.” (Aynı eser, aynı yer.)
Talebelerinden biri şöyle demiştir:
– “Mâlik bizimle beraber oturduğu zaman sanki bizden biriymiş gibi olur, bizimle beraber söze dalar, bizden daha çok tevazu gösterirdi. Fakat hadis-i şerif rivayetine başladığı zaman, artık sözü bizde heybet hissi uyandırır; sanki bizi tanımıyormuş, biz de kendisini tanımıyormuşuz gibi konuşurdu.” ( Ebu Zehra, İmam Mâlik , 53)
Hadis dersine çıkmadan önce abdest alır, güzel elbiselerini giyer, güzel koku sürünürdü. Ders boyunca vakar ve sekinetin muhafazasına dikkat ederdi.
Bir keresinde Ebu Hâzim’in meclisine gitmiş, yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Ebu Hâzim’in naklettiği hadisleri yazmadığını görenler bunun sebebini sorduklarında şöyle demişti:
– “Hz. Peygamber s.a.v.’in hadislerini ayakta iken almayı uygun görmedim.” (el- Halîlî , el- İrşâd , 26)
Ayakta iken, yürürken veya acele bir işi varken hadis rivayet etmekten hoşlanmaz ve şöyle derdi:
– “ Rasul -i Ekrem s.a.v.’den rivayet ettiğim hadisin anlamını iyi kavramak isterim.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/347)
Gece ibadeti
Yine Kadı Iyâd’ın naklettiğine göre İmam Mâlik rh .a .’in her gece kılmayı alışkanlık haline getirdiği belli bir miktar gece namazı vardı. Cuma geceleri ise bütün geceyi ihya ederdi.
Bir keresinde namaz kılarken Fatiha’dan sonra Tekâsür Suresi’ni okumaya başladı. “Sonra, andolsun ki o gün her nimetten sorguya çekileceksiniz.” mealindeki ayete geldiği zaman uzun uzun ağladı. Bir taraftan ayeti tekrar ediyor, bir taraftan da ağlıyordu. Nihayet tan yerinin ağardığını hissettiğinde rükû ve secde yaparak namazını tamamladı.
Zorlama altında söylenen boşama sözünün geçerli olmayacağı konusunda fetva verdiği zaman, bu fetva Emevî sultanları tarafından halktan zorla alınan biatın geçerli olmayacağı görüşünde olduğu şeklinde yorumlanmış, İmam Mâlik rh .a . bu yüzden takibata uğramıştı. Hatta kendisine sopa atılmış, işkenceden dolayı omuzu çıkmıştı. ( İbn Abdilberr , el- İntikâ , 87)
Bu takibat sürecinde bile gece namazını aynen devam ettirmişti. Kendisine, “Bari bu durumda gece namazını biraz hafiflet” denildiğinde şöyle mukabele etmi şti:
– “Allah için amel işleyen bir kimseye gereken, o amelini güzelleştirmektir.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/178)
Allah korkusu ve sorumluluk duygusu
İmam Mâlik rh .a . kendisine sorulan bütün sorulara cevap vermez, çoğu zaman susmayı veya bilmiyorum demeyi tercih ederdi. Öyle meseleler olurdu ki, üzerinde on yıl, hatta yirmi yıl düşünür, araştırma yapar, buna rağmen kalbi mutmain olmadığı için o konuda kesin bir şey söylemezdi.
Öğrencisi İbn Vehb şöyle demiştir:
– “Mâlik , sorulan bir soruya cevap vermeden önce (o kadar uzun süre susardı ki), bir kimse elindeki boş bir sayfayı ‘bilmiyorum’ kelimesiyle doldurmak istese bunu yapabilirdi.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/147)
Meclisinde bulunanların çok soru sormasından hoşlanmaz, kimi zaman da soru soran kişiye:
– “Yazıklar olsun sana! Beni kendinle Allah Tealâ arasında hüccet kılmak mı istiyorsun? Ben önce kendimi nasıl kurtaracağıma bakayım; seni sonra kurtarırım” dediği olurdu. (Aynı eser, 1/146)
Kendisine bir mesele sormak için Mağrib’den kalkıp altı ay yol teptikten sonra Medine’ye gelen birine, “bir araştırayım, yarın gel” demişti. Ertesi gün adam tekrar geldi ve neticeyi sordu. İmam Mâlik “bilmiyorum” cevabını verdi. Adam, “Benim geldiğim yerde insanlar yeryüzünde senden daha alim birisi bulunmadığını söylüyor!” deyince şöyle mukabele etti:
– “Onlara gittiğinde benim ‘bu işin altından kalkamıyorum’ dediğimi söyle.”
Yine kendisine sorulan yirmi sorunun ancak ikisine, uzun süre “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedikten sonra cevap vermişti. Kendisine; “Sen de bilmiyorum dersen kim bilir?” dendiğinde şöyle mukabele etmi şti:
– “Yazık … Beni ne zannediyorsunuz? Ben neyim ki sizin bilmediğinizi bileyim?” (A. g.e ., 1/146-147)
Öğüt ve tavsiyeleri
Kendisinden tavsiye isteyen birisine şöyle demişti:
– “Allah Tealâ’dan ittika et ve hadisi ancak ona ehil olan kimseden al.”
Şu öğüt ve tavsiyeler de ona aittir:
– “İlim talep eden kimseye düşen, vakar, sekinet ve haşyeti muhafaza etmek ve kendisinden önce yaşamış olanların izine uymaktır.”
– “Din konusunda şahsi görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar Ehl -i Sünnet’in düşmanıdır.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/348 vd .)
– “İlim bir nurdur ki, ancak takva ve Allah korkusu ile dolu olan kalp ile ünsiyet eder.”
Kendisine, “İlim öğrenmek farz mıdır?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermi ştir:
– “Hayır ! İnsanların hepsi alim olacak değildir. Halk arasında öyleleri var ki, onlara ilim talep etmelerini emretmem. (Mecburi olanın dışındaki) ilim insanların hepsine farz değildir.”
Bu konuda talebesi İbn Vehb’e şu tavsiyede bulunmu ştur:
– “İşittiğin şeyleri hayatına tatbik et ve bununla yetin. Başkalarının menfaati için kendi sırtına yük alma. İnsanların en bedbahtı, ahiretini dünya için satandır. Ondan daha bedbahtı ise, kendi ahiretini başkasının dünyası için satandır.”
Yine şöyle demiştir:
– “Kendisine ilim nasip edilen ve ilimde parmakla gösterilecek seviyeye ulaşan kimsenin, nefsiyle baş başa kaldığında başına topraklar saçıp nefsini azarlaması, riyaset (üstünlük) sebebiyle rehavete kapılmaması gerekir. Zira kabrine uzanıp da üstüne toprak atıldığında elde ettiği riyaset onun aleyhine olacaktır.”
– “İstemediğin şeyi sorup da istediğin şeyi unutma. Zira muhtaç olmadığı bir şeyi satın alan kimse, ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur.”
– “Sana soru soran herkese cevap vermen, ilmi ortadan kaldıran hususlardandır. Duyduğu her şeyi nakledenlerin önderi olma. Sorulmadığın şey hakkında konuşman da ilmi ortadan kaldıran sebeplerdendir.”
– “Allah Tealâ’ya taat çerçevesinde bir ilim öğrendiğin zaman, onun eseri üzerinde belli olsun.”
– “Kişi dilini muhafaza etmedikçe imanı kemale ermez.” (Kadı Iyâd, a.g.e., 1/185-186)
Allah ondan razı olsun.
İmam Ahmed Rh.a. ve Zühd Hayatı
O, dört hak mezhepten biri olan Hanbelî mezhebinin imamı. Büyük muhaddis ve fakih. Hadis rivayetlerini topladığı Müsned adlı kitabı dokuz önemli hadis kaynağından biri. Onun ilmi ve hayatı dinî ilimlerle uğraşanlar için hakiki ve tam bir ibret vesikası. Zira o sadece bilgisiyle değil; ameliyle, takvasıyla, zühd ve verâsıyla semamızda bir yıldız. Cenab-ı Hak ondan razı olsun.
Aşağıda zikredeceğimiz “mihne olayı”nın failleri olan Mutezile dışında bütün Ümmet-i Muhammed’in, hatta gayrimüslimlerin hürmet ve muhabbetine mazhar olan bu büyük imam, ilim ve amel yanında kanaat, zühd, istiğna ve tevazuuyla da Hak ve halk nazarında müstesna bir mevki elde etmiştir.
Yakın arkadaşı ve yardımcısı el-Merrûzî’nin anlattığına göre, bir gün hıristiyan bir tabip, yanında bir rahip bulunduğu halde İmam Ahmed b. Hanbel’in evine gelir. Tabip yanındaki rahibi göstererek, “Ebû Abdillah’ı (Ahmed b. Hanbel) görmek için benimle birlikte geldi” der. el-Merrûzi onları içeriye alır. Rahip, İmam Ahmed’e şöyle der: “Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslâm için değil, bütün mahlukat için hayır ve salâhtır. Bizim cemaatimiz arasında senden razı olmayan yoktur.”
Bunun üzerine el-Merrûzî der ki: “Öyle umuyorum ki, ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor” dedim, şöyle mukabele etti: “Ey Ebû Bekr ! Bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez.” (Zehebî , a. g.e ., 11/211)
Meşhur alimlerimizden Zehebî , döneminde ve daha sonra yaşayan birçok velinin İmam Ahmed b. Hanbel’den övgüyle bahsettiğini, kendisiyle teberrükte bulunduklarını ve hakkında, “ Ahmed b. Hanbel’in yüzüne bir kere bakmak bizim nazarımızda bir sene nafile ibadete denktir” dendiğini zikreder ve bu söz üzerine şu yorumda bulunur: “Bu, aşırılık ifadesidir ve uygun değildir. Bununla birlikte bu sözü söyleten, Allah’ın bir velisine Allah için duyulan muhabbettir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ , 11/211)
Zühd ve kanaat örneği
“Dünyalığın azı yeterli olur da, çoğu yeterli olmaz” diyen İmam Ahmed , iki kere yürüyerek Bağdat’tan Hicaz’a hac için gitmiş ve bu yolculuğu esnasında sadece 14 dirhem parayla yetinmiştir.
“Kitâbu’z-Zühd” isimli bir de eseri bulunan bu büyük imamın, bu eserini okuturken de muhtevasına ve yazılış maksadına uygun hareket etmesi şaşırtıcı değildir.
Öğrencilerinden İshak b. Hâni anlatıyor: “Bir gün sabah erkenden Kitâbu’z-Zühd’ü okumak için İmam Ahmed’e gittim. O yanıma gelmeden önce yere bir hasır serdim ve üzerine bir de minder koydum. Yanıma geldiğinde “Bu nedir?” dedi. “Oturman için hazırladım.” dedim. “Onu kaldır! Zira zühd konusunun işlendiği bir meclisin hakkı, ancak zühde riayetle verilmiş olur” dedi. Kaldırdım, toprağa oturdu ve derse öyle başladık.” (İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtu’l-Hanâbile, 1/10)
Bir keresinde dua etmesini isteyen arkadaşları ve kendisi için şöyle dua etmişti: “Allahım. Bizim arzu ettiğimizden daha fazlasını verdiğini biliyorsun. Bizi de senin hoşnut olduğunu yapan kimseler eyle. Allahım. Senden, göklere ve yere hitaben ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin! Dediler ki: İsteyerek geldik.’ (Fussılet, 11) buyurduğun şeyi yapma (sana taati isteyerek gelme) kudreti vermeni diliyoruz. Allahım . Bizi razı olduğun şeyleri yapmaya muvaffak kıl. Allahım, senin rızana kavuşturan dışındaki her türlü fakirlikten ve senin için gösterilen dışındaki her türlü zilletten sana sığınıyoruz.” (Zehebî, a.g.e ., 11/229)
Mihne olayındaki tutumu
Bilindiği gibi Mutezile’nin, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü, Abbasî halifesi Me’mun döneminden (h. 218) itibaren 15 yıl boyunca devletin resmi mezhebi olarak kabul edildi ve bu görüşü kabul etmeyen yüzlerce alim takibata, tutuklama ve işkenceye maruz kaldı.
Bu alimlerin başında İmam Ahmed b. Hanbel geliyordu. Hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgemeyen bu büyük imam, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşüne şiddetle karşı çıktığı için tutuklanıp sorgulanmış, iki seneden fazla hapiste kalmış ve işkence görmüştü. Zindandayken yüz elli kişi sırayla kendisini kamçılamıştı. Kaynaklar o gece büyük bir deprem olduğunu ve etkisinin Abadan’dan bile hissedildiğini nakleder. (Tâcuddîn es-Sükbî, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye, 1/205)
Bir keresinde yine kırbaçlanırken şalvarının bağı çözülmüş ve şalvarı belinden aşağıya doğru kaymaya başlamıştı. Bunun üzerine yediği şiddetli kırbaç darbelerine aldırmayarak gözünü semaya diktiği ve bir şeyler söylediği görüldü. Bunun üzerine şalvarı tekrar eski yerine geldi.
Aradan zaman geçip bu çile ve işkence dönemi sona erdiğinde, bir gün kırbaçlandığı dönem hatırlatıldı ve o esnada gözünü semaya dikerek ne söylediği soruldu. İmam şöyle dua ettiğini söyledi: “ Allahım ! Arş’ı dolduran ismin adına senden isteğim odur ki, eğer bu meselede benim inancım doğru ise avret yerimin açılmasına ve rezil olmama müsaade etme.” (es-Sübkî, a.g.e ., 1/214)
İlim ve zühd ehlinin şahitliği
“Bağdat’tan ayrıldığımda, arkamda Ahmed b. Hanbel’den daha efdal, bilgili, fakih ve müttaki birisini bırakmadım.”
Bu sözün sahibi İmam Şâfiî’dir. İmam Ahmed b. Hanbel , büyük Hadis imamlarından olan arkadaşı İshak b. Râhûye’ye, “Benimle gel. Seni eşi benzeri görülmemiş birisine götüreyim.” der ve onu alıp İmam Şâfiî’ye götürür. Olayı nakleden İshak b. Râhûye diyor ki: “Şâfiî de Ahmed b. Hanbel gibisini görmemiştir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 11/195-196)
Zünnûn el- Mısrî’nin “Efendimiz” dediği İmam Ahmed’i , İmam Nesâî de şöyle anlatıyor: “Ahmed b. Hanbel , Hadis bilgisi, Fıkıh, verâ, zühd ve sabır hasletlerinin hepsine sahip birisi idi.”
İmam Ebû Dâvûd da onun hakkında şöyle der: “Ahmed b. Hanbel’in meclisleri ahiret meclisi idi. O meclislerinde dünyaya ait bir şey konuşmazdı. Onun dünyayı zikrettiğine asla şahit olmadım.” (Zehebî , a. g.e ., 11/19-199)
Allah ondan razı olsun
bkn:Ebubekir Sifil – Hikemiyat,syf;227-243
0 Yorumlar