Cizvit papazı olan ve çetin bir kilise eğitimine tabi tutulmuş olan Descartes eğitiminin kendisini; “…içinden çıkılmaz şüphe ve yanlışlıklar içine düş”ürdüğünü belirtmekte ve bu eğitimin “bilgisizliğini ona gittikçe daha iyi gösterdiğini (Descartes, 1984:10) yazmaktadır. İlahiyat, felsefe, ahlak gibi konulara ilişkin bilgilerin “…kumla çamur üzerine kurulmuş pek azametli, pek görkemli saraylara ben”zemekle (a.y. : 12) birlikte, gerçekte hiçbir işe yaramadığını vurgulamakta ve “kanıtlarının kesinlik ve apaçıklığı dolayısıyla, her şeyden çok matematik”in bilim olarak (a.y.: 13) kabul edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Ona göre şu dört ilkeye riayet edildiği takdirde, güvenilir ve geçerli bilginin elde edilmesi mümkündür:
“Birincisi, doğruluğunu apaçık olarak bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek: Yani aceleyle yargıya varmaktan ve önyargılara saplanmaktan dikkatle kaçınmak ve vardığım yargılarda, ancak kendilerinden şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavradığım şeylere yer vermekti.
İkincisi, inceleyeceğim güçlükleri daha iyi çözümleyebilmek için her birini, mümkün olduğu ve gerektiği kadar bölümlere ayırmaktı.
Üçüncüsü, en basit ve anlaşılması en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı bir merdivenden basamak basamak çıkar gibi, en bileşik şeylerin bilgisine yavaş yavaş yükselmek için -hatta doğal olarak, birbirleri ardınca sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra bulunduğunu varsayarak- düşüncelerimi bu sıraya göre yürütmekti.
Sonuncusu ise, hiç bir şeyi atlamadığımdan emin olmak için, her yanda eksiksiz sayımlar ve genel kontroller yapmaktı33 (1984: 21-22).
Bu ilkeler yerli yerince kullanıldığında, ona göre (1984: 23), “en basit ve en genel olandan başlayıp, bulduğu her hakikati, sonra daha başkalarını bulmakta bir kural olarak kullanmak suretiyle” bütün dünyevi sorunlar çözülebilir. Dolayısıyla bu da açık seçik bilgi üretmenin yegane yoludur. Açık bilgi “dikkatli bir zihne görünen ve belli olan bilgi”(l 98 8: 56)dir. Nesnelerin göze görünen yönü böyledir. Örneğin eşya açıkça görünen bir nesnedir ve ona ilişkin edindiğimiz bilgi açık bilgidir. Seçik bilgi ise “keskin ve başka bilgilerden ayrılabilen (a.y.) bilgilerdir. Örneğin ateşe dokunduğumuzda elimiz yanar ve açık bir bilgi edinmiş oluruz. Bir daha ateşe dokunmamayı öğrenmek ise kayıt altına aldığımız seçik bir bilgidir. Demek ki yukarıdaki ilkelere uygun bir biçimde elde ettiğimiz, elle tutulan gözle görülen dünyadaki nesnelere ilişkin tüm bilgiler; bizi aldatmayan, doğru, güvenilir ve sahih bilgilerdir. Bunun dışındaki tüm bilgiler ise kesinlikle şaibelidir. Aklımız “bütün fikir ya da kavramlarımızın bir hakikat temeline dayanmaları gerektiğini buyurmaktadır (1984: 39). Hakikat olan da sadece dünyada gerçek karşılıkları olan nesneler, eşyalar ve diğer dünyevi varlıklardır. Hayal ettiklerimizin, örneğin keçi gövdesi üzerine bir aslan başını seçik olarak hayal etsek de, dünyada bunun olamayacağını aklımız açık olarak bize bildirmektedir. Dolayısıyla biz aslan başlı keçi varlığından söz edemeyiz.
Kısacası bildiklerimizin hepsini iki sınıfa ayırabiliriz: “birincisi bir varlığı olan bütün şeyler, ötekisi düşüncemizin dışında bir şey olmayan bütün hakikatlerdir” (1988:57). Böylece düşünce eyleminin; (a) düşünen özne, (b) düşünülen nesne unsurları bir araya getirilerek gerçekleştirildiği sonucuna ulaşılmaktadır. Daha doğrusu düşünme eyleminin doğru, güvenilir ve özellikle açık-seçik bilgiler üretmeye yönelik işlemesi bekleniyorsa, düşünen öznenin mutlaka düşünülen bir nesneye tekabül etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yani, düşünen özne(ego cogito), dünyevi somut bir varlık olan düşünülen nesne(res extensa)ye ilişkin bir eylem içinde olmazsa; kendi peşin hükümlerini, yalan yanlış tasarımlarını, hayallerini hakikat sanabilir ve bu zannı kutsal bir inanca dönüştürebilir ki, bu, insanlığı en çok tehdit eden bir sapkınlıktır. O halde, düşünen öznenin dünyevi olmayan kanılarla kendini meşgul etmesi, kendisine ihanettir, insanlık açısından ise en büyük kötülüklerden birisidir.
Neyin gerçek neyin sahte, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayabiliyor, eşyaların gerçekliklerine ilişkin kuşkular taşıya- biliyorsak; düşünen, ölçüp tartan bir öz varlığa sahip oluşumuzdan asla kuşku duyamayız. Düşünen bir varlığın var olmaması apaçık ihtimal dışıdır (1988: 29). Demek ki nesne ya da cisim- lerden bir cisim olan bedenimizin, yani gerçekliği keşfedilmeye muhtaç varlığımızın dışında, varlığından kuşku duyulmayan bir cevhere sahip bulunmaktayız.
“Zira düşüncemizden dışarda, gerçekten var olan veya mevcut bulunan başka hiçbir şeyin bulunmadığına kani olduğumuz bir anda, ne olduğumuzu tetkik ettiğimizde, var olmak için, uzama, şekle, bir yerde olmaya ve bedene atfedi- lebilen, bu kabilden başka bir şeye ihtiyacımızın olmadığını ve sırf düşündüğümüz için var olduğumuzu açıkça biliyoruz. Dolayısıyla, ruhumuz veya düşüncemizden edindiğimiz kavram, bedenden edindiğimizden önce gelir, çünkü dünyada herhangi bir cismin bulunduğundan şüphe ettiğimiz halde, şüphesiz olarak biliyoruz ki, düşünüyoruz (a.y.).
Düşünmek; anlamak, istemek, tahayyül etmek değil, belki ondan daha fazla, gözlerimizin gördüğünü bacaklarımızın yürüdüğünü fark etmektir. Zira kimi zaman (örneğin rüyalarda) bu tür aktivitelerimizin olduğu sanısını da taşıyor olabiliriz (1988: 31). Yani bacağa, göze sahip olmasak da yürüdüğümüzü, gördüğümüzü düşünebiliyoruz (1988: 33). Demek ki biçimsel – cisim- sel her tür nesneden önce düşünce gelmektedir. Hatta cisimsel – bedensel varlığımız da dahil, hiçbir şey olmadığını farz edebildiğimiz halde, kendimizin olmadığını farz edemiyoruz. Kısacası dışımızdaki (bedenimiz de dahil) nesnelerin (res extensa) varlığından kuşku duyabilmemiz sayesinde, kendi öznel varlığımızın (ego cogito) var olduğunu kanıtlayabiliyoruz.
“…düşünmekten kesilseydim, hayal ettiğim bütün şeyler doğru olsalar bile, var olduğuma inanmak için elimde hiçbir neden kalmayacağını görerek, anladım ki; ben, bütün özü ve doğası düşünmek olan ve varolmak için hiçbir yere ihtiyacı bulunmayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherim. Öyle ki, bu ben, yani kendisiyle ne isem o olduğum ruh, bedenden tamamıyla farklıdır” (1984: 33).
İnsanın ruh ile bedenin bileşiminden oluşması; yani, düşünen bir öznenin, düşünmeyen cisimsel bir bedeni taşımak zorunda olması, insanın tanrısallığının önündeki en büyük engeldir. Taun sadece ruhtan müteşekkil olduğu için mükemmeldir. İnsanın ruhuna, bedeni yapıştığı ve bu bağımlılık da “açıkça bir kusur” olduğu için insan eksik bir varlıktır (1984: 35-36). De- mek ki insan, ne denli bedensel zaaflarından arınabilkse kendisini tanrısal niteliklerle teçhiz etmeyi o denli başarabilecektir. Bunun da bir tek yolu vardır: En başta bedeni olmak üzere dış dünyamızdaki tüm cisimsel varlıkları (extensa), onların hepsinden mükemmel bir cevher olan düşünen varlığımızla (cogito) kavramak. Kavramak, “aralarında belli bir bağ bulunan birçok özel şeyleri düşünmek için aynı bir fikri kullanmamızla teşekkül eder”(1988:63). Örneğin iki taşı gördüğümüzde, onların birer öze sahip olmadığım varsayar ve hepsini taş kategorisine dahil edersek, bütün taşları bir isim ya da sayı altında toplayabiliriz. İki kuş ya da iki ağaç için de aynı nesnel sınıflandırmalar yapabilir ve onları kendi içlerinde “iki kuş, iki ağaç, üç kuş, üç ağaç
diye sayısallaştırabiliriz. Böylece taş, kuş, ağaç nesnelerini elde ederiz ki, kafamızda bu nesneye ilişkin bir düşünce olduğu için, bütün taş, kuş ya da ağaçları bilme becerisini kazanmış oluruz. Aynı şekilde üçgen fikrini de bütün üç kenarlı cisimlere uygulayabiliriz. Dik açılı bir cisimle karşılaştığımızda üçgen fikrimizi “dik açılı üçgenler”, eşit açılı üçgenler gibi kategorilerle ge- liştirebiliriz ve üniversal nesnelerin kendi içindeki farklılıklarını da bu şekilde nicelleştirebiliriz (1988:64-65).
Böylece dış dünyamızdaki (kendi bedenimiz de dahil) bütün cisimsel varlıkları belirli nesne kategorileri haline getirebilir, sınıflandırabilir, nicelleştirebiliriz. Birbirlerinin aynısı nesneleri bir araya getirebiliriz ki, onların nasıl bir varlık olduklarını anlamaya çalışmamıza gerek kalmaz. Onun bir örneği nesneye karşı ne yapmamız gerekiyorsa, onun benzerlerine de aynısını yapabiliriz (Popülasyondan örneklem çıkartarak). Dışımızdaki tüm dünyevi varlıkları bu şekilde kavradığımız takdirde; onları daha kolaylıkla kontrol altına alabilir, onlara daha çabuk nüfuz edebilir, onlara en etkili biçimde egemen olabilir ve dışımızdaki dünyayı kendimiz için en fazla yararlı hale getirebiliriz.
Sonuç olarak Descartes şu sonuçlara ulaşmaktadır:
i.Geleneksel bilgi türleri geçersiz, yalan, yanlıştır.
ii.Kanıtları apaçık olduğu için sadece matematik sahih bilgi sunmaktadır. Matematikle; (a) rakamlaştırarak, (b) parçalara bölerek, (c) dışta tutarak ve (d) Yok sayarak her şeyi nicelleştirmek, nicelleştirdikçe de nicelleştirilen nesneleri denetim ye gözetim altına almak mümkündür. Dolayısıyla tüm nesneler nitelikleriyle değil nicelikleriyle anlam kazanmaktadır. Zira niteliğe ilişkin tüm söylemlerin açık, seçik ve sahih olması mümkün değildir.
iii.Descartes’a göre tıpkı matematik gibi tüm evrende tertip, nizam, intizam ve hiyerarşi bulunmaktadır. Basitten karmaşığa, tikelden tümele, dardan genişe, küçükten büyüğe v.s. doğru nesneler doğada tertip ve düzen içerisindedir. Buna göre onlara ilişkin bilgilerin de disiplin ve sistematik içermesi şarttır. Aksi takdirde inanılacak ve güvenilecek içeriğe sahip olamazlar.
iv.Descartes için, eksiksiz sayımdan ve sürekli denetimden asla vazgeçilemez. Zira bu yolla tesbit edilecek her hakikat, başka hakikatlerin ortaya çıkartılmasına aracılık edecektir. Yararlı ve insanlığın emrine amade bilgiyi üretmenin yegane yolu budur.
v.Descartes’a göre, nicelleştirerek denetim ve gözetim altına almak yeterli değildir. Denetim ve gözetimi pekiştirecek diğer bir ilke, sekülerizasyondur. Öncelikle fizik bilgi ile metafizik bilgileri birbirinden ayırmak şarttır. Nesnelerin bilgisi ile öznelere özgü spekülatif bilgiler; gözlemlenebilen, de- neyimlenebilen bilgilerle fehimlere, önyargılara, geleneksel tercihlere, hayallere, sezgilere v.s. dayalı bilgiler; somut, elle tutulup, gözle görülen, varlığını apaçık sergileyen nesnelere ilişkin bilgilerle esoterik, mitolojik, ikonik, ütopik varlıklara ilişkin bilgileri birbirinden kesinlikle ayrıştırmak gerekir. Zira metafizik bilgiler her kişinin, grubun, cemaatin ve hatta toplumun, ümmetin değerleriyle tercih edilen bilgilerdir. Tercihe dayalı olduğu için keyfidir, iman ve inançla; gerçek, doğru ve geçerli olduğu kabul edilmiştir. Kanıtlamaya dayanmadığı için şaibelidir ve şüpheleri bertaraf etme imkanı olmadığı için de bu tür bilgiler huzursuzlukların temel kaynaklarıdır. Fizik bilgiler ise açık ve seçik bilgilerdir. Kuşkuya mahal bırakmayacak ölçüde apaçık bilgi- b lerdir. Zira fizik dünyanın varlıkları, kim hangi gözle bakarsa baksın, herkese aynı biçim ve içerikle görünmektedir ve bu görünüm; onlara ilişkin bilginin doğru ve geçerli olduğuna dair delil teşkil etmektedir. Bu yüzden fizik bilgiler gerçekleri ortaya koyan, güvenilir, geçerli; en önemlisi de yararlı bilgilerdir. Çünkü bu tür bilgiler; nesneleri hem insanların hizmetine sunulacak şekilde biçimlendirmeye yaramakta hem de nesnel olduğu için insanlar arasında tartışma, çatışma, kavga, kargaşa nedeni olmamaktadır.
vi.Son olarak, Descartes’ın ruh, beden çözümlemesi ‘hasım — öteki’ üretmenin formülü olma potansiyeline sahiptir.
Descartes’ın epistemolojisini; geçmişin karanlığı, geleceğin aydınlığı üzerine inşa etmesi, modern söylemin geçmişten kopuş müjdesiyle kendisini ilan edip, geleceğe ilişkin umut rüzgarlarıy- frjgelkenini şişirmesine imkan sağlamıştır, terminolojisinin neredeyse tamamını skolastik episteme’den almakla ve hatta yer yer gfendisini ‘skolastik ihyacı’ olarak yansıtmakla birlikte, Descar- tes, skolastik epistemenin zeminin altından çekip aldığı için, modernitenin “harabe geçmiş” argümanına haklı gerekçeler tahsis etmiştir. Dolayısıyla karanlık geçmiş, aydınlık gelecek argümanı, modernite tarafından kolaylıkla ideolojik bir hevese dönüş- türülebilmiştir ki, bu hevesin rasyonel temellerini kurmuş olan Descartes, bu ideolojik hevesin mantığını kurgulamış olmakla, en stratejik birinci katkıyı moderniteye bahşetmiştir.
Descartes’ın nicelleştirme adı verilen moderniteye ikinci katkısı oldukça kapsamlıdır: Eflatun’un ideal-kopya, iyi-kötü, faydalı-zararlı ayrıştırmasından ilhamla, Descartes’in kogitodan farklı bir varlık olarak “dışarda olan/zayıf beden/zaaf yüklü ten” ayrıştırmasını öngörmesi, modern ötekileştirme niyetlerine insanlık tarihinde ilk defa, son derece rasyonel bir mesnet oluşturmuştur. Bir kere bizden olanlar olmayanlar, bize destek olanlar ve olmayanlar kategorileri, niceliğin yüceltmesine imkan vermiştir. Çok olumsuz sonuçlara, hatta büyük yıkımlara neden olacak projeler bile, bilinçsizce kalkan parmaklardan elde edilen popüler desteklerle uygulamaya sokulabilmiştir. Sözgelimi demokrasi adı verilen yönetim mekanizmaları bile, bu sayede, despotik yönetimlerin zırhı haline gelmiştir.
Sayısallaştırma ikinci olarak, ampirik verilere efsunlu bir geçerlilik ve güvenilirlik kazandırmıştır. Oysa matematiğin de içinde yer aldığı aksiyomatik disiplinlerin tüm önermeleri, işlemleri, formülleri mutabakatla oluşturulmakta ve geçerliliği kabullerle sağlanmaktadır. (2+2=4)’ün dört olduğu kabul edilmiştir. Bu kabulün geçerliliğini olgu ya da olaylarla test etme imkanı yoktur. Buna rağmen sayılar, tıpkı ayet gibi tartışılmaz doğrular olarak ileri sürülmüş, daha da önemlisi diğer tüm doğru ve gerçekleri kanıtlama aracı olarak kullanılmıştır.
Üçüncüsü, Descartes, niceliğin egemenliğini getirmiş, niteliğin ıskalanmasına neden olmuştur. Niceliğin egemenliği, modern funyada- insanların sadece rakamlarla ifade edilen müktesabatına göre statü ve prestij edinmesine ve buna paralel olarak güç sahibi olmasına yol açmıştır. Bir annenin çocuğuna olan sevgisini bile, karnedeki notlara göre takdir eden bu bağlamdaki niceliğin egemenliği meselesi, bugün, sosyal hayatta vahim bir modern bunalım olarak kendini göstermektedir. Zira insanların sahip oldukları her şey rakamlara göre ölçülmekte ve insanlar buna göre önemsenmektedir. Sahip olduğu paranın, eşyanın, evin, arabanın v.b. sayısıyla insanlar itibar sahibi olmuşlar, iltifata layık bulunmuşlardır. Tanıdığı ya da tanındığı insan sayısına göre kişiler nitelik kazanmışlardır. Üretici-pazarlamacı sattığı ürün ya da müşteri sayısına göre statü elde etmiş; gazeteler satın alınma, televizyon programları izlenme sayılarına göre faydalı ve yararlı sayılmışlar; kişi başına düşen kullanım eşyalarına göre ülkeler gelişmiş ya da gelişmemiş kabul edilmişlerdir. Kısacası modern Descartes’ın, nicelleştirme söylemi ile kazandırdığı modern alışkanlıkların dördüncüsü kategorize etmedir.
Kategorize etme Descartes için, nesnelleştirme projesinin en etkin tekniğidir. Sınırsız sayıdaki nesneyi tek tek gözetim ve denetim altına almak mümkün olmadığına göre, onların birbirine benzer gibi görünenlerini aynı sınıf içine dahil etmek, muhtemel ve potansiyel farklılıklarını da yok saymak gerekmektedir. Böylece onların bir örneğine nasıl egemen olunabiliyorsa, diğer benzerlerine de aynı biçimde egemen olma olanağı ortaya çıkmaktadır. Örneğin tek tek bütün kadınların ya da bütün erkeklerin siyasal davranışlarının ayrı ayrı denetim ve gözetim altında bulundurulması mümkün değildir. Bunun yerine, bir grup kadının ve bir grup erkeğin karakterleri çözümlenerek, eril ve dişil karakter tipolojileri çıkartılır. Bu tipolojiler üzerindeki çalışmalar sonucunda onlara nasıl egemen olabileceğinin yolları belirlendiği takdirde, onların benzeri olan tüm kadın ve tüm erkeklere aynı yolla egemen olunabilme imkanı yaratılmış olacaktır. Doğadaki tüm nesnelerin belirli özellikleri, onların aynı kategoride yer almasına nasıl fırsat sağlıyorsa, insan ve toplumlar da aynı biçimde, belirli kategorilere ayrıştırılabilir ve her kategori içinde farklı kümeler oluşsa bile, bu kümeler de kategorinin genel özelliklerine tabi olacağı için, onların hepsine birden aynı gözetim ve denetim teknikleri uygulanabilir.
Tikelden tümele giderek her şeyi bu şekilde kategorize etmek, bu işlemi yapan özne dışındaki tüm varlıkları nesneye indirgemek demektir. Nitekim sözgelimi, bir milletvekili adayı için seçmen, kendine oy verenler ve vermeyenler kategorilerinden ibarettir ve kim olursa olsun oy verenler “iyi”, oy vermeyenler ise “kötü” kategorilerini teşkil etmektedir.
Descartes’ın Moderniteye üçüncü katkısı tertip ve düzendir.
Bu katkısı ile Descartes, üniform toplum ve bireyle, üniform bilginin temellerini atmış olmaktadır. Üniform birey ve toplumlabireysel tüm farklılıkların belirli bir biçime ya da görünüme indirgenmesi sağlanmıştır. Bu da, takdir edilen görevleri layıkıy- la ifa eden kişilerin ve kurumların yüceltilmesine imkan sağlamıştır. Takdir ve takdis edilen kişi ve kurumlara göre, diğer tüm toplumsal varlıkların indirgenmesi ve bu tipolojilere göre sağlıklı sağlıksız ayrımının yapılması bu yolla meşrulaştırılmıştır. Semptom teşhisi imkanı sunarak, yönetsel kurumların her türlü baskı ve zorlamaları bu yolla haklılaştırılmıştır.
Bu anlamda disiplin; iyi yetişmenin, kusursuz üretmenin, işe yarar hale gelmenin yegane yoludur. Tüm toplumun; yaygın, planlanmış, örgün ve sistematik bir talim ve terbiyeden geçirilmesinin rasyonalizasyonu bu şekilde temin edilmiştir. Tıpkı Descartes’in da müntesip olduğu Cizvit tarikatının itikadi yollarıyla kulların cennete layık hale getirilmesi gibi, dünyevi yaşamlarında insanların kendilerini halis ve sahih kılmalarının ölçütleri bu şekilde belirlenmiştir.
Bir yandan da, her insanın kendi keyfine göre ürettiği bilgilere itibar edilmemesi gerektiği vaaz edilmiştir. Bilgi üretme yetkinliği taşıyan kişilerin belirli bir yöntembilime tabi olması ve bu şekilde bilgi üretmesi şarttır. İnsanların herhangi bir bilgi üretebiliyor olmasının önemi yoktur. Kimin aracılığı ile olursa olsun, sahip olduğu kusursuz ve yetkin bir yöntem ile bilginin kendi kendini üretmesi ve bu amaca yönelik akademik, disipliner çalışmaların yapılması şarttır. Böylece bilgi üretimi şu veya bu kişinin tasarrufundan, inhisarından, insiyatifinden ve elbette insafından kurtarılacaktır. Kurumsal bir metodolojik mekanizma marifetiyle üretilen bilgi, şu veya bu kişinin emrine amade bir egemenlik aracı olmaktan çıkacak, tüm insanlığın, emrine amade kılınacaktır. Metodolojik kurumsal mekanizmanın kalıbına tabi olmaksızın üretilen tüm bilgiler yararlı olmadığı, hatta zararlı olduğu için insanların dimağlarını meşgul etmemeli ve toplumların dağarcığından söküp atılmalıdır.
Descartes’in bu ilkeleri, bilindiği gibi, modern eğitim kurulularının ve akademik camianın kayıtsız şartsız tabi olduğu kurallardır. Bununla birlikte uç noktalarda, diktatörlerin, despotların ve özellikle totaliter rejimlerin kendi ideolojisi ya da zihniyetini anlatan bilgiler dışındaki tüm bilgileri yasaklamalarına da mesnet teşkil etmektedir.
Descartes’ın modern epistemoloji ile modern yaşam biçimine katkısının dördüncüsü sürekli gözetim ve denetimdir.
Modern toplumların “denetim toplumu” kavramı ile tavsif edilmesinin temeli, Descartes’ın bu söylemi ile atılmıştır. Descar- tes’a göre gözetim ve denetim, çevremizdeki gerçeklikleri birer birer keşfetmenin yegane yoludur. Çevredeki tüm nesneler kendi gerçekliklerini içlerinde gizlemektedirler. Akıllı bir gözetim onların sırlarını deşifre edebilir. Deşifre olan her bir sır, başkalarının da deşifre olmasını sağlayacak ve böylece nesnelerin gerçeklikleri belirli bir hiyerarşi içinde tümüyle keşfedilebilecektir.
Sürekli gözetim altında tutularak nesnelerin oluşum, gelişim ve değişim yasaları açığa çıkartılabilecek ve onlar tümüyle denetim altına alınabilecektir. Bu şekilde, tanrı tüm evreni nasıl idare ediyorsa; insan da kendi gezegenini yönetebilecektir. Tanrının varlıkları nasıl var ettiği, değiştirdiği ve yok ettiğine ilişkin doğal gerçekliklere vakıf olan yetkin akıl; aynı süreci yapay ortamda tekrarlayarak, daha kusursuz biçimde varlıkları var etmenin yollarını bulacaktır. Nitekim fen ve sağlık bilimleriyle bunlar gerçekleştirilmektedir. Aynı yöntemin insan bilimlerinde de kullanılmasıyla, nasıl ki yabani ve işe yaramaz taş kütlelerinden mimari harikalar, oksitlenmiş (bozuk) demir kütlelerinden teknolojik mucizeler gerçekleştirilebiliyorsa, insan bilimleriyle de cennete layık insan ve cennet cemaatini yaratmak mümkün olacaktır. Hatta, her defasında daha yetkin gözlem yaparak, yetkin bir akılla, bu üç alandaki nesnel gerçekliklerin açığa çıkartılması mümkün olacak, mutlak denetim gerçekleşecek ve böylece bu dünyada cennet inşaa edilecektir.
Descartes’cı söylemin unsurlarından bir diğeri olan seküle- rizasyonun modem bilgi ve pratik alanındaki yansıması pragmatizm ile oportünizmdir. Kartezyen düalizmi, dünyevilikle uhre- viliğin yollarının ayrıştırılması ve uhreviliğin dünyevilikle ikame edilmesinden ibaret görmek, Descartes’cı sekülerizasyonun eksik anlaşıldığı anlamına gelir. İnsanın zihnini boş yere meşgul eden, onu aldatan, yanıltan, tutsak eden; insanlar arasında kavgaya, kaosa neden olan; gereksiz, saçma, zararlı bir yığın bilgi sağanağı altında olduğumuza göre, hangi bilgilerin işe yarar ve faydalı, hangilerinin işe yaramaz ve faydasız olduğu mutlaka bilinmelidir. Oldukları gibi görünen somut nesnelere, maddi varlıklara ilişkin tüm bilgiler faydalı bilgilerdir. İki açıdan faydalıdır: Birincisi, maddi varlıklar, Somut nesneler; herkese aynı şekilde görünürler, onların ne olduğu, neye benzediği, kuşkuya mahal bırakmayacak açıklıkta ve seçikliktedir. Bu yüzden de somut nesnelere ilişkin bilgilerin tartışma, çatışma nedeni olma ihtimali yoktur. İkincisi, somut nesnelere ilişkin ne kadar fazla bilgi sahibi olursak, onları, işimize yarayacak şekilde o kadar fazla biçimlendirebilir, kullanabiliriz. Demek ki, somut nesnelere, maddi varlıklara ilişkin bilgiler faydalı, diğerleri faydasız ve zararlıdır. Buna göre, canlı cansız tüm varlıklar ve özellikle birey ve toplumlar; fayda, çıkar kavramlarına göre değerlendirilmelidir.
Descartes’ın “res extensa” ve “ego cogito” ayrıştırması, mo- dernist proje ve programlarda, ‘hasım-öteki’ni üretmek için kullanılan argümanların başında gelmektedir. Descartes, kendi bedenine bile insanın düşman olunabileceğini göstermektedir. Bu da, proje ve programı her kim sekteye uğratırsa, “hizaya” getirilmesinin kaçınılmaz olduğunu telkin etmektedir. Çünkü Descar- tes’çı bu ayrıştırma sıradan bir kategorileştirme değildir. Descartes kişiyi düşünen özne ve düşünülen nesneden ibaret görmektedir. Beden, düşünülen ve kimi zaman varlığından bile emin olunamayan nesnedir. Zira insan ruh olarak var olmuştur ve beden ona sonradan eklenmiştir. Dolayısıyla insan bünyesinin öznesi ruh, nesnesi tendir. Ruh onun tanrısal, ten hayvansal yanıdır. Tanrı sadece ruhtan ibaret olduğu için tüm evrenin efendisi ve hakimidir. Ruh da bedenin efendisi ve hakimidir. Daha doğrusu insan tanrı gibi olmak istiyorsa, önce kendi tenine hakim olmayı öğrenmelidir. İnsanoğlu, tenindeki her tür isteği, ihtiyacı (ki bu yüzden Adem bile cennetten fırlatılıp atıldı) tatmin etmeye kalkarsa, ten ruha egemen olmaktadır. Böyle bir varlığın insan olması imkansızdır. Çünkü bedeninin kölesi haline gelmiş insanların tanrısal özellikleri kaybolmakta, hayvansal özellikleri ise azgınlaşmaktadır. Demek ki ruh, insanın en yüce, ten ise en aşağılık yanıdır. Bir çuval gibi ruhuna giydirilen beden yüzünden insanoğlu, tanrı olma şansını kaybetmektedir.
Bununla birlikte, insanın tanrı olması imkansız değildir. Ruh bedene hükmeder, onu terbiye, ıslah ve ihya ederse; insanın tanrı olma yolundaki engeller kalkmış olur. Tıpkı, ruhun teni boyunduruk altında tutması gibi; ruhtan ibaret olmayı başaran yüce ve erdemli insanlar, tenin kölesi olan insanlara boyunduruk takabilirlerse; huzurlu, düzenli ve medeni bir toplum yaratılabilir. Aynı şekilde yüce ve erdemli toplumlar aşağılık ve barbar toplumları boyunduruk altına aldıkları zaman da tüm gezegen huzurlu, düzenli ve medeni hale gelebilir. Bu da tıpkı tanrının tüm evreni boyunduruğu altında tutmasına benzer.
Yıldızların, gezegenlerin yörüngelerinden, hayvanların çiftleşme zamanlarına kadar, evrendeki her şey bir düzene tabidir. Bu düzen, tanrının her şeye egemen olması sayesinde kurulmaktadır. Tanrının boyunduruğu sayesinden doğal düzen aksamadan işlemekte ve sürmekte, doğadaki huzur ve devamlılık bu şekilde sağlanmaktadır. İnsan ve toplumlar da huzur, refah, mutluluk istiyorlarsa, bu boyunduruğa rıza göstermek zorundadırlar. Kısacası kötü, aşağılık ve iğrenç zevklerin kaynağı bedenin ruh tarafından tahakküm altında tutulması gibi, ruh kadar yüce insanlar da ten kadar aşağılık insanları tahakküm altına almalıdır.
Sonuç olarak; Descartes’ın burada, KATKI adı altında, dört söylem bağlamında özetlenen epistemelojisi, modernitenin klasik epistemolojik yapı taşları olarak kullanılmıştır. İnsanoğlu, bu dünyada refahı üretip, düzeni tesis edip, huzuru sağladığı, mutluluğu elde edebildiği takdirde, öte dünyadaki cennete ihtiyacı kalmayacaktır. Kuşkusuz ki hem bu dünyanın hem de öte dünyanın tanrı ya da tanrılarına da artık ihtiyaç olmayacaktır.
Cengiz Anık – Modern Düşüncenin Bunalımı
Yazının devamı için bkn:
https://www.ilimcephesi.com/modernitenin-kurumsal-geist-teorisyeni-olarak-hegel/
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…