Kuranla İlgili Bazı Meseleler
Kur’an’da Sözlü ve Yazılı Metin Ayırımı
Kur’an’ı, aslî şekliyle sözlü bir metin olarak telakki eden yazar(Prof.Dr.Mustafa Öztürk kastediliyor), teberrüken yazılan Kur’an’ın birçok bağlamını yitirdiğini ve böylece güç anlaşılır bir kitap haline geldiğini rahatlıkla ifade etmektedir. Kur’an hakkındaki bu pervasızca yargının ne derece doğru ya da yanlış olduğunu öğrenmek için onun bu me- yandaki iddialarını bazı ara başlıklar altında inceleyelim.
Yazar, bu konuda şöyle demektedir: “Kur’an, aslî şekliyle yazılı değil, sözlü (şifahi) bir metindir. Kur’an’daki şifahi dil, yazı dili gibi statik değil, dinamiktir. Bu sözlü metnin Hz. Peygamber’in sağlığında belki de çok kere “teberrüken yazılarak muhafaza edilmesi ve Hz. Ebu Bekir zamanında derlenip iki kapak arasında mushaf haline getirilmesi bizi yanıltmamalıdır. Daha açıkçası, Kur’ân, masa başında yazılmış bir kitap gibi algılanmamalı, mevcut mushaf metninin de gelecek kuşaklardaki Müslümanların anlama sorunları dikkate alınarak tertip edildiği sanılmamalıdır.1 “Kur’an’ın aslî şekliyle yazılı değil, sözlü olduğu…” yönündeki iddiayı araştıralım. Önce yazarın nasıl bir Kur’an’a inandığını sorgulamak gerekir. Zira Müslümanların şu an ellerinde bulunan Kur’ân nüshası, yazılı bir metindir. Peki, bu durumda “asli şekliyle” yakıştırması ne anlama gelmektedir? Bununla Kur’an’ın inzalinden önceki durumu amaçlıyorsa, bunun yazılı ya da sözlü olması, tartışılacak bir konu değildir. Zira vahyin ğayb alemindeki durumu mevzumuz değildir.
Şâyet yazar, “aslî şekliyle” anlatımını inzâlden sonrası için kullanıyorsa -ki öyle olmalıdır- bu durumda Kur’ân’ın mezkur konumunun rivâyeten tespiti ve buna ilave olarak Kur’an’ın böyle bir ayırıma lafzi olarak delâleti ispat edilmelidir. Rivâyet yönüyle Kur’an’ın ilk günden itibaren yazıldığı, Peygamberimizin (a.s.) bu gayeyle vahiy katipleri tuttuğu ve yazılan sahi- felerin titizlikle muhafaza edildiği, hatta ilk etapta hadislerin Kur’ân’la karışma tehlikesinden dolayı yazılmadığı, malum olan bir husustur.Peygamberin vefatından sonra Ebu Bekir döneminde Kur’ân sahifelerinin bir araya getirilerek “mushaf” adı altında toplandığı ve Hz. Osman’ın mezkur mushaf’ı esas alarak Kur’ân nüshalarını çoğalttığı yine bilinen bir realitedir.2Hiçbir İslam fırkası, siyasî ve itikadî çekişmelerine rağmen Hz. Ebu Bekir döneminde toplanıp Hz. Osman tarafından çoğaltılan İmam Mushaf’a muhalefet etmemiş ve Kur’ân konusunda ret ya da inkâr yoluna gitmemiştir.
Böylece Kur’ân’ın nesilden nesile intikali mütevâtir bir yolla sabit olmuştur.Müslümanların tevarüs ettikleri iş bu Kur’ân nüshası sözlü ve yazılı bir ayırıma tabi tutulmadan, hâlâ mevcudiyetini korumaktadır. Şâyet aslî şekil, sözlü metin olsaydı, mushaf’ın derlenmesine gerek kalmazdı. Zira Müslümanlar arasında zaten Kur’an’ı ezberinden okuyan binlerce hafız bulunmaktaydı. Nitekim zamanımızdaki onbinlerce hafızın varlığı bunun en açık göstergesidir.Kur’an hafızlarının mevcudiyetine rağmen, onun yazıya intikali, bu hususun sahabe tarafından değil, bizzat Peygamber tarafından yapıldığını göstermektedir. Peygamberin vefatından sonra derlenen mushaf, mevcut sahifelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
Görülüyor ki ilk Müslümanlar, Kur’an’ın nakli konusunda hem sözlü, hem de yazılı yönlerin her ikisini de mütevâtir bir yolla gerçekleştirmişlerdir. Şâyet durum farklı olsaydı, Kur’an’ın aslı konusunda varsayılan ihtilafların günümüzde de sürmesi gerekirdi. Halbuki böyle bir ihtilaf vaki olmamıştır.Öztürk, sözlü ve yazılı metin ayırımını her hangi bir rivâ- yetle asla ispat edemez. Aslında onun sözlü metni kabul etmesi, zorunlu olarak yazılı metni de kabul etmesini gerektirir. Aynı zamanda yazılı metni kabul etmesi, sözlü metni de kabul sayılır. Onlardan her hangi birinin kabulü, diğerinin de aynı derecede kabûlünü gerektirir. Zira her ikisi de aynı derecede rivâyet edilmişlerdir. Öyleyse “Kur’an aslî şekliyle yazılı değil, sözlü (şifahi) bir metindir.” sözü, kendi içinde çelişkili bir durum ar- zetmektedir. Doğaldır ki aynı derecede rivâyet edilen iki şeyden biri aslî, diğeri fer’i olamaz. Bilinen bir gerçektir ki her ikisi de ayırıma tabi tutulmadan Kur’an olarak tesmiye edilip o şekliyle rivâyet edilmiştir.
Yazarın, mezkur ayırıma Kur’an lafzından delil getirmesi gerektiğine işaret ettik. Zira Kur’an’la ilgili bir hususun elbette Kur’an temelli olması gerekir. Kur’an bağlamında sözlü metin, asıl olduğuna göre -ki yazar öyle iddia ediyor- niçin Kur’an, bu hususu açıkça beyan etmemiştir? Böyle bir durum -hâşâ- Kur’an için eksiklik sayılmaz mı? Üstelik iddiacı, Kur’an’ın yazılı bir metin olmadığını Kur’an’dan bir delille ispat edebilir mi? Kur’an’ın aslî şekliyle sözlü olması, onun yazıya geçirilmesine engelmiş gibi bir üslûpla karşı karşıyayız. Halbuki yazı, sözlü metni korumaya yönelik zorunlu bir olgudur.Sözlü bir metnin yazıyla aktarılması gâyet tabii bir durum iken bunların birbiriyle uyuşmamış iki ayrı nesne biçiminde gösterilmesi, tamamen mesnetsizdir. Acaba, yazar, Kur’an dışında, hangi sözlü metnin külliyen yazıdan tecrit edilerek binlerce yıl sağlam aktarıldığını ispat edebilir?
Varsayalım ki Kur’an, yazılı bir metin biçiminde değil de tamamen sözlü bir metin olarak aktarılsaydı, bu durumda yazarın nasıl bir tavır sergileyeceğini doğrusu merak ediyorum. Burada asıl olan, sözlü ya da yazılı olmaktan öte, rivâyetin sağlam bir yolla iletilmesidir.”Kur’an’daki şifahi dil, yazı dili gibi statik değil, dinamiktir.” iddiası, sözlü ve yazılı metnin ispatına dayandırılan ikincil bir durumdur. Birincil durum yani, Kur’an’ın sözlü-yazılı metin ayırımı ispatlanamadığına göre ona bağlı olan ikincil durum da kendiliğinden itibardan düşer. Üstelik elimizdeki Kur’an nüshasında statik ve dinamik ayırımı yoktur.”Bu sözlü metnin Hz. Peygamberin sağlığında belki de çok kere “teberrüken” yazılarak muhafaza edilmesi..” iddiasına gelelim. Yazara göre Kur’an, çok kere “teberrüken” yazılmıştır. Aynı zamanda bu durum, kesin olmayıp kuşkuludur. Zira “belki” şüphe edatı, bunun açık göstergesidir.
Kur’an’ın teberrüken yazılması demek, onun zorunlu olarak değil de bir fazilet ve nafile uğraş olarak yazılmışlığını göstermektedir.Böyle bir iddia, Kur’an’ın malum ve mütevatir subutuna aykırı olup en başta Peygamber’e ve sonrasında O’nun ashabı ve onları takip eden bütün Müslüman topluma bir iftira ve bühtandır.Kur’an, Peygamber döneminde çok kere teberrüken yazılmışsa, onun bazen -teberrüken de olsa- yazılmadığı kendi ifadelerinden açıkça anlaşılır. Halbuki Kur’an’ı rivayet eden toplu bir düşünce yapısıdır? Evet.. Böyle bir algıya göre Yüce Allah’ın hiçbir dönemde vahiy göndermemesi gerekirdi. Zira o vahiyle muhatap olan müntesiplerin anlama sorunları, hiçbir dönemde külliyen çözülemeyeceğine göre artık vahyin i’raptan bir mahalli olmayacaktır, demektir.
Öztürk, Ömer Özsoy’un “Kur’an ve Tarihsellik Yazıları” adlı eserinden şöyle bir alıntıyı iddiasına delil olmak üzere aktarmaktadır: “Kur’an metninde çelişkiler ve azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Kur’an metninin kompozisyonunda belli bir mantık yakalamak mümkün değildir. Çünkü mushaftaki tertip ne kronolojik bir tertiptir, ne tematik bir tertiptir, ne de sistematik bir tertiptir. Bu yüzden total olarak Kur’an metni, iç bütünlüğe sahip olmaktan uzaktır: Sûre içi bütünlük yoktur: Mevcut formun en küçük birimleri olan âyetler bile her zaman gerçek anlamda bir bütünlüğe tekabül etmemektedir. Sonuçta hepsinin “bütünsüzlük”e indirgenmesi mümkün olan bu özellikler, yazılı bir metin için kusur kabul edilebilecek özelliklerdir.”4
Yukarıdaki iddia, oryantalistleri bile hayrette bırakacak boyuttadır. Kur’an, Müslümanlara göre -ki daha önce belirttik- mütevâtir bir rivâyet yoluyla aktarılmıştır. Mütevatir, yakinî ve zorunlu bir bilgi ifade eder. Onda çelişki vardır, demek, böyle zorunlu bir bilgiyi yalanlama ve noksanlıkla itham etme anlamı taşımaktadır. Bunu iddia edenin de İslâm inancındaki hükmü gayet açıktır.Kur’an’da çelişki iddia etmek, bizzat Kur’an’la çelişmektedir. Zira Kur’an, kendi ifadesiyle korunmuş olduğunu ve kendisinde her hangi bir çelişki olmadığını açıkça belirtmektedir. Yüce Allah bu bağlamda şöyle buyurmaktadır: “Kur’an’ı kesinlik le biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”5 “Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık/çelişki bulurlardı.”6
Bütün Müslümanların üzerinde icmâ ve ittifak ettikleri Kur’an ortadadır. Onun korunduğu ve her hangi bir çelişkiyi barındırmadığı da yukarıdaki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Şimdi bu denli kesin ve zahir delilden sonra hâlâ malum iddiayı, savunmak ya da ona bir mesnet aramaya çalışmak, ilmi olabilir mi?”Kur’an’da azımsanmayacak ölçüde tekrarlar vardır” anlatımı, kapalı ve anlamsızdır. Zira tekrar, mutlak anlamda edebiyata aykırı değildir. Gereksiz, anlamsız, amaçsız ve münasebetsiz olan tekrar, kınanmıştır. İddiacı bu tür bir tekrarı, Kur’an’da ispat edemez. Kur’an’daki tekrar, sözü pekiştirme, ifadeye şiddet verme, muhatabın dikkatini çekme ve bu yolla sözün etkisini artırma amacına yöneliktir. Bunun edebiyattaki adı “tek- rîr”dir. Alimlerden bazıları, tekrar ve tekrir yerine, tenvi’ tabirini kullanmışlardır.7
“Tekrar” olayını, olumsuzluk anlamında algılamak, Kur’an’da tutarsızlık/çelişki olmadığını ifade eden âyete de aykırıdır. Zira tekrar, Kur’an’ı üslûp açısından problemli göstermek olduğuna göre bunun, onda bulunması, bir tutarsızlık olur ki bu durum, asla kabul edilemez.”Kur’an metninin kompozisyonunda belli bir mantık yakalamak mümkün değildir. Çünkü Kur’an’daki tertip ne kronolojik bir tertiptir..”Yukarıdaki pasaj ve devamı, Kur’an metnini beşeri üslupla mukayese etmekten kaynaklanan anlamsız bir iddiadır. Kur’an üslubunun Allah’a ait bir vahiy olduğu sabit olduktan sonra, onu bazı aklî ve vehmî tasavvurlarla eleştirme cüretinde bulunmak, gâyet çirkin ve yersiz bir davranıştır.Kur’an’ı, sözlü ve yazılı ayırımına indirgeyen anlayışın paradokslarından biri sayılan yukarıdaki iddia, aynı zamanda Kur’an’ın i’cazı’na da aykırıdır. Kur’an’ın, inkarcılara karşı meydan okuması ise onun i’cazı’nın sürekliliğine açık bir delildir.
Nitekim Yüce Allah bu bağlamda şöyle buyurmaktadır: “De ki: Andolsun, ins ve cin şu Kur’an’ın bir benzerini getirmeleri hususunda bir araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun bir benzerini getiremezler.”8″Eğer kulumuza parça parça indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi onun benzerinden bir sûre getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.”9Yukarıdaki âyetler, Kur’an’ın bir benzerini getirme konusunda, insan ve cinlere meydan okurken ve bu realite, 1400 kü- sür yıldır devam ederken; kalkıp da onun metninde kompozisyon eksiklikleri aramak, dinlenecek bir iddia sayılamaz. Müşriklerin, Arap dilinin edebiyat ve şiirine olan vukufiyetleri, tarihi bir realitedir. Onlar bu konumlarına rağmen, Kur’an’a bir nazire ve benzer getirmekten aciz kalıp bunun yerine, kılıçla savaşmayı tercih etmişlerdir. Şâyet edebi açıdan karşılık verebilse- lerdi, onların bunu bırakıp da ondan daha zor olan savaşı denemeleri bir ahmaklık sayılırdı.
Üstelik Kur’an’ın üslûbunu taklit edip ona karşı nazîre denemeleri yapanlar da bir başarı elde edemediler.10 Çağımızda BOP (Büyük Orta Doğu) projesi kapsamında ortaya atılan “el-Furkanul-Hakk” adlı tahrif çalışması da karanlığa gömülmüştür. İslam düşmanlarının Kur’an aleyhine icra ettikleri çalışmalar, ilk günden bu yana devam edip durmakta iken, Müslümanlık iddiasında bulunan bazı kişilerin Kur’an metnine yönelik bu denli cüretkâr iddiaları gerçekten düşündürücüdür. Düşmandan gelen itirazları bir derece de olsa anlamlandırmak mümkündür. Ancak Müslüman olduğunu ifade eden binlerinin bu türden açıklamaları asla kabul edilemez.Öztürk, Özsoy’dan yaptığı alıntıyı tasdik etmekte ve bu yazılı metin kusurunu(l) -kendince- Kur’an’ın aslî yönüyle sözlü bir metin olduğu hususundaki iddiasıyla kurtarmaya çalışmaktadır. Demek ki ona göre iki çeşit Kur’an bulunmaktadır. Biri, sözlü Kur’an, -ki asıl olan odur- diğeri de yazılı Kur’an ki bunda birçok kompozisyon yanlışları ve gereksiz tekrarlar bulunmaktadır. Bunun yazılışı da çoğu kez teberrükendir.
Bu korkunç iddiaya göre Öztürk’ün, gerçekten hangi Kur’an’a inanıp ya da inanmadığını sormak gerekir. Şâyet sözlü Kur’an’a inanıyorsa -ki öyle anlaşılıyor- bu Kur’an, onun algısına göre eksik aktarılıp birçok bağlamını yitirmiştir. Yazılı Kur’an’a inanıldığı takdirde de birçok problem ortaya çıkmaktadır. Her iki durumda da ortada sağlam ve eksiklikten korunmuş bir Kur’an bulunmamaktadır.
Öztürk bu konuda şöyle demektedir: “Kur’an, Hz. Osman dönemindeki istinsah faaliyetinin ardından yazınsal bir metin olarak algılanmaya başladı ve bu algılama tarzı, doğal olarak Kur’an’ı anlama meselesine farklı bir mahiyet kazandırdı. Çünkü, belli bir toplumsal ve zihinsel çevrede, belli bir dil ile ortaya konulan bir metni, o metnin yazarı hayattan ayrıldıktan sonra anlama sorunu ortaya çıkar..”11 Kur’an’ın yazınsal bir metin olarak ağılanması iddiası, Kur’an’ın sabit olan tarihine aykırıdır. Zira Kur’an, bir algı olarak değil, bir realite olarak ilk günden beri yazıya aktarılmıştır.
Yazı faaliyeti, Hz. Osman’la başlamamaktadır. Kur’an’ı ilk defa sahifelerden istinsah edip bir araya getiren, Hz. Ebu Bekir’dir. Şâyet Kur’an yazıya aktarılmayıp sözlü bir metin olarak kalsaydı, bu durumda algılama tarzı, acaba nasıl olacaktı?! Kur’an, ona göre Hz. Osman dönemindeki istinsah’tan itibaren farklı algılamalara neden olmuşsa, bunun Hz. Osman’dan önceki dönemlerde ne konumda olduğu acaba, nasıl izah edilecektir? Demek ki Hz. Osman dönemine kadar ayrı bir Kur’an, Hz. Osman döneminden itibaren de başka bir Kur’an bulunmaktadır ki bu malum algı farklılığı ortaya çıkmıştır.”Belli bir toplumsal ve zihinsel çevrede belli bir dil ile ortaya konulan bir metni, o metnin yazarı hayattan ayrıldıktan sonra anlama sorunu ortaya çıkar” iddiası garip ve gülünçtür. Bu nasıl bir gerekçe ve ispattır? Kur’an metni, Allah’ın kadim kelamının Arap diliyle ifadesi değil midir? Onun sahibi, nasıl olur da diğer metin yazarlarına benzetilir?
Şâyet bu denli karışık ve karmaşık bir algı problemi oluşacaksa, Kur’an’ın kıyamete kadar korunmuşluğu nerede kalır? Algı problemi, Kur’an metninden değil, kişilerin kendi kabiliyet ve bilgilerinden kaynaklanmaktadır.Bir metin yazarı, hayattan ayrıldıktan sonra anlama sorunu ortaya çıktığına göre hiçbir metin, bu mezkur sorundan kurtulamaz. Anlaşılıyor ki algılama sorununu çözmek için metin sahibini, kıyamete değin yaşatmak gerekiyor. Aksi durumda metnin lafız ve delâletleri, kendi başına yeterli olmaktan uzaktır.Oysaki Öztürk, bu iddialarının aksine Kur’an algısı bağlamında şöyle demekteydi: “Kur’an, Arap diliyle vahyedilmiş dilsel bir metindir (nass-lüğavi). Tabiatıyla bu metnin yorumu da her şeyden önce dil merkezli yapılmak durumundadır. Dilden bağımsız ve beyan ilkelerine kayıtsız bir batmî yorum kurmanın hiçbir ilmi dayanağı bulunmadığı gibi, öznellik ve keyfilikten başka bir kriteri de yoktur.12
Görülüyor ki Öztürk, bir yandan Kur’an’ın Arap diliyle vahyedilmiş dilsel bir metin olduğunu söylerken, başka bir yandan metnin yazınsal oluşunu ya da yazarının hayatta olmayışını, bir algılama problemi olarak takdim ediyor. Tabii ki yazarın hayatta olması, Kur’an hakkında tasavvur edilemeyeceği cihetle bu kayıtlama, bu meyanda bir gereksizlik sayılmış oluyor. Üstelik metnin yorumu dilsel olduktan sonra, onu yazarın hayatta oluşuna bağlamak, ayrı bir çelişki ve tutarsızlıktır.Zira yazar da ifade ettiği söze göre değerlendirilir.Yani, o da sözünün mahkumudur.Burada, konuyu bitirmeden önce şu hususa dikkat çekmek isterim. Sözlü ve yazılı metin ayırımı, özellikle Hristiyan anlayışından kaynaklanan bir inancın tezahürüdür. Nitekim Walter d. Org bu bağlamda şunları söylemektedir: “Söz-yazı kutuplaşması Hristiyan öğretisinde özellikle keskindir; büyük ihtimalle tüm diğer dinsel geleneklerde, hatta İbrani dininde görüldüğünden bile keskindir. Çünkü Hristiyan inancında, insanı günahtan arındıran Tek Tanrı’nın büründüğü ikinci kişi, yalnız Tanrı’nın oğlu değil, Tanrı’nın sözü olarak bilinir. Bu öğretiye göre Baba Tanrı, sözü’nü, “Oğlu’nu söyler. “Oğlu’nu yazmaz. Oğul’u kişi olarak oluşturan Baha’nın sözü’dür..”13 …
…
III. Kur’an’ı Yorumlamada Hadis-Sünnet Ayırımı
Öztürk’e göre Kur’an’ı Kur’an ile tefsir yerine, yaşayan ve yaşanan Kur’an ile tefsir edilmelidir. Bundan maksat ise Hz. Peygamberin sireti ve sünnetidir. Ancak burada sözü edilen sünnet, metinleşmiş hadislerden hem çok daha farklı, hem de çok fazla bir içermeye sahiptir.Daha açıkçası, sünnetten maksat, Hz. Peygamberin nesilden nesile tevatüren nakledilen ve tarihsel tecrübede İslam ümmetinin “büyük geleneği”nde adeta genetik kod haline gelen Müslümanlıktır.53Ona göre sünnet kavramıyla hadisi birbirine karıştırmamak gerekir. Zira hadis ve rivâyet malzemesi tek tek incelendiği takdirde kimi hadislerin sahih, kimilerinin zayıf, kimilerinin uydurma olduğu sonucuna ulaşılır; hatta uydurma hadislerin haddi hesabı yoktur.54 Ancak belirtildiği gibi sünnet böyle değildir.Hadis, tahdis masdarından bir isimdir, haber vermek manasınadır. Sonraları Rasulullah’a nispet edilen söz, fiil ve takrire denmiştir. Sünnet, lügat manasına bakılarak Peygamberin günlük yaşayışında takip ettiği dini yol manasında kullanılmıştır. Hadisle karşılaştırıldığında onun daha hususi bir manası vardır. Ancak aralarında bazı ince farklar olsa da hadis ve sünnet, birbiri yerinde kullanılmıştır.55
Oztürk, yaşayan Kur’an olarak tavsif ettiği Peygamber’in sireti ve sünnetini, metinleşmiş hadislerden ayrı tutarak sünnet ile hadis arasında bir aykırılık ve zıtlaşma hissettirmeye çalışıyor. Sünnet ve hadis tabirleri ister umumî, ister hususî algılansınlar, hiçbir zaman birbirinden ayrışmazlar. Üstelik nesilden nesile intikal ettiği söylenen sünnet, hadisten bağımsız düşünüldüğünde, bunun hangi yollarla tespit edileceği, acaba Öztürk tarafından nasıl izah edilecektir?Şâyet İslam ümmetinin büyük geleneğinde varlığı kabul edilen sünnet, rivâyet edilen hadislerden ayrı bir özellik taşıyorsa, bu durumda bu ayrışan noktaların ispatı, nasıl mümkün olacaktır? Zira ümmet, bu bağlamda hadisle sünneti ayrı görmemektedir. O halde ümmete vekaleten dile getirilen bu iddia ve görüşler, ne derece ümmet tarafından geçerli sayılacaktır?!
Hadis malzemesinin tek tek incelenmesi ve bazı rivâyetle- rin sahih, bazılarının zayıf ya da uydurma olması, hadisin sübu- tuna mani olmaz. Zira rivâyetin tashihi aşamasında muhtemel olan sorunlar, neticeye ulaşmada yardımcı unsurlar kabilinden sayılır. Zaten tashihin, mücerred bir olay olmadığı da malumdur.Üstelik hadislerin anlatılan hüküm ve neticeleri, aslında hadis konusundaki titizlik ve inceliğe delâlet eder. Zayıf ve uydurma hadisler, sahih olanlarından ayrıştırıldığı takdirde hadis ri- vâyeti, niçin sorunlu görülsün ki?!Hadislerin sahih olması içtihadi bir olaydır. İçtihatta yanılma payı inkâr edilemez. Sahihlik, şartların ne derece gerçekleştiği yönündedir. Aksi durumda Peygamberden (a.s.) kesin yolla sabit olan bir hadisi inkâr küfür olur.56
Öztürk, dinin asıllarının Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olarak belirlenmesini, fıkıh usûlünde sünnet’in bir teşri kaynağı olarak Kur’an karşısında konumlandırmasına bağlıyor.57 Hâlbuki fıkıh usûlünde asli delil olarak zikredilen hususlar, sünnet’in teşri olarak Kur’an karşısında konumlandırılmasından kaynaklanmıyor. Zira sünnetin teşri kaynağı olması, bizzat Kur’an’ın kendisinden çıkarılan delillerle sabittir.58
Üstelik Kur’an lafzındaki mücmelin beyanı, mutlakın takyidi, âmmın tahsisi vb. hususlar, ancak Peygamber’in kavli, fiili ve takriri sünnetiyle anlaşılıp uygulanabilir.İcma ve kıyasın delili de yine Kur’an nassına dayandırılmıştır. Aslında icma ve kıyası içtihad kapsamında mütala etmek mümkündür. Buna göre içtihadı caiz kılan Kur’an delili, icma ve kıyası da caiz kılmış olur.Haddi zatında şer’i delilleri ikiye indirgemek de mümkündür. Nass ve akıl. Nass, Kur’an ve Sünneti, akıl da İcma ve Kı- yas’ı kapsamına alır. Nitekim Yüce Allah, bu delilin önemine şöyle işaret etmektedir: “Ve şâyet işitmiş ve aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateşin mahkumları arasında olmazdık.”59 Nassın, işitme ve rivâyet, içtihad olayının da akılla ilintili olduğu bilinen bir husustur. …
Devamı: 2.Yazı
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…