Modern Müslüman’ın Zihin Durumu ve Zihin Algısı
Modern İnsan
“Modern insan” veya “modern Müslüman” terkipleri ile “zamansal” bir durumu değil, bir bilinç durumunu kas- dettiğimi belirterek başlamam isabetli olacak. Bu yazıda bu terkipler, temel kimlik kodlarını modernitenin belirlediği insan tipini anlatmaktadır.
Modernité, “dünya hayatın’’(1) öncelenmesi temelinde şekillendiği için modern insanın öncelikleri dünya merkezlidir. Modern insan eşyayı ve olayları değerlendirirken merkeze kendisini, kendi algı, heves, beklenti, menfaat ve rahatını koyar; şeyler ve kavramlar dünyasını da bu temelde yeniden dizayn eder. Dinlerin ve inanç sistemlerinin de bu çerçevede değerlendirme konusu olması tabiidir.
Bütün değerler, modern insanın merkezinde oturduğu bir yaklaşımla ele alındığı için modernite insanlık tarihinde yaşanmış en büyük kırılmadır. Geçmişte yaşanmış herhangi bir olayın ya da benimsenmiş herhangi bir değerin bugün farklı bir anlam ve çağrışım alanına sahip olması, modern durumun insanlık tarihinin bütünü karşısında arz ettiği esaslı farklılığın göstergesidir.
Moderniteye karakterini veren unsurları iki başlık altında toplayabiliriz: Dünya merkezlilik ve Tarihsellik. Moderniteyi oluşturan diğer bütün unsurları bu iki başlığın kapsamında ele almak mümkündür.
Dünya Merkezlilik
Modern insanın dünya hayata tanıdığı merkezlilik o denli baskındır ki, modern dönemde bütün kavram, değer ve sistemler bu çerçevede şekillenmiştir dense sezadır.İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın belirlendiği yegane temel burasıdır.
Moderniteye karakterini veren “rasyonalite”, ‘’konfor”, “özgürlük”, “ilerlemecilik”… gibi kavramların vücut ve anlam bulduğu alan da burasıdır. Modern insan rasyonel olarak izah edemediği şeyleri anlamsız bulur ve reddeder. Kader, ahiret, hatta Allah inancı böyledir. Modern insan bu sebeple “mucize”ye inanmaz, yine bu sebeple günah-sevap olgularına yabancıdır.
Rahat ve konforunu bozacak herhangi bir duruma, ancak nihayetinde daha büyük bir rahat ve konfora ulaştıracağını hesap ettiği zaman katlanır modern insan. Savaş ancak bu dolayımda -daha geniş topraklara, zengin kaynaklara ve stratejik üstünlüğe ulaştırdığı için- anlamlı ve katlanılmaya değerdir. Yeryüzünün başka herhangi bir bölgesindeki açlık, sefalet, adaletsizlik, ancak kendisine bir avantaj sağlaması halinde ilgilenmeye değerdir modern insan için.
Özgürlüğünden ise hiçbir şey karşılığında ödün vermez. Yaptığı işin haklılığını ya da meşruluğunu kimsenin sorgulamasına tahammülü yoktur. “însan hakları” kavramına hayat veren en önemli faktör de işbu “başkasının müdahalesinden azade olma” ihtirasıdır. Hiç kimse kendi doğrularını, yaşamasına engel çıkarılmasını istemediği için herkes başkasının hayat tarzına ve anlayışına saygılı davranma konumunu muhafaza eder. İnsan nefsinin bütün arzularını yerine getirmeyi hayatının en başat görevi addeder ve bunun adına da “özgürlük” der.
Modern insanın özgürlüğü “başkasından alman” bir şey olduğu için o, fedakârlık anlamı taşıyan herhangi bir davranış biçimine alan açmaz. Prometeus’un ateşi tanrılardan “çalması”, modern hayatta pek çok davranış ve anlayış biçiminin kodlarını bünyesinde barındıran son derece özel bir anlama sahiptir. Ateş özgürlüğü sembolik eder ve mücadele verilerek elde edilmiş olmasının anlamı büyüktür. Tanrıların, insanın muhtaç olduğu bir şeyi bencillik ederek ısrarla ellerinde tutması, insanın da mücadele ederek ve türlü riskleri göze alarak onu tanrılardan çalması, modern hayata özellik veren birçok şeyi anlamlandırmada bize yardımcı olur. Hem insanın “tanrılar’ın sembolize ettiği “aşkın ”la ilişkisinin, hem de özgürlük anlayışının mahiyetinin izini bu antik hurafede rahatlıkla sürebiliriz…
(Buradaki “özgürlük”ü, “köleliğin zıddı” olarak anlamak yanıltıcıdır. Burada söz konusu olan, “hukukî” değil, “ontolojik” durumdur. Gerçi modern insan “öteki”nin hukukî kölelik statüsünde tutulmasından fayda elde ettiği sürece bu durumu devam ettirmiş ve ancak daha faydalı bir başka durum sebebiyle köleliği ortadan kaldırmaya razı olmuştur: Makineleşme. Daha az maliyetli, daha seri üretim yapma imkânı veren ve daha dayanıklı!)
Modern insanın, özgürlüğe bu kadar “abanması”, aslında nefsaniyet merkezli bir tutumun dışa vurumu olduğu için aynı zamanda bir paradokstur da! Zira ona -başkasına zarar vermediği sürece- istediği gibi yaşamasını “kutsal bir hak” olarak telkin eden aslında egosudur. Yani modern insan aşkın değerler karşısında özgürlük savunusu yaparken, aslında nefsine köleliğin mücadelesini vermektedir. Kendisini insan yapan değerlerden özgürleştikçe nefse zebunluğu artan modern insan!
Ancak bütün bu söylenenler, modern insanın geçmişten tevarüs ettiği herhangi bir değer bulunmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı, geçmişten tevarüs edilenlerin, bu “yeni” veya daha doğrusu “esas” duruma uyumlu olduğu sürece kabule şayan bulunmasıdır. Muhtevasını yeniden belirlemek, kısmî rötuşlarla maksada uygun hale dönüştürmek ya da farklı unsurlarla takviye ederek işler hale getirmek, geçmişin mirası üzerinde gerçekleştirilen operasyonların belli başlı özellikleridir.
Bir Parantez: Postmodernizm?!
“Postmodernizm, modernizmin alternatifi midir, uzantısı mı?” tarzındaki bildik ve “anlamsız” tartışmaya paçamızı kaptırmadan devam edelim:
Postmodernizmi modernizmin bir uzantısı, tabii bir evresi olarak görenleri haklı çıkaran en önemli alan belki de “geçmişten tevarüs edilenler”in oluşturduğu alandır. Evet, modern dönemde – Aydınlanma’nın rüzgârıyla- dinler ve inanç sistemleriyle ilgili baskın tavır “reddetmek/dışlamak” olmuştur, kilise’nin ve din adamlarının bu tavra sağladığı haklı gerçekleri görmezden gelmediğimi belirteyim.) Ancak bu yapılirken bile “aşkın bir değer”e bağlanmanın önemi inkar edilmemiş, belki söz konusu “aşkın değer” yeniden belirlenmeye çalışılmıştır. Bu son derece çarpıcı biçimde yapılmış, kutsallık reddedilirken bütün profanlığıyla modern/ seküler insanın heva ve hevesleri kutsallaştırılmıştır.
Postmodern durumda ise dinlerin ve inanç sisteminin insan hayatından bütünüyle dışlanmasının ve yerine “sentetik” yapıların ikame edilmesinin imkânsızlığı anlaşılınca, modern insanın ihtiyaçlarını karşılayan manevî/moral değerler teşvik edilir hale gelmiştir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, burada da aslolan onların kendisi değil, modern insanın onlara olan ihtiyacıdır! Yani “insanın heva ve heveslerinin kutsallaştırılması” dediğim “tuğyan” durumu burada da devrededir. Modern insan uhrevî kurtuluşu elde etmek için değil, stresten uzaklaşmak ve daha mutlu olmak için inanır. Budizm, Taoizm gibi Uzakdoğu dinlerinin ya da cinsellikle karılmış, efsunlu sahte kültlerin modern hayat tarzı içinde kendisine giderek daha fazla yer bulur hale gelmesinin açıklaması burada aranmalıdır.
Tarihsellik
Dünya merkezliliğin tabii bir yansıması olarak tarihsellik, soyut ve somut bütün varlık alanlarıyla geçmişe tepeden, indirgemeci, çözümleyici ve biraz da reddedici bir gözle bakma tavrının adıdır. Bu tavrın temelinde mevcut durumun (Modernitenin) mutlaklaştırılması vardır. Bu sebeple modern insan için geçmiş “arızî”dir, “eksik”tir, “tekâmül etmesi gereken”dir!
Sadece insanın biyolojik varlığını değil, tarihi ve sosyal olayları da “evrimci” bir temelde okuyan modern insan, bugün elde ettiği konumu her alanda gerçekleştirdiği tekâmülün tabii bir neticesi sayar. Dolayısıyla bu neticenin mutlaklığını ve olmazsa olmazlığını tartışmak modern insan için kendisini inkâr kadar imkânsızdır.
Tarihsellik anlayışının içinde, geçmişte zuhur etmiş olan kavram, kurum ve pratiklerin geçmişe ait olduğu kabulünün merkezî bir yeri vardır. Yönetim sistemlerinden dine, toplumsal örgütlenme biçimlerinden ilimlere kadar hiçbir şey bunun dışında değildir. Tek istisna vardır: Bugün için varlığının devamıyla modern insanın beklentilerine hizmet edebilecek ve modern durumun gerekleriyle çatışma teşkil etmeyecek olanlar.
Geçmişte falcıların ve kâhinlerin gelecekten haber verdiğine inanılıyordu; bugünse onların yerini astrologlar ve fütürologlar almış durumda. Ya da Uzakdoğu insanı için bir nevi hayat tarzı olan kimi faaliyetler, modern insan için hem güvenlik ve sağlık, hem de ruhsal dinginlik temin eden sporlar olarak “hayat felsefesi” haline getirilmiştir…
Elbette tarihsellik söz konusu olduğunda dikkatimizi yöneltmemiz gereken en önemli alan “din”dir. Modern insan için din, bireysel ve toplumsal anlamda moral-moti-vasyon sağlayan, hayata ve olaylara iyimser bakmayı temin eden, ruhu eğiterek uyumlu ve disiplinli bireyler yetiştiren bir kurumdur. İnsan ihtiyaçlarının dayatmasıyla orta çıkmış ve zaman içinde basitten karmaşığa, çok tanrılılıktan tek tanrılılığa doğru bir gelişme seyri izlemiştir.
İster Müslümanlar, isterse gayrimüslimler tarafından kaleme alınmış olsun, herhangi bir Dinler Tarihi kitabının sistematiği bile modern insanın dine bakışı hakkında yukarıda söylenenleri doğrulamaya yetecektir. Bu tarz kitaplarda dinlerin basit kabile kültlerinden başlatılması, çok tanrılı dinlerin zamansal olarak “tek tanrılı dinler”den önce zikredilmesi hep bu bakış açısının ürünüdür. Oysa ilk insan Hz. Adem (a. s) aynı zamanda bir peygamberdi!
Modern Müslüman
Yukarıda çerçevesini alabildiğine kısa olarak çizmeye çalıştığım modern durum, elbette Müslümanları da etkilemiş, dilimize “modern Müslüman” diye bir tanımlamanın girmesini intaç etmiştir. Bu tanımlamanın, modern Müslümanın genelde “din”le ve özelde İslamla ilişkisine inhisar ettiği açıktır. Modern Müslüman, din ve dünya algısını modern kavramlar temelinde inşa eden insandır.
Burada söz konusu olan, modern Müslümanın İslam algısı, İslam’ın kavram, kurum ve hükümlerine bakışıdır. Bütün bunların, modernitenin etkisi altında şekil ve muhteva kazandığını söylemek pek çoğumuza malumun ilamı gibi görünebilir. Ama detaylara inildikçe ibretamiz durumlarla karşılaşmak, onun “âdiyattan” kabul edilmesinin de en az kendisi kadar tehlikeli olduğunu düşündürmektedir.
Modern Müslümanın serencamını konuşurken Efendimiz (s.a.v)’in, “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin’ (Ehl-i Kitab’ın) yoluna uyacaksınız”(Buhari,İtisam,14) hadisini hatırlamamak kabil değildir. Yukarıda “modern Müslüman” tanımlamasının genelde “din”le ve özelde “îslam”la ilişkiye in’ sar ettiğini söylemiştim. Bunun anlamı şudur:
Modern insan dine nasıl bakıyorsa, modern Müslüman da öyle bakar, özellikle Yahudiler’in ve Hristiyanlarin din ve dünya anlayışı, modern Müslümanın İslam algısı da derinden etkilemiştir. Arada sadece tarz ve ton farklılığı vardır. Dolayısıyla bu yazının birinci kısmında modern insan için söz konusu edilmiş bulunan “dünya merkezlilik’’ ve “tarihsellik” vasıflarının modern Müslüman için de geçerli olduğunu peşinen söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. öyleyse bu iki başlığın modern Müslümanın zihin dünyasındaki iz düşümünü yakından gözlemlemek gerekir.
Dünya Merkezlilik
Modern Müslümanın İslam algısı “dünya hayatı’’ imar ve inşayı önceleyen bir din öngörmektedir, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren Müslüman aydınların ve kalem erbabının, çalışmanın, üretmenin, disiplinin İslam’daki önemini sürekli vurgulaması, İslam’ın “tevekkül” anlayışının Müslümanlar tarafından yanlış anlaşıldığını söyleyip durması bu sebebe dayanmaktadır.
Kalkınmanın, gelişmenin ve ileri gitmenin Müslüman halka bir “amentü” gibi devamlı surette telkin edilmesi, geri kalmışlığın, kurtulunması gereken lanetli bir durum olduğunun söylenmesi de aynı anlayışın tezahürleridir.
Teknolojik buluşların Kur’ân tarafından 1400 küsur yıl önceden haber verildiğini ispatlamaya dönük İlmî (!) araştırmalar bir taraftan Kur’ân’ın “hak kitap” olduğu inancımızı pekiştirirken, diğer taraftan da bizi gelişmenin, kalkınmanın, bilimsel icatların büyülü dünyasına adapte etti! Bunun için Batılı ülkelere gidenlerin içinden geçen önce “öykünme”, arkasından “bir de Müslüman olsalardı neler olmazdı ki!” hayıflanması oldu hep.
Zühdü, takvayı, dünyaya meyletmemeyi, nefsi dizginlemeyi… Tasavvufa intisap edenlere mahsus “tahsiniyat’tan addedip olsa da olur olmasa da kabilinden şeyler olarak gören modern Müslüman, İslam’ın bu tarz emirlerini kulak arkası ederken hep “yokluk içinde mi yaşayalım?”, “Müslüman üçüncü sınıf insan değildir” itirazlarını dillendirdi. “Asıl bunlardan istifade etmesi gerekenler Müslûmanlardır” tesbitini düstur edindi.
Oysa zühd yokluğa ve yoksulluğa mahkûm olmak değil, varlık içinde yokluğu yaşamaktır; nefse köleliği reddetmektir. Nefsin tezkiyesi Müslümanın temel amacıdır ve bunun yolu da zühd ve takvadan geçer: “Nefsini tezkiye etmiş olan şüphe yok ki, felaha ermiştir. Ve muhakkak ki, nefsini noksana düşüren de hüsrâna uğramıştır. ”(Şems,9)
Modern Müslüman için aslolan “dünya hayat’ın imar ve inşası olduğundan, bu alandaki izafi başarı ve arızalar onun için din anlayışını değerlendirme kriteri haline dönüşmüş bulunmaktadır. Bu sebeple o, modern hayata vücut veren din ve dünya anlayışını merkeze alır, bununla çatışma halinde olan her türlü mülahazayı duraksamadan reddeder.
Sadece bu da değil, modern hayat tarzının var ettiği değer yargıları ve değerlendirme biçimleri de modern Müslüman için en temel kıstaslar haline dönüşmüş durumdadır. Modern hayat tarzını var eden unsurlar ona göre evrenseldir; dolayısıyla İslam’ın onları reddetmesi ya da filtrelemesi söz konusu değildir. Tam aksine gerçek Müslümanlık bu evrensel unsurların içselleştirilmesiyle mümkün olabilir ancak.
Bu çerçevede modern Müslüman Tasavvufa, insanı tembelleştirdiği gerekçesiyle karşı çıkar. Oysa aslında onun tahammül edemediği, Tasavvufun “dünyayı küçümseyen” yaklaşımıdır ve esasen bu, İslam’ın bu hayata ilişkin en temel tesbitidir. “Her nefis ölümü tadacak, ecirleriniz ancak kıyamet günü tamamlanacak; o vakit kim ateşten uzaklaştırılır da Cennete konulursa işte o murada ermiştir,yoksa dünya hayat aldatıcı bir meta ’dan başka bir şey değildir.(Al-i İmran,185)
Bu ve benzeri ayetler dünya hayat ile Müslüman arasındaki ilişkinin temel tayin edicisi olduğu halde, bunları kulak arkası etmek suretiyle dünyayla kurduğu aldatıcı, ayartıcı ilişki, modern Müslümanı sekülerleştirmiştir.Her ne kadar mü’minin en temel vasfı pek çok ayette “Alaha ve ahirete iman” olarak belirlenmiş ise de, modern Müslüman, içinde “kaygı”ya dönüştürmeden belli belirsiz taşıdığı’ ahiret inancının, dünyasına kayda değer herhangi bir etki yapmadığı kimsedir. “İnsanların içinde kimi de vardır ki “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler; hâlbuki iman etmiş değillerdir”(Bakara,8)ayetinde biraz da bu durum anlatılıyor değil midir?
Bu saikle hayat standardına, etiketine, sosyal konumuna, ibadet eder gibi özen gösterir. Hatta yeri geldiğinde Sahabe ve Selef arasında da zenginler, servet sahipleri bulunduğunu söyleyerek durumuna meşruiyet temin etmeye çalışır. Sahabe ve Selef arasında servet sahipleri bulunduğu doğru olmakla birlikte, bir doğru daha var: Hiçbir dünyalık onları mesela Allah yolunda cihaddan alıkoymamıştır. Her çeşidiyle infak ve tasadduk onların hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Oysa modern Müslüman, cihadı telaffuz etmek bir yana, ekonomik dalgalanmalar mali durumunu etkilemesin diye zulüm ve sömürü üzerine kurulu küresel ekonomik istikrarın bozulmaması için sabah akşam niyaz halindedir.
Modern Müslüman hayatı konforize ettiği gibi, Din’i de “sıkıntıya girmeden” yaşamaktan yanadır. Bu meyanda birtakım hükümlerin Fukaha tarafından gereksiz yere zorlaştırıldığını, oysa Din’in aslının kolaylık olduğunu söylemekten ve ilgili ayet ve hadisleri ardı ardına sıralamaktan ayrı bir haz alır.
Oysa Din insanı “mükellef” bir varlık olarak tanımlar. Bu, “teklif’i kabul eden insanın, gönüllü olarak bir “külfet”i omuzlamaya talip olduğunun ifadesidir. Kur’ân, bu teklifi “emanet” olarak tavsif eder ve şöyle buyurur: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.(Ahzab,72)
Tarihsellik
Modern Müslüman, yukarıdâ özetlemeye çalıştığım modern sekûler hayat tarzını merkeze aldığı için, modern değer yargılarıyla örtüşmeyen her türlü hüküm ve bilgiden rahatsızlık duyar; onları hayatın ve dinin dışına atmaya çalışır. Söz konusu hüküm ve bilgilerin “kat-i/yakinî” olması dahi bir şeyi değiştirmez.
Bu çerçevede modern değerler esasında işleyen aklına sığdıramadığı hususları reddetmenin türlü yollarını dener. Bu çerçevede başvurduğu en etkili yol “tarihsellik” söylemidir. Tıpkı modernist Yahudi ve Hristiyanların, Tevrat ve încil’de yer alan mucize haberlerinin, gelişimini tamamlamamış kuşakların algı dünyasına hitap eden asılsız/mitolojik anlatımlar olduğunu söylediği gibi, modern Müslüman da insanlığın artık mucizeden etkilenmeyecek kadar inkişaf ettiğini, dolayısıyla artık gerek kalmadığı için Efendimiz (s.a.v)’in mucize göstermediğini söyler.
Yine Kur’ân’da anlatılan peygamber mucizelerinin birebir yaşanmış şeyler olarak anlaşılmasının şart olmadığını söyler ve bu tür anlatımların, VII. yüzyıl Arabistan’ında yaşayan cahil bedevileri etkilemeye matuf oldu-ğunu söyler.
Kur’ân ve Sünnet’te öngörülen hadd cezalarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini düşünen modern Müslüman, bu “ağır” cezaların eski zamanın ilkel-insanlarını yola getirmek için konulduğunu, bugünün gelişmiş” nesilleri için ise daha “insanî/makul cezalar öngörülmesi gerektiğini söyler.
Burada eğer hüküm Sünnetle sabit ise Sünnet’in sübutu konusunda üretilmiş şüpheleri devreye sokarak hareket eder. Modernitenin gerekleri/talepleri doğrultusunda hareket ederek “gelenek eleştirisi” adı altında Sünnet-i Seniyye üzerinde kara delikler oluşturmaya çalışır. Bu alanda yapılan çalışmaların tipik özelliği şudur: İlgili rivayetlerin “asılsız/uydurma” olduğuna baştan karar verilmiştir; yapılacak olan, bu karara gerekçeler oluşturmaktır.
Söz gelimi Hz. İsa (a. s)’in ind-i İlahîye kaldırıldığını ve kıyamete yakın tekrar yeryüzüne ineceğini anlatan ri-vayetlere temelde “aklî” gerekçelerle itiraz eder modern Müslüman. Bir insanın yüzyıllar boyunca dünya dışı bir mekânda yaşamasının imkânsızlığı fikrinden hareket eder. Rivayetlerle ilgili diğer eleştiri noktaları aslında “yan unsurlar” olarak devrededir.
Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelişinin bundan daha büyük bir mucize olduğu kendisine hatırlatıldığında ya saçma sapan hermenötik izahlarına başvurur, yada bunun Kuranla değil,hadislerle sabit olduğunu,hadislerin sübutunun kesin olmadığı… tezini tekrarlamaya başlar. Oysa hadislere duyulan bu güvensizliğin onlara,Oryantalistlerden hediye olduğunu, dolayısıyla hadis külliyatına yöneltilen bu eleştirilerin gayrimüslim bir zihniyetin ürünü olduğu aşikârdır. Kendisi Müslüman ama zihniyeti gayri-müslim!
Kur’ân bağlamında ise “tarihselcilik” devrededir;normatif her türlü hükmün, nazil olduğu dönemi bağlayacağını, günümüzde bunların yerini daha “çağdaş“ hükümlerin alması gerektiğini ileri sürer. Bunu “Kur’ân’ın gereği” olarak takdim etmeyi de ihmal etmez.
Modern Müslüman için, modern değer yargılarıyla ve seküler bilimin verileriyle örtüştüremediği hususlarda tarihsellik “can simidi” gibidir. Allah Teala’dan geldiğinde ve içine insan elinin karışmadığında hiçbir şüphe bulunmayan Kuranı modern değerlerle çatışma arz ettiği nokta larda devre dışı bırakmanın en kestirme ve “bilimsel“ yoludur tarihsellik çünkü.
Burada yine gayrimüslimlerin hediyesi olan “hermenötik teknikleri” en büyük yardımcısıdır. Metni, sahibinden bile daha iyi anlayabileceği yolundaki hermenötik tekniklerine yaslanarak aslında Kur an’a “somut hükümler’’ çıkarmak için değil, “temel ilkeler” elde etmek için başvurulması gerektiğini söyler. Adalet, eşitlik, özgürlük, zulmetmemek ve zulme engel olmak, yardımlaşma, barış, sevgi, saygı… Kur’ân’ın temel hedefi bunları gerçekleştirmektir modern Müslümana göre. Kuran bunların nasıl gerçekleştirileceğine önem vermez. Kuran’ın somut,normatif hüküm ihtiva eden ayetlerini birebir alıp uygulamak geçmişte bu ilkelerin hayata geçirilmesine yaramış olabilir Ancak bugün bu ilkeleri hayata geçirmek için aynı hükümleri uygulamak doğru değildir; hatta bu, Kur an ’ın mesajına ve hedefine aykırıdır. Dolayısıyla modern Müslümana göre günümüzde Kuran’ın uygun davranış, İhtiva ettiği hüküm ayetlerini “uygulamak” değil, “uygulamadan kâldırmak”tırl
Modern Müslüman ve Sünnet
İslamı Allah Teala’nın emrettiği gibi değil, kendi anladığı gibi yaşama ısrarında olan modern Müslüman, murad-ı ilahi’nin tezahür alanı olan Sünnetle barışık değildir. Bunu söylerken modern Müslümanın Sünnet’i “karakter özelliği olarak” inkar ettiğini iddia ediyor değilim. Her ne kadar modernist Mûslümanlar arasında Sünnet’i bir kurum olarak toptan reddedenler bulunduğu bir vakıa ise de, bunu onların tamamına teşmil etmek isabetli değildir. Modernist Müslümanın Sünnet algısı daha ziyade “seçmeci” kelimesiyle ifade edilmeye uygundur.
Ancak bu “seçmecilik”in, Din’in sabitelerini gözeterek belli bir metodoloji çerçevesinde özellikle de “Allah’ın muradına vasıl olma” arzusuyla yapılmadığını bilhassa belirtmek gerekir. Yukarıda modern Müslümanın din algısından bahsederken Yahudi ve Hristiyanlar’ın dinî/tarihî tecrübelerini hatırlamamızı ihtar eden hadisi zikretmiştim. İşte burası o nebevi ihbarın ete kemiğe büründüğü noktadır.
Modern Müslüman, rahatını bozmayacak, kendisini sıkıntıya sokmayacak “rahatlatıcı”, “kolaylaştırıcı bir dinin peşinde olduğu için bu alanlarda problemli olarak gördüğü Sünnet verilerini devre dışı bırakma tavrındadır. Mu- rad-ı ilahi, Kur’ân’ın Sünnet tarafından beyan edilmesiyle ete kemiğe büründüğüne göre, Sünnet’in belirleyicilik konumundan uzaklaştırılması, murad-ı İlahînin belirlenmesi noktasında her türlü yoruma açık bir alanın oluşmasını mümkün kılacaktır.
Modern Müslüman bunu başardığı zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Din’deki merkezî konumunun kendi eline geçeceğinin farkındadır. Her ne kadar böyle bir iddia içinde olmasa da, yaptığı işin kendisini böyle bir konuma taşıdığının elbette bilincindedir. “Din’de Peygamber yetkisine sahip olmak!” Tam da modern insanın doymak bilmez egosuna uygun bir durum!
Bunun için modern Müslüman, Hz. Peygamber (s.a.v) ın peygamberlik gereği pek çok sahada pek çok söz söylemiş olmasını hazmedemez.’’Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru…”(M.İslamoğlu,3 Muhammed,syf;197)
Peygamber Sünneti üzerinde yoğunlaşan bu atışlar başarıya ulaşırsa, ortada, metni koruma altında olmakla birlikte anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti aracılığıyla her türlü tahrifin nesnesi haline getirilmiş Kur’ân kalacaktır.
İşte burası tam da Ehl-i Kitab’ın serencamının hatırlanması gereken noktadır. Onları kendi dinlerini dejenere ve kitaplarını tahrife yönelten birçok etken vardır. Bunlar içinde en önemlisinin, dinlerini yaşadıkları şartlara uygun hale dönüştürme arzusu olduğunu söylemek isabet olacaktır.
Yahudi Kutsal Kitap külliyatı (Ahd-i Atik) 30 küsür kitaptan oluştuğu halde, aralarında Hz. Musa (a.s)’dan intikal ve Tevrat’ın beyan ve tatbikini ihtiva eden bir miras, bir “Musa Sünneti” neden mevcut değil, hiç düşündünüz mü? Böyle bir miras mevcut olsa ve tatbik edilerek nesilden nesile aktarılmış bulunsaydı Tevrat bu kadar kolay tahrif edilebilir miydi? Yahut böyle bir miras olsaydı Israiloğulları’na ardı ardına peygamberler gönderilmesi yine de gerekir miydi?
Hz. İsa (a.s)’ın bi’seti ile terk-i dünya etmesi arasında kısa bir süre bulunduğu için bu tesbiti O’nun hakkında bu kadar kolay yapamayabiliriz. Ama orada da en azından şunu söyleyebiliyoruz: Hz. İsa (a.s)’m havarileri Sahabe-i Kiram gibi mizac-şinas-ı Resûl olsa ve O’nun öğretisini bütün benliklerine yerleştirerek cansiperane yaşatmış bulunsaydı Pavlus başarıya ulaşabilir miydi?
Şurası açık ki, Ümmet-i Muhammed’in Ehl-i Kitab’ı, girdiği delikten girecek kadar inceden inceye takip etmesi, ancak ve ancak Sünnet üzerinde gerçekleştirilecek Ehl-i Kitap vari bir operasyonla mümkün olabilecektir.
“Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti bize hadisler vasıtasıyla ulaşmıştır. Hadisler ise, hem aralarında zayıf ve uy- durma rivayetler bulunmakla, hem de -Hz. Peygamber (s.a.v)’in ağzından çıktığı gibi değil- mana ile nakledilmiş olmakla, güven verici bir kaynak hüviyetini haiz olamaz” gibi bildik gerekçelerle Sünnet-i Seniyye üzerinde şüphe oluşturulduğu zaman Kur’ân hakkında dilediği gibi sarf-ı kelam edebileceğinin farkındadır modern Müslüman. Hatta bu o kadar böyledir ki, Hz. îsa (a.s)’ın Yahudiler tarafından öldürülmediğini ve çarmıha aşılmadığını açıkça ifade eden ayette(nisa,157) verilmek istenen mesajın, Isa’nın mesajının öldürülemeyeceği olduğunu söyleyen ve “îsa bedenen çarmıha gerildi, öldürüldü; fakat o yaşıyor denmek isteniyor” (ihsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, I, 238. (100 nolu açıklama) tarzındaki yorumlara tesadüf etmek artık kimseye şaşırtıcı gelmiyor.
Fizik ve fikir dünyasını modernitenin tesis ettiği Müslüman için aslolan modern dünyaya yadırgatıcı, aykırı, rahatsız edici gelmeyen bir İslam yorumudur. Bu yorumu elde etmek ve hâkim kılmak için -başta Oryantalistlerin çalışmaları olmak üzere- her türlü aracı/imkânı kullanır.
Sonuç itibariyle “büyük fotoğraf”a baktığımızda gördüğümüz odur ki, dünyanın hal-i hazırını esas alarak dini ona adapte etmekten başka bir derdi olmayan modern Müslüman, yanlış yoldan doğru hedefe varabileceğini düşünmek suretiyle varlığın en azim hatasını tekrarlamaktadır. İşbu “Hakki batıla satma” hatasını insanlık tarihi boyunca işleyenler, hep aynı gerekçelerle hareket ettiler. Kendilerine gönderilen peygamberlerin öğrettiklerinin, “hayatın gerçekleri”yle (siz bunu “heva ve hevesleriyle” diye okuyun) örtüşmediğini düşünerek o mukaddes mesajları ya tahrif veya tümüyle terk ettiler.
Oysa insanlığa bir daha peygamber gönderilmeyecek. Geçmişte her ümmetin bir şahidi olmuştur.(Nahl, 84, 6; 28/el-Kasas, 75) Son Peygamber (s.a.v)’den sonra ise bu misyon bütün insanlığı kuşatacak şekilde O’nun ümmetine verilmiştir. (el-Bakara, 143; 22/el-Hacc, 78)
Bu Ümmet içinde kimin doğru, kimin yanlış yaptığı konusunda ise Son Peygamber (s.a.v)’in şahitliğine başvurulacaktır.
“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.’’(Buhari,Nikah,1) buyurmuş bulunan Seyyidül-Mürselîn (s.a.v.)’in bu hitabının muhatabı olmaktan Allah’a sığınırız…
Bu yazı Ebubekir Sifil-İhya ve İnşa Kitabından alıntıdır…