Modern ve Tarihselci Aklın Kur’an Okumaları -2
…
- Kur’an Kıssaları
Öztürk, özetle, Kur’an kıssalarından asıl maksadın hidâyet olduğunu kabul etmekle beraber, kıssaların tarihi gerçekliklerinin önemli olmadığını, mucize kabilinden zikredilen bazı olayların salt tabiat hadisesinden ibaret olduğunu, aynı zamanda bazı kıssalarda mitolojik unsurlar bulunduğunu ve yine kısmen de olsa bunlardaki demitolojize girişiminin İlâhi vahye aykırı olamayacağını açıkça ifade etmektedir. Araştırmamızda bu ser- dedilen iddialar, alt başlıklarla izah ve reddedilecektir.
- Kıssaların Tarihi Gerçekliği
Öztürk bu konuda şöyle demektedir: “Kur’an’daki bazı kıssaların hak veya bi’l-hak olarak tavsif edilmesinden yola çıkan geleneksel anlayış, bunun aksi yöndeki görüşü savunmakta ısrarcıdır. Bu anlayışa göre iki âyette geçen kasas ve nebe kelimeleriyle birlikte hak sözcüğünün zikredilmiş olması Kur’an’da kıssa olarak serdedilen haberlerin yalın tarihi gerçekleri imlediğini gösterir..
Kur’an’daki bir kıssanın tarihiliği, salt bi’l-hak tabiriyle -ki bu tabirin Türkçedeki tam karşılığını bulmak da hayli zordur- belirlenemez. Çünkü el-hak/veya bi’l-hak tabiri, mutlak olarak “gerçek” anlamına geldiği gibi, yerine ve bağlamına göre “bir gerçeğin ifadesi” gibi bir manayı da içermektedir. Nitekim sözlükte, mutabakat ve muvafakat anlamına gelen hak kelimesi, söz (kavi) ve fiille birlikte kullanıldığında, yerinde ve zamanında söz söylemeyi ve bir işi gerektiği şekilde yapmayı ifade eder.. Dolayısıyla bi’l-hak tabiri, kıssalar bağlamında tarihi gerçekliği bulunan bir olayı, vuku buluş keyfiyetine göre aktarmaktan ziyade, tarihsel boyutunun mevcut olup olmadığı pek önem arz etmeyen bir hikaye/veya menkıbeyi çok esaslı bir amaca matuf olarak yerinde ve zamanında anlatmaktır.”83
Yukarıda aktardığımız Öztürk’e ait görüşlerde körü körüne bir gelenek düşmanlığı ile delilleri kullanmada bir saptırma ve demagojik bir anlatım görmekteyiz. Şöyle ki;Madem Kur’an, bazı kıssaların anlatımında bi’l-hak/hakla (gerçekle) tabirini kullanmışsa bunun anlamını saptırmadan savunmak, niçin geleneksel anlayış olarak betimleniyor? Bu mantığa göre Kur’an’daki mezkur bi’l-hak tabirini, açık anlamının dışına taşırmak, üstelik bu konuda bazı batıl gerekçeler ileri sürmek, geleneksel anlayışın dışında, ama geçerli ve değerli bir anlayış türü sayılıyor, demektir.Kur’an’daki bir kıssanın tarihiliğinin salt bi’l-hak tabiriyle belirlenemeyeceği hususu da amacını aşmış bir garabet örneğidir. Zira bi’l-hak tabiri olmadığı durumlarda, Allah’ın, her hangi bir tarihte haber verdiği, anlattığı bir bilgi, şüphe ve inkarla mı karşılanacaktır? Kur’an’ın kendisi hak ile inmemiş midir?
Yüce Allah’ın, mutlak olarak Kur’an’ı, bi’l-hak/hak ile indirmesi,84 kıssaların da özellikle bi’l-hak ile tavsifi, acaba yazarın zihninde bir şeyler canlandırmıyor mu? Arap dilinde inkar ve şüphe konumundaki muhataba ifadelerin pekiştirilerek zikredildi- ği hususu, bilinen ve yaygın olan bir realitedir.85 Zannımca yazarın bu yönde bir itirazı olamaz. Öyleyse onun, Kur’an kıssaları konusunda nasıl bir konumda olduğunu iyice düşünmesi gerekir.Buna göre kıssalar bağlamında bi’l-hak tabirini maksut anlamının dışına çekmek ve bu aşamada bazı sözcük oyunlarına baş vurmak, temelde ilmi olmaktan uzak girişimlerdir.
Öztürk’ün, bi’l-hak tabirinin Türkçe’deki tam karşılığını bulmada zorlanması, ayrı bir demagoji örneğidir. İslami ilimlerin tefsir bölümünde profösörlük ünvanını kazanmış bir zatın, Kur’an konusunda istediği gibi cirit attığı müsellem iken, onun burada tevazu göstermesi, pek yerinde icrâ edilen bir davranış sayılmaz. Zira mukteza-i hâle uymayan söz, ne kadar fasih olursa olsun, belağat özelliğinden mahrum kalır.Allah’ın sıfatlarından olan “hak” sözcüğünün ne anlama geldiği, avamın dahi bildiği bir hakikat iken, bunun Türkçe’deki karşılığı neden zor anlaşılsın ki?! Demek ki burada yazar canibinden gizlenen bir hikmet bulunmaktadır. Aksi durumda malumu, meçhul göstermek mukteza-i hâl bir yana, aslında mukteza-i fıtrâte aykırıdır.
Evet.. Buradaki üstün hikmet!, açık ve anlaşılır bir tabir olan ve batılın karşıtı olarak zikredilen bir sözcüğün, batıl te’villerle tahrif edilmesi ve bu tahrifin geleneksel anlayış karşısında kutsanmasıdır.!Öztürk’e göre bi’l-hak tabiri, mutlak olarak gerçek anlamına geldiği gibi, bağlamına göre “bir gerçeğin ifadesi” gibi bir manayı da içermektedir. Okuyucudan özür dileyerek soruyorum “mutlak gerçek” ile “bir gerçeğin ifadesi” tabirleri, hangi şekillerle tevil edilirse edilsin, “gerçek” olmaktan ayrı düşebilir mi? Mutlak gerçek, genel ve şartsız, umumi bir hüviyet arzederken, bir gerçeğin ifadesi, hususi, özel bir gerçek değil midir? Söz konusu anlatımı, iki daire biçiminde düşünürsek büyük daire, mutlak gerçek, küçük daire de gerçeğin ifadesi olmaktadır. Yani, büyük daire, küçük daireyi kuşatmakta ve kapsamına almaktadır.
Peki, her iki dairede de gerçeğin dışında bir şey var mıdır? Hayır. Zira umum, hususu kapsamakta ve husus da mezkur umumun bir cüz’i/parçası olmaktadır. Ancak Öztürk, söz edebiyatı sandığı anlatımıyla tahrifin en üst seviyesini fiilen göstermiştir!Öztürk’ün, anlatılan iddiasına Rağıb el-Isfahani’nin el-Müf- radatından sözlük anlamı bağlamında delil getirmesi, yaptığı demagojiyi örtmeye yöneliktir. Halbuki demagojinin kendisi, zaten örtme ve gizleme yoluyla muhatabı saptırmaktır. Buna göre demagojinin, yeni bir demagojiye zaten ihtiyacı yoktur.Hak sözcüğünün, mutabakat ve muvafakat anlamında kavi ve fiil ile birlikte kullanılması, acaba yazara göre kavi ve fiili, hak anlamının özünden çıkarıyor mu? Hak ve türevlerinden hiçbiri, hak maddesinin esasına aykırı olmazken, mezkur sözcüğün, kavi ya da fiilde kullanımı, nasıl oluyor da hakk’ın dışına çıkmış imâsiyle tavsif ediliyor?86
Nitekim Isfahanî, belirtilen hususu şöyle dile getirmektedir: “Dördüncüsü: Gerektiği şekilde, gerektiği miktarda ve gerektiği vakitte meydana gelen fiil ve kavilde (kullanılır.) Örneğin, fiilin (eylemin) haktır, kavl’in (sözün) haktır gibi. Yüce Allah bu bağlamda buyuruyor ki: “İşte böylece Rabbinin kelimesi (sözü) hak oldu (gerçekleşti).”87 “Benden söz (kavi) hak oldu (gerçekleşti) ki kuşkusuz ben, cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.”88 “Şâyet hak, onların heva ve arzularına tabi olsa..”89İsfahanî’nin söz konusu anlatımını irdelediğimizde -ister kavi, ister fiil olsun- hakk’ın, batıl karşıtında zikredildiğini görmekteyiz. Örneklenen âyetler de bu konuda gâyet açıktır. Peki, İsfahanî’yi, davasına delil göstererek hak’kı, batıl te’villerle batıla çevirmek, hangi ilmi mesnede dayanmaktadır?!
Öztürk’ün batıl mukaddimelere dayandırdığı netice-i kelamı da mukaddimesi gibi akim ve sonuçsuzdur. Zira o, “dolayısıyla bi’l-hak tabiri, kıssalar bağlamında tarihi gerçekliği bulunan bir olayı vuku buluş keyfiyetine göre aktarmaktan ziyade, tarihsel boyutunun mevcut olup olmadığı pek önem arz etmeyen bir hikaye/veya menkıbeyi, çok esaslı bir amaca matuf olarak yerinde ve zamanında anlatmaktır” anlatımıyla, aslında yerinde ve zamanında söz ve davranışta bulunmamış oluyor.Öztürk, Ömer Özsoy’un “Kur’an ve Tarihsellik Yazılan” adlı eserinden, iddiasını destekleyici mahiyette şöyle bir paragraf sunmaktadır: “Kur’an’daki bir kıssaya, mesela Zülkarneyn kıssasına bir tarihçi ve/veya coğrafyacı gözüyle bakıldığında bir takım yanlış beyanlarla karşılaşılır. Şöyle ki bu kıssada Zülkar- neyn’in güneşin battığı yere kadar gittiğinden söz edilir. Olgusal olarak gerçeklikle test edildiğinde bu, aslında yanlış bir ifadedir. Çünkü güneşin battığı bir yer yoktur, seyrettiği bir yön/yörünge vardır.
Şu halde Allah, Zülkarneyn güneşin battığı yere kadar gitti..” derken, insanlara güneşin battığı bir yer yönünde bilgi mi vermiş oluyor? Yoksa o günkü muhataplarının kozmolojik bilgi düzeylerine göre mi konuşuyor? Bizce doğru seçenek İkincisidir.”90
İddia sahibi, genelde Kur’an kıssalarının, özellikle de Zülkarneyn kıssasının, tarihçi ve coğrafyacı bakış açısıyla değerlendirildiği takdirde bir kısım yanlış beyanların ortaya çıkacağını açıkça vurgulamaktadır. Kur’an, Allah’ın vahyi olmakla onda kuşkunun olmayacağı bütün Müslümanlarca bilinen bir husustur. Kıssalar da onun bir parçası olduğuna göre bunlarda meydana gelebilecek bir itiraz ve kuşkunun ne anlama geldiği malumdur. Üstelik kesin bilgi olan vahiy, hangi gerekçeyle tarih ve coğrafya bilgilerine mahkum edilebiliyor? Zira beşerin bir çıkarımından ibaret olan malum bilgiler, zan ve ihtimale dayanmaktadır.Aynı zamanda Zülkarneyn’in, güneşin battığı yere gittiği anlamındaki âyet konusunda iddia edilen olgusal gerçekliğe uymama hususu da iddia sahibinin eksik ve yetersiz araştırmasından kaynaklanıyor. Öyle ki mezkur ifadenin ne anlama geldiğini, Kur’an metninden yahut da ilgili tefsirlerden inceleme zahmetinde bulunulmadan acelece böyle bir şeyin yanlış olacağı hükmüne varılmıştır.Yukarıdaki iddianın konumunu daha iyi görebilmek için ilgili âyetlerin bir bütünlük içerisinde zikredilmesi gerekmektedir.
Yüce Allah, mezkur kıssada şöyle buyurmaktadır: “Sana Zülkarneyn’i sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Kuşkusuz biz, onu yeryüzünde büyük bir güç sahibi yaptık ve ona her şeyden bir sebep (yol ve vasıta) verdik. O da bir yol tuttu, tâ güneşin battığı yere (gün batıya) ulaşınca onu kara bir balçıkta batar buldu. Bunun yanında bir kavim buldu.. Sonra o, başka bir yol tuttu. Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere (gün doğu cihetine) vardığı vakit onu öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki biz, onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık.”91
Yukarıdaki âyetlerde Zülkarneyn hakkında sorulan bir soruya yanıt verilmektedir. Katade’ye göre soranlar, Yahudilerdir.92 Zülkarneyn bir lakaptır, asıl adının ne olduğu, hangi dönemlerde yaşadığı ve onun Peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır.93Yüce Allah, Zülkarneyn’e beşeri gücün üstünde bir güç ve otorite vermekte ve onu yeryüzünde bazı tasarruflarla görevlendirmektedir.Nitekim ilgili kıssada, Ye’cüc ve Mecüc’e karşı yaptığı şeddin inşasında oradaki halkın, vergi vermek istemeleri karşısında onun, “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet, (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır”94 demesi, verilen görevi pekiştirdiği gibi; “biz onu yeryüzünde büyük bir güç sahibi yaptık ve ona her şeyden bir sebep verdik”95 âyeti de belirtilen gücün varlığına açık delildir.Yukarıdaki âyetlerde güneşin battığı yer anlamındaki tabir, mağribe’ş-şems, güneşin doğduğu yer anlamındaki tabir de matlia’ş-şems biçimindedir. Mağrib ve Matli’ sözcükleri, mef’il kalıbından ism-i zaman ve ism-i mekandır.
Burada kural şöyle dir, sülasilerde muzari fiilin ayne’l fiili (ortası), fethalı ya da zammeli geldiğinde ism-i zaman ve ism-i mekanın mef’al kalıbında gelmesi gerekir. Muzarinin ayne’l fiili, kesra olduğunda ise mef’il kalıbında olmalıdır. Ancak burada mezkur sözcükler, mef’al kalıbında gelmeleri gerekirken, kıyasa muhalif olarak mef’il biçiminde gelmişlerdir. Lügatçılar, bu istisnâ sözcüklerde -rivâyet bulunmasa da- bunların mef’al kalıbında kullanılabileceğini belirtmektedirler.96 Güneşin doğduğu yer anlamındaki matlia’ş-şems tabirinde matlai’ş-şems kıraati de bulunmaktadır. Yer isim-mekan anlamında kesrâ ile matli’, masdar anlamında fetha ile matla’ biçiminde olduğu ifade edilmiştir. İbnu’l-Enbârî de bu kanaâttedir. Aynı zamanda Arapların mezkur tabiri, matli’ biçiminde okuyup da masdar anlamını, matla’ biçiminde okuyup da yer anlamını kasdettikleri, Arapçanm bir teves- su’u/kapsamlılığı olarak zikredilmektedir.97
Yukarıda çevirisini verdiğimiz âyetler, Haşan Basri Çan- tay’ın mealinden bazı hafif tasarruflarla alınmıştır. Ancak mağribi’ ş-şems ve matlia’ş-şems tabirlerinin çevirisindeki parantezli ifadeler, M. Hamdi Yazır’a aittir. Böyle davranmamızın nedeni, mezkur tabirlerin hem yer, hem de yön anlamlarında kullanıldıklarına işaret etmektir. Ayrıca Konyalı Mehmet Vehbi de mezkur tabirlerde yön anlamına vurguda bulunmuştur.98Mağribi’ş-şemsten amaç, Zülkarneyn’in, bulunduğu yerin gün batı tarafından tâ nihâyetine kadar olan kısımdır. Öyle ki artık ondan öteye geçilemez. Matlia’ş-şems ise, yeryüzünde güneşin engelsiz olarak ilk doğduğu yerdir.99 Maşrik’in mağrib’e mukabil olmasına rağmen, onun yerine, Matli’nin zikri, güneşin ilk doğuşuna işaret içindir. Zira mat- lia’ş-şems, masdar anlamında tulu’uş-şems/güneşin doğuşu biçiminde de kullanılır.Mezkur tabirlerin işaret ettikleri yerlerin tayin ve tespiti, ihtilaf konusu olmuştur ki bu husus, asıl maksadımız değildir.Mezkur tabirler, ister yer, ister zaman anlamlarında kullanılsın, Zülkarneyn, o tabirlerin işaret ettiği müsemmâya ulaşmış ve oralarda muhtelif kavimlerle karşılaşmıştır.
Özellikle doğu ve batı anlamındaki sözcüklerin zikredilmesi, onun güç ve otoritesini izhar etmek içindir. Nitekim “Rabbü’l-maşriki ve’l-mağ- ribi/doğunun ve batının Rabbi.”100 ifadesinde mülk ve saltanata işaret edildiği gibi burada da öyle olmuştur.el-Isfahanî, maşrık ve mağrib (doğu ve batı) sözcüklerinin tekil kullanıldıklarında doğu ve batı yönüne işaret edeceğini açıklamaktadır.101 Burada da matlia’ ve mağrib sözcükleri tekildir. Onların izafetle kullanılmaları bir nükteye dayanmaktadır ki o da söz konusu tabirlerin ardından zikredilen kavimlerin, doğu ve batı cihetindeki hâllerine işarettir. Güneşin, kara balçıkta batması ve kendisini güneşe karşı koruyamayan bir kavmin üzerine doğması anlatımları, mezkur nüktenin bir göstergesidir. Zaten maşrık ve mağrib tabirlerinde güneş sözcüğünün malum olması cihetiyle örfi kullanımda hazfedilmiştir.
Görülüyor ki, iddia sahibi, matli’ ve mağrib tabirlerinin ne anlama geldiklerini ciddi bir araştırmaya tabi tutmadan, inkar yoluna gitmiş ve uydurduğu olgusal gerçeklik testiyle Kur’an’ı sorgulamaya çalışmıştır. Bu davranış, aslında onun bu konuda cahilce ve acelece hüküm verdiğini göstermektedir. O, aslında güneşin doğduğu yer ile, güneşin seyrettiği yön anlatımları arasında demagoji yapmaktadır. Şâyet iddiacı, mezkur tabirleri anlamak için her hangi bir sözlüğe baksaydı, bu denli bir inkar ve şüphe yoluna girmeyecekti. Örneğin, Şemseddin Sami, mağrib sözcüğünü güneşin battığı yer, taraf, yön ve vakit olarak açıkladığı gibi; maşrıkı da güneşin doğduğu yer, yön, taraf ve gün doğusu olarak ifade etmektedir.102
İddiacı, mağribi’ş-şems tabiri bağlamında, “güneşin battığı bir yer yoktur” demekle, aslmda güneşin seyrettiği yönü de -ki bunu ısrarla vurgulamaktadır- inkar ediyor ve böylece kendi kendisiyle çelişiyor. Zira mekanın olmadığı durumda, müte- mekkin yani, mekanda bulunan da yok demektir. Peki, böyle bir durumda izafi ve nisbî olan yön yahut da yörünge, nasıl tespit edilecektir? Üstelik yönün kendisi, mekana ve mahalle işaret etmiyor mu? Sonra güneş, hangi yöne seyrederse seyretsin, onun kuşattığı şey, mekan sayılmıyor mu? Halbuki mezkur tabirler, en yakın ve en uzaktan kinayedir.İddiacının, tarihçi ve coğrafyacı bakış açılarıyla mezkur tabirleri sorgulaması, ayrı bir garabet örneğidir. Tarihçi kimdir, görevi nedir? Tarih yaşanmış olayların nakledilmesinden ibaret değil midir. Peki, öyle ise – ki öyledir -bu durumda tarihçi artırma ve eksiltme yapmadan rivâyet yoluyla sabit gördüğü bir olayı aktarmayacak mıdır? Böyle bir durumda güneşin battığı yer ile, güneşin seyrettiği yön arasında ne fark vardır? Daha açık bir anlatımla tarihçi, güneşin doğduğu yerle ilgili bir bilgiyi, iddiacının varsayımına göre tabir açısından yanlış görüp de nakletmeyecek midir?!Olayı coğrafyacı mantığıyla araştırmaya çalışalım. Yön, her hangi bir şeyin yüzlerinin baktığı taraf demektir.103
Coğrafyada yön denilince, kuzey, güney, doğu ve batı hatıra gelir. Kısacası,bunlara “ana yönler” denir. Nakledilecek bir şeyin veya seyahat edecek bir kimsenin hedefine ulaşabilmesi için yönleri bilmesi gerekir.Matli’ ve mağrib sözcüklerinin yer anlamlarıyla beraber, yöne de işaret ettikleri, yukarıda anlatıldı. Mezkur tabirlerin sadece yer anlamında olup yön anlamı taşımadıkları ise Öz- türk’ün sübjektif yorumundan ibarettir. Görülüyor ki iddiacının bu bağlamdaki araştırması, Kur’an kıssalarını, özellikle de Zül- karneyn kıssasındaki mezkur tabirleri, coğrafya ya da tarih bakış açılarına!!) mahkum edecek derecede yüzeysel ve anlamsızdır. Kur’an sözcüklerine, bir bütünsellik içerisinde, Arap dili ve mantığı üzere bakmak gerekirken onları sonradan gelişen bazı terim ve anlatımlara uyarlamaya çalışmak, aslında ilmi bir davranış sayılamaz.Yüce Allah, Zülkarneyn’i yeryüzünde tasarruf yetkileriyle donatıp belli noktalara göndermişse -ki öyledir- bu durumda; onun, mezkur tabirlerden yönünü tayin edecek derecede habersiz kalması, akıl cihetiyle de yanlış ve eksiktir.
Devamı: 3.Yazı