Devlet bir irade ise, maarif onun hayat noktasıdır. İnkılâbın mânasını anlayabilenler, işe her zaman ve her türlü şartlar içinde maariften başlar, maarifte bitirirler. Devletimizin büyük kurucuları olan Alpaslanlar, Nizamülmülkler gibi modern Hint dünyasını ihya eden Gandi de bu devletleri yıkılmaz, sarsılmaz maarif temelleri üstüne kurdular. O Nizamülmülklerin çocukları, o Alpaslanların torunları İstiklâl Harbi’ni zaferle bitirdikten sonra, ihtirasları içinde ter dökenler şeref paylaşmaya koyuldular. İçlerinden en kabiliyetsiz olanı Lozan’a gönderildi. Memleketin sınırlarını birkaç yerde kırpıp düşmanlara teslim eden o muahede, millet maarifinin ne demek olduğunu bilmeyen dirayetsiz ellerle, Türkiye’de kapitülasyonların en tehlikeli maddesi olan ve yeryüzünde yalnız Batı müstemlekelerinde görülen “Yabancı Mektep” imtiyazını Avrupalılara bağışladı. Şimdi o mekteplerin çatısı altında binlerce Türk çocuğuna, mazimize ait hâtıraların bayrağı üstüne, Avrupalıların ve Amerikalı mazisiz, mefâhirsiz bezirgânların kapkara örtüsü çekiliyor.
Sonra Cumhuriyeti ilân ettik. Önceden hazırlanmış listelerle milletvekillerini böyle seçtirdik. Bu meclisler, inkılâplar yaptı. Bir milletvekili, kendisinin en esaslı vazifesi olan hükümeti tenkit hakkını en hafif şekilde bile kullansa bir çift çatık kaş ve sert ihtar derhal haddini bildiriyor ve sözünü geri aldırıyordu. Ufacık bir insan olmaktan çıksın da ilim ve irfan denizinde sonsuzluğa dimağı yol olsun diye mektebe gönderdiğimiz çocukların beyni orada muayyen klişelerin içine giriyor, duyguları klişeleşiyor, iradesi zâlimlerin kuklası haline geliyordu.
Zehirli telkinlerin senelerce tekrarından beklenen gaye, erginleri de çocuklaştırmak, geçmişin derslerine sahip olan ihtiyarları da çocuklar gibi yapmaktı. Bu hal böyle devam ederken birbirleriyle halef-selef olan iki Maarif Vekili Ankara’da zeybek oynuyorlardı.
Şarkta isyan çıktı, sonra isyanlar çoğaldı. Zulüm altında bunalmanın, açlığın, izzetinefsin, irticanın, bunların hepsinin karışmalarından doğan bu isyanlar silâhla bastırıldıktan sonra millet maarifinin daha kuvvetle yayılması gerekiyordu. Buna mukabil alınan tedbir, Diyarbakır Lisesi’nin kapatılması oldu. Senelerce bu lisenin çatısı altında şark müfettişliğinin akşam sofrasından taşan nağmeler çınladı. Cumhuriyetin ilk Maarif Vekillerinden olan zat, kafalar koparmaya azmetmiş bir İstiklâl Mahkemesinin savcılığını yaptı.
Şapka giydirmek için kafalar koparıldı, tarihi inkâr ettirmek için vücutlar devirdik de, kafaların içerisini ihyaya, bedenleri ruhla canlandırmaya azmetmedik.
Evet inkılâp yapıldı: Türkün tarihi yazısını hatırlatıyor diye âbideler sıvalandı. İçinde Allah kelimesi ağza alınıyor diye selâm değiştirildi; Moskoflarınkine benzemiyor diye bayrağımız değiştirilmek istendi. Cami avlusundan geçiliyor diye köyün mektebi kapandı.
Evet inkılâp oldu: Bütün bu tahriplerin modelleri Rusya’dan alınırken devrin Maarif Vekilleri bu yeni hayat için gençlik yetiştirici kitap ve program hazırladılar ve bunlara karşı bir feryat dalgalanmadı.
Tarihimizi batırmak için, bu büyük milletin ve bu mukaddes tarihin çocuklarının “Cumhuriyetten önce milli tarihi olmadığını” söyletmek için kurultaylar toplandı. Yalan alkışlandı, hakikat tekmelendi. Mürebbi geçinen pek çokları, yalan denen zehiri genç nesillere aşılarken, “ne yapalım, böyle söylemek icab ediyor” diye zekâların ve ruhların bile katili oldular. O zamanın Maarif Vekilleri, fikir babası olacak olan muallim ordusunun karşısında kaşları çatık birer kâbus idi. Ve kimse ağzını açamıyor, sanki her köşede bir Giyom Tel faciası herkesi bekliyordu.
Tam yirmi yedi yıl süren bu şeamet devrinde memlekette mekteplerin sayısı ve her sahada diploma alanlar çoğaldı, lâkin maarif azar azar, sanki adım adım öldürüldü. Liselerden, daha üç satır doğru Türkçe yazamazken, baremle yedeksubayın eşiğine vurgun şahsiyeti koparılmış iradesizler hayata çıkarıldı.
Üniversite bugün evrakçılıkta dikkatli iyi memur dahi yetiştiremez hale gelmiştir. Artık Salih Zekiler, Mehmet İzzetler de buradan çıkmıyor. Memleket yollarının mühendisimizle, yurt sağlığının doktorumuzla ne alâkası kaldı? Buna mukabil bir bakan, parti emriyle ve bahşiş olarak Üniversiteye muhtarlık verdi ve talebeye mutlak demokrasi |/vadetti|.
Öyle bakanlar gördük ki, zamanında bakanlık odasının içinden geçilen yan odasına yatak koyulmuştu. Kadın ve erkek muallimin nakli, bir parti emri veya bir zevk meselesi idi. O bakanlardan biri İzmir’e yaptığı seyahatlerden birinde, hocalara kadın meslekdaşlarını göstererek: “Ne duruyorsunuz, diyordu, sataşın ne duruyorsunuz? Ahlâk falan gibi kuru lâfların devri geçti!”
Bunlar denildi, bunlar yapıldı ve kuvvetlerin bulunduğu taraftan bir feryat yükselmedi. Öyle bakanlar gördük ki, irfan ordusunun velileri olan muallimlere uşağa bile yapılmaz bir eda ile hitab ediyorlarken akşamları şefinin anasına mevlid, karısına gazel okuyordu.
Maarif Vekilleri, maarif programları, maarif kitaplarıyla uğraşmak yerine)|, mektebi gazinoya, mektebi sahneye, mektebi sinemaya çevirdiler ve mekteple hayat arasındaki ilâhi perdeyi ortadan kaldırdılar. Bütün bunlar yapılırken hiç kimse bir Türk eğitim sistemi diye herhangi bir davayı ortaya atmadı. İşler sanki mükemmel gidiyordu. Medeni ve ruh sahibi insanlıkta asla görülmemiş bir şekilde talebe merasimci, talebe komisyoncu, talebe tüccar, talebe idareci, talebe tiyatrocu, talebe neşriyatçı, talebe sporcu, talebe biletçi, talebe propagandacı oluvermişti ve elbette ilim ve hakikat adamı olmak vasfını tamamen kaybetti.
X .
Bir gün geldi, Tevfik İleri’yi iş başında gördük. Yirmi yedi yıldan beri sahneden ve amele sokaklarından alınarak salâhiyetli makamların kör olası himmetleriyle ruhların kâbesi olan mektebe sokulmuş, maarif müesseselerine makineli tüfek gibi yerleştirilmiş bulunan komünizm nerdeyse bir felâket haline geliyordu. Tevfik İleri hiç olmazsa Üniversite dışı kalan milli eğitim müesseselerinde bu ifritle yıldırıcı bir mücadeleye girdi. Komünistlerle onların yurdumuzda sofrasını hazırlayan halkçılar, günden güne artan bir telaşa düştüler.
O günden beri Tevfik İleri adı, şehirden şehre sıçrayan fitneden bir kıvılcımla tutuşturulmak isteniyor. Tertemiz alın, şüphe edilmez bir vicdan bunlara kâbus oluyordu. Türk maarifinin huzur ve karaktere kavuştuğu şu bir yıldan biraz fazla zamandır, Türkiye’de huzuru bozulan ve sefil karakterini kusan, ağzı gibi vicdanları da kapkara varlıklar harekete geçtiler. Bunlardan birisi de, ancak yeni yeni başlanan gerçek inkılâpların, fikir ve iman hareketlerinin karşısına dikilen anarşist mukavemetin lideri olmak hevesine Don Kişot gibi kendini kaptıran Falih Rıfkı’dır. Cibali imamının oğlu diye maruf olan ve bugün, milli mücadele yıllarında bile kendi efendilerinin Ruslar la iş ve gönül birliği yapmış olmalarını halka bir siyaset ilmi ve bir kerâmet fettanlığı gibi hazmettirmeye çalışan, ömründe bir defa bile tesadüfen olsun namus ile hakkı koruyanları müdafaa etmemiş olan devr-i sabık san’atkârı şimdi kahraman vatanperver kesildi. Yirmi yedi yıldan beri Türk milletine sistemle kıtal yapılarak doldurulan, bütçe ve çeşitli gelirlerden ibaret cerahat çeşmesiyle doldurulan midelerin üstüne çömlekleşen bu ağız şimdi millet iz’anına zehir saçıyor. Bu, onların bekledikleri kara günün doğması için son çabalayışlarıdır.
Öyle ya, devrildikleri zaman bile kuvvetlerini böyle deneyebilecek olduktan sonra neden korksunlar! Cumhuriyet ilân edip Sovyet Rusya ile elele vermek o zamanın siyaseti icabı imiş. İstiklâl Harbi’nde Rusya’dan yardım görmüşüz. Fakat sonra Ruslar siyasetlerini değiştirmişler… Ne âlâ mantık! Bu siyaset dâhisine soruyoruz: Sovyetlerle iş ve altı oklu nizam birliği yapmak için Cumhuriyetin ilânına lüzum var mıydı? İstiklâl Harbi’nde veya sonra Ruslardan Türk milletinin asla yardım görmediğini ve beklemediğini, ancak kimlerin Rusya’dan yardım gördüklerini ve kimin vaadlar aldığını da, zamanı gelince vesikalarıyla neşredeceğiz.
O yardımların karşılığı bütün Türkiye’dir. Vaktiyle bir çırpıda yapılmayan bu iş, yirmi yedi senedir bütün vatansız alçakların keşkülüne gıda getirdi. Falih Rıfkı’lar içimizdeki bu mücadeleyi düşmanın zaferiyle neticelendirmek isteyen fedailerdir. Rusların on beş seneden beri siyaset değiştirmiş oldukları efsanesine gelince, buna da yeryüzünde inanacak akıllı Ulus matbaasının ötesinde hiç kalmamıştır.
relerinden şehvetleri ve rakı kokularına batmış oldukları halde, bu manzarayı keyifle seyrediyorlardı. Bundan, bu adamlardan başka ne beklenir?
Bizi ye’se düşürecek olan şey, millet sahiplerinin, bugün millet vicdanının mümessili olanların bu hâdise karşısındaki alâkasızlığıdır. İz’aniyle vicdanından kimsenin şüphe etmediği, gayret ve hüsnüniyetine bugün bütün milletin şahit olduğu bir Tevfik İleri’nin bütün milliyetçi hareketinden taşan tertemiz şahsiyetini lekelemek için, gençliğinde bambaşka maksat ve ifade ile yazmış olduğu bir mektup mu hüccet tutuluyor? O halde Falih Rıfkı ve efendilerinin yirmi yedi yıldan beri çeşitli ve anlaşılmaz maksatlarla Sovyetlerle giriştikleri münasebetleri ve bu münasebetlerin vesikalarını hüccet tutarak daha sarih ve daha ciddi hükümler verebilirsiniz. Onların hareketleri de meydanda, Tevfik İleri’nin, maarifimizi ilk defa milliyetçiliğe yönelten eseri de ortada. İ
Yaygara ile halk avcılığına kalkışan efendiler, sizin söndürebileceğiz mantık ve iz’ân, sade menfaat simsarlarının midesinde barınıyor! Tevfik İleri sizin renkte olsaydı siz onu bağrınıza basmaz mıydınız? O bu kuvvette bir milliyetçi olmasaydı, siz ona bu derecede düşman olur muydunuz?
Milletin eli kimlerde ise onlara söyleyelim ki, bu mesele sadece bir Tevfik İleri meselesi değildir. Belki bugün Tevfik İleri’nin şahsında tecelli eden milli mukaddesat ve millet iradesi meselesidir. Burada Tevfik İleri’nin muvaffakıyeti milletin muvaffakıyeti, onun tutulması, milletin tutulmasıdır. Bu sebepten biz, bu hâdise karşısında lâkayitliğe milletin müsamaha etmeyeceğine kaniyiz. Burada susmak suç olacaktır. Cephe gözükmeli, Falih Rıfkı’nın hareketinin Mecliste mümessili olan sağır vicdanlardan hesap sorulmalıdır. Bu hususta muvazaaya tahammülümüz yoktur. Bu işte en mahir rolü oynamaya yeltenen gizli ellerin de millet huzurunda meydana çıkarılması pek gecikmeyecektir.
Bunlar Danton’un dost görünen düşmanlarına benzerler. İsterler ki zâlim hâkimlerin karşısına getirecekleri hamiyet ve namus heykeli hakkında meşum karar verilirken, gizli bir pencerenin arkasından bunu seyretsinler, Zaman gelir, pencere yıkılır, maskeler düşer, asıl suçlular görülür. Millet vicdanında bugün de öyledir. Halk kalbinde Danton’u hâkim yapmış, pencerenin arkasındaki yüzleri ise çoktan mahküm etmiştir. Danton’da bir millet davası müdafaa ediliyor. Bugün bu müdafaaya büyük kürsüde koşacak olan milletin mümessileri, bugün büyük düşman karşısında millet müdafaasını yapmış olacaktır.
Komünizme Karşı Mücadele, sayı: 25, 1 Aralık 1951 (€ Mücadeleci” müstearıyla).
Nurettin Topçu – Hareket’in Sakladığı Sır,syf:72-80
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…