Muammed Avvame – İmamların Fıkhi İhtilafında Hadislerin Rolü
MEZHEB İMAMLARI NAZARINDA HADÎSLERİN DEĞERİ
Onların hadîs’e bağlanma hususundaki şiddetli arzularını ve hadislerle amel etmeğe olan aşırı rağbetlerini anlayabilmemiz için, imamlar nazarında hadîslerin değerini açıklayacak kısa bir mukaddimeye ihtiyaç vardır.
İmam Ebû Hanife (80-150) şöyle demiştir: “İçlerinde hadîsle meşgul olanlar bulunduğu müddetçe insanlar salâh içersindedirler. Ne zaman ilmi, nadîs’in dışında ararlarsa o zaman bozulurlar!”(Şarani,Mizanul Kübra,1,51)
Yine şöyle demiştir: “Allâhın diniyle ilgili bir konuda şahsi görüşünüze göre hüküm vermekten sakınınız, sünnete tabî olunuz. Kim sünnetten ayrılırsa sapıtır.”(age,1,51)
İmam eş-Şâfii (150-204) de şöyle demiştir: “Rasûlullahtan (s.a.v.) bir hadis rivayet ettiğim halde; o hadisten başka bir hükme varırsam, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi yeryüzü beni taşır!”(İmam es-Subki’nin “Ma’nâ Kavli’l-lmâmi’l-Muttalibi,Mukaddime)
Birgün eş-Şâfiî bir hadis rivayet eder. el-Humeydî (v. 219) -Buhâri (194-256)’nin şeyhlerindendir- “Bu hadîsi kabul ediyor musun?” der. eş-Şâfiî “Sen beni belimde zünnarla kiliseden çıkarken mi gördün (ben müslüman değil miyim) ki Rasûlullahın bir hadîsini duyup da onu kabul etmeyeyim?!” cevabını verir!(age,Mukaddimeden)
İmam Mâlik (95-179) in sünnetle ilgili şu benzetmesi ne kadar güzeldir: “Sünnetler Nuh’un gemisidir; kim o gemiye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur.”(Suyûti”Miftâhu’l-Cenne,Hatime)
İmam Ahmed b. Hanbel (164-241) de şöyle demiştir: “Kim Rasûlullahın hadisini reddederse, o kimsenin helak olmasına ramak kalmıştır.”(İbn Cezvi,Menakıbul-İmam Ahmed,syf;182)
Yine şöyle demiştir: “İnsanların bu zamanki kadar hadis talebine muhtaç oldukları bir devir bilmiyorum -İmam Ahmed H. 241’de vefat etmiştir!- Ashabından biri ona “Niçin böyle?” demiş, İmâm da “Birçok bid’at ortaya çıktı. Her kim hadisi bilmiyorsa o bid’atlara düşer” cevabını verdi.
Bunlar, imamların menâkıb ve terceme-i hallerine dair eserleri süsleyen birçok sözden birkaçıdır. Bu sözlerin tek bir nokta üzerinde durduğunu görüyoruz, o da: Rasûlullahın sünnetine sarılmanın zaruri oluşu; kim sünneti öğrenir de onunla amel ederse onun kazançlı ve kurtuluşa eren kimselerden olduğu, her kim de sünnetten yüz- çevirirse, bunun hüsran ve doğru yoldan ayrılma alâmeti olduğudur.
Müslümanın kalbinde ve aklında -onların ilimde imam olduklarına inanması yanında- bütün imamlara karşı böyle bir düşünce yerleşirse, o takdirde o kimsenin; her biri sünnet’e yaklaşmak için gayret sarf etmiş olmakla birlikte o imamların şer’i hükümlerde niçin ihtilâf ettiklerini araştırmasında bir mahzur yoktur. Fakat onların imam olduklarına inanmıyorsa, aksine: “Onlar adamsa biz de adamız” diyorsa veya onların, boğulacak olan bir kimsenin kurtuluş çâreleri araması gibi, sahip oldukları görüşlerin delillerini araştırmakla ömürlerini geçirdiklerine inananlardan da değilse, o kimse böyle bir araştırmaya lüzum görmeyecek, bilâkis imamlar hakkında böyle bir inanca sahip olmadığı için, kendisini onlardan daha âlim görerek imamlara hücuma geçecektir.
Bundan sonra, “İmamların İhtilâf Sebeplerine” geçiyorum.
1.SEBEP
HADÎSLERLE AMEL EDEBİLMEK İÇÎN GEREKLİ ŞARTLAR
Birinci sebeple ilgili olarak gözönüne alınması gereken dört nokta vardır; Bunların ikisi sened, ikisi de metin ile ilgilidir.
Bu dört nokta şunlardır:
1-Hadîs’in sahih olabilmesi için gereken şartların bazısındaki ihtilâfları.
2 -Amel edebilmek için hadisin sahih olması şart mıdır?
3-Hadisin lâfızlarının Rasûlullahın söylediği şekilde tesbiti.
4-Hadîsteki kelimelerin okunuşunun tesbiti.
Birinci Nokta: Mevzudan tamamen uzaklaşmamak için bunu kısaca arzedeceğim.
Ulemâ sahih hadisin beş şartı olduğunda müttefiktirler. Bu şartlar şunlardır: Senedin muttasıl olması, râvînin âdil olması, râvînin zabt sahibi olması. Hadisin metin ve senedinin şâz olmaması ve hadisin sıhhatına zarar verecek bir illetin bulunmaması.
1-Senedin muttasıl olmasına gelince: İttisal için gerekli şartın ne olduğunda, bizzat muhaddisler arasında ihtilâf vardır. Bu mesele hadisçilerce râvî ile şeyhi arasındaki “Lika Meselesi (Mes’eletu’l-Likâ)” olarak bilinir, îmam el Buhari (194-256) ve başkaları, şeyh ile râvînin bir kere dahî olsa buluşmuş olmalarını şart koşmuşlardır. İmam Müslim (v. 261) ile diğerleri ise, bu buluşmanın fiilen tahakkukunu değil, imkân dâhilinde olmasını şart koşmuşlar ve hattâ İmam Müslim, kendisinin bu görüşü üzerinde icmâ olduğunu ileri sürmüştür.(Mukaddimetu Sahihi Müslim, 1,130 (Nevevi şerhi ile birlikte).
Buna göre, Müslim ile onunla aynı görüşte olanların ittisal ile ilgili bu anlayışlarına dayanarak sahih olduğunu söyledikleri hadisler, el-Buhâri’ye göre sahih değildir. İttisal için Müslim’in görüşünü kabul eden fakih, bu şekilde muttasıl olan bir hadisle ihticâc eder ve bu konudaki hadîsin sahih olduğunu söyler. Halbuki İmam el-Buhâri’nin Müslim’e muhalif olan görüşünü kabul eden diğer fakîhler onu sahih addetmez ve dolayısıyla hadîsi, fıkhî bir hüküm çıkarmak için delil olarak kabul etmezler ve bu hadîse dayanılarak verilecek hükümler onlar nazarında fâsiddir.
İttisal ile ilgili diğer bir husus mürsel hadistir ki, bu konudaki ihtilâf biraz önce zikredilen misaldekinden daha geniştir.
Tâbiîn’in Rasûlullaha isnâd ettiği hadis demek olan mürsel, muttasıl değildir, lâkin muttasıl olmaması hadîse zarar verip, ıhticâc edilmesine engel teşkil eder mi?
Muhaddislerin cumhuru mürsel hadîsin zayıf olup, delil olamayacağını kabul ederlerken; Fakihlerin cumhuru ki İmâm Ebû Hanife (80-150), Mâlik (95-179) ve iki rivayetten birine göre Ahmed b. Hanbel (164-241) de bunlardandır- irsalin zararı olmadığını kabul etmişlerdir.
Binaenaleyh onlara göre mürsel hadis de hüccet (delil)dir ve onunla amel edilir.
İmâm eş-Şâfii (150-204) bu ikisi arası bir yol tutmuş ve böyle bir hadisin zayıflığı çok az olduğu ve bu mürsel’i destekleyen dört husus mevcud olduğu takdirde, kendisi- ne göre bunun hüccet sayılacağını söylemiştir.(bknz;eş Şafi,Er-risale,syf;462)
Buna göre, üç imamın veya onlardan birisinin, bu dört destekleyici husustan birisiyle desteklenmemiş olan bir mürsel hadisle ihticâc ederek kabul ettikleri fıkhı bir hükme, muhaddislerin cumhuru gibi eş-Şafiî de muhaliftir.
Mürsel hadislerin sayısı hiç de az değildir. Bilâkis Allâme el-Kevserî “Mürsel olduğu için hadîsin zayıf olduğunu söyle-yen bir kimse, amel edilmiş olan sünnetin yarısını atmış olur demektedir.(Kevseri,Tenibul Hatib,syf;153) Lâkin İmam eş-Şâfii’nin ileri sürdüğü desteklerle takviye edilmiş olan kısmını gözönüne alacak olursak, bu mürsellerin sayısı çok azalacaktır.
2- Râvinin âdil olması: Bu konudaki ihtilâf sahası çok daha geniştir. Râvide bulunması gereken adalet sıfatının mâhiyeti hakında ihtilâf edilmiştir.
Ravinin cerha uğramamış bir müslüman olması yete’rli mıdır? Ve bu takdirde onun âdil olduğuna hükmedebilir mi?
Veya buna, adaletinin görülür bir şekilde sabit olması şartı da ilâve edilir mi? Bu şart bulunmazsa ona mestur denilir.
Keza, bir tek imamın onun âdil olduğunu söylemesi yeter mi veva her râvinin en az iki imam tarafından âdil olduğunun söylenmesi mi gerekir?
Bu noktadaki ihtilâflara, nelerin müslümanın adalet sıfatını kaldırıcı bir cerh sebebi sayılabileceğine dair ihtilâflar da ilave edilmelidir. Bununla ilgili olarak, açıklanması ve kurcalanması uygun olmayan pekçok gerçek vardır: Iraklı olduğu, Re’y ehli olduğu veya “Mihne” olaylarında Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul ettiği için nice râvîlerin adalet sıfatı heder edilmiştir!.. Bunlar, ancak bu ilmi ve bu ilmin târihini iyi bilen kimselerin idrâk edip sakınabileceği hususladır.
Muhaddis veya Fakîh imamlardan birisi, bir kimsenin âdil olduğunu söylerken, muhaddis veya fakîhlerden bir diğeri onu cerhetmektedir. Âdil veya zayıf olduğunda ittifak edilen râvîler, ihtilaflı olan râvîlere nazaran son derece azdır.
Bu ihtilâf sebeplerine bir diğeri daha ilâve edilebilir: Bu, ihtilâfların sahasını, biraz önce gördüğümüzden de fazla genişleten bir mülâhazadır ki, o da şudur: Bazan ihtilaflı bir râvinin sayısı onlarla ifade edilebilecek kadar hadîs rivayet ettiği olur.Bu durumda o râvinin âdil olduğu kanaatına meylederse onun rivayetlerinden çıkarılan bütün hükümleri kabul eder; onun cerh edilmesine meyleden ise bu rivayetleri reddeder.
İşte ihtilâf buradan doğmaktadır ve ihtilâfa düşenlerden her biri kendisinin sünneti delil olarak kabul ettiğini ve fıkıh ve hadis ile ilgili ictihadlarında muhaddislerin koyduğu kaidelere tâbi olduğunu ileri sürmektedir ve elbette hiçbirimiz onların bu dediklerini inkar edemeyiz!..
3- Sahih hadîs için gerekli diğer şartların tahakkukundaki ihtilâflar: Ancak râvinin zabt sahibi olabilmesi için İmam Ebû Hanife (80-150) nin ileri sürdüğü bir şarta dikkati çekmek yerinde olur. Bu şart, “Râvinin, bir hadisin râvîsi sıfatını kazandığı andan, kendisine rivayet ettiği âna kadar olan müddet içersinde, kendisine unutkanlık arız olmaması” şartıdır (AIiyyu’l-Kâri, Şerhu Musnedi Ebi Hanife, s. 3’de, İmam et-Tahâvîden Ebû Hanife’ye varan bir isnad ile.) ki, bu, sert bir şarttır. Ebû Hanîfe’yi böyle bir şartı ileri sürmeğe sevkeden şey, râvilerde müşâhade ettiği ızdırab (tereddüd) ve tasarruflarıdır. Böyle bir şart koşmakla o, bazı hadislerin zayıf veya sahih olduğunu kabul etme hususunda başkalarından ayrılacaktır.
İkinci Nokta: Amel edilebilmesi için hadisin sahih olması şart mıdır? Bunun cevâbı şudur:
Hadîs sahih veya hasen derecesine varırsa, amel edilmeğe ve şer’i hükümler konusunda delil olmağa elverişli olacağında ulemâ ittifak halindedirler.
Zayıf hadise gelince; Alimlerin cumhuru, bu gibi hadislerle, faziletler ve müstehablara dair konularda-, bunun için gerekli şartlar da mevcut olduğu takdirde, amel edilebileceği görüşündedirler. Bu, bilinen bir husustur.
Lâkin bazı imamlar, zayıf hadîsler ile şeri hükümler yâni helâl ve haram konularında da amel edilebileceğini kabul etmişler ve hattâ zayıf hadisi; İslâm âlimlerinin ekseriyetinin ve belki de, muhalefetine îtibar edilmeyen birkaçı hariç tamamının, şeriatın kaynaklarından biri olduğunu kabul ettikleri; kıyâsa tercih etmişlerdir.
Bu sahada zayıf hadis ile amel etmek, müctehidlerden üç imamın; Ebû Hanife (80-150), Mâlik (95-179) ve Ahmed (164-241)’in, (Aliyyü’I-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtih Şerhu Mişkâtil-Masâbih, 1,19.) aynı zamanda Ebû Dâvud (202-275), en-Nisâi (215-303), İbn Ebî Hatim (240-327) gibi, hadîs imamlarından bir gurubun mezhebidir. (es-Sehâvî, Fethu’l Muğîs, I, 80, 267) Lâkin bunun iki şartı vardır: Hadîs çok zayıf olmayacak ve bir meselede ondan başka bir hadîs bulunmayacak.
İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babama “Bir kimse bir beldede bulunur ve orada, sahihi ile zayıfını ayıramayan bir hadis ehli ile bir de re’y ehlinden başkasını bulamaz da, bir mesele ile karşılaşırsa, bu meseleyi hangisine sorar?” dedim; babam bana “Hadis ehline sorar, re’y ehline sormaz. Çünkü hadîsin zayıfı bile re’y’den daha kuvvetlidir.” cevabını verdi.(İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 68; es-Sehâvî, Fethul-Muğis, I, 80’de bunun benzerini nakleder ve isnadı sahihtir.)
İmam eş-Şâfiî (150-204) bile, bir meselede başka bir hadis bulunmadığı zaman -mürsel hadîsin zayıf olduğu görüşünde bulunduğu sıralarda- mürsel hadis ile amel ediyordu. eş-Şâfii den bunu, es-Sehâvi Fethut-Muğîs, 1,20,142 ve 268 de Şafiî imamlarından el-Mâverdî (364-450) kanalıyla nakletmiştir.
Zayıf hadîs ile amel edebileceğimiz diğer bir saha daha vardır ki o da şudur: Bir hadis, ikisinden birinin tercih edilmesi mümkün olmayan iki mânaya gelebilecek bir lafızla gelir de, iki taraftan birini tercih etmeyi gerektirecek zayıf bir hadis bulunursa, o takdirde, zayıf bile olsa bu hadisin tercih ettireceği mânâyı kabul ederiz. (lbnul-Kayyım, Tuhfetul-Mevdûd bi-Ahkâmil-Mevlûd, s. 29)
Bu münasebetle, günümüzde bazı kimselerin yaymaya çalıştıkları bir görüşün aksine, geçmiş imamlarımız nezdinde zayıf hadîsin de bir değeri ve itibârı olduğuna işaret edelim. Çünkü bu kimseler zayıf hadisi tamamen geçersiz saymışlar ve mevzu hadîslere ilhak ederek, ikisini aynı seviyede tutmuşlardır.
Üçüncü Nokta: Rasûlullahın sözünün tesbiti meselesidir. Bununla, Rasûlullahın bir mânâyı, rivayet edilen bir başka lafızla değil de, gördüğümüz lafızlarla ifade ettiği hususunu te’kid zaruretini kaydediyorum. Bunun zaruri olduğu; bir hadis iki değişik lâfızla rivayet edilip, her bir lâfızdan çıkarılacak olan hükümler birbirinden farklı olduğu zaman görülür.
İşte bu meselede, sınırlarını ancak bu mevzu ile meşgul olan müetenid imamların bilebildiği geniş bir ihtilâf sahası vardır.
Hadis ve Usûl imamlarının ıstılahında bu meselenin adı “Rivâyetu’l-Hadîs bi’l-Ma’nâ hadisin mânâ olarak rivayeti” dir.
İlim ehlinin ekseriyeti, mânâ olarak rivayeti caiz görmüşler, fakat delâlet ettiği mânâların aynı olduğunu zannederek bir râvinin bir kelimeyi, farklı mânâdaki başka bir kelimeyle ifade edebileceğinden korkarak, mânâ olarak rivayette bulunan râvinin Arab dilini iyi bilmesini ve kelimelerin mânâlarına vâkıf olmasını şart koşmuşlardır. (Bkz: el-Hatıb el-Bağdâdi, el-Kifâye, s. 167,198.)
Lâkin İmam Ebû Hanife (80-150) başka bir şart daha koşar ki, bu şartın isabetli ve mühim olduğunu ancak bu işe girişenler bilir. Bu şart, mânâ olarak rivayette bulunan kimsenin fakîh olmasıdır, (Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadisuhum, s. 35.) tâki lafızlar üzerinde yapacağı değişikliğin doğuracağı neticeyi bilebilsin.
Bu hususta iki misâl veriyorum:
Birinci misal: Ebû Dâvud; İbn Ebî Zi’b -Mevlâ’t- Tev’eme Salih (b. Nebhân)- Ebû Hur ay ra kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah “Bir kimsenin mescidde cenaze namazını kılmasında bir beis yoktur (felâ şey’e aleyhi)” buyurmuştur. (Avnul-Ma’bûd Şerhi Süneni Ebû Dâvûd, III,182.)
Bazı eski nüsha ve rivayetlerde ifade bu şekildedir. Bazı rivayetlerde ise “(mescidde cenaze namazı kılana) sevab yoktur (felâ şey’e lehu)” şeklindedir. Nitekim bu şekildeki bir rivayet Abdurrazzak’ın el-Musannef’inde (III, 527) yine îbn Ebî Zi’b -Salih- Ebû Hurayra kanalıyla rivayet edilmiştir. Ebû Hurayra aynı rivayetin sonunda “ona sevab yoktur (felâ şey’e lehu)” demektedir.
Bu rivayeti îbn Ebî Şeybe’nin el-Musannef’indeki (IV, 152) yine îbn Ebî Zi’b’den rivayet edilen şu hadis teyid etmektedir. Hadîsin ifâdesi şöyledir: “Mescidde cenaze namazı kılanın namazı (nın sevabı) yoktur.” (Ebû Hurayra) şöyle devam etmiştir: “Rasûlullahın (s.a.v.) ashabı yer bulamazlarsa, namazı kılmaz ve geri dönerlerdi.”
îbn Mâce’nin (1,486) îbn Ebî Zi’b kanalıyla rivayet ettiği hadiste de “ona sevab yoktur” denilmektedir.
Bu sebeple el-Hatîb (392-463) “mahfûz olan ‘ona sevab yoktur’ şeklidir.” demiştir. Nitekim Nasbu’r-Râye’de de (II, 275) bu şekildedir.
Birinci, …kılmasında bir beis yoktur/’ rivayetini kabul eden imamlar, mescidde cenaze namazının kerâhatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu, İmam eş-Şafiı (150-204) ve başkalarının mezhebidir.
İkinci, “ona sevab yoktur.” rivayetini kabul eden imamlar ise, mescidde cenaze namazı kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu da İmam Ebû Hanîfe (80-150) ve başkalarının mezhebidir.
İkinci misâl: el-Buhâri (II, 257) ve başkaları, İbn Ebi Zi’b -ez-Zuhri- Saîd b. el-Museyyib -Ebû Hurayra kanalıyla, Rasûlullahın “Kameti duyduğunuz zaman namaza gidiniz. Yolda sakin ve vakar ile yürüyün, acele etmeyin. Yetiştiğiniz rekâtları kılar, yetişemediklerinizi tamamlarsınız (fe-etimmû)” dediğini rivayet etmişlerdir.
Bu hadisi, Abdurrazzak, el-Musannef’inde (II, 287) ve İmam Ahmed b. Hanbel el-Müsned’inde (II, 270); Abdurrazzak -Ma’mer- ez-Zuhrî -Said b. el-Museyyib- Ebû Hurayra kanalıyla “yetişemediklerinizi kazâ edersiniz (ve mâ fâtekum fakdû)” şeklinde rivayet etmişlerdir.
İki rivayetteki tek bir kelimenin “tamamlayınız” ve “kazâ ediniz” şeklinde farklı olması, fıkhi bakımdan mühim ihtilâflara sebeb olmuştur.
İhtilâf şudur: Namaza imamla beraber başlamamış olan kimse, dördüncü rekâta yetişip bu rekâtı imamla beraber kılmış olursa, yetişemediği üç rekati nasıl kılacaktır?
Birinci, “tamamlarsınız” rivayetine, göre o kimse imamla kıldığı rekati, imamına nisbeten dördüncü rekât olmasına rağmen, kendisine nisbetle birinci rekât kabul eder ve imam selâm verince kalkıp ikinci rekati kılar, çünkü o, namazını tamamlamaktadır. Bu rekatte fatiha ve zamm-ı sûreyi okur, subhâneke’yi okumaz, münferid (tek başına) kıldığı zaman ikinci rekatte ne okuyorsa onları okur. Böylece ikinci rekati kıldıktan sonra teşehhüde oturur. Sonra kalkar kalan iki rekati kılarak namazını tamamlar. Bu son iki rekatte sadece fatiha okur. İşte bu, bir grub âlimin mezhebidir ki İmam eş Şafiî (150-204) bunlardandır.
İkinci, “kazâ edersiniz” rivayetine göre ise, o kimse imamla kıldığı rekati gerek kendisine gerek imamına nisbetle dördüncü rekât olarak kabul eder, imam selâm verince kalkar ve bir rekât kılarak bunu birinci rekât sayar. Çünkü o, imamla kılamadığı rekatleri kaza etmektedir. Bu rekatte tıpkı münferiden kıldığı zamanki gibi, subhâneke, fatiha ve zammı sûre okur. Bu rekatten sonra teşehhüde oturur. Sonra kalkar ve fatiha ile zamm-ı sûre okur, son rekatte ise sâdece fatiha okur. Bu da âlimlerden diğer bir gurubun mezhebidir ki İmam Ebû Hanîfe (80-150) bunlardandır. Bu sonuncusu ile iki rivayetle de amel edilmiş olmaktadır. Namaz, kıraat bakımından kazâ edilmiş; ku’ûd (kâ’de’ler) cihetinden de tamamlanmıştır.
Burada, iki kelime arasında râvinin mühimsemediği! bu gibi farklardan doğan daha pekçok hüküm vardır. Ama râvî fakıh ve meselâ bu iki kelime arasındaki farktan doğan hükümleri bilen biri olsaydı, hadisin lafzına bağlı kalır, mânâ ile rivayet ettiğini ve bunun caiz olduğunu sanarak, o kelimeyi değiştirmezdi. (el-Hatîb’in el-Kifâye’de (s. 168) verdiği diğer bir misale bakınız. Orada İsmail b. Uley ye (110-193) Şû’be b. el-Haccâc (82-160)’ın yanlışını düzeltmektedir. Şûbe hadiste İsmail’den daha yüksek olduğu halde, İsmail fıkıh ile meşgul olduğundan, Şûbe’nin yanlışını düzeltme hakkına sahip olmuştur. Şû’be İsmail’e “Fakihlerin gülü, muhaddislerin efendisi” derdi.)
Dördüncü Nokta: Hadisteki kelimelerin hareke bakımından okunuşunu tesbit etmektir. Bunun mânası, Rasûlullahın bir kelimeyi, merfû, mansûb, mecrûr vb. nasıl okuduğunun araştırılmasının zarureti demektir. Arab dilinin inceliği ve basit bir nahiv ihtilâfının ne gibi mühim neticeler doğurabileceği hepimizce malumdur.
Üçüncü Nokta’da zikredilen hadîste görüldüğü gibi, bunun zarureti; râviler bir kelimeyi farklı şekillerde rivayet ettikleri zaman ortaya çıkar. Çünkü bir kelimenin bir tek şekilde rivayet edildiğini tesbit ettiğimiz zaman fıkhî ihtilâfı ortadan kaldırmış oluruz. Rivayetler farklı olunca, fıkhî ihtilâfların doğması kaçınılmaz olur.
Bunu aşağıdaki misalle açıklayabiliriz: Kasab bir koyunu şer’i usûle göre boğazladığında, hayvanın karnından ölü bir cenin çıksa, bunu boğazlamadan yemek helâl midir veya helâl olması için boğazlanması şart mıdır.
Bu meselede Rasûlullahın….hadisini görüyoruz. Hadisin rivayetleri farklıdır: ibnu’l Esîr (544- 606), en-Nihâye’de (II, 164) şöyle diyor: merfû ve mansûb olarak rivayet edilmiştir. Merfû olarak rivayet eden bunu, zekâtu’l-cenini” mubtedâsının haberi kabul etmiştir ve bu suretle ananın boğazlanması karnındaki yavrusunun da boğazlanması demek olur ve yavrunun da ayrıca boğazlanması gerekmez. Mansûb olarak okuyana göre takdir;……şeklinde olur, harfi cerr hazf olununca, mecrûr olan kelimenin harekesi mansûb olur. Veya takdir; …..şeklinde olur.
Masdar ile sıfatı hazfedilmiş ve muzâfun ileyh onun yerine kâim olmuştur. Bu mânaya göre ise, anasının karnından ölü olarak çıktığı zaman yavrusunun boğazlanması şarttır. Kimisi de her iki ‘’zekate’’ kelimesini mansûb olarak rivayet etmiştir ve hadisin mânâsı “cenini anası gibi boğazlayın” demek olur. îbnui Esîr’in sözü bitti.
Son iki rivayete göre, helâl olması için cenin’in boğazlanması şarttır. Birinci rivayetin ise iki mânâya gelmesi muhtemeldir. Birisi: Anasının boğazlanmasının cenin’in boğazlanması yerine geçeceği; diğeri de, belağatli bir benzetmeyle, cenin’in boğazlanmasının anasının boğazlanması gibi olacağıdır.
İmam eş-Şafiî (150-204) ve başkaları, meşhur olan – birinci ve ikinci “zekât” kelimelerinin merfû okunduğu- rivayetin muktezâsıyla amel etmişlerdir.
İmam Ebû Hanîfe (80-150) ve başkaları ise son iki rivayetin muktezâsıyla amel etmişlerdir. Her iki taraf da, görüşünü başka delillerle de desteklemişlerdir. Allâhu A’lem.
Başka bir misal daha verebiliriz: Bu, Rasûlullahın “Sâime olan (husûsi bir şekilde beslenmeyip, otlakta yayılan) kırk devenin zekâtı bir Bintu Lebûn (iki yaşını doldurmuş dişi deve)dir. (Cinsi ne olursa olsun) hiçbir deve hesab dışı tutulmaz. Sevabını umarak zekâtını veren sevabı kazanır; Zekâtını vermezse, hem zekâtı hem de malının yarısını alırız. Bu, Rabbimizin hakkıdır Muhammedin ailesine bundan hiçbir şey yoktur.” hadîsidir. Bunu Ebû Dâvud, en-Nesâi ve başkaları rivayet etmiştir. (Avnul-Mâ’bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvud, II, 12; en-Nesâî, V, 16)
(Hadisteki) ‘’şatra malihi’’kelimelerinin nasıl okunacağı ihtilaflıdır. Bu, “ş” ve “r” harfinin fethasıyla, muzâf; ikinci kelime muzâfun ileyh olarak mı okunacak yoksa “ş” harfi merfû, “tı” harfi şeddeli ve “r” harfi fethalı olarak meçhul fi’l-i mazi şeklinde; ikinci kelime de nâib-i fail olarak mı (yani “şatra mâlihi” şeklinde mi yoksa “şuttıra mâluhu” şeklinde mi) okunacaktır.
Okunuş şekline göre hadisin mânâsı değişmektedir. Çünkü birinci “şatra mâlihi” şekline göre mânâsı “Zekâtı vermeyene ceza olarak, hem zekât alınır, hem de malının yarısı alınır” olur. Meşhur olan budur, ancak imamların çoğu bununla amel etmemişlerdir. (Cumhura göre bu, İslamın başlangıcında, bu şekilde mal ile cezalandırmanın caiz olduğu zamanda idi. Bugün ise zekâttan fazlasını almak caiz değildir. (Hâşiyetu’s Sindi ala’n-Nesâi, V, 16)” (Mütercim) )
İkinci, “şuttıra mâluhu” şekline göre mânâsı “Onun malı ikiye ayrılır ve zekât toplayıcısına ikisinden birisini tercih etme hakkı verilir ve o da zekâtı (ceza olarak) malın iyi olan kısmından alır” olur. Bu, İmam Ahmed (164-241)’in önde gelen ashabından İbrahim el-Harbî (198-285) nin tercih ettiği görüştür. İbrahim el-Harbî ilim, verâ ve zühdde İmam Ahmed b. Hanbel ile kıyaslanırdı. el-Harbi, hadîsi rivayet eden râvinin hata yaptığını söylemiştir. İmam Ahmed’in de buna benzer bir görüşte olduğu mezkûrdur. Doğrusunu Allah bilir.
ikinci sebebe geçmeden önce, pekçok kişinin zihinle- rini işgal eden iki şüpheye temas etmemiz gerekir. Bunlar;
“Sahih hadis varsa benim mezhebim odur” sözü ile,
“Amel edebilmek için hadisin sahih olması kâfidir.” görüşü’dür.
Birinci şüpheyi şöyle serdediyorlar. Diyorlar ki: “İmam eş-Şâfii (150-204), “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur” demiştir. İşte meselâ -Sahihayn’daki hadisler sahihtir ve onlarla amel ettiğimiz zaman, sabit bir sünnet ile ve müslümanların muteber bir imamının mezhebi ile amel etmiş oluruz. eş-Şâfiî’nin mezhebinin, sadece mezheb kitaplarında kendisinden rivayet edilenlerden ibaret olduğunu söylemek ilim mantığına yakışmaz.
İkinci şüpheyi de şu şekilde açıklayabiliriz: “Allah bize, Peygamberine (s.a.v.) uymak suretiyle kulluk etmemizi emretmiştir. Resûlullahın sahih bir hadîsi varsa, onunla amel etmek ve Rasûlullaha uymak için, bu yeterlidir. Daha önce zikredildiği üzre eş-Şâfiî (150-204) nin el-Humeydî (v. 219) ye “Sen beni, belimde zünnarla kiliseden çıkarken mi gördün…” dediği gibi, bir müslümanın Rasûlullahtan sahih olarak sabit olan bir hadisle amel etmekten geri durması caiz değildir.
Allah kimsenin; ilimdeki derecesi ne kadar büyük olursa olsun, masum olmadığı müddetçe; kimseye tâbi olmasını emretmemiştir.
Birinci şüpheye cevab olarak deriz ki: “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur.” sözünü îmam eş-Şâfiî (150- 204) ve başka imamlar da söylemiştir ve hattâ bu, “Lâ ilahe illallah Muhammedu’r-Rasûlullah” sözünün ne demek olduğunu idrak eden her müslümanın lisânı hâli ile söylediği bir sözdür.
Şu kadar var ki, o imamların bu sözle kasdettikleri “Hadis, amel edilmeğe elverişli olursa, benim mezhebim odur” demektir. Bunun açıklanmasını Hanefi, Şafiî ve Mâliki mezhebine mensub imamlara bırakıyorum. Onlar, kasdedilenin bu olduğunu ve kimin bu şekilde amele ehil olduğunu açıklamışlardır.
Hanefilere gelince: el-Kemâl b. el-Humâm (v. 861 )m şeyhi Allâme İbnu’ş-Şıhneti’l-Kebir el-Halebî el-Hanefî, “el-Hidâye” üzerine yaptığı şerhin baş taraflarında şöyle demektedir: “Sahih bir hadîs mevcûd olur da, mezhebin görüşüne aykırı olursa, hadîsle amel edilir ve mezheb bu olur; hadîsle amel etmesi, Hanefî mezhebine uymuş olan bir kimseyi Hanefî olmaktan çıkarmaz. İmam Ebû Hanıfe (80-150) nin “Sahih bir hadîs varsa benim mezhebim odur” dediği doğrudur ve bunu îbn Abdilberr (368-463) Ebû Hanîfe’den ve başka imamlardan nakletmiştir. îbnu’ş- Şıhne’nin sözü bitti.
Onun bu sözünü, İbn Âbidin (v. 1252), Haşiyesinin baş tarafında (I, 68) nakletmiş ve şu notu eklemiştir: “İmam eş- Şarânî (897-973) de bu sözü, dört mezheb imamından nakletmiştir. Bunun; nassları, muhkemini mensûhunu incelemeğe ehil olan kimselere mahsûs olduğu aşikârdır. Mezheb ulemâsı delili inceler de onunla amel ederlerse, bunun mezhebe izafe edilmesi doğru olur, çünkü mezheb sahibi buna izin vermiştir. Şüphe yok ki, şayet mezheb imamı, delilinin zayıf olduğunu bilseydi onu terkeder ve daha kuvvetli olan (bu) delile tâbi olurdu.”
îbn Âbidin (v. 1252), matbu olan Mecmuatu’r-Resâil’indeki Şethu Resmi 1-Mufh adlı risalesinin 24. sayfasında da bu söze temas etmiş ve İbnu’ş-Şıhne’nin sözünü naklederek, bunun daha önce hâşiye’sinden naklettiğimiz üzre, bir şarta bağlı ol-duğunu söylemiş, sonra diğer bir şart daha ilâve ederek şöyle demiştir: “Yine derim ki, bunun mezhebteki bir görüşe uygun olması şartının konması da gerekir.” Çünkü imamlarımızın üzerinde ittifak ettikleri delili bırakıp da, onların terkettiği bir delili alarak içtihad etmeğe izin verilmemiştir. Çünkü imamların içtihadi, o kimsenin içtihadından daha kuvvetlidir. Belli ki imamlar, o kimsenin gördüğü delilden daha kuvvetli bir delil görmüşler ve bu delille amel etmemişlerdir. (Sonra İbn Abidin 25. sayfada şöyle der: “Lâkin bazan imamlarımız, ittifak ettikleri esasları, zaruret v.s. dolayısıyla -meselâ Kur’ân öğretme ve benzeri tâatlardan ücret alma meselesinde olduğu gibi- terketmişlerdir.”)
Dikkatleri iki noktaya çekmek isterim:
Birincisi: Kötü niyetli bazı kimseler İbnu’ş-Şıhne’nin bu sözünü “Hâşiyetu İbn Âbidîn”den nakletmiş ve îbn Âbîdin’in buna cevab vermediğini, bunun mezheb imamlarının ve özellikle -mezhebin muhakkik ulemâsının sonuncularından olan- İbn Âbidin’in görüşü olduğu zannını uyandırarak insanları kandırmağa çalışmışlardır.
Nitekim aynı şekilde eş-Şa’râni nin el-Mizânu’l-Kubrâ’sından naklettikleri ibarelerde de böyle yapmışlardır ve onun sözünün arkasına saklanarak insanlara “eş-Şa’rânî âlim, sûfi, muteber bir kimsedir sözü dört mezheb mensublarınca makbuldür” demişlerdir.
Hakikaten de öyledir, lâkin onların bu sözleri doğru olsa da niyetleri bozuktur, doğru söze bâtıl bir kisve giydirmeğe çalışmışlardır.
İkincisi: İbn Âbidin’in İbnu’ş-Şıhne’nin sözüyle ilgili olarak söylediği “Bunun, nassları, muhkem ve mensûhunu incelemeğe ehil olan kimseye mahsûs olduğu aşikârdır (lâ yahfâ enne…)” sözü çok mühimdir. Çünkü “lâ yahfâ” demek, bizim bugün, konuşmalarımıza “bedîhi” dememiz gibidir. O bu şartı, bedihî ve doğruluğu herkesçe kabul edilen, kabul etmekte tereddüd veya ihmal gösterilmesi caiz olmayan hususlardan biri kabul etmiştir. Mesela “Güneş doğuyor” sözünün, vaktin gece değil gündüz olduğunu ifade etmesi nasıl bedıhidyattan ise, aynı şekilde İmam’ın “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur” sözü de, bedîhî ve müsellem olarak, bunun; nassları, nassların nâsih ve mensûhunu ve buna benzer meseleleri incelemeğe ehil olan kimseler için olduğunu ifade eder, yoksa câhillerin ve mağrur ilim taliplerinin bu sının aşmağa cüret etmeleri caz değildir.
İnsanları aldatıp, zihinleri bulandırmak isteyenler bu zaruri şartı unutmuşlardır. Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn.
İbnu’ş-Şıhne’nin sözü ile İbn Âbidin’in Hâşiye’sinde, bu sözle ilgili şartını,Allâme, Müfessir, Muhaddis, Fakîh, Seyh Abdulğaffâr Uyûnu’s-Sûd el-Hanefî, “Def’u’l-Evhâm an Mes’eleti’l-Kırâati Halfe’l-İmâm” adlı risalesinin 15. sayfasında nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu, yerinde bir şart (kayıt)tır. Çünkü biz zamanımızda, ilim ehli olduğunu sanan ve aşağıların aşağısında olduğu halde kendini Süreyya’dan daha yükseklerde gören pekçok kimseye rastlamaktayız. Bazan bu kimseler -meselâ- Kütübü Sitte’den birini okur ve orada Hanefi mezhebine muhalif bir hadis görür, soma da “Ebû Hanife’nin mezhebini yere çalın ve Rasûlullahın hadisiyle amel edin” der. Halbuki bu hadîs mensûh olabilir veya senedi daha sağlam bir hadîse muhalif olma v.b. amel edilmemeyi gerektiren bir durumda olabilir, o da bunu bilmez. Eğer hadîslerle amel edilmesi bu gibilere kayıtsız şartsız havale edilse, pekçok meselede hem kendileri dalâlete (hataya) dûçâr olur, hem de kendilerine soru soranları dalâlete dûçâr ederler
Sünnet ile amel dâvasında olanlar işte burada kıyameti koparırlar ve: “Siz, sünnet ile amel eden ve insanlara hadîs mûcebince fetva veren bir kimsenin dalâlette olduğuna nasıl hükmedersiniz?” derler.
Biz de deriz ki: Evet, bu makama ehil olmadıkça, buna hükmederiz. Bu hükmü, bizden önce, hadis ve fıkıh imamlarından birisi, yani İmam Ebû Muhammed Abdullah b. Vehb el-Mısri (v. 197) -Medine-i Münevvere’de İmamı Mâlik (95-179)’in; Mısırda da el-Leys b. Sa’d (94-175)’ın önde gelen tilmizlerinden idi- “Hadîs, âlimler hâriç insanların dalâlete düşmelerine sebeb olur” demiştir. Keza Kâdi Iyâz (476-544) da, Tertîbu’l-Medârik, 1,96’da, aynı şeyi söylemiştir; ilerideki sayfalar ve devamında inşaallah daha fazla izahat verilecektir.
Şâfiîlere gelince: İmam en-Nevevi, (631-676), el- Mecmû’ adlı eserinin mukaddimesinde (I, 104) şöyle demektedir: “eş-Şâfiî (150-204) nin bu sözü; sahih bir hadîs gören herkesin “Şafiî’nin mezhebi budur” deyip, hadisin zahir mânâsına göre amel edeceği mânâsına gelmez. Bu ancak, mezhebde ictihad mertebesinde olanlar içindir ve şartı da, eş-Şâfiî’nin bu hadîsi görmediğine veya sahih olduğunu farketmediğine dair zann-ı ğâlib olmasıdır. Bu ise ancak, eş-Şâfii’nin bütün eserlerinin ve eş-Şafiî’ den ilim almış olanların eserlerinin ve benzerlerinin mütâleasından sonra hâsıl olur. Bu öyle zor bir şarttır ki, bunu pek az kimse yerine getirebilir.”
Bu şartı ancak şundan dolayı ileri sürmüşlerdir: Çünkü eş-Şâfiî (150-204), görüp bildiği halde, hadîsin sıhhatına ta’n edildiği, mensûh olduğu,tahsis edildiği veya te’vil edildiğine dâir bir delili olduğu için, o hadîsin zahiriyle amel etmeyi terketmiştir.
eş-Şeyh Ebu Amr -yani İbnu’s-Salâh (v. 643)- da şöyle demiştir: “eş-Şâfiî (150-204) nin bu sözünün ifâde ettiği şekilde amel etmek kolay değildir. Fakih olan herkes, kendisine göre hüccet olan her hadisle amel edemez. Şâfiilerden, bu yolu takib edenlerden biri; eş-Şâfifnin ashabından Ebu’l-Velîd Mûsâ b. Ebi’l-Cârûd’dur. O, eş-Şâfifnin, kendisinin bilip başkasının bilmediği bir mâni dolayısıyla, sahîh olduğunu bildiği halde bilerek terkettiği bir hadisle, amel etmiş ve “Hacamatçının da, kan aldıranın da orucu bozulur.” hadîsi sahihtir, binaenaleyh ben derim ki; eş-Şâfiî de “Hacamatçının da, kan aldıranın da orucu bozulur” demiş olmaktadır.” demiştir. Ebu’l-Cârud’un bu sözü reddedilmiştir, çünkü eş-Şâfiî, sahih olduğunu bildiği halde, mensûh olduğuna, kani olduğu için hadisi ter- ketmiş ve mensûh olduğunu açıklamış, bunun delillerini zikretmiştir.” en-Nevevî (631-676) nin sözü ve İbnu’s- Salâh (v. 643) ‘tan nakli burada sona erdi.
İmam et-Taki es-Subkî (683-756) “Mecmuatu’r-Resâili’l- Muniriyye” II, 98-114. sahifelerinde yer alan “Ma’nâ Kavli’l- İmâmi’l-Muttalibî: İzâ Sahha’l-Hadîsu fe-huve Mezhebi” adlı risalesinin baş tarafında, İmam İbnu’s-Salâh’ın ve bir kısmını naklettiğim İmam en-Nevevinin sözlerini zikretmiş ve 102. sayfada, bu ikisine muvafakat ederek şöyle demiştir: “Bu söz,önüne gelenin aldanıp bu iddiada bulunmaması için, bu mertebeye erişmenin zorluğunu açıklamaktadır.” (Yani, ehil olmadığı halde bu işe cüret eden, mağrur bir kimsedir.)
İki satır sonra da şöyle demiştir: îbn Ebi’l-Cârud’un meselesine gelince, onun sözü, araştırmadaki kusuru sebebiyle reddedilmiştir, yoksa eş-Şâfifnin aslında güzel olan sözü ve bu sözü ile amel etmenin imkânı reddedilmiş değildir. Bu meselede îbn Ebi’l-Cârud ile aynı görüşü paylaşanlardan biri de Şâfiîlerin büyük imamlarından ve Saîd b.el-Âs’ın neslinden olan Ebu’l-Velîd en-Neysûbûrî Hassan b. Muhammed’dir (v. 349) O, bu söze istinaden, eş-Şâfiî”nin mezhebinin, hacamatçının ve kan aldıranın orucunun bozulması olduğuna yemin ederdi. Daha önce zikrettiğimiz üzere eş-Şâfî (150-204) hadisin sahih olduğunu bildiği halde, mensuh olduğunu söyleyerek, bu hadisi terkettigi için Sâfiiler, İbn Ebi’l-Cârud’un hata ettiğini söyledikleri gibi, onun da hata ettiğini söylemişlerdir. Bu, bazı müctehidlerin hataya duçar oldukları bir meseleye benzemekteyse de, bu meselede anlayışlar farklı olduğu için hatâdan bahsetmek güçtür.
Ebu’l-Hasen Muhammed b. Abdilmelik el-Keraci eş- Şâfiî (458-532)nin -Fakih ve Muhaddis idi- sabah namazında kunutu okumadığı ve “Bence Rasûlullahın sabah namazında kunûtu terkettigi sahihtir.” dediği nakledilmiştir.
Ben de -yâni es-Subkî- s bah namazında kunûtu bir müddet terketmiştim. Sonra öğrendim ki, Rasûlullahın sabah namazında okuduğu sahih olan kunût, Ri’l ve Zekvân kabilelerine, ayrıca sabah namazı dışında da ettiği beddua imiş. Sabah namazında kıyamdan sonra kunût duasını mutlak olarak terketmesine gelince, bu konuda îsâ b. Mâhân’ın rivayet ettiği bir hadîs vardır; İsâ hakkında,malûm Olduğu üzere te’nkidler mevcuttur.” Onun hakkında söylenenler, zikretmenin yeri burası değildir. Sonra tekrar konutu okumağa başladım; şimdi artık kunûtu okuyorum. Burada eş -Şafiî’nin sözüne ters düşen birşey yoktur; bunun sebebi bizim görüşümüzün kusurudur.” İmam es- Subki nin sözü sona erdi.
Bu sözler, düşünen kimseler için ne kadar ibretlidir!, ibn Ebi l-Cârud un -ki o eş-Şâfii’nin tilmizlerindendi ve ilimdeki mevkii malumdur- ve onun gibi, belki ondan daha âlim olan Ebu’l-Velîd en-Neysâbûrî (v.349)’nin -o da, sadece râvi değil, hem rivayet hem de dirayet ehli imamlardandı- hâli böyle olursa; bununla birlikte, yemin ederek, eş-Şâfiî (150-204)nin mensûh olduğunu kabul ettiği için bilerek terkettigi bir hadis ile amel edilmesinin eş-Şâfiî’nin görüşü olduğunu ileri sürerlerse, bu âlimlerin hâli bu olursa, zamanımızdakilere ne demeli! eş-Şâfiî’nin bir tek fıkhi görüşünü bile anlamaktan âciz olanların, eş-Şâfiî’nin sözü ile amel etmeleri caiz midir?
İşte Ebu’l-Hasen el-Keracî (458-532)! Gördüğün gibi es-Subkî (683-756) ona “Fakih ve Muhaddis” demiş, talebesi es-Sem’âni (467-510)de “İmam, vera’ sahibi, âlim, fakih, muftî, muhaddis, şâir, edib” unvanlarını vermiştir. (et-Tâkî es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, VI, 138.)
Buna rağmen, mezheb imamına muhalif olarak hadîsin sahih olduğunu ve imamının “Sahih hadîs varsa, benim mezhebim odur.” ve “Benim görüşümü terkedin, hadisle amel edin” sözlerine dayanarak kunutu terketmiştir. Bununla birlikte, kendisinden sonra gelenler onu tenkıd etmişlerdir; es-Subkî de bunlardan biridir. Tabakâtu’ş-Şâfiiyye,
VI, 138,139’da onun terceme-i hâlini verdikten sonra, mezkur görüşüne temas ederek şöyle demiştir: “Onun önünde, aşılması son derece zor iki engel vardır. Kunutun neh- yedilmesiyle ilgili hadîsin sahîh olmasına gelince, heyhat, bunu tesbit edebilmesi çok zordur. Kunutun terkedilmesi- nin eş-Şâfiî’nin mezhebi olduğunu kabul etmesi de aynı şekilde zordur.”
İmam et-Takî es-Subkî (683-756) de, üzerinde yetiştiği Şafii mezhebine uyarak sabah namazlarında kunûtu okuyordu. Sonra el-Kerâcî’nin bu meselesine muttali olunca kunûtu terketmiştir. Daha sonra tekrar kunûta döndüğünü görüyoruz. es-Subkî ki, haklı olarak “Müctehid-i Mutlak” veya “Müctehid fi’l-Mezheb” olarak vasıflandırılmıştır. Onun muasırı Hafız ez-Zehebî (673-748) -ki aralarında, aralarının açılmasına sebeb olan ihtilâflar vardı- onun, hadis v e fıkıh ilminde asrının şeyhi olduğunu söylemiş ve es-Subki Şamda Emevi Camiinin hatibliğine tayin edildiğinde,onun hakkında;
Hâkim, Bahr, Takî, asrın bütün şeyhlerinin en hafızı, en müttakisi, onların en büyük kadısı Ali üzerine çıktığında, Emevî Câmiinin minberi ona müheyya olsun!” beytini söylemiştir.
Bu derece ilim sahibi olduğu halde, es-Subki bile böyle tereddüdde kalırsa, ondan daha aşağı derecede bulunan bir kimsenin, eş-Şâfinin sözünün zahirine sarılıp da; hem kendinin hem de başkalarının kafasını karıştırıp, müslümanların bizce de kabul edilen muteber ve mutemed imamlarından birinin sözü ile amel ettiğini ileri sürerek, sahih olan her hadisle amel etmeğe kalkışması caiz olur mu?
Başkalarının başına gelenlerden ibret alıp da, küçüklüğümüzden beri, Allahın kendisine uymamızı nasib ettiği bir imamın görüşlerine tâbi olmamız gerekmez mi?
Sonra es-Subkî (683-756), mezkûr risalenin 106. sayfasında, Ebû Şâme el-Makdisî (599-665) ye ait ve içersinde mevzuumuzla ilgili kısımlar bulunan uzun bir metin nakleder ve bu metnin başında es-Subki “Îbnu’s-Salâh’ın tilmizi ve en- Nevevî’nin şeyhi Ebû Şâme -ki hadîse ittibâ hususunda mübalağa gösterenlerdendider ki…” diyerek daha sonra onun sözünü nakleder. Bunun sonunda Ebû Şâme şöyle demektedir: “Buna ancak, içtihadı malum olan bir âlim kalkışabilir ki, eş Şafiî (150-204) nin ‘Benim görüşüme muhalif bir hadîs gördüğünüz zaman, hadisle amel edin, benim görüşümü terkedin/ sözüyle kasdettiği böyle bir kimsedir, yoksa herkes bu işe kalkışacak demek değildir.”
Muhaddis, fakih, takva sahibi imamlardan naklettiğimiz bu son derece mühim açıklamalar neticesinde,eş Şâfiinin bu sözüyle kimi kasdettiğini ve onun, aslında böyle olmadıkları halde, ilme ve âlimlere karşı büyüklük taslayanları kasdetmediği anlaşılmış olmaktadır.
Mâliki ulemâsına gelince: es- Subkî 108. sayfada; el-Furûk, el-îhkâm, v.b. eserlerin müellifi, İmam, Hucce, Usûlcü Şihabuddîn Ebu’l-Abbâs el-Karâfî (626-694) el- Mâlikfnin “et-Tenkih” ve onun şerhinden, bu mertebeye ehil olan bir kimsenin durumunu açıklayıcı bir nakilde bulunmuş ve şöyle demiştir: “Şafiî fukahâsının pekçoğu buna istinaden ‘Şafii’nin mezhebi şudur, çünkü bu konuda sahih bir hadis vardır’’ diyorlar, bu yanlıştır. Çünkü bu söz o hadîse muarız başka bir hadisin mevcud olmadığını haklı olarak ortaya koyabilecek şekilde, şeriatın tamâmını bilme ehliyetine sahip kimselere mahsustur. Müctehid-i mutlak olmayanın, şeriatın tamamını ihata ettiğini söylemesine ise itibar edilmez. Şâfiilerden bu görüşte olanların, böyle bir fetvayı vermeden önce, şeriatın tamâmını ihâtâ etme ehliyetini hâiz olması gerekir.”
Yâni: Bir meselede sahîh bir hadis var diye, o hadisin hükmünü Şafiî mezhebine izafe etmek istersek; onu ancak mükemmel bir araştırmadan sonra izafe edebiliriz. Tâ ki o hadise muarız başka bir delil olmadığını kesinlikle bilelim. Muarız başka bir delil olmadığını bilmek ise, sâdece hadîslere değil, şeriatın tamâmına vâkıf olma ehliyetine sahip kimselere mahsustur. Bu bilgiyi ise müetehidden başkası elde edemez.
Birinci şüphe ile ilgili olarak İbn Abidin, İbnu’s-Salâh (v. 643) ve tilmizi Ebû Şâme (599-665), Ebû Şâme’nin tilmizi en-Nevevî (631-676), el-Karâfî (628-694) ve es-Subki (683-756) gibi imamlardan naklettiğimiz bu cevabın hulâsası şu- dur: Mezkûr sözüne dayanarak İmam eş-Şâfiî veya başka bir imamın mezhebine herhangi bir hükmü izafe etme iddiasında bulunabilecek bir dereceye, ancak ictihâd veya ona yakın bir mertebeye varan kimseler ulaşabilir.
Böylelikle anlaşılmıştır ki; Bizim gibilerin, hadîs sahih bile olsa, mücerred herhangi bir hadise vâkıf olmasına dayanarak, bunun Şafiî’nin mezhebi olduğunu ve o hadîsle amel edince, mûtemed bir imamın muteber bir fıkıh mezhebiyle amel etmiş olacağını iddia etmesi doğru değildir.
Yine anlaşılmıştır ki; Geçmiş âlimlerin büyüklerinden bir gurup, bu sözün zahiri ile amel etmiş fakat onlardan sonra gelen âlimler, onların hatalı olduklarını söylemişlerdir ve onlar bunu tatbik edip etmemede tereddüd etmişlerdir. Akıllı bir kimseye yaraşan, ibret almaktır!
Bununla beraber İmam’ın bu sözünün hayalî bir nazariye olmayın, bu sözde bir hakikat payı olduğunu da inkâr etmiyoruz, ancak her işin ehli vardır ve insanın haddini aşmaması lâzımdır.
İkinci şüphenin cevabına gelince, deriz ki: Bu şüphe, iki esâsa dayanmaktadır.
Birincisi: Hadîsin sahih olması, onunla amel edebilmek için kâfidir.
İkincisi: Biz Rasûlullahâ uymakla memuruz, insanlardan fulan veya falana uymakla değil!
Birincinin cevâbı; “Sahih hadis varsa, benim mezhebim odur.” sözüyle ilgili birinci şüphenin cevâbmda mevcuttur. Aynı şekilde burada da deriz ki: Hadîsin sahih olması, onunla amel edebilmek için yeterlidir, sözünün mânâsı, hadîsin amel edilmeğe elverişli olması bunun için kâfidir, demektir. Hadisin amel edilmeğe elverişli olması ise ancak, onun metin ve senediyle ilgili pekçok şartı hâiz olmasından sonra mümkündür. Bu şartların bir kısrru hadis ilmiyle ilgili, bir kısmı da usûl ilmiyle ilgilidir. Hadîsin senedindeki râvîlerin tedkiki bazılarının zannettiği gibi, öyle Takribu’t-Tehzib’e bakmakla halledilebilecek bir iş değildir. Bu ancak, hadis ve hadîs ilimleriyle, usûl ve furû’da mütebahhir olan imamların üstesinden gelebileceği büyük bir iştir.
Bu yanlış anlayış sebebiyle; fıkıhtan önce, ihya etmek istedikleri sünneti yıkmış oluyorlar. Keza bu anlayış, insanları yanlış yola da sevkeder.
İmam, Hafız îbn Abdilberr (368-463) Câmiu Beyânı’l- îlm, II, 130’da, senediyle Kâdî, Müctehid îbn Ebî Leylâ (v. 148)’dan şöyle rivayet eder: “Bir kimse (hadîslerin) bir kısmını alıp, diğerlerini terketme ehliyetine sahip olmaldıkça, hadîs fıkhına sahip olamaz.”
İmam, Hafız îbn Hibbân (v. 354) da, el-Mecrûhîn adlı eserinin mukaddimesinde (I, 42) İmam Abdullah b. Vehb (v. 197) den senediyle şunu nakleder: “Üçyüz altmış âlimle görüştüm, Mâlik (95-179) ile el-Leys (94-175) olmasa,*ilimde yolumu şaşırırdım.”
Sonra yine ondan şöyle rivayet etmiştir: “ilimde dört kişiye tâbi olduk: ikisi Mısır’da, ikisi Medine’de. el-Leys b. Sa’d ve Amr b. el-Hâris (91-147) Mısırda; Mâlik ve el-Mâdşûn (v. 164) Medine’de! Bunlar olmasaydı biz dalâlete düşerdik.”
Hafız îbn Abdilberr de el-İntikâ’sında (s. 27,28) ondan, bunun gibi bir söz daha nakleder. Allâme el-Kevserî de, Allahın yardımı olmasa idi, onun dalâlete nasıl dûçâr olacağının sebebini açıklayan başka bir rivayet nakletmiş ve şöyle demiştir: “îbn Asâkir’in, senedi ile îbn Vehb’den rivayetinde şöyledir: “Mâlik b. Enes ve el-Leys b. Sa’d olmasaydı mutlaka helak olurdum: Ben Rasûlullahın her hadisiyle amel edilir zannederdim.’ Başka bir rivayette “(derişik ha dişler sebebiyle, yolumu) şaşırırdım” denmiştir, el-Kevseri şöyle demiştir: “Nitekim fıkıhtan uzak, amel edilmeğe elverişli olanla olmayanı ayırd edemiyen ravilerin çoğu bu durumdadır. el-Kevserî’nin nakli ve notu sona erdi.
Kâdı lyazın Tertîbu’l-Medârik, II, 427’deki rivayeti ise şöyledir: “İbn Vehb (v. 197)’ Allah beni Mâlik (95-179) ve el- Leys (195-175) sayesinde kurtarmasaydı, ben yolumu şaşırırdım/ demiştir. Ona, ‘Bu nasıl olur?’ denildi, cevaben; ‘Birçok hadîs topladım ve hangisiyle amel edeceğimi şaşırdım. Onları Mâlik’e ve el-Leys’e arzediyordum, onlar da bana ‘Bunu al, bunu bırak’ diyorlardı.”
İşte İbn Vehb, 34. sayfada geçen “Hadis, âlimler hâriç insanların dalâlete düşmelerine sebep olur.” sözünü bunun için söylemiştir. Yine aynı sebeple İmam Mâlik, kız- kardeşinin oğullan Ebûbekr b. ebî Uveys (v. 202) ve İsmail b. ebî Uveys (v. 226)’e şu vasiyette bulunmuştur: “Görüyorum ki bu ilmi -hadis toplayıp, rivayetleri işitmeyi- seviyor ve taleb ediyorsunuz.” Onlar “Evet” dediler. İmam Mâlik de: “Eğer hadîsten istifâde edip, Allahın sizinle başkalarını da faydalandırmasını istiyorsanız, hadisleri azaltıp, onların fıkhını öğrenmeğe bakın.” dedi. el-Hatib, el-Fakih ve’l- Mutefakkih, II, 28’de, bunu senediyle rivayet etmiştir.
Yine senediyle, İmam el-Buhârî (194-256) nin meşhur hocalarından Ebû Nuaym el-Fadl b. Dukeyn (v. 218) in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebû Hanife (80-150)’nin önde gelen talebelerinden Zufer (b. el-Huzeyl) (110-158)’e uğrardım, o -elbisesine bürünmüş bir halde- “Sen akıllı bir adamsın, gel de hadislerini elekten geçireyim” derdi, ben de işittiğim hadîsleri ona gösterirdim, o da “Bununla amel edilir, bununla edilmez; bu nasıhtir, bu da mensûhtur.” derdi.
Bu sebeple İmam Mâlik (95-179), kendilerinden hadis aldığı kimseleri seçerdi. Seçerken kişinin sika ve makbul olmasına bakardı. O, rivayet ettiği hadisi anlayan dirayet ehlinden alabilmek için, onlar arasında seçme yapardı.
Kâdi Iyâz, Tertîbu’l-Medârik, I, 124, 125’de şöyle demiştir: “İbn Vehb (v. 197) der ki: “Mâlik, el-AIlâf b. Hâlide -rivayeti makbul olanlardan idi- baktı ve “Duyduğuma göre siz bu adamdan hadîs alıyormuşsunuz” dedi. Ben : “Evet alıyoruz” dedim. Mâlik, “Biz ancak fâkih olan (râvî) lardan hadîs alırdık.” dedi.
Mâlik bu hususta, hocası İmam Rabîatu’r-Re’y (v. 136)’e uymuştur. el-Hatîb, el-Kifâye, s. 169’da Mâlik’den, Rabîa’run İbn Şihâb ez-Zuhrî (50-124)’ye şöyle dediğini nakleder: “… mademki sen Rasûlullahın hadîslerini rivayet ediyorsun, o halde hadîslerin mânâlarını kavramağa çalış!”
Mâlik ve Rabia’dan önce, Kûfe’nin imamı ve fakihle- k rin şeyhi İbrahim en-Nahaî (v. 95) aynı şeyleri söylemiştir. Yine el-Hatîb ondan şu rivayeti nakleder; “Muğîra ed- Dabbî (v. 136) İbrahim’in meclisine geç gelir. İbrahim ona, “Ey Muğîra, niye geciktin?” der. Muğîra: “Bir şeyh -yâni râvilerden biri- geldi, biz de ondan hadis yazdık.” der. İbrahim: “Görüyorsun ki biz, hadisleri ancak helâl ile haramı birbirinden ayırabilen kimselerden alıyoruz. Bakarsın râvi hadîsi rivayet ediyorken, farkında olmadan helâli ile haramını birbirine karıştırıverir.” der.
el-Hatıb, el-Fakîh ve’l-Mutefakkih, II. 15-19’da, İmam eş-Şâfıi (150-204)’nin ilminin vârisi İmam el-Muzeni (v. 264) ‘den uzun bir nakilde bulunur. Sonunda el-Muzeni şöyle demektedir: “Allah size rahmet etsin, topladığınız hadislere iyi bakın ve ilmi fıkıh ehlinden arayın ki fakih olasınız.”
Bunlar, hadîslerle ilgili araştırma yanında, fakih imamlara başvurmanın zaruretiyle ilgili şeylerdir. Onların iddia ettikleri gibi hadîsin sahih olması, onunla amel etmenin vâcib olması için yeterli değildir.
Burada, bu iddia ile ilgili olarak, onun asılsızlığının ve değeri olmadığının ortaya çıkması için, açıklanması zarurî olan başka bir husus vardır.
Sahabenin ve onlardan sonra gelen selefimizin geçmişi göstermektedir ki, Onlar, bir hadisi kabul edip, onunla amel edebilmek için; hadîslerin rivayetiyle iktifa etmiyorlar, üstelik o hadislerle amel edilip edilmeyeceğini de araştırıyorlardı. el-Kevseri’nin “Nitekim fıkıhtan uzak, amel edilmeğe elverişli olanla olmayanı ayırd edemiyen râvîlerin çoğu bu durumdadır.” dediği daha önce zikredilmişti.
Şimdi de Tertîbu’l-Medârik’den (I, 61) uzun bir nakilde bulunacağım. Burada, selefin; bazılarının amel etmesine bakarak, herkesin amel ettiği veya hiç kimse amel etmediği için, sika râvîlerce rivayet edilmiş olsa bile, amel etmeyi terkettik-leri hadisler karşısındaki durumu açıklanmaktadır.
Kâdî Iyâz şöyle demektedir: “Medine ehlinin ameline (tatbikatına) müracaat etmenin vâcib oluşu ve (rivayetler)e muhalif olsa bile, onlara göre bu tatbikatın (amelin) hüccet oluşu ile ilgili bâb: Ömer b. el-Hattâb’ın minberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Billahi, amel edilegelenin hilâfına rivayette bulunanın benden çekeceği var.” îbn el Kasım (v. 191) ve İbn Vehb (v. 197) şöyle demişlerdir: “Mâlik’in nazarında, amel’in (Medinelilerin tatbikatının) hadisten daha üstün olduğunu gördüm.” Mâlik (95-179) de şöyle demiştir. Tâbiîn den ilim ehli kimselere hadîsler rivayet ederler, bunlar da o zâtlara: Biz bunu bilmiyor değiliz, lâkin amel başka türlü süregelmiştir.” dediklerini duyarlardı.
Malik şöyle demiştir: “Muhammed b. Ebîbekr b.Amr.b.Hazm’ı gördüm, kadı idi. Kardeşi Abdullah Çok hadis rivayet eden sadûk bir kimseydi. İşittim kî Muhammed bir hüküm verdiği zaman, kardeşi Abdullah o hükme muhalif bir hadîs rivayet eder ve kardeşini azarlayarak, ona: “Bu mevzuda şu hadîs yok mudur?” derdi Kardeşi de “Evet var” derdi. Bunun üzerine diğeri “Niye hadîse göre hüküm vermiyorsun?” der, o da “Sen asıl Medinelilerin ameline -yani Medine ulemâsının ittifak ettikleri hükümlere- baksana!” derdi.
Bununla, Medînedeki tatbikatın hadisten daha üstün olduğunu kasdederdi.
İbn el-Muazzel (v. 240) şöyle demiştir: “Birisinin İbn el-Mâcîşûn (v. 213)’a “Niye hadisi rivayet ettiniz de, sonra (onunla amel etmeyi) terk ettiniz” sualini sorduğunu işittim, o “Bir bildiğimiz var ki ona dayanarak terkettiğimiz bilinsin diye” cevâbını verdi.”
İbn Mehdi (v. 195) de şöyle demiştir: “Medine ehlinin geçmiş tatbikatı, hadîsten üstündür.” Yine şöyle demiştir:
Rabîa (v. 136) da şöyle demiştir: “Bir kişinin bin kişiden rivayetini; bir kişinin yine bir kişiden rivayetine tercih ederim; Çünkü bir kişinin yine bir kişiden rivayeti sünneti elinizden almaktadır.”
İbn Ebî Hâzim (v. 184) de şöyle der: “Ebu’d-Derdâ’ya suâl sorarlar, o da cevâb verirdi. Onun cevâbına muhalif olarak, “biz şöyle bir hadis duyduk,” derlerdi. O da “O hadisi ben de duydum, lâkin benim eriştiğim amel edilegelen tatbikat, başka şekildedir’’ derdi.
İbn Ebi’z Zinâd (100-174) şöyle demiştir: “Ömer b. Abdilazız (v. 101) fakıhleri toplar ve Medinede tatbik edilen sünnetleri ve hükümleri sorar, sonra onları yazdırırdı. Medine’de tatbik edilmeyen hadîsleri ise, kaynağı sika bile olsa, ilga ederdi (yazdırmazdı).” Kâdi Iyâz’dan yapılan nakil sona erdi.
Alime yakışan, hadis ve fıkhın her ikisine başvurmak ve ilmî zihniyet olarak, her birini sınırlan içersinde muhafaza etmektir. Kâdî Iyâz, Tertîbu’l-Medârik, II. 541’de; Muvatta’ı îmam Mâlik’den rivayet eden Endülüsün parlak zekâsı İmam Yahyâ b. Yahya el-Leysî (v. 234)’nin biyografisi esnasında şunları nakleder: “Yahya şöyle demiştir: Abdurrahman b. el-Kâsım (v. 191)’ın yanma giderdim, o bana “Nereden geliyorsun ey Muhammed?” der, ben de “Abdullah b. Vehb’in yanından geliyorum.” derdim. O da: “Allahtan kork, çünkü amel :yani Medine âlimlerinin ittifak ettikleri hükümler- bu hadislerin çoğuna muhaliftir.” derdi. Sonra tekrar Abdullah b. Vehb (v. 197)’e giderdim, o da bana “Nereden geliyorsun” der, ben de ona “İbn el-Kâsım’ın yarımdan” cevabını verirdim, o da bana “Allahtan kork, (ondan öğrendiğin) bu meselelerin çoğu reydir.” derdi.”
Sonsa Yahya şöyle der: ‘ .Allah ikisine de rahmet etsin ikisi de doğru söylediler.Ibnul Kâsım be’ni, Medine ehlinin ameline uymayan hadislerle amel etmekten nehvetti,dediği doğrudur.
İbnn Vehb de beni rey külfetinden ve reyi çoğaltmaktan nehyedip,hadislere tabi olmayı emretti, onun da dediği doğrudur/’ Sonra Yahya şöyle devam eder: “İbn El Kasımın reyine tâbi olmak rüşd’dür, İbn Vehb’in rivayet ettiği hadîslere uymak da hidâyettir/’
Hafız ibn Receb el- Hanbelî (v, 795) de “Fadlu İlmu-s’Selef alel Halef adlı kıymetli risalesinin 9. sayfasında şöyle demiştir: İmamlara ve hadisçilerin fakihlerine gelince, onlar sahih hadis ile ancak, o hadis ile sahabe ve ondan sonrakiler veva onlardan bir kısmı, tarafından amel edildiği takdirde amel ederlerdi. Ama onlarca, terkedilmesinde ittifak edilmiş olan hadîslerle amel etmek caiz değildir. Çünkü onlar hadisi, onunla amel etmemeyi gerektiren bir bilgiye sahip oldukları için terketmişlerdir. Ömer b. Abdilaziz (v. 101) şöyle demiştir: “Sizden öncekilerinkine muvafık olan ictihadlara uyunuz, çünkü onlar sizden daha âlim idiler!”
Sonra 13. sayfada şöyle demiştir: “insan onlardan -imamlardan; eş Şafii (150-204), Ahmed (164-241) ve diğerlerindeıv sonra ortaya çıkan şeylerden sakınmalıdır. Çünkü onlardan sonra, yeni pekçok şey ortaya çıktı. Zahirîler ve benzerleri gibi, hadîs ve sünnete tâbi olma iddiasında olanlar çıktı. Halbuki onlar, farklı anlayışları sebebiyle imamlardan ayrıldıkları ve kendilerinden önceki imamların amel etmedikleri amel ettikleri için, sünnete son derece muhaliftirler.
Î’Iâmu’l-Muvakkı’in, 1, 44’de İmam Ahmed (164-241) şöyle dediği nakledilir: “‘Bir kimsenin elinde, içersinde Rasûlulahın hadisleriyle, Sahabe ve Tâbiîn’in ihtilâfları bulunan bir kitap varsa, ilim ehline bunlardan hangisinin kabul edileceğini sorup da, böylelikle sahih bir hükümle amel etmiş olmadıkça, o kimsenin istediğiyle amel etmesi, dilediğini tercih edip onunla hüküm vermesi ve amel etmesi caiz değildir.”
İmamın “bunlardan hangisinin kabul edileceğini ilim ehline sormadıkça…” sözüne dikkat et. Bu söz şuna işaret etmektedir: Bir kimse sahih bir hadis görür ve sahih olmasına bakarak hadisin sahih olmasının, onunla amel edebilmek için yeterli olduğunu zannederek, onunla fetva verir. Lâkin îmam Ahmed böyle alelacele fetva vermenin caiz olmadığına ve üstelik fıkıh ve marifet ehli âlimlere, bu hadîsle amel edilip edilemiyeceğinin sorulmasının şart olduğuna işaret etmektedir. Onlar bu hadîsin amel etmeğe elverişli olup olmadığını kendisine söylerler.
İmam, müctehid Sufyân es-Sevrî (97-161) de şöyle demiştir: “öyle hadîsler vardır ki, onlarla amel edilmez.” Hafız îbn Receb bu sözü “Şerhu İleli’t-Tirmizî” s. 29’da nakletmiştik Daha önceki sayfalarda İbn Ebî Leylâ (v. 148)’nın “Bir kimse, (hadîslerin) bir kısmını alıp diğerlerini terketme (ehliyetine sahip olma) dikçe, hadîs fıkhına sahip olamaz.” dediğini zikretmiştik.
İkinci noktanın; “Müslüman, başkasına değil Rasûlullaha uymakla emrolunmuştur” cümlesinin cevâbına gelince, bu sözü söyleyene deriz ki: Senin, “Sünnete sarılmaya teşvik eden ve sünnetin ilmen ve amelen terkinin inhiraf, hüsran ve dalâlet olduğunu söyleyen îslâmın imamlarının görüşlerinde bir nebze bahsedilmişti…” sözün, o mezheb imamlarının hidâyet üzre olmadıklarını ve Rasûlullaha ittibâ etmemiş olmadıklarını gerektirir. Bu yüzden de sen Rasûlullaha uymak için onlarınkinin dışında bir yol arıyorsun demektir. Sen onların, sanki Allahın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinden bir delile dayanmaksızın, insanlar için helâl ve haram konusunda hükmü kendileri veren ruhbanlar şeklinde tasavvur ediyorsun. Halbuki onlar, onları seven birisinin tasavvur ettiğinden daha çok sünnete bağlıydılar ve onlar kendilerinden sonra gelenlere sadece, müezzinin imamın tekbirlerini arka saflara ulaştırması gibi, Rasûlulahın emirlerini ulaştırıyorlardı.
Eğer dersen ki: Ben dînimin hükümlerini delilleriyle anlamak istiyorum. Bu hükmü, Ebû Hanife (70-150)nin dediği şekilde anlayamadım, fakat eş-Şâfiî (150-204)’nin dediği şekil üzre anlıyorum. Delilini anlamadığını zaman herhangi bir ameli şevkle yerine getiremiyorum. Bu sebeple, bu meselede eş-Şâfinin mezhebine göre amel edeceğim, bunda bir mahzur var mı?
Cevab şudur: Bu, bir mezhebden diğerine geçiş;
-Ya mukallidin, muhtâc olduğu bir meselede o mezhebi taklid etmesinden ileri gelir ki, bunda bir beis yoktur ve caizdir.
-Ya mezheblerin kolay taraflarını araştırmağa müsteniddir, bu caiz değildir ve mevzuumuzun dışındadır.
-Ya da bir meselede araştırma ve içtihad neticesi ortaya çıkar.
Bu takdirde bakılır:
-Eğer araştırıcı bu makama -müçtehidlerin delilleri arasında tercih yapabilme makamına- ehil ise ve tarafsızsa, bunda bir beis yoktur.
-Yok, ehil değil ise, araştırmasında tarafsız da değil ise –ki selefe müntesip oldukları iddiasıyla,imamlara hürmette kusur eden ve onlara karşı alimlik taslayanların hali de budur ve onların hali isyan,bozgunculuk,münakaşa ve mücadeleden başka bir şey değildir-bizim reddettiğimiz ve hangi lakab ve nisbet arkasına gizlenirse gizlensin,kimseyi tasdik etmediğimiz husus da budur.Bu yanlış fikirlere aldanmış olanlara deriz ki;Bir meselede Hanefi mezhebinden Şafii mezhebine geçmek,başka bir meselede ise-mesela-Maliki mezhebine,bir diğerinde ise Hanbeli mezhebine geçmeğe varır.Bu silsile dördüncü bir meselede ya ilk mezhebe veya dört mezheb dışında, tabileri bulunmayan diğer mezheblere varır.
ed-Dâriminin Sünen’indeki (I, 91) Halife Ömer b. Abdilaziz (v. 101)’in “Kim dinini münâkaşalara hedef yaparsa, çok sık görüş değiştirir/’ sözüyle kasdettiği de budur. Sonra, birden çok mezheble birden amel eden bu kimsenin akıbeti, kendisinin dört mezheb dışına, sonra da kırk mezheb dışına ilâh., çıkmasına varır.
Başından geçen bir hâdisede İmam Mâliki Ömer b. Abdilaziz’in bu sözünü delil olarak kullanmıştır. Burada bizim de zikretmemiz münasiptir. Bunu İbn Abdilberr’in el-İntikâ’sından (s. 33) İmam Mâlikin ashabından Ma’n b. İsâ (v. 198)’ya varan bir isnad ile zikrediyorum:
Ma’n b. İsâ anlatıyor: “Birgün Mâlik mescidden dönüyordu. Elimi tutmuş bir halde iken Ebül-Cuveyriyye denilen bir adam -Mürcie’den olmakla itham edilirdi- ona yetişti ve “Ey Ebû Abdillah, beni dinle, sana delil getirip görüşümü açıklayacağım, birşey söyleyeceğim.” dedi. Mâlik “Ya beni mağlub edersen,O’’benim dediğimi kabul edersin’’ dedi. Mâlik “Şayet ben seni mağlûb edersem?” dedi, o “O Zaman ben senin görüşünü kabul ederim” dedi. Mâlik “Eğer biri gelir de, onunla konuşursak, o da ikimizi mağlûb ederse?” dedi. O: “Onun görüşünü kabul ederiz” dedi. Mâlik (95. 179) “Allah Muhammed’i (s.a.v.) tek bir din ile göndermiştir. Görüyorum ki sen daldan dala atlıyorsun. Ömer b. Abdilaziz (v. 101) “Kim dinini münakaşalara hedef yaparsa, çok sık görüş değiştirir.” demiştir, cevabını verdi.”
İmamların yolundan başka bir yolla, delile tâbi olduğunu iddia eden bu kimse, farkında olmadan ve hattâ sünneti neşr ve ona davet ettiğini iddia ederek hiçbir imamın söylemediği görüşleri ileri sürer.
Bu fikir, daha başka tehlikelere açılan bir dehlizdir. İmam Mâlik (95-179) bu tehlikeye en güzel şekilde dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: “İmamlara tâbi olun ve onlarla mücadele etmeyin. Eğer cedelde başkalarından üstün gördüğümüz her adama uyacak olsaydık, Cebrail’in getirdiklerini reddetme durumunda kalacağımızdan korkulurdu.” (eş-Şa’rânî, el-Mizânu’l-Kubrâ, I. 51.)
Üstelik senin, Ebû Hanîfe (80-150)’nin görüşünün delilini anlayamadığın halde, eş-Şâfiî (150 -204) ninkini anladığını iddia etmen, daha önce zikrettiğimiz âlimlerin yaptıklarına, benzemektedir, O âlimler bir meselede eş-Şâfinin görüşüne muhalif sahih bir hadîs olduğunu iddia etmişler ve mezheblerindeki hükmü bırakıp, sahih olduğunu kabul ettikleri hadîslerle amel etmişlerdir. Senin bu yaptığın, onların bu haline benzemektedir, hattâ aynı şeydir. Bunun akıbetini görmüştün. “Fakîhlere tâbi olmak dînin selâmetidir.” diyen Sufyân b. Uyeyne’den Allah razı olsun.
Okuyucu, üç imamın -Mâlik (95-179), İbn Uyeyne (v. 198), ve îbn Vehb (v. 197)’in (s. 43 v.d. da)- fakîh imamlara tâbi olunması ve tâbi olunmadığı takdirde insanın dînî bakımdan tehlikede olduğu hususundaki sözlerinin birbirine mutabık olduğuna dikkat etsin.
Bunlar, “Fakîhlerin ihtilâf sebepleri” nin hadislere aid birinci sebebiyle ilgili hususlardır.
Bundan sonra ikinci sebebe geçiyorum.
2-SEBEP
HADÎSLERİ FARKLI ŞEKİLDE ANLAMALARINDAN DOĞAN İHTİLÂFLARIN AÇIKLANMASI
İmamların hadîsleri farklı şekillerde anlamaları, iki sebepten doğmaktadır:
1– Anlayışlarının ve akli mevhibelerinin farklı oluşu.
2-Hadîsin lafzının birden fazla mânâya gelmesinin mümkün oluşu.
Birinci Husus: -ki bu, araştırıcıların tabiatlarından doğan bir ihtilâftır- akıl sahibi hiç kimse bundan şüphe edemez. Çünkü insanlar; akıl, idrak ve düşünce bakımından birbirinden farklı seviyededirler ve bu farklılık bazen yaratılıştan ve fıtraten olur; bazen de kültürlerin farklı oluşunun veya İlmî seyahatlerin ve âlimlerle görüşmenin ya da bir kimsenin, kendisini insanların kurnazlık ve hilelerini anlamada mümârese sahibi yapan meselâ kadılık gibi bir vazifede bulunmasının veya -meselâ- ticaret gibi bâzı dünyevî işlerle meşgul olmasının bir neticesi olarak; son radan kazanılmış olur.
Bazan da Allah, fazlı ile, birtakım kimselere bütün bu vesileleri hazırlar ve onları fıtraten “Sanki görüp işitmiş gibi, senin hakkında (isabetli) tahminde bulunacak kadar parlak zekalı (Beyt)” denilen kimseler haline getirir.
Sonra onlara, çalışmakla kazanılacak vesileleri de hazırlar ve onların kuvvetlerini arttırır. Bütün bunlar, geçmişte ve halen olagelen şeylerdir.
Hamdolsun, Allah bunu istisnasız bütün İslam âlimlerine ve imamlarına nasib etmiştir. Ancak bu, onların hepsinin aynı seviyede olmalarını gerektirmez. Bu sebeple, onların bu noktadan farklı olmalarından bazı ihtilâflar doğmuştur.
Bâzı misallerle bunu açıklayayım:
İmam Ebû Hanîfe (80-150), kıraatta ve hadis rivayetinde meşhur olan el-A’meş (61-148) ‘in yanındaydı. İmama bir mesele soruldu ve “şu meselede ne dersin?” denildi. İmam da “Benim görüşüm şudur” dedi. el-A’meş (61-148); Bu görüşe nereden varıyorsun?” diye sordu, imam ona: Ebû Sâlih’den, o da Ebû Hurayra’dan; Ebû Vâil’den, o da Abdullah b. Mes’ud’dan ve Ebû Iyas’dan, o da Ebû Mes’ûd el-Ansâri’den olmak üzere Rasülullahın “Hayra vesile olan, onu işleyen gibi sevap alır” buyurduğunu bize, sen rivayet ettin,
Yine Ebû Sâlih’den, o da Ebû Hurayra’dan Rasülullahın “Yâ Rasûlulah, evimde namaz kılıyordum, yanıma birisi geldi, onun gelişi hoşuma gitti” diyen birisine “Sana iki sevap var: Birisi gizli, diğeri de aşikâr (ibadet) sevabı!” dediğini de bize sen rivayet ettin.
Keza el-Hakem’dcn, o da Ebu’l-Hakem’den, o da Huzeyfe’den, o da Rasülullahtan şunu rivayet ettin;
Ebu’z-Zubeyr’den, o da Câbir’den, merfû olarak şunurivayet ettin;
Yezıd er-Rakâşı den, o da Enes/den, merfû olarak “şunu rivayet ettin” dedi. el-A’meş (61-148), “Yeter yeter, sana yüz günde rivayet ettiğimi, bana bir saatta rivayet ettin. Senin bu hadislerle amel edeceğini tahmin etmemiştim. Siz fakihler; sizler doktorsunuz, biz (hadisçi)ler ise eczacılarız. Sen ise, ey koca adam, hem doktor hem eczacısın.” dedi.
İmam Ahmed (164-241) de eş-Şâfiî (150-204)’ye “Şu meselede ne diyorsun?” demiş, eş-Şâfıi de cevab vermiştir. Ahmed de “Bunu neye dayanarak söylüyorsun; Bu konuda Kur’ân veya Hadîste birşey var mı?” demiştir – Yine Ahmed b. Hanbel şöyle devam etmiştir-; eş-Şâfii bu konuda Rasülullahın bir hadisini rivayet etti ki, o hakikaten nass bir hadîs idi.
el-Hatîb de Târihu Bağdâd, XI. 158’de, Hadîs ve Hanefî fıkhı ricalinden İsâ b. Ebân (v. 220)’ın biyografisinde, Mu- hammed b. Semâ’a (v. 233)’dan şöyle rivayet etmiştir: “İsâ b. Ebân, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (129- 187)’nin namaz kıldığı ve fıkıh meclisi akdettiği mescidde bizimle beraber namaz kılıyordu. Ben onu Muhammed b. el-Hasen’in yanına gitmeğe davet ediyordum, İsâ b. Ebân da “Onlar, hadîse muhalefet eden kimseler” diyor-
İsa, iyi bir hadis hafızıydı. Birgün bizimle beraber sabah namazını kıldı, o gün de Muhammed b. el-Hasen’in günüydü. Meclise oturuncaya kadar onu bırakmadım.Muhammed in işi bitince, kendisine yaklaştım ve “Bu, kardeşin oğlu Kâtib Eban b. Sadaka’nın oğludur. Zeki ve hadis konusunda bilgili birisidir. Ben onu, sana davet ediyorum, kabul etmiyor ve bizim hadislere muhalefet ettiğimizi söylüyor” dedim.
Muhammed ona döndü ve “Ey oğulcağızım, hadîslerin nesine muhalefet ettiğimizi gördün? Bizi dinlemeden, hakkımızda söylenenlere inanma!” dedi. O gün Isâ, hadis ile ilgili yirmibeş mesele sordu, Muhammed b. el-Hasen de cevablarını verdi, mensûh olanlarını gösterdi ve delillerini sıraladı.
Çıktıktan sonra İsa b. Ebân (v. 220) bana şöyle dedi: “Hakikat nuru ile aramda bir perde vardı, şimdi kalktı. Allahın mahlûkatı arasında, insanlara gösterdiği böyle birinin bulunabileceğini sanmazdım.” İsâ, Muhammed b. el- Hasen (129-187)’e son derece bağlandı ve ondan fıkıh öğrendi.
Her ne kadar, bu son rivayet, ileride gelecek olan ikind sebep, yani hadise vâkıf olma konusundaki ihtilâflarıyla ilgili delil teşkil etmekteyse de: bu rivâvetlerin dediklerimiz için de delil teşkil ettiği aşikârdır.
İkinci Husus: Anlayış farkı dolayısıyla, imamlar arasında ihtilâfların doğmasına sebep olan ikinci hususa gelince, o da hadislerin lafızlarının birden fazla mânâya imkân vermesidir.
Bu da, vâki ve müşâhade edilen bir husustur. O halde, bu farklı anlayışların sahih olabilmesi için:
– Arab dili açısından makbul ve caiz olması, arab dili”ne aykırı olmaması veya bu anlayışta tekellüf ve zorlama olmaması,
– Başka nass larla sabit olan diğer hükümlerle çatışmaması, gerekir.
Ben bu iki şartı, meseleyi biraz daha açıklamak için zikrediyorum, yoksa ihtilâf sebeplerinden bahsetmekte olduğumuz fıkıh imamları, bu mülâhazalardan habersiz olmaktan münezzehtir.
Bir nassın birden fazla mânâya ihtimâli bulunması karşısında, imamın, bu iki manadan birini tercih etmesine yardımcı olacak karineleri araştırmaya gayret etmesi gerekir.
Bir nassın birden fazla mânâya gelme ihtimâlinin bulunmasını bir misalle açıklamamızda bir beis yoktur.
Rasûlullahtan “Alıcı ile satıcı, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler.” hadisi rivayet edilmiştir. İmamlar buradaki teferruk’un (birbirlerinden ayrılmanın) mânâsında ihtilâf etmişlerdir. Kasdedilen onların kendilerinin ayrılmasımıdır? Yani. “Alıcı ile satıcı, bir mecliste veya akid yerinde beraber bulundukları müddetçe, alıcı ile satıcı, akdi icra veya bozma arasında muhayyerdirler. Biri diğerinden biraz uzaklaştığı ve meclisten ayrıldığı zaman, ikisinin de akde uyması gerekir, ikisinden birisi, diğeri razı olmadan akdi bozamaz.” demek midir? Nitekim eş-Şâfii (150-204) ve başkaları bu görüştedir.
Veya teferruk’dan maksad, onların sözlerinden caymaları mı demektir? Yâni: Akid yapanlardan her biri, akid konusuyla, ona taallûk eden hususlarda konuşmaya devam ettikleri müddetçe, akdi icra veya bozma arasında muhayyerdirler. Akid yapıp da, başka bir konuya geçerlerse, ikisinin de akde uyması gerekir. Diğerinin muvafakati olma- dan, öteki akdi bozamaz” demek midir? Ki bu da Ebû Hanife (80-150) ve başkalarının görüşüdür.
İki tarafın da delilleri vardır. Ben, sözü kısa kes-mek İçin, delillerin bir kısmını zikrediyorum ve maksadım- bu açıdan ihtilâf sebeplerini açıklamaktır, yoksa her iki tarafın bütün delillerini zikretmek ve iki mezheb arasında tercihte bulunmak değildir. Bu, bizim gibilerin işi de değildir.
imam eş-Şâfii ve onunla aynı görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğunu isbat etmek için hem eser, yâni nakli; hem de nazar, yâni aklî deliller ileri sürmüşlerdir.
Eser’e yâni nakle gelince: Hadisin râvisi Abdullah b. Ömer’in tatbikatını delil getirmişlerdir. Çünkü o, bir kimseden birşey satın aldığı zaman, ondan birkaç adım uzaklaşır, sonra işi varsa tekrar onun yanına varırdı. Sahabenin, rivayet ettiği hadisi anlayışı, başkasının anlayışından daha çok doğruya yakındır.
Nazar’a gelince: Hadîs “Alıcı ile satıcı, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler.” demektedir.
Akid yapacak olan iki tarafta asıl olan, onların birbirlerinden ayrı olmalarıdır. Yani: Satıcı -meselâ- dükkânında olur, müşteri de -meselâ- evinde olur. Müşteri satıcıya gider ve akid yerinde bir araya gelerek akid yaparlar. Sonra yerlerine dönerler. Bu, onların birbirlerinden ayrılmalarıdır. Rasûlullah (s.a.v.) da “…birbirlerinden ayrılmadıkça…” sözüyle, onların yerlerine dönmelerini kasdetmiş olur ki, bu da her birinin kendi yerinde olmasıdır. Allâhu a’lem.
Ebû Hanife ve onunla aynı görüşte olanlar da, görüşlerinin doğruluğunu, gerek nakli gerek aklî delillerle ispata çalışmışlardır.
Nakle gelince;’’Ey İman edenler !Aranızda aranızda, birbirinizin mallarını haksız olarak yemeyin. Ancak birbirinizin karalıklı rızasına dayanan ticâret hâriç.” (en-Nisâ 29) âyetini delil getirmişlerdir. Âyet, akdin bağlayıcı olması için karalıklı rızânın esas olduğunu ifade etmektedir. Bu karşılıklı rızanın alameti ise ıcâb ve kabul (birinin “aldım”, diğerinin sattım demesi) dür. Bu da, ikisi arasında tahakkuk etmiştir.
“…birbirlerinden ayrılmadıkça…” sözünün mânâsına gelince; âyetle çatışmaması için, ona başka bir mânâ verilir: Buna verilecek mânâ “Sözleşmelerinden ayrılmadıkça (caymadıkça)” demektir. Teferruk’un; şahısların birbirlerinden ayrılması mânâsına gelmesi mümkün olmayan bir şekilde, sadece “sözleşme ve anlaşmadan dönme mânâsına geldiği birçok şer’i nass vardır.” Meselâ “Allâhın ipine sımsıkı sarılın, birbirinizden ayrılıp dağılmayın (ve lâ teferrakû)” (Âl-i İmrân 103); “Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o hüccet geldikten sonra ayrılığa düştüler.” (Beyyine 4) ve bunların dışında daha birçok âyet böyledir.
Nazar’a gelince: Bu konudaki delilleri, Hafız îbn Abdilberr’in el-İntikâ, s. 49’da rivayet ettiği şu’ kıssada yer almaktadır: Sufyân b. Uyeyne (v. 198) şöyle demiştir : “Ebû Hanîfe (80-150), Rasülullahın hadîslerini, çeşitli misaller vererek, kendi bilgisiyle reddederdi. Ona Rasülullahın “Alıcı ile satıcı birbirlerinden ayrılmadıkça, muhayyerdirler.” hadisini söyledim. Ebû Hanife: “Eğer bir gemide olurlarsa, birbirlerinden nasıl ayrılacaklar, buna ne dersin?” dedi. Sufyân : “Bu sözden daha kötü bir söz işitilmiş midir?” demiştir.”
İmamın bu cevabı, maksadını kısaca açıklayan, son derece ince ve ustaca bir ifâdedir. İmam şunu demek istemiştir: Eğer teferruk’dan kasıd, insanların birbirlerinden ayrılmaları ise, öyle durumlar vardır ki, insanların bir birlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Meselâ: Denizin ortasında küçük bir kayık içersinde olur ve birinin diğerinden ayrılmasına imkân olmaz. Böyle bir durumda, ikisi arasındaki akid meclisi mevcud olmaya devam edecek, onlar, günlerce veya daha uzun müddet uzasa bile, bu halde bulundukları müddetçe de ortadan kalkmayacağından, bu, meşakkatli bir duruma yol açacaktır.
Bu misâl Sufyân b. Uyeyne’nin anlayışına ters gelince, İmam Ebû Hanife’nin; hadîse aklı ile karşı çıktığını zannetmiştir, fakat iş öyle değildir.
Bu, bir nassın iki mânâya gelmesine bir misâl teşkil ettiği gibi, birinci noktaya; âlimlerin akli ve fıtri mevhibeleri sebebiyle ihtilâf etmelerine de misâl teşkil eder. Allâhu A’lem.
Son derece mühim bir hususa işaret edebilmek için, bu ana sebeple, yâni imamların hadîsi anlamadaki ihtilâflarıyla ilgili misalleri çoğaltmak istemiyorum. Bu mühim husus şudur: Kitab ve Sünnetten çıkarılan bu şer’î hükümler, bu iki kaynaktan uzak, onlarla ilgisi olmayan şeyler değildir. Kitab ve Sünnet nasıl İslâmın iki ana kaynağı ise, bu ikisinden çıkarılan fıkıh da, derece bakımından bu ikisine tâbîdir ve fıkhı bu iki kaynaktan ayırmak caiz değildir.
Reyhânetu’s-Selef, İmam Abdullah b. el Mübarek’den Allah razı olsun. O, “Bu, Ebû Hanife (80-150)’nin rey i (görüşü)dir” demeyin, lâkin “Bu, hadîsin tefsiridir.” deyin sözüyle bu mânâya işaret etmiştir.
İbn Hazm (v. 457) bu mânâya daha açık bir şekilde işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Müctehidlerin istinbât ettikleri bütün hükümler, âvâm delillerini bilmese de, şeriattan sayılır ve bunları inkâr edenler, imamların hatâ ettiklerini ve onların Allahın kendilerine izin vermediği bir hükmü vazetmiş olduklarını söylemiş sayılır ve bu sözü söyleyen de doğru yoldan sapmış bir kimsedir.”
Bu sözü, Mevlânâ Şeyh Zafer Ahmed el-Osmânî et- Tehânevî “İncâu’l-Vatan” s. 53’de nakletmiş ve şu notu eklemiştir: “Ben de derim ki: Bu, kıyâsı kabul etmeyen zâhirinin sözüdür. Onun, Allahın şeriatının muhafızları olan müctehid imamlara karşı gösterdiği şu edebe bakın! O, bu sözünü, el-Muhallâ’sını telifinden sonra söylemiş olsa gerektir.”
Muhterem okuyucu İbn Hazm (v. 457)’ın özellikle “avam bunların delillerini bilmese de…” sözüne dikkat etmelidir. Çünkü o, “avam” kelimesini, usûl âlimlerinin kullandığı mânâda kullanmıştır. Usûlcüler âmî (avam) sözünü; bilgi ve araştırmada hangi dereceye varmış olursa olsun, müctehid olmayan herkes için kullanmışlardır, yoksa bizim burada kasdettiğimiz, ilim talibi olmayanlar değildir.
Binâenaleyh İbn Hazm (v. 457)/ın demek istediği dur: Fakih imamların fıkhı, şeriattan ma’duddur ve onların delillerini bilmemiz şart değildir. Çünkü onların delil ya bizim anlayamadığımız incelikte olduğu veya bize ulaşmadığı veyahutta biz muttali olamadığımız için, bizim tarafımızdan anlaşamayabilir. Vallâhu a’lem.
Ebû Hanife ve diğer İslâm ulemâsının fakihlerinin, on- binlerce meseleden müteşekkil fıkhı, Rasülullahın sünnetinin tefsirinden başka birşey değildir. Bunlar, İslâma sonradan sokulmuş hükümler de değildir. Onların hiçbir görüşü, teşri kaynaklarından birine dayanmaksızın kafalarından uydurdukları şeyler de değildir.
Biz, “Ebû Hanife’nin fıkhı, eş-Şâfii’nin fıkhı…” dediğimiz zaman, bunun mânâsı “Ebû Hanife’nin anlayışı, eş- Şafinin anlayışı…” demektir. Bu anlayış ne içindir? Sadece ve sadece Allahın Kitâb’ını ve Resulünün sünnetini anlamak içindir. Böyledir, çünkü malum olduğu üzere fıkıh, arab dilinde fehm (anlayış) demektir.
Buradan, insanlar arasında, onların ehemmiyet vermedikleri yaygın bir fahiş hatâyı anlamamız mümkündür. Bu hatâ, bazı kimselerin kendi fıkıhlarını ve insanlara ar- zettikleri ilimlerini “Fıkhu’s-Sunne (Sünnet Fıkhı)” veya “Fıkhu’s-Sünneti ve’l-Kitâb (Kitâb ve Sünnet Fıkhı)” adı altmda takdim etmeleridir.
Sünnet ve Kitâb fıkhı, bu ikisinin anlaşılma şeklidir. Ya onların takdim ettiği kimin anlayışıdır? Bu; Zeyd, Amr gibi, tamnmayan kişilerin anlayışıdır. Lâkin onlar bu anlayışı kaldırıp, insanlarda, kendilerinin onlara dinin asıl kaynağını takdim ettikleri zannını uyandırmak için -çünkü bu takdirde onlar insanları Ebû Hanife, eş-Şâfiî, Mâlik ve Ahmed in fıkhından tamamen uzaklaştırmış ve insanlara:’’Ey insanlar Muhammedin (sav) fıkhını mı istersiniz yoksa Ebu Hanife ve eş Şafiininkini mi ?’’deme imkanı elde etmiş olacaklardır,kendi anlayışlarını Kitab ve Sünnete izafe etmişlerdir.
Onların bu sözü söylemeleri ancak,kendi fıkıhlarını Kitab ve Sünnete izafe edip,Ebu Hanifenin fıkhını Kitab ve Sünnete değil Ebu Hanifeye,eş Şafiinin fıkhını da Kitab ve Sünnete değil eş Şafiye izafe ettikten sonra mümkün olabilir.Bundan dolayı Kitab ve Sünnetin bi hakkın sadık bir şerhi olan bu büyük İslam fikri,Kitab ve Sünnetten ayırıp;doğru olanları,ötekilerin sofralarından artan kırıntılar,hataları ise kendilerinden,olan bir anlayışı insanlara getirmişler ve görüşlerinin hepsini Kitap ve Sünnete izafe etmişlerdir.
Onların bu sözlerine aldanan, sâdece; kendi asırların da Sünnetin; marifet rivayet, tahammül, telâkki, şerh, tarif ve zabt bakımından yaygın oIuşun yanında, dindarlık, takva, verâ’, ilim, anlayış ve istinbât kuvveti hususunda imam oldukları kabul edilmiş olan müçtehidlerin fıkhından habersiz olmalarından dolayı aldanmıştır.
İslâmî ilimlerin bütün dalları ile onları her taraftan kuşatmış olan canlı bir ilmi muhitin, bugünkü haleflerimiz için söz konusu olmasına imkân yoktur. Hatta öyle ki sen, âlimlik taslayarak müctehid olduğunu iddia ettiği halde, insanlara söylediği yaldızlı sözleri yazarken arapçayı doğru dürüst kullanamayan, Allah katında işlediği fahiş hatâdan haberi olmayan ve âlimlik taslayıp, şeriata teslim olduğunu göstermek için “İsmet (masumluk) Allaha mahsustur (el-ismetu liİlâhî)” diyenleri görürsün. Allahı koruyacak kimdir? Neyden koruyacaktır? Bu sözleriyle ilgili bir nass var mıdır? Eğer söylediği sözün mânâsını bilmiyorsa, işte felâket budur. Yok, biliyor da söylüyorsa, dinde tecdid iddiasında bulunmadan önce, gitsin tecdid-i iman ile yeniden müslüman olsun!
Allahtan, bizi doğru yola iletmesini, söz ve fiillerimizi müstakim kılmasını dileriz.
3-SEBEP
ZAHİRDE BİRBİRİNE AYKIRI GİBİ GÖRÜNEN HADÎSLER KARŞISINDA TÂKÎB ETTİKLERİ METODDAKİ İHTİLÂFLARI
Bu sebep, fakihlerin ihtilâf sebeplerinin en mühimlerinden sayılır. Bu konuda, iki mühim ilimden faydalanılabilir: Hadis ilmi ve Usûl-i Fıkıh ilmi.
Hadîs ilmine gelince: Bir meseledeki hadisler ve bu meseleye, gerek yakın gerek uzak ilgisi bulunan eser (haber) leri bilmek için gereklidir.
Usûl-i Fıkıh ilmi ise; Kitâb ve Sünnet’teki diğer nassların ışığında, bu ilmin kaidelerinden ve yerleşmiş hükümlerinden faydalanmak için gereklidir.
Nitekim aşağıda göreceğimiz gibi, müteârız (çelişik) nassların arasını bulmakta büyük rol oynayan, ince zekâ ve isabetli düşünce de bu sebebe girmektedir.
Hadîs ilmini öğrenmeğe yeni başlayan bir kimse de bilir ki, çoğu zaman bir meselede, hükme delâleti farklı, olan ve bazan ikiden çok mânâya gelebilen birçok hadîs bulu nur. İşte bu durumda ulemâ, şu yolları takip etmiştir:
1– Müteârız iki hadisin arasını bulmak ve her ikisini tevil ederek, ikisinin mânâlarının birbirine uygunluğunu sağlama metodu.
2- Eğer ikisinin arasını bulmak mümkün olmazsa, nesh prensibine başvurulur; hadislerden birinin diğerini neshettiğine hükmederler.
3- Eğer nesh de sözkonusu olmayıp, neshe hükmetmeğe yardımcı olacak karineler de bulunmazsa, iki hadisten birini tercih yolunu seçerler ve hadîsin birini diğerine tercih ederler.
Bazı âlimler, üçüncü metodu ikinciye tercih ederek, önce araları bulunur, olmazsa tercih o da olmazsa nesh, demişlerdir. Bu metodlardan bahsedersek söz uzar. Bu konuda kısaca söyleyeceklerim şunlardır:
Anlayış, iki müteârız hadisin aralarının bulunmasında (cemi) en büyük rolü oynar. Bazı âlimler böyle müteânz iki hadîsi anlayamadıktan için, onların arasını bulmanın imkânsız olduğunu iddia ederken; Allah başka bir âlime, bu iki hadîsin arasını nasıl bulacağını anlamayı nasîb eder. Bu sebeple âlimler, zahirde birbirine zıd gibi görünen müteârız iki hadisin arasını bulmanın imkânsız olduğunu iddia edebilmek için, acele etmeyip, meseleyi iyice inceleyerek, emîn olmanın, zarureti üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır.
2– Eğer iki hadisin arasını bulmak mümkün olmazsa; imam, ikisinden birisinin mensûh olup olmadığını incelemeğe geçer. Buna karar vermek için, buna yardım eden karinelerin bulunması şarttır. Bu karinelere “Muarrifâtu’n- Nesh’’ denilir. Bunlar dörttür: ”nehyetmiştim, şimdi artık ziyaret edebilirsiniz.” hadisinde olduğu gibi, bizzat Rasülullahın açıklamasıyla bilinir.
İkincisi: en-Nesâi’nin, Câbir b. Abdillah’tan rivayet etiği “Rasülullahın (s.a.v.) en son hâli, ateş değmiş şeyleri yedikten sonra abdest almayı terketmek olmuştur.” hadisinde olduğu gibi, sahabenin açıklamasıyla bilinir.
Üçüncüsü: Bazı rivayetlerde H. 8. senede olduğu söylenen Şeddâd b. Evs’in “Kan aldıranın da, hacamatçının da orucu bozulur.” hadisinin; yine bazı rivayetlerde H. 10. senede Vedâ Haccında olduğu söylenen, îbn Abbâs’ın “Rasûlullah, ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırdı.” hadîsiyle neshedilmesi gibi; nesh, târih sayesinde bilinir.
Bazan nesh, neshe delâlet eden karinelerle bilinir. Meselâ bir hadîsi rivayet eden bir sahâbînin, daha sonra müslüman olmuş olması ve hadîsi işittiğini açıkça ifade etmiş olması gibi ki, bu takdirde bu hadis, ondan daha önce müslüman olmuş ve müslüman olduğu zaman onu Rasûlullahtan işitmiş olan bir sahâbînin rivayet ettiği hadisi nesheder.
Bunun dışında, üzerinde durup düşünülmesi ve inceden inceye araştırılması gereken, daha başka incelikler de vardır.
Dördüncüsü: Hadisin aksine bir icmâ bulunması ile neshedildiği bilinir. Bu icma’ın vuku bulup bulmadığını ve icmâa muhalefet eden olup olmadığını tesbit etmek, son derece güç bir iştir.
3- Eğer nesh de sözkonusu olamıyorsa, imam, iki hadîsten birini tercih şıkkına geçer.
İki hadis arasında tercih yapmak ise meşakkatli ve son derece güç bir iştir. Çünkü birinci safha -ikisinin arasını bulma safhası- anlayış ve dirayet ister; ikinci safha -nesh safhası- da, buna muttali olmayı ve buna delâlet eden bir rivayetin mevcudiyetini gerektirir. Tercih’e gelince: Hem dirayet hem rivayet ister. Dirayet, yüksek bir anlayış ve parlak bir zekâ ister. Rivayet de, bir meseledeki hadislerle ilgili bütün külli ve cüz’ileri bilmeyi gerektirir. Hadîslerin isnadları ise ne kadar da yorucudur! Bu; hadisleri rivayet eden sahâbîleri, hayatlarını, sıfatlarını, hadîste kullandıkları lafızları v.s. buna benzer hususları bilmeyi gerektirir.
Usûl âlimleri, müteârız iki hadîsten birini tercih etmeyi gerektiren sebeplerin neler olduğunu tesbitte güçlük çekmişlerdir, el Hâzimi (548-584) “el-İ’tibâr fi’n-Nâsîh ve’l-Mensûh mine’l-Âsâr” adlı eserinin mukaddimesinde bu meseleye temas etmiş ve (s. 9-23’de) tercih sebeplerinin ellisini zikretmiş, ayrıca bu sebeblerin pekçoğuna misal de vermiştir. Bu bahsi bitirirken de (s. 23’de) “Bunlardan başka, bu muhtasarı uzatmamak için zikretmekten vazgeçtiğimiz daha pek çok sebep vardır.” demiştir.
Sonra Hafız el-Irâkî (725-806) gelmiş ve îbnu’s Salâh (v. 643)’ın “Ulûmu/1-Hadis”ine yazdığı haşiyede, el-Hâziminin bu sözünü nakletmiş ve (s. 245’de) “Tercih sebeblerinin sayısı yüzden fazladır. el-Hâziminin bunları muhtasar olarak zikrettiğini gördüm. Önce el-Hâziminin zikrettiği elli sebeble başlıyorum, sonra akabinde, diğerlerini zikredeceğim.” demiş ve 110 sebeb zikretmiştir. Sözlerinin sonunda (s 250’de) şöyle demiştir: “Bunların dışında daha başka, tercih sebebleri vardır ki; bunların kimisinin kabulü münâkaşalıdır -yani diğer bir kısmı da makbuldür demektir-; keza zikrettiğimiz sebeblerin bazıları da münakaşalıdır.
Buradan; zahirde müteârız iki hadîs gördüğü zaman, pekçok tercih sebebi arasında başka sebeblere hiç itibâr etmeksizin, hemen Sahihayn’daki hadîsleri Sahîhayn’da olmayan hadislere tercihe kalkışan bazı kimselerin cehaletini -veya câhil gibi görünmelerini- anlıyoruz. Halbuki HaflZ el-Irâkî (725-806), tercih sebeblerini sıra ile zikrederden “Hadisin Sahîhayn’da olması, Sahîhayn’da olmayan hadîslere tercih edilme sebebidir” şartını, 110 şart içersinde, 102. sırada zikretmiştir.
Bu adamlar ister gafil olarak ister gafil gibi görünerek; yüzbir tercih sebebini heder etmiş olmaktadırlar. İşte ilmin hakiki önderleriyle âlimlik taslayanlar arasındaki fark budur! Allah hepimize hidâyet ve selâmet ihsan etsin.
İmamların, fıkhı görüşlerindeki iftilâhlarının vuku bulduğu bu geniş sahada; bir tek fıkhi hükümde bile, içtihadın ne kadar zor olduğunu ve aynı şekilde, imamlarımızın ne kadar yüksek bir İlmî seviyeye erişmiş olduklarını anlamamız mümkündür. Üstelik benim zikrettiklerimin; müçtehidin bilmesi gereken diğer pekçok ilim bir yana, sadece üzerinde durduğumuz açıdan bile, ancak ilk bilgiler mesabesinde olduğunu da hatırlatırım.
Üçüncü sebeb ile ilgili olarak söyleyeceklerimin sonunda, pek ihtilâf mevzuu olmamış ve imamların üzerinde yazıp çizdikleri; “Berâe sûresi hâriç, Besmelenin Kur’an’dan bir âyet olması; muktedînin imamın arkasındaki kıraati rükûa eğilip doğruluşta ellerin kaldırılması” konularında, bu konulara dâir eserler telif ettikleri gibi, üzerinde kalem oynatıp eser telif etmedikleri basit bir noktayla ilgili bir metin nakledeceğim.
Bu metni nakletmenin yegâne sebebi, bahsetmiş olduğumuz üç metodu, bir tek meselede toplamış olmasıdır.
İmam en-Nevevî Şerhu Sahihi Müslim, XIV, 80’de “Ağarmış saçların, sarı veya kızıla boyanmasının müstehab; siyaha boyanmasının haram olduğuna dâir bâb”da, sövle demektedir: “Mezhebimize -eş-Şâfii mezhebine- göre, kadın ve erkeğin, ağarmış saçlarını sarı ve kızıla boyamaları müstehab, siyaha boyamaları da, en sahih olan görüşe göre, haramdır. Siyaha boyamanın tenzihen mekruh olduğu da söylenmiştir. Tercih edilen, -şerhedilmekte olan- “Siyah renkten kaçınınız” hadisine dayanarak, haram olmasıdır. Mezhebimiz budur.
Kâdî Iyâz şöyle demiştir: “Sahabe ve Tabiinden olan selef, boyayıp boyamamada ve boyanın renginde de ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı boyamayı terketmek efdâldir, demiş ve Rasûlullahın; ağarmış saçları boyayıp rengini değiştirmekten nehyettiğini, çünkü kendisinin ağarmış saçlarının rengini değiştirmediğini, rivayet etmişlerdir. Bu görüş, Ömer, Ali, Ubeyy ve başkalarından rivayet edilmiştir.
Diğerleri de, boyarım efdâl olduğunu söylemişlerdir. Sahabe, Tâbiûn ve daha sonrakilerden bir gurup; Müslim ve başkalarının zikrettiği hadislere dayanarak, ağarmış saçlarını boyamışlardır. ,
Sonra onlar yine ihtilâf etmiş, ekserisi -ki İbn Ömer,Ebû Hurayra ve başkaları bu guruptadır. Bu, Ali’den de ri-vayet edilmiştir- sarıya boyamış, kimisi de kına ve ketem bitkisiyle, bazıları da za’ferân ile boyamışlardır.
Bir kısmı ise siyaha boyamışlardır. Bu, Osman, Ali’nin oğulları Haşan ve Hüseyin, Ukbe b. Âmir, İbn Şîrîn (v. 110), Ebû Burde (v. 103,104) ve başkalarından rivayet edilmiştir.
Kâdî Iyâz şöyle devam etmiştir: et-Taberâni “Doğru olan şudur ki; Saçın beyazlarının boyanması ve boyanmasının yasaklanmasıyla ilgili olarak, Rasûlullahtan rivayet edilen bütün hadisler sahihtir ve aralarında tenakuz yoktur. Boyamasını emrettiği kimseler, saçının beyazı Ebû Kuhâfe’ninki gibi olanlar -ki son derece beyaz olup, güzel görünmüyordu-, yasaklamış olduğu kimseler ise, saçındaki beyazlık az olanlardır.”
et-Taberâni şöyle devam etmiştir: “Selef bu hususta, vaziyete göre her iki şık ile de amel etmişlerdir. Üstelik buradaki emir ve nehyin, vucûbiyet ifade etmediğinde icmâ edilmiştir. Bu sebeple seleften bir kimse, kendisininkinin tersini yapan öbürüne itiraz etmemiştir.”
Ayrıca et-Taberânî, bu iki şıktan birinin nâsih diğerinin mensûh olduğunu söylemek de doğru değildir52 demiştir.
Kâdi Iyâz şöyle demiştir: “Bir diğeri ise şöyle demiştir: ‘Bu mesele iki şekildedir: Bir kimsenin bulunduğu memleketin âdeti boyamak veya boyamamak ise, o kimsenin, âdeti terketmesi, gösteriş yapmak içindir ve mekruhtur. İkincisi: Beyaz saçların zerâfetine göre değişir. Beyazları, boyanmışından daha güzel görünen kimsenin boyamayı terketmesi evlâdır. Beyazları çirkin görünenin ise boyaması evlâdır.” Kâdi Iyâz’ın naklettikleri bunlardır. “Bunların en doğrusu ve sünnete en uygunu, nakletmiş olduğumuz, mezhebimizin görüşüdür.” en-Nevevinin sözü sona erdi.
Geçmiş imamlar, görünüşte müteârız olan hadisleri toplayıp, bunları tedkik ederek, araştırma sonunda vardıkları neticeleri açıklamaya büyük bir ihtimam göstermişlerdir. Bu konuda, İmam eş-Şâfiî (150-204) “İhtilâfu,l-Hadîs”ini, İbn Kuteybe (213-276) “Te’vîlu Muhtelifi’1-Hadîs”ini -ki bazı yerleri tenkide uğramıştır- telif etmiştir. Bu iki kitâb matbûdur. Kâtib Çelebi Keşfu’z-Zunûn’da Zekeriyyâ es-Sâcî (217-307) ‘nin “İhtilâf u’l-Hadîs” isimli bir eseri olduğunu zikretmektedir.
İmam İbn Cerîr et-Taberî (224-10) nin “Tehzibu’l-Âsâr” adlı bir eseri vardır. Kâtib Çelebi bu eser hakkında “Sahasının, eşi olmayan tek eseri” demektedir.
İmâm Ebû Cafer et-Tahâvî (237-321) nin de bu mevzuda iki büyük eseri vardır. Birisi “Şerhu Maâni’l-Âsâri’l- Muh telif eti’l-Me’ sûra” dır, birçok defa basılmıştır. Eser -onun imam ve müctehid olduğuna şehâdet etmesine rağmen- Hafız el-Kuraşfnin “el-Cevâhiru’l-Mudıyye”sinde zikrettiğine göre, üstelik et-Tahâvi’nin ilk eseridir.
Onun ikinci eseri “Muşkilül-Âsâr”dır, pekçok defa basılmıştır, dört cilttir, fakat Allâme el-Kevser^nin “el-Hâvî” adlı eserinde (s. 34) söylediğine göre, basılmış olan bu kısım, aslının yarısı bile değildir.
Bunlardan başka, bu hususta yazılmış müstakil eserler, kitaplarda yer almış olan araştırma ve makaleler de vardır.
4-SEBEP
SÜNNETE VUKÛFLARINDAKİ FARKLILIKLARINDAN DOĞAN İHTİLÂFLARIN
AÇIKLANMASI
Bu sebepten bahsederken, söze, İmâm eş-Şâfii (150- 204)’nin “er-Risâle”sindeki şu sözleriyle başlamak istiyorum: “Sünnetlerin hepsine muttali olmuş ve bilmediği hadis bulunmayan herhangi bir kimse bilmiyoruz. Bütün hadîs âlimlerinin ilimleri biraraya getirilse, o zaman bütün sünnetler ihâtâ edilmiş olur. O âlimlerin ilimleri dağınık bir halde olduğuna göre, o kimsenin bilmediği hadisler elbette olacaktır. Sonra onun bilmedikleri, başkaları tarafından bilinmektedir. Onlar hadis bilgisi bakımından birkaç tabakadırlar: Kimisi, bir kısmını bilmese bile ekserisini bilir; kimisi de başkasının bildiğinden daha az hadise vâkıftır.”
Bir kimsenin; kendisinin veya başkasının, Rasûlullahın hadîslerinin hepsini, tamamen bildiğini iddia etmesi, mücTehid imamlardan İmam eş~Şâfii’nin de dediği gibi mümkün değildir.
Hadisleri ezberleyip, onlara vakıf olma konusunda imamların farklı seviyelerde olmalarının mânâsı; meselâ onlardan, en çok hadis bileni, kendisine tâbi olunması konusunda en fazla hak sahibi olacak demek değildir. Onun çok hadis bilmesi, başkalarından üstün olması için sebep teşkil edebileceği gibi; fıkıh ve istinbât konusunda derecesinin yüksek olması da, bir başkasının ondan üstün olması için sebep teşkil edebilir.
Hadîslere vâkıf olmayla ilgili olarak, bir kimsenin ictihad derecesine varması ve kendisinin müctehid olduğunun kabul edilebilmesi için gerekli şart, o kimsenin hadîslere geniş bir şekilde vâkıf olmasıdır. Bütün imamlar bunun üzerinde ittifak etmişlerdir.
Meselâ İmam Ahmed (164-241), bu sahada meşhur bir kimsedir. Keza İmâm Mâlik (95-179), eş-Şâf iî (150-204) ve bâzı kimseler onun hakkında şüphe izhâr etmiş olmasına rağmen Ebû Hanîfe (80-150) de böyledir. Kendisi hakkın- daki bu şüpheden dolayı, diğerlerini bırakıp, sâdece Ebû Hanife’den kısaca bahsedeceğiz.
Hadis bir bakıma tahammül ve semâ’ (işitme), diğer bakımdan da rivayet ve edâ demektir.
Muhaddis önce, hadîsi şeyhlerinden dinler; “Tahammülü’l- Hadîs” dedikleri budur. Sonra da bunu başkalarına rivayet eder; Buna da “Edâ” denilir.
Rivayet ettiği hadîsler çoğalınca, insanlar onun tahammül’ünün az veya çokluğuna delâlet eden rivayetlerine sahip olurlar. Lâkin hadîsin rivâyetiyle meşgul olmadığı takdirde, bazı vesilelerle rivayet etmiş olduğu hadîsler, onun tahammül’ünün az veya çokluğuna delâlet etmez.
Ebûbekr (r.a.) erkeklerden ilk musluman olan, Rasûlullahla En çok beraber bulunan ve Sahabenin şehâdetiyle, onların en alimi olan bir kimsedir. Buna rağmen Ebûbekr’den bize, onun ashabın en âlimi olduğunu göstermesi şöyle dursun, ashabın diğer alimlerinden biri olduğuna delâlet etmesi bile mümkün olmayacak kadar az rivayeti intikâl etmiştir. Bunun böyle olmasının birçok sebebi vardır ki, onların ele alınması ayn bir mevzudur.
Sahabeden Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin(r.a) rivayetleri de Ebûbekr’inkine yakındır. Tabiin ve Etbâu’t-Tâbiîn’den bu durumda olanların sayısı da pek çoktur.
Bizzat imâm Mâlik’in bile rivayetleri azdır. Halbuki tilmizi eş-Şâfiî (150-204) onun şöhretini “İş hadîse gelince, Mâlik (95-179) bu sahanın yıldızıdır. O ki, kendi eliyle yüzbin hadîs yazdığını söylemiştir. (Tertibu’l-Medârik,121 ve 124)” sözleriyle ifade etmiştir. Hattâ Allâme ez- Zurkânî, Muvatta’ şerhinin mukaddimesinde (I. 7) İbnu’l Heyyâb’dan, İmâm Mâlik’in yüzbin hadîs rivayet ettiğini nakletmektedir.
İmam eş-Şâfii de aynı durumdadır. Kitaplarında mev-cud hadisler, onların hadîs ilminde imam oluşlarıyla ve bu sahadaki şöhretleriyle ki hakîkaten bu şöhrete lâyıklardır mütenâsib çoklukta değildir.
Bazılarının “eş-Şâfiî, sahih olduğunu bildiği her hadisi kitaplarında zikretmiştir.” sözü, bütün hadislere değil, sadece ahkâm hadislerinin sahih olanlarına hamledilir.
Mâlik ve eş-Şafii’nin rivayetlerinin oluşunun sebebi onların fıkıh, fıkıh öğretimi, ictihâd, istinbât, ictihâd ve fıkhın esaslarının (usûl-i fıkh’ın) tesbîtine, hadis rivayetinden daha çok ağırlık vermeleridir; yoksa onların hadis bilgilerinin ve vâkıf oldukları hadislerin azlığından değildir. Bilâkis onlar çok hadis toplamış, fakat az rivayet etmişlerdir.
İmam Ebû Hanîfe’nin hâli de budur; Çok hadis toplamış fakat az rivayet etmiştir. Bunun böyle olduğuna açıkça delâlet eden birçok rivayet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
— ez-Zebîdî, “Ukûdu’l-Cevâhiri’l-Munife”, s. 32’de şöyle rivayet etmiştir: Yahya b. Nasr şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin yanına vardım. Ev kitaplarla dolu idi. Bunlar ne” dedim, “Bunların hepsi hadistir, bunlardan ancak, faydalanılabilecek pek az mikdârını rivayet ettim.” dedi.
Aliyyu’l-Kârî de “el-Cevâhiru’l-Mudıyye”ye ek olarak basılmış olan Menâkıb’ında (II. 474) Muhammed b. Semâ’a (v. 233)’dan, “Ebû Hanîfe (80-150) nin, eserlerinde yetmiş bin küsur hadis zikrettiğini ve “el-Âsâr” adlı eserini kırk- bin hadîsten seçerek meydana getirdiğini” rivayet etmiştir.
İmam Ahmed (164-24l)’in “Dörtyüzbin hadîsi ezberlemiş olanın ictihâd ve fetvaya ehil olabileceğini” söylediği, ilerideki sayfalarda gelecektir. Kendisinin muasırı olan ve daha sonra yaşamış olan imamlar, Ebû Hanîfe (80-150)’nin fakih ve müctehid olduğunu, hattâ bütün âlimlerin fıkıhta onun ilmine muhtâc olduklarını kabul etmişlerdir. Bunun mânâsı, onun bu kadar (dörtyüzbin) veya ondan daha fazla hadîsi bilmesi demektir.
Bu görüşte olan ve içtihada ehil olmak için bu kadar büyük miktarda hadisi ezberleme şartını koşan İmanı Alı nıed de, İmam Ebu Hanife’yi öven, büyük imamlardandır. İmam el-Aynî (v. 855) bunu, “el-Binâye”sinde zikretmiş. Allâme Zafer Ahmed et-Tehânevi de bunu “Kavaid fi Ulûmi’l-Hadis”inde (s. 328) nakletmiştir.
Allâme es Sâlihî eş-Şâfiî, Ukûdu’l-Cumân’ında (s. 63 ve 319’da) İbn Hacer el-Mekkî el- Heytemî eş-Şâfiî “el- Hayrâtu’l-Hısân” (s. 23) da ez-Zerenceriden şunu nakletmişlerdir: “İmam Ebû Hafs el-Kebîr, İmam Ebû Hanîfe’nin şeyhlerinin sayılmasını emretmiş, tabiînden olanların sayısı dört bini bulmuştur.” Sonra es-Sâlihî onun şeyhlerinden bir kısmını, harf sırasına göre, s. 64-87’de, yirmiüç sayfa halinde zikretmiştir. Bu, o kadar büyük bir rakamdır ki, hemen hemen onun dışında, hadis ilmine kendini hasretmiş olan bir başkası için zikredilmemiştir.
Yine “el-Hayrâtu’l-Hisân”da, 25 ve 26. sayfalarda şöyle denmektedir: Ebû Yûsuf (113-182) şöyle demiştir: “Hadîsin tefsiri hususunda Ebû Hanîfe (80-150)’den daha bilgilisini görmedim. Sahih hadisi tanımada benden daha dirayetliydi.”
İmam Ebû Yûsuf ki, Cerh ve Ta’dîl ilminin imamı, Hadîs hafızlarının sultânı Yahya b. Maîn (161-234) onun hakkında; “Re’y ehli içersinde, hadis konusunda Ebû Yûsuf’dan daha sağlam, ondan daha büyük hafız ve rivayeti ondan daha sahih birini görmedim.” demiştir. Bunu ez-Zehebî, “Menâkıbu Ebî Hanîfe ve Sâhibeyhi” adlı eserinin 40. sayfasında zikretmiştir.
Yine aynı eserin 61. sayfasında Ebû Yûsuf’un şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ebû Hanife bir görüş üzerinde karar kıldığı zaman, onun görüşünü destekleyen bir hadîs veya eser bulabilmek için Kufe şehrinin âlimlerini dolaşırdım.
Bazan iki veya üç hadis bulur, ona getirirdim. O, hadislerin kimisine “Bu sahih değildir” veya “Mâruf değil»dir derdi. Ben de ona “Senin görüşüne uygun olduğu halde, bunların illetini nasıl biliyorsun?” derdim, bana: “Ben Küfe ulemâsının bütün ilmini bilirim” cevabını verirdi/’
Kûfe’ye sahabeden binbeşyüz kişi gelmiş ve burayı ilimle doldurmuşlardır. Hattâ Ali b. Ebî Tâlib’in şehâdetiyle, burayı sadece İbn Mes’ûd’un ilmi doldurmuştur. el- Müsned, I. 405’de, İbn Mes’ûd’dan onun ashabını topladığı ve onlara “Vallahi ben öyle ümid ediyorum ki, şu anda içinizde; Din, fıkıh ve Kur’ân ilminde, diğer İslâm beldelerindeki âlimlerden daha üstün kimseler yetişmiş durumdadır.” dediği nakledilmiştir.
el-Hâkim de, “Ma’rifetu Ulûmi’l-Hadis” adlı eserinin 240. sayfasında, 49. olarak ayrı bir ilim dalı tesbit etmiş ve müteakiben: “İlimlerden bu nevi; Tabiîn ve daha sonrakilerden hadîsleri ezber ve müzâkereye, kendileriyle ve isimleriyle teberrük edilmeye lâyık, şark ve garbın meşhur sika imamlarını bilmektir.” başlığıyla husûsi bir kısım ayırmış ve Medîne-i Münevvere’den kırk, Mekke-i Mükerreme’den yirmibir ve Küfe’den ikiyüzbir râviyi zikretmiş, bunlar arasında Ebû Hanife’yi de saymıştır.
Ebû Hanîfe, hem kendi ifadesiyle, hem de başkalarının şehâdetiyle Küfe âlimlerinin bütün ilimlerini toplamıştır. el-Buhârî (194-256)’nin Sahih’inde zikrettiği şeyhlerinden Yahya b. Âdem (v. 203) şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe, beldesinin bütün hadislerini toplamış ve vefatına kadar bunları tedkik etmeğe devam etmiştir.”
es-Sayrnarî “Ahbâru Ebî Hanifete ve Ashâbihi” adlı eserinde, senediyle birlikte, el-Hasen b. Salih (100-199) en -Sika, takılı ve âbidlerdendir- onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ebû Hanîfe (80-150), hadîslerin nâsih ve mensûhunu çok sıkı araştırır ve Rasûlullah ve ashabından rivayet edilen, sahih olduğunu gördüğü hadîslerle amel ederdi. Kûfe’lilerin rivayet ettiği hadîsleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi. Bulunduğu beldenin âlimlerinin amel etmekte olduğu hususlara uymakta titizlik gösterirdi. O, “Kur’an’ın nâsuhu ve mensûhu vardır; keza hadisin de nâsihi ve mensûhu vardır.” derdi. Vefatına kadar Rasûlullahın en son amel edegeldiği hususlardan Kûfe’ye neler intikâl etmişse, Ebû Hanife onları bilirdi.”
Rasûlullahın vefatından önce, en son amel etmekte olduğu hükümleri bilmenin ehemmiyetini öğrenmek için; el- Hatib’in el-Fakih ve’l-Mutefakkih, 1.222’de Yahya b. Âdem (v. 203)’ den naklettiği şu söze bakmak gerekir: Yahya b Âdem şöyle demiştir: “Rasûlullahın sözü varken başkasının sözüne ihtiyaç yoktur. Ancak Rasûlullahın vefatı esnasında bu şekilde amel ettiği bilinsin diye, “Rasûlullahın, Ebûbekr ve Ömer’in sünneti” denilirdi.”
İmam Ebû Hanife’nin ilmi, sadece beldesinin hadîslerine münhasır kalmamıştır. Üstelik o, Hicazlıların rivayetlerini de tamamen biliyordu. Bu rivayetlere; Yezid b Ömer b. Hubeyre’nin, istemediği halde onun zorla kadılık vazifesini deruhte etmesinde ısrarının neticesi Küfe’den ayrılıp Mekke’ye yerleştiği zaman, muttali olmuştur. Onun Mekke’ye geliş tarihi H. 130 senesidir. Sultan Ebû Ca’fer el- Mansûr 136 senesinde başa geçinceye kadar Kûfe’ye dönmemiştir. Bu müddet, bir müctehidin hayâtında ve Mekke gibi, her sene hacca gelen âlimlerin ve muhaddislerin mel-cei olan ilmi bir muhit için, kısa sayılmaz.
Buna, onun menâkıbıyla ilgili eserlerde zikredildiği- ne göre, ellibeş defa haccettiği de ilâve edilmelidir. Her seferinde o, Mekke, Medine ve diğer İslâm beldelerinin âlimleriyle görüşüyordu. Bundan dolayıdır ki, es-Sâlihi nin Ukûdu’l-Cumân, s. 64-87’de zikrettiği onun şeyhleri arasında Mekke’li Medine’li ve diğer şehirlerden pekçok isim görürsün.
Az önce el Hâkim’in Ebû Hanîfe’yi Küfeli râviler; “Tabiîn ve sonrakilerden, hadisi ezber ve müzârekeye, kendileriyle ve isimleriyle teberrük edilmeğe lâyık, şark ve garbın meşhur sika imamları” arasında zikrettiğini görmüştük. Malumdur ki, bir kimsenin hadîsi, ezberlenmek ve müzakere için, ancak o kimse çok rivayet eden birisi olduğu zaman toplanır.
İmam Ebû Hanîfe (80-150) icâzeten rivayeti caiz görmezdi. Bu görüş, cerh ve ta’dil ilminde zamanının imamı olan Şu’be b. el-Haccâc (82-160)’dan da nakledilmiştir. Şu’be bu meselede şöyle demektedir: “Eğer icazetle rivayet caiz olacak olsa, rıhle (hadîs talebi için yapılan seyahatler) ortadan kalkardı.” Hadîs taleb ederek seyahatlara çıkmak şart olduğuna göre, Ebû Hanîfe sadece kendi beldesinin râvilerinden hadîs almakla nasıl iktifa edebilir?
Bu konuda daha pekçok şey söylenebilir, lâkin bu münasebetle burada zikrettiklerimden fazlasına lüzum görmüyorum. İmam Ebû Hanife’nin çeşitli yönlerinden bu yönünü, Allâme, muhakkik, hafız, fakih Şeyh Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tehânevî (v. 1394 H) “İncâu’l-Vatan ani’l-İzdirâi bi-İmâmi’z-Zemen” adlı eserinde geniş bir şekilde ele almıştır. Bu eserde, başka yerde birarada bulunması mümkün olmayan nakiller yer almıştır.
Bazı seviyesizler, artık bundan sonra da hâlâ bu imam hakkında söz söylemeğe cür’et etmeğe devam edecekler midir?
Bütün bunlarla beraber, hepimiz kabul ediyoruz ki; Bu büyüklüğüne rağmen, ne Ebû Hanife ne de eş-Şâfiî, hadislerin hepsini tamamen ihâtâ etmiş değillerdi. Her biri zamanında tek olmalarına rağmen Mâlik (95-179), Ahmed (164-241), es-Sevri (97-161), el-Leys b. Sa’d (94-175) ve el Evzaî (88-157) -Allah hepsinden razı olsun- hakkında söylenecek olan da budur.
Bazı imamların, sünnetin pek az bir kısmına muttali olamadıklarını gösteren birkaç misal vermekte beis görmüyorum:
— İmam Ebû Hanîfe (80-150), bir kimse birşeyi vakfettiği zaman, o kimsenin vakfa riâyetinin şart olmadığını ve bundan dönmesinin caiz olduğunu, ancak vakıf vasiyet yoluyla veya kâdının hükmü ile olursa bunun müstesna olduğunu söylemiştir. İmam, vakfa riâyetin şart oluşuna dâir herhangi bir rivayete muttali olamamıştır.
Bu meselede, bütün ashabı ve diğer imamlar ona muhalefet etmişler ve vakfa riâyet etmenin şart olduğunu söylemişlerdir. Hanefî mezhebinde fetva, Ebû Yûsuf ve Mu- hammed (I.29-187)’in “Vakfın icrası şarttır (ondan dönülemez)” görüşü üzre verilmiştir.
İsâ b. Ebân (v. 220)’da şöyle demiştir: “Ebû Yûsuf (113- 182) Bağdad’a geldiğinde, İsmail b. Uleyye (110-193) kendisine, İbn Avn-Nâfî-İbn Ömer tarikıyla, Hz. Ömer’in Hayberden hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivayetini nakledesiye kadar, vakıfların satılmasının caiz oldağunu söyleyen Ebû Hanıfe’nin görüşündeydi- Ibn Yûsuf (113-18.:) bu rivayeti duyunca, “Bu, muhalefet edilmedi mümkün olmayan birşey! Eğer Ebu Hanife bunu duymuş olsaydı, onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi.” demiştir.
İbn Ebî Hatim er-Râzî (240-327), el-Cerhu ve’t ta’dıl’inin mukaddimesinde (s. 31) senediyle, İmam Mâlikin en önde gelen ashabından olan Abdullah b. Velıb (v. I97)’den şunu ri vayet etmiştir. îbn Vehb şöyle demiştir: “Mâlik (93 179)’e, abdest alırken ayak parmaklarının arası açılarak yıkanmasının hükmü soruldu, Mâlik, “Şart değildir” dedi, ben de ses çıkarmadım. Sonra onun yanındakiler dağılıp gidince Malik’e: Elimizde bu meseleyle ilgili bir hadîs vardır.” dedim. Malik Nedir o?” dedi. Ben, “Bize el-Leys b. Sa’d ve İbn Lehf a ve Amr b. Haris (üçü de) Yezid b. Anır el-Ma’âfiri den, o da Ebû Abdirrahman el Habeliden, o da el-Mustevrid b. Şeddûd el-Kuraşi’den, onun “Rasûlullah’ın, elinin küçük parmağıyla ayak parmaklarını araladığını gördüm.” dediğini rivayet etti.” dedim. Mâlik, “Bu hasen (makbul) bir hadîs. Şu âna kadar bunu duymuş değildim.” dedi. Sonra Mâlik’e bu mesele sorulduğunda, ayak parmaklarının aralanmasını emrettiğini duydum.”
el-Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfii, I. 528’de, İmam Ah- med b, Hanbel (164-241)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “eş-Şâfiî (150-204) bize, “Siz hadis ve ricali konusunda benden daha bilgilisiniz. Sahîh bir hadis olduğu zaman, (râvileri) ister Kufi ister Basri ister Şâmî olsun, bana haber verin ki, o hadisin hükmüne tâbi olayım.” dedi.”
İbnu’l-Kayyım’ın Kitâbu’r-Rûh’unda (s. 13) şöyle denmektedir: el-Hallâl (v.321), “el-Câmi”‘inin “Kitâbu’l-Kıraati inde’l-Kubûr” kısmında şöyle demiştir: ”Bize el-Abbâs b. Muhammed ed-Dûri, Yahya b. Maîn’den, o Mubeşşir el-Halebrden, o da Abdurrahman b. el-Alâ b. el- Leclâc’dan, o da babasından tahdîs etti. Babası şöyle demiştir: Ben öldüğüm zaman beni kabre koy ve “Bismillâhi ve alâ Sünneti Rasûlillahi”de ve toprağımı güzelce düzelt, sonra başucumda Bakara’nın baş tarafını oku, çünkü ben Abdullah b. Ömer’in böyle dediğini işittim.”
el-Abbâs ed-Dûri (v. 271) demiştir ki: Ahmed b. Hanbel (164 – 241)’e “Kabrin başında Kur’an okunmasına dair bir rivayet biliyor musun?” diye sordum, “Hayır” dedi. Yahya b. Main (161 -234)’e sordum, o bana bu hadisi rivayet etti.
el-Hallâl da şöyle demiştir: Bana el-Hasen b. Ahmed el-Verrâk, Ali b. Mûsâ el-Haddâd’ın -ki sadûk bir kimseydi- şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ahmed b. Hanbel (164- 241) ve Muhammed b. Kudâme el-Cevherî (v. 237), bir cenazedeydiler, ölü defnedilince, âmâ bir adam kabrin başında Kur’an okumağa başladı. Ahmed adama, “Bana bak, kabrin başında Kur’an okumak bid’attir.” dedi. Kabristandan çıktığımızda, Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’e, “Ey Ebû Abdillah, Mubeşşir el Halebî (v. 200) hakkında ne dersin? Ondan hiç hadis yazdın mı?” dedi, Ahmed “Evet” dedi. Bunun üzerine “O halde, Mubeşşir bana Abdurrahman b. el-Leclâc’dan, o da babasından, babasının, kabre defnedildiği zaman kabri başında Bakara sûresinin baş ve son kısımlarının okunmasını vasiyet ettiğini ve îbn Ömer’in böyle vasiyet ettiğini işittiğini” rivayet etti” dedim.
Ahmed b. Hanbel ona, “Dön de, o adama Kur’an okumanın caiz olduğunu söyle” dedi.
Bunlar, nâdir olmakla beraber, imamların bazı hadîslerden haberleri olmadığına ve hayatlarında veya vefatlarından sonra, ashabından bazılarının, onların bu durumlarına göz yummayarak, bunu tashih ettiklerine; bir kimsenin sünneti tamamen ihata edemiyeceğine dâir misallerdir. Kemâl sıfatı ancak Allah’a mahsustur.
Bu ihtilâf sebebi ile ilgili bazı şüpheler vardır ki, onlara inşâallah temas edeceğim. Ancak onlara geçmeden önce, bazılarının aklıma gelen bir suâli cevaplandıracağım.
Suâl şudur: Niye bu sebebi, sonuncu sırada zikrettin?
Cevap: Ben bunu, bilerek, kasden yaptım. Ayrıca pek- çok kimsenin konuşmalarında, yazılarında bu sebebi zikrettiklerini, bunu ihtilâf sebeplerinin birincisi kabul ettiklerini ve imamlardan birinin bir hadisi terk ettiklerini gördükleri zaman hemen ‘İmam bu hadisi görmemiştir. Eğer görmüş olsaydı, onun hükmünü kabul ederdi. Görmemiştir, çünkü bir kimsenin, sünnetin tamâmını tek başına bilmesi mümkün değildir.” dediklerini bildiğim için zikrettim.
Fakat iki şeyden dolayı, bu kimselere hâlâ hayret ederim:
Birincisi: Onlar imamın bir hadîsi görmediğine ve dolayısıyla ona muhalif bir görüşe sahip olduğuna dâir küçük bile olsa, bir delil elde etmek için, o imamın bütün eserlerini noksansız gözden geçirmiş değillerdir. İlim ehlinden bazılarının: “Ebû Hanîfe “Fâtiha’sız namaz olmaz” hadîsini görmemiştir.” dediğini işittim. Halbuki Ebû Hanîfe bunu, defalarca basılmış, şerhedilmiş, elimizde mevcud meşhur “el-Müsned”inde rivayet etmiştir.
Eğer bu iddiada bulunan, imamın bütün eserlerini tamamen inceleyip de, eserlerde bu hadisin aynısını bulamamış olsaydı bile, yine de imamın bu hadisi bilmediğini söylemesi caiz olmazdı. Bir baksana, sahih bir hadisi Buhâri ve Müslim’in eserlerinde arasan ve bulamasan, bu imamların bu hadîsi görmediklerini söylemen doğru olur mu? Eğer söylüyorsan, o zaman senin ne büyük ilmin var? Ne büyük imamsın sen!!!
İkincisi: Bir imamın bir hadise muttali olmadığını söyleyen, sâdece kafadan konuşmaktadır ve müslümanların imamlarından biri hakkında, bilgiye, delil ve burhana dayanmaksızın söz söylemektedir. “Bu hadîsi ben görmedim” diye sanki imamın kendisi mi söylemiştir!?
Dolayısıyla, bu sebebin son olarak zikredilmesi; ilim mantığının ve imamlara karşı gösterilmesi gereken İslâmi terbiyenin gereği olan tabiî bir durumdur
Zekî bir müslüman, önce kendini itham eder ve imamlara dil uzatıp, kendisinin muttalî olduğu bir hadisi görmediklerini söyleyerek onları itham etmez.
İmam es-Subkî (683-756)/nin “Ma’nâ Kavli’l-İmâmi’l- Muttalibi”, (s. 99)’da, İmam Ahmed b. Hanbel 4164- 241)’den naklettiği şu rivayetin güzelliğine bakınız:
es-Subki der ki: Ebû Eyyûb Hamid (Humeyd) b. Ahmed el-Basri şöyle demiştir: “Ahmed b. Hanbel’in yanında bir meseleyi görüşüyorduk. Birisi Ahmed’e: “Ey Ebû Abdillah, bu konuda sahih bir hadîs yoktur.” dedi. Ahmed ona: “Eğer bu konuda sahih bir hadis yoksa eş Şafiî (150- 204)’nin görüşü var. Onun delili bu konudaki en sağlam şeydir.” dedi.
Sonra İmam Ahmed sözüne devam etmiş ve adama, kendisiyle eş-Şâfii arasında geçen bir kıssayı anlatmıştır. Bu, eş-Şâfii bir görüş ileri sürdüğü zaman onun, mutlaka sünnetten bir delile dayanmış olduğunu fakat bu delilin, hem de kime, İmam Ahmed gibi birine kapalı kalmış olduğunu gösterir.
İmam Ahmed şöyle demiştir: “eş-Şâfii’ye “Şu meselede ne diyorsun?” dedim, bunun üzerine eş-Şâfii bu konuda bir hadîs söyledi ki, hadîs tam bir nass idi.” Yani: eş-Şâfii nin görüşüne o derece açık bir şekilde delâlet ediyordu ki, hadisin lafzının başka bir mânâya gelme ihtimâli yoktu.
İmam Ahmed, bu kadar yüksek bir edeb sahibi olursa, her müslümanın aynı şekilde davranması evleviyetle gerekir. Alah bizi, bütün hayırlara muvaffak kılsın.
Bu sonuncu sebeple ilgili olarak ortaya atılan şüphelere gelince, bunlar şunlardır:
1- Bir kimse şöyle diyebilir: İmamların bazı hadisleri görmediğini delillerle gösterdiğine göre, buna bakarak onlar hakkında “Yine bu meselede, o imamın başka şeyleri, keza üçüncü ve dördüncü ilah… meselede başka şeyleri görmemiş olması da mümkündür.” denebilir. “O halde, bir meselede mutmain olabilmemiz için delili kendimiz araştırmalıyız.” denebilir.
Cevab: İmamın görmemiş olduğu şeyler, nâdir ve az olup, ashabı da onun bu noksanlığını tamamlamış; Ebû Hanîfe’nin ashabından Ebû Yûsuf (113-82) ve Muhammed (129-187); eş-Şâfii’nin ashabından el-Muzenî (v. 264) ve el Buveyti (v. 231); Mâlik’in ashabından Eşheb (140-204) ve İbn el Kasım (v. 191); keza Ahmed (164-241)’in de ashabından bunlar gibi bir grup imam, kendi mezheblerini tamamlamışlar ve bu suretle, bu mezhebler iyice oturmuştur.
O, İslâmın altın çağında yaşamış müctehid bir imam iken yine de pek az bazı şeyleri görememişse, son saflarda bulunan bir mukallid, ana meselelerle ilgili pekçok şeyi haydi haydi göremez.
İmam, nâdir olduğu için misâl vermesi bile zor olan pek az meselede, bazı şeyleri göremediği zaman; nâdir 0lan bir hükmü, bütün meselelere teşmil etmek, akıl ve ilim mantığına sığmaz. Bilakis mantık, küll’ün hükmünün nâdir olanlara teşmil edilmesini gerektirir.
Yâni biz, “İmam bu hadîsi görmemiş ve falan meselede şu hükmü vermiştir. Onun şu hadîsi görmemiş olması da muhtemeldir. Bu sebeple falan meselede de şu hükmü vermiştir. Bu şekilde bu ihtimâl, imamın ictihadlarının tamâmı için mevzûu bahistir. Binâenaleyh biz, imamlardan ayrı olarak kendimiz yeni bir fıkıh tesis etmeliyiz. Çünkü bu ihtimâl karşısında imamlar arasında fark yoktur.” diyemeyiz.
Bilâkis şöyle dememiz gerekir: “İmam falan meselenin deliline muttali olmuş ve o delile göre hüküm vermiştir. İkinci bir meselede de, onun deliline muttali olmuş ve o hükme varmıştır. İşte onbinlerce meselede durum bu şekildedir.Bu meseleye gelince -onbinlerce meseleden sadece bir tanesidir- onun deliline muttali olamamıştır.” deriz ve imamın başka delillere muttali olduğunu bildiğimiz için, burada durur, daha fazla birşey söylemeyiz. Bu durum sayılamayacak kadar çoktur.
2- Bazıları da şöyle demektedir: Bugün hadis kitapları pek çoktur. Bugünkü araştırıcılar, geçmişte eskilerin elinde mevcud olandan daha çok sayıda hadislere sahiptir. Bu kitapların çeşitli fihristlerle birlikte basılması neticesinde, bu eserlerden istifâde imkânı, eskilere nisbetle daha çoktur. Bu sebeple bu eserlere başvurarak, orada sabit olan hükümleri alıp, diğerlerini terketmek; orada delili olan fıkhi hükümleri tesbît edip, delili olmayanlarından ayırmak kolaylaşmış olacaktır.
Bunun cevâbı birkaç noktadan verilebilir:
a– Bugün en büyük hadîs kitabı, el-Muttakî el Hindî’nin “Kenzu’l-Ummâl”idir. Bu eserde kırkaltıbin hadîs vardır. Ancak bu eserden, yukarıdaki sözü söyleyenin anlattığı şekilde istifâde etmek mümkün değildir. Çünkü kaynakların çoğuna müracaat edip, hadîsin senedinin tedkiki mümkün değildir. O takdirde iş, hadislerin senedlerinin bilinmesine bağlıdır.
b– Kenzu’l-Ummâl’deki hadîslerin sayısı, müctehid imamlarının işittikleri ve kendilerinden nakledilmiş olan hadîslerin sayısından çok daha azdır. İmam Ebû Hanîfe’nin, zikretmedikleri bir yana, sâdece eserlerinde zikrettiği hadîslerin sayısının yetmiş küsur bin olduğu önceki sayfalarda geçmişti. Yine orada, imam’ın “el-Asâr” adlı eserini kırk- bin hadisten seçerek meydana getirdiğini zikretmiştik.
Daha önceki sayfalarda da, İbnu’l-Heyyâb’dan İmâm Mâlik’in işitip de rivayet etmedikleri hâriç, yüzbin hadîs rivayet ettiği de geçmişti. İmam Ahmed (164-241)’in, el-Müsned adlı eserini yediyüzellibin hadisten seçtiği meşhurdur.
İ’Iâmu’l-Muvakkı’în, I. 45’de zikredildiğine göre, birisi imam Ahmed’e “Bir kimse yüzbin hadis ezberlerse fakih olmuş olur mu?” diye sormuş, imam da “Hayır (fakih olmuş olmaz)” demiş, adam “îkiyüzbin hadis ezberlerse?” diye sormuş, yine “Hayır” demiş, “Üçyüzbin ezberlerse?” diye sormuş, yine “Hayır” demiş, “Dörtyüzbin hadis ezberlerse?” diye sorunca, imam eliyle “Şöyle böyle”, yani, “Eh, böyle bir kimse belki insanlara fetva veren müctehid bir fakih olabilir.” mânâsına eliyle işaret etmiştir.
Gerçi bu büyük mikdarlar içersine; mevkuf, maktu’, mükerrer isnadlı hadislerin dâhil olduğunu inkâr etmiyor.Lâkin mevkuf rivayetlerle, mükerrer isnadlı rivayetle- bu gibi mükerrer isnadlı hadîslerden herbirinin lafzı değişik olmaktan hâli değildir- hadîsi anlama ve ondan istifâde etmede büyük rolü olduğu için, yine de büyük bir fark mevcuttur.
c- Bu kadar çok hadîsin mevcud olduğunu farzetsek bile, diğer ihtilaf sebepleri mevcud olmağa devam ettiği müddetçe, imamlar arasındaki ihtilâflar ortadan kalkmaz ve devam eder. Diğer ihtilâf sebeplerinin, imamların ihtilâfındaki rolü, bahsetmekte olduğumuz dördüncü sebepten çok daha büyüktür.
d– Yine, mevcud hadîslerin ictihâd için kâfî olduğunu farzetsek büe, hadislerin çok olması, ictihad için tek başma yeterli değildir. Peki, ictihâd için gerekli diğer şartlar nerede? Ki bunlar da; usûl ile ilgili kendi tercih ettiği hükümleri ve kaideleri koyabilmesi için, müctehidin bütün İslâm ilimlerinde: Usûlu’d-Dîn (Tevhid), Tefsir, Fıkıh ve fıkıh usûlünde imam olmasıdır. Onun, başkasının usûl prensiplerine dayanması caiz değildir. Şayet dayanacak olursa, ictihad iddiasında bulunduğu, halde, mukallid olmuş olur. Ayrıca, arapçanın muhtelif dallarında; Nahiv, Sarf, Lügat, îştikâk’da ve Maânî, Beyân ve Bedi’ gibi belagat ilimlerinde de imam olması gerekir.
Ayrıca, ibâdet, takva, verâ’, zühd, nefis tezkiyesi gibi sâlih amellerle ve İslâm dininin kemâlâtıyla mutasıf olması ve bu sahada da imam olması gerekir.
et-Taberâni nin “el-Mu’cemu’l-Evsat”ında Hz. Ali’den rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah bu hususa dikkat çekmiştir. Hz. Ali, “Yâ Rasûlullah, bir meseleyle karşılaştığımızda, bununla ilgili bir emir veya nehiy bulamazsak, ne yapmamızı emredersiniz?” demiş, Rasûlullah da “O meselede, fakîhlere ve âbidlere danışın. Bir tek görüşe göre amel etmeyin.” cevabını vermiştir. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’inde (1.178) bu hadîsin râvilerinin; rivayetleri sahih sika kimseler olduğunu söylemiştir, es Suyûtî de, Miftâhu’l-Cenne, s. 40’da, bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir..
Rasûlullah bu hadisinde, ilim ve anlayış yanında ibâdetin de şart olduğuna işaret ederek “Fâkihlere ve âbidlere…” buyurmuştur.
ed-Dârimi’nin es-Sünen’inde (I. 49) mürsel olarak rivayet ettiği şu hadis de bu mânâyı desteklemektedir. Rasûlullaha, Kitâb ve Sünnette cevâbı bulunmayan, sonradan ortaya çıkacak meselelerde nasıl bir yol takib edileceği soruldu, “O meselede mü’minlerin âbidlerine müracaat edilir.” dedi.
en-Nesâî, es-Sünen’inde (VIII. 230) İbn Mes’ûd’dan, onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bizim hüküm verme durumunda olmadığımız bir zaman geçti, sonra Allah (c.c.) bizim, gördüğünüz mevkie erişmemizi takdir etti. Bugünden itibaren, içinizden her kim hüküm verme mevkiinde bulunursa, Allah’ın Kitâb’ıyla hükmetsin. Eğer hükmü Kur’an’da bulunmayan bir meseleyle karşılaşırsa, Rasûlünün hükmettiği ile hükmetsin. Şayet hükmü Kur’an ve Sünnet’te bulunmayan bir meseleyle karşılaşırsa,sâlihlerin verdiği hükme uysun. Eğer ne Kur’an ve Sünnet’te hükmü bulunan, ne de sâlihlerin hüküm verdi-ği bir mesele ortaya çıkarsa, kendisi ictihâd etsin, “Ben korkarım’ demesin. Helâl bellidir, haram bellidir, bunun dışındakiler şüphelilerdir. Şüphelileri bırak, şüpheli olmayana sarıl.” Ebû Abdirrahman, yani İmam en-Nesâî, “Bu hadis son derece sağlamdır (Ceyyidun ceyyidun)” demiştir.
Sonra senediyle, Ömer b. el-Hattâb’ın, Kadı Şurayh (v. 80)’a gönderdiği mektubu rivayet etmiştir ki, o mektup da tamamen bu mânâdadır.
Meşhur sika râvîlerden ve Ebû Hanîfe (80-150)’nin has tilmizi olmada Ebû Yûsuf (113-182)’un arkadaşı Hafs b. Ğıyâs (117-177)’ın verdiği hükümleri tedkik ettiği zaman Ebû Yusuf şöyle demiştir: “Hafs ve emsalleri, geceleri çok namaz kılmakla (İlâhi) yardıma mazhâr olurlar.” Gece ibâdeti sâlihlerin şiarıdır. Bir defasında da, “Hafs Allah’ın rızâsını gözetmiş, Allah da onu muvaffak kılmıştır”; diğer bir rivayette de, “Gece ibâdetinden dolayı Allah onu muvaffak kılmıştır.” demiştir.
Tezkiratu’l-Huffâz, s. 526 ve Tehzîbu’t-Tehzib, VI. 448’de kendisinin ashabından Abdulvahhab b. Abdilha kem el-Verrâk (v. 250) hakkında Ahmed b. Hanbel (164- 241): “Salih bir adam. Bunun gibisini Allah, hakka isabet etmeğe muvaffak kılar.” demiştir.
Hattâ onlar, ilme; salâh, ibâdet, haşyet ve zühd gibi sıfatlarla muttasıf olarak başlamak için, ilim öğrenmeğe başlamadan önce, Allah’a çokça ibâdetle meşgul oluyorlardı. İbn Ebî Hatim, el-Cerhu ve’t-Ta’dil’inin mukaddimesinde (s. 95) İmam, müctehid Sufyân es-Sevrî (97-161 )’nin, “Bir kimse ilim öğrenmek istediğinde, başlamadan önce yirmi sene ibadetle meşgul olurdu.” dediğini rivayet etmiştir.
3- Bu sebeple ilgili son şüphe de şudur: Onlardan bazısı şöyle demektedir: Eğer müctehid imamların hepsi de sünnete tamamen muttali olmuş olsalardı, onların biri bile, herhangi bir meselede, zayıf bir hadîsi delil olarak kullanmaz ve bu imama muhalif olan başka bir imamın elinde, bu zayıf hadise mukabil sahih bir hadis bulunmazdı. Çünkü sahîh hadîs olunca zayıfına ihtiyaç kalmaz. İmamın zayıf hadîsi delil Olarak kullanması, onun bu sahih hadîsi görmediğine delâlet eder.
Bunun cevabı şudur: İmamlar sünnete tamamen muttali olmuşlardır. Onların hayatlarını, araştırıcı bir gözle, insaflı ve kalbi onlarla ilgili şüphelerden ve ve onları küçük görmekten uzak olarak inceleyen bir kimse, bunun böyle olduğunu görecektir.
İmamların, kırkaltabin küsur muhalif sahîh hadisler bulunduğu halde, zayıf hadîslerle istidlal etmesine gelince, insaf sahibi herkes bilir ki, bu sözde mugalâta vardır ve hakikat tersyüz edilmiştir. Bunu açıklamak için, birkaç i nokta üzerinde durulması gerekir.
Birinci nokta: Bir mezhep imamının dayandığı deliller. sadece o mezhebin fakîhlerinin kitaplarında, o mezhebin delili olarak zikrettikleri hadîslerden ibaret değildir. Evet, çoğu zaman mezheb imamının delil olarak kullandığı hadisi zikretmekte, mezheb imamıyla müttefiktirler. Fakat bu muvafakat, imamın tercih etmiş olduğu görüşün delili olarak zikrettikleri her hadîse şâmil değildir.
Zikrettikleri fıkhi hüküm, o imamın verdiği hükümdür; Lâkin çoğu zaman, delil imamın delili değildir. Bu sadece, o müellifin, imamının verdiği hükme uygun bulduğu ve o hükmün delili olarak zikrettiği bir hadîstir. Mezheb imamının ise başka bir delîli vardır ki, onu en iyi Allah bilir.
Bu mülâhaza, ençok Hanefi mezhebi için geçerlidir. Çünkü Ebû Hanîfe fıkhını ve delillerini bizzat kendisi tedvin etmemiştir. İmam Mâlik ve Ahmed’in de durumu hemen hemen budur. İmam eş-Şâfii de el-Umm adlı eserinde fıkhının ve delillerinin ancak az bir kısmını zikretmiştir.
Meselâ Hanefî, el-Merğinânî (v. 593)’nin el-Hidâye’sinde; Şafiî, eş-Şirâzî (393-476)’nin el-Muhezzeb’inde; Mâliki İbn Ebi Zeyd eİ-Kayravâni (v. 386)’nin er-Risâle’sinde ve Hanbelî İbn Kudâme (v. 620)’nin el-Muğni sinde ve diğer kitaplardaki pekçok hadis, aslında o mezhebin imamının delili değildir.
Mezhebin kitaplarından birinin hadîslerini tahric etmiş olan bazıları, mezheplerden birisine noksan isnâd etme hatâsma düşmüşlerdir. Çünkü onlar, bu kitabın hadislerinin çoğu hakkında muhaddislerin, “Mevzu bir hadistir, zayıf bir hadîstir, merfû olarak böyle bir hadîs bilinmemektedir…” dediklerini görmüş ve bu hadislerin bizzat mezheb imamının delili olduğunu zannetmişlerdir. Mevzu hadislerle istidlal eder, mevkuf ve maktu hadisleri ref ederse, onun Allahın şeriatında imam ve müctehid olduğunu nasıl kabul edebiliriz ki!?
İkinci nokta: Bazan fakîh, bir delili zikreder ve delîl hakîkaten imamının da delilidir. Sonra bir muhaddis, mezheb imamlarından sonra yaşamış muhaddislerin kitaplarından; Süneni Erbaa, Müsnedler ve Mu’cemler v.s. kitaplardan o hadisi bulur ve bu müctehid imam bu hadîsi, kendine has bir isnadla, delîl olarak kullanılmağa elverişli sahih bir senedle rivayet etmiş olduğu halde, o kimse bu kitaplardaki isnadlara bakarak o hadisin zayıf veya mevzu I olduğuna hükmeder ve tabii o zaman, bu hadis de delil olarak kullanılmağa elverişli olmayacaktır.
Her kim hadisi, Ashâb-ı Tahrîc’in itimâd ettikleri, elde mütedâvil hadis kitaplarındaki, muhaddislere aid tariklerden incelerse; hadîsin delil olmağa elverişli olmadığını görür ve imamı kötülemeğe, ayıplamağa girişir ve içinde gizlediklerini ağzından kaçırır.
Her kim de o hadîsi hakkıyla araştırır, bizzat mezheb imamlarının kitaplarında arar ve -eğer bize kadar gelmişse- bulursa, onun sahîh ve delil olarak kullanılmağa elverişli olduğunu görür ve hakimin hakkını teslim eder, imamların gerçekten imam olduğunu kabul ederek onlara boyun eğer, onları kötüleyenlere de aksini yapar.
Şimdi bunun misâllerini görelim:
Fethu’l-Kadir şerhi ile birlikte bulunan el-Hidâye’de (IV. 139) el-Merğinâni (v. 593) “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” hadîsini zikretmiş ve merfû olduğunu söylemiştir. ez-Zeylai de bunu Nasbu’ r-Râye’de (III. 333) senedindeki inkıta’ ile birlikte Hz. Ömer’in ve ayrıca Muaz b. Cebel, İbn Mes’ûd ve Ukbe b. Amir’in sözü olarak tahric etmiştir. Bunlara varan isnadda İbn Ebî Ferve vardır ki, metruk bir râvidir. Aynı sözü, ez-Zuhrî’nin sözü olarak da rivayet etmiştir. ez-Zuhrî (50-124) Tâbiîndendir ve sözü (şer’i bir) delil olamaz.
İbn Hazm (v. 457) bu hadîsin merfû olduğunu kabul etmediğinden, el-Muhallâ’da, (XI. 152,153) ona ve bu hadîsle amel eden fakîhlere sert bir dille çatmış ve âdeti olduğu üzre, uzun uzun yazıp çizmiştir.
el-Kemâl b. el Hümâm (v. 861)’da Fethu’l-Kadir’de ona cevab vermiş ve hadîsin manasının doğruluğunu,Sahihayn’daki bazı hadîslerle ispat etmiş ve şöyle demiştir: “Rasûlullah’tan ve Ashâb’tan rivayet edilenler incelendiginde, bu mesele kesin bir şekilde hallolur. Nitekim Rasûlullah’ın zinasını ikrar ettikten sonra Mâiz’e “Herhalde sen onu öptün, belki de sadece temas edip dokundun/’dediğini ve her seferinde onun “Evet Öyle” demesini kendisine telkin ettiğini biliyoruz. Bunun; Mâiz bu “Evet öyle”sözünü söyleyince bırakılmasından başka mânâsı ve fay-dası yoktur. Aksi takdirde bu sözler, faydasız ve mânâsız olurdu.
Rasûlullah (s.a.v.), borcunu îtirâf edene, “Belki de sende emânet idi de kaybolmuştur.” veya benzeri sözler söylememiştir. Hâsılı bütün bunlardan, had cezalarının şüphe karşısında kaldırılacağında, şüphe olmadığı anlaşümakta- dır. Bu, şer’an sabit olan kesin bir mânâdır. Bunda şüphe etmek, zaruri bir şeyde şüphe etmek demektir.”
Bu, nefis bir incelemedir. Bunun neticesi, hadisin sahih ve merfû bir tarikle sabit olduğunun ortaya konmuş olmasıdır. ‘
Bu, “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” hadisini, Ebû Hanîfe de Müsned’inde rivayet etmiştir. Müsned’in “Kitâbu’l-Hudûd”unun dördüncü hadisidir. (Bkz: Matbaatu Şeriketi’l-Matbûâti’l-İlmiyye tab’ı, s. 32) Ayrıca, Allâme es-Sünbühli (?) ‘nin Tensiku’n-Nizâm Şer- hu Musnedi’l-İmâm, adlı eserinin (Karaçi tab’ı) 157. sayfasında zikredilmiştir. Senedi şudur: Miksem (v. 101), İbn Abbâs’ın, “Rasûlullah (s.a.v.) “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” buyurdu.” dediğini rivayet etmiştir.”
Miksem sika’dır. Zamanında, Mısır’ın imamı Ah- gned b. Salih el-Mısrî (170-248), el-Iclî (182-261), Yâkub b. Sufyân (v. 277) ve ed-Dârakutni (306-385) onun sika oldunu söylemişlerdir, ibn Abbâs ise malum! Merfû olarak Abbâs a varan, bundan başka sahih bir isnâd yoktur.
Buradan anlıyoruz ki, mezheb imamlarının kendilerine has isnâdları vardır. Yine anlıyoruz ki, onların fıkhının hadîslerini, mümkün olduğu takdirde kendi eserlerinden tesbit etmek zaruridir. Eğer mümkün olmazsa, o hadîsleri diğer muhaddislerin eserlerinden ve bu muhaddislerin tahric ettikleri hadîslere bakıp, imamlar aleyhine hüküm vermemek ve bu hadîsleri, onların mezheblerinin zayıflığına delil saymamak şartıyla, tahric ederiz.
Ben bu mülâhazada, Allâme, Fakih Kasım b. Kutlu- boğa el-Cemâlfnin, “Munyetu’l-Elma’î fî-mâ Fâtemin Tahrîci’l-Hidâyeti li’z-Zeyla’î” adlı risalesinden faydalandım. Çünkü o, Nasbu’r-Râye’nin eksiklerini tamamladığı hadislerin çoğunu, Hanefî fıkhının gerek hadîs ve gerek fıkha dâir ana kaynaklarından çıkarmıştır.
Üçüncü nokta: Bazan, fakih imamların delili olan hadîslerin, ister kendilerine âid, ister muhaddisler tarikiyle olsun, isnadlarının zayıf oluşu doğru olabilir. Lâkin onların Kur’an ve Sünnet’ten veya ikisinden, bunları destekleyecek sayısız delilleri olur.
Bu mülahaza: İmam İbnu’l-Hümâm’ın, “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” Hadisinin zayıf olduğunu kabul etmekle beraber, hadisin mânâsını takviye etmede tâkib ettiği yol’dan çıkarılabilir.
Bu noktayı ortaya koyan diğer bir misâl de şudur: Fukahâ, İbn Abbâs’ın “Boşama hakkı, ancak kadınla evlilik münasebetinde bulunana (kocasına) aittir.” merfû hadîsiyle istidlal ederek, boşama hakkının erkeğe âid olduğunu söylemişlerdir. Bu hadîsi, İbn Mâce (1.672de) Yahya b. Bukeyr -İbn Lehfa- tarıkıyla rivayet etmiştir. İbn Lehfa zayıf ve muhtelit bir râvîdir. Hadîsi İbn Mâce’den başkası da rivayet etmiştir. O tarîkler de, zayıf râvilerden hâli değildir. Bu hadîs hakkında en fazla söylenebilecek olan şey, eş-Şevkâninin, Neyful Evtâr (VI. 253)’daki “Hadisin çeşitli tarîkleri birbirini takviye eder.” sözüdür ki, hadîsin hasen olduğunu söyleyenler de, bundan dolayı söylemişlerdir.
Bununla birlikte, hadisin zayıf olduğunu kabul etsek bile, onun delil olarak kullanılmasını tenkid etmemiz gerekmez. Çünkü o zayıf hadisi destekleyen ve boşama’yı kadına değil erkeğe izafe eden Kur’an âyetlerinden deliller vardır. Allah (c.c.) “Ey Peygamber (ve Ümmeti) kadınları boşadığınız zaman, onlan temizlik müddetleri içersinde boşayın. (Talâk 1)” ve “Kadınları boşadığınız zaman id- detleri tamamlanınca… (Bakara 231)” ve “Boşanmış kadın-
lar kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler… (Bakara 228)” buyurmuştur. Bunun benzerleri çoktur.
İbn el-Kayyım da buna işaret etmiş ve Zâdul-Ma’âd’da, “Rasûlullah’ın, boşama hakkının koca’nın elinde olup, başkasının hakkı olmadığına hükmettiğine dâir kısımda (ez- Zurkâni’nin Şerhu’l-Mevâhib’inin haşiyesinde, VII. 201’de) şöyle demiştir: “Zikredilen îbn Abbâs hadîsinin isnadında zayıflık varsa da, Kur’an onu desteklemektedir ve fakihler de bununla âmel edegelmişlerdir.”
Bu suretle hadis hüccet (delil) olur ve muhalefeti caiz olmaz.
Bazan fıkıh musannifları bir hükmün delilini zikrederler ve onu merfû bir hadîs olarak Rasûlullah’a nisbet ederler; muhaddisler ise bunu, Tâbiîn’den falan ve falanın sözü olarak tahrîc ederler, bunu gören de fıkhî hükmün ortadan kalktığını ve kökünden ilğâ edildiğini; binâenaleyh fakîhlerin fıkhı ile müctehidlerin içtihadının bâtıl olduğunu zanneder. Halbuki bu meselenin kati ve zan ile değil kesinlikle sabit bir delili vardır.
Bunun misâli, bazılarının öğle ve ikindinin farzında kıraatin kendi içinden yapılacağına ve yüksek sesle okunmayacağına dair istidlalidir. Onların bu konudaki delili, “Salâhı’n-Nehâri Acmâun=Gündüz kılman namazlar dilsiz (seşsiz)dir.” hadisidir. Halbuki hadis bâtıldır ve merfû olarak aslı yoktur. Bu sâdece, Mucâhid (21-100-4), Ebû Ubeyde b. Abdillah b. Mes’ûd (v. 80’den sonra) gibi bazı Tabiîlerin sözüdür. Bunu Hafız ez-Zeyla’i Nasbu’r-Râye de, II. cildin başmda ve es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene (s. 265, 266)’de ve bunun benzerini Abdurrazzak, el- Musannefinde (II. 493) el-Hasan el-Basri (32-110)’nin sözü olarak nakletmişlerdir.
Şu kadar var ki, bu, fıkhı hükmün bâtıl olmasını ve gündüz namazlarında açıktan kıraat etmeyi kendimize mubah kılmamızı gerektirmez. Çünkü bu hüküm, el- Buhâri’nin Habbâb b. el-Erati hadîsiyle sabittir. Habbâb’a (.a.) “Rasûlullah öğle ve ikindi namazlarında birşey okuyor muydu?” diye soruldu, “Evet” dedi. Biz, “Okuduğunu nereden anlıyordunuz?” dedik, “Sakalının oynamasından.” cevâbını verdi.
Sahihu Müslim’de de, Ebû Sa’îd el-Hudriden, onun şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullahın öğle ve ikindide kıyamda ne kadar durduğunu ölçtük: öğle namazının ilk iki rekatinde “Secde” sûresi okunacak kadar durduğunu, son iki rekatinde de bu müddetin yansı kadar durduğunu gördük…”
İkisi de Sahihayn’da bulunan bu hadîslerin, mezkûr hükmü desteklemesine; müslümanların bu hükmü nesilden nesile nakletmesini ve hiçbir itiraz görmeden onlar arasında yayılmış olmasını da ilâve etmek gerekir. Bütün bunlar kat’ıyyet ifade eder, o halde bu hükmün sahih oldugu; kendilerine uyulması veya görüşlerinin kabul edilmesi vâcib olmayan seleften bazılarının sözünden ibaret maktu’ bir hadis’e değil, sahih olduğu kat’î olan bir delile dayanan bir hükümdür.
Aslında zayıf, fakat hârici şâhid ve delillerle kuvvetlendirilmiş olan bu hadislerle istidlal edenler, sâdece, bu hadîslerin hükme açık bir şekilde delâlet etmelerinden dolayı istidlal etmiştir, yoksa onların zâti kuvvetlerinden dolayı değil.
Bütün bunların hulâsası şudur: Bugün elimizde mevcud fıkıh kitaplarında gördüğümüz zayıf ve benzeri hadîslerin kimisi bizzat imamın delilidir, kimisi de -ki bu pek çoktur- bunu delil olarak kabul eden müellifin istidlalleridir.
Hadislerin zayıf olması, bu hadîslere istinâd eden hükmün de zayıf olmasını gerektirmez. Çünkü bazen Kur’an âyetlerinden, bazen de kesinlikle sabit sahîh hadîslerden onu destekleyen deliller bulunur.
Dördüncü nokta: Bazan bir hadîsin, hem müctehi- de hem de muhaddislere aid tarikleri zayıf olur, onu sabit ve sahih kılacak deliller (şevâhid) de bulunmaz, lâkin imamın bununla, mezhebine uygun olarak istidlali; başka hadis bulunmadığı ve daha önce açıkladığım gibi, çok zayıf olmadığı zaman; zayıf hadîsle ihticâc etme kabilinden olur. Hadîsin zayıfı ise, re’y ve kıyastan hayırlıdır. Vallâhu a’lem.