Oldukça sık sorulan, dindarların dahi zihninde yer eden bir meseledir bu mezhep meselesi. Din çürütme sadedinde çok kullanılmasa dahi din çürüttüğü zannedilen” sorulara cevap verildiğinde destekleyici bir argüman gibi öne sürülmektedir. Örneğin itirazcı dini çürüttüğünü iddia ettiği bir yorumu esas alır. Siz başka bir yoruma gittiğinizde ya da başka bir yorumu öne çıkardığınızda ‘İşinize gelmeyince bin tane yorum buluyorsunuz. Bu ne biçim bir din, tek bir görüş etrafında birleşmiyor.” minvalinde cümlelerle verdiğiniz cevabı zayıflatmak için uğraşır. Elbette bu retorik bir hamledir ve felsefi açıdan ciddi bir anlam İfade etmez. Bu durumu Muhtelifi kitabında “Bir din nasıl çürütülür?” başlığı altında ele almıştık. Biz şimdi bu sorunun çeşitlerini ve bu soruyu ortaya çıkaran durumları tahlil etmeye başlayalım.
“Mezhepler olmasın/olmamalıydı.”
Bir kesim Müslümanlar ve bir kesim gayrimüslimler arasında yaygın bir söylemdir.
Şimdi biz bu kişilere “Hayır, bizce mezhepler olmalı? desek sadece bu sözümüzle dahi ilgili itirazı çürütmüş olabiliriz. Zira biz “mezhepler olmalı* dediğimizde onlar ‘mezhepler olmamalı” demektedir. Yani “mezhepler olsun mu olmasın mı” konusunda, iki mezhebe bölünmüş olmaktayız. Mezhepler olmamalı mezhebi, bizim “mezhepler olmalı” görüşünü savunabilmemizi zor kullanarak engellemeyecekse iki mezhepten birisi olmaya mahkumdur. Bizim görüşlerimizi savunabilmemize müsaade edilmesi onların “Bu konuda iki mezhep olabilir.” demesi anlamına gelecektir. Tutarlı olmaları ve bu konuda tek mezhep oluşturmaları için ya görüşlerinden dönmeleri ya bizim bu şekilde düşünmemizi engellemeleri ya da zor yoluyla bizi susturmaları gerekecektir. Zira düşünen insanlar farklı anlayacak ve hür insanlar anladıklarını ifade edecektir. Bu da doğal olarak mezhepleşme anlamına gelecektir.
Peki İslam toplumları bugün neden mezheplerin gerekliliğini sorgulamaya başlamıştır? Bu soruyu bölümün sonunda karşılaştırmalı bir kültür tarihi anlatısı üzerinden açıklayacağız. Şimdilik bu kısımda baskı kurularak farklı düşüncelerin ifade edilmesini engellemeden “farklı mezheplerin oluşmasının engellenemeyeceğinin fark edilmesi yeterlidir.
Mezhep Meselesinde Yanlış Anlaşılan Bazı Noktalar
İslâm da mezhepler” denildiğinde akla sadece Hanefîlik, Şafiîlik gibi fıkıh mezheplerinin geliyor olması hatalıdır. İnanç esasları ve hatta ahlak literatüründe dahi mezheplerden bahsetmek gayet mümkündür. Çok geniş bir düşünce hürriyeti sağlayan İslam, her branşta ekolleşmeye müsaade etmiştir. Lügatte bile Basra ekolü ve Küfe ekolü biçiminde farklı ekoller vardır.
Bir diğer mesele mezhep tabirine çok bütünlüklü ve kristalize anlamlar yüklememizdir. Örneğin Hanefî mezhebi denilen bir bütün ve ondan farklı üç tane daha bütün olduğu zannı tam olarak doğru değildir. Hanefî mezhebi kendi içerisinde oldukça değişik görüşlere ve hatta ekolleşmelere sahip bir mezheptir. Sonraki dönem Hanefîliği (müteahhir) ile ilk dönem Hanefîliği (mütekad- dim) arasında farklar olduğu gibi, ilk dönemde Cessâs Hanefîliği ile Tahâvı Hanefiliği arasında da önemli farklar vardır. Bunlar ehline malumdur. Her mezhep içerisinde alt ekoller, alt ekoller içerisinde farklı görüşlerde âlimler vardır. Denilebilir ki tüm görüşleri birbirinin aynısı olan iki âlim bulmak neredeyse imkânsızdır.
Peki durum böyleyse neden mezhep dediğimiz sistematik bütünler üzerinden konuşmayı tercih ediyoruz? İşin aslı burada oldukça didaktik bir nokta vardır. Yani bu isimlendirme ve şablonlar ilim öğrenen talebenin kolay ilim tahsil etmesini sağlayan genellemelerdir. Genellemeler elbette büyük oranda doğru olurlar, Ancak hakikati her bir ayrıntısı ile de temsil etmezler. Bu durum tüm ilim dallarında böyledir. Örneğin yapılan hiçbir ‘bilim tanımı bilimin tüm detaylarını ihata edemez. Tanımlar “bilim* denilen şeyle “bilim olmayan” şeyler arasındaki farklara vurgu yaparlar ancak Zihinlerde genel bir şablon oluşturmak açısından faydalıdırlar. Fakat bilim denildiğinde, o başlığın altında kalan her şeyin tamamen aynı olduğunu göstermezler. Örneğin biyoloji, bilim olmak açısından bilimdir. Ama fizik gibi bir bilim midir? Ya da fiziğin alt dallarında optik ve kuvvete dair çalışmalar gerçekten tam olarak aynı mantıkla mı icra edilmektedir? Bunlar detaylara inildikçe kompleksleşen ve farklılaşan alt dallardır.
Yine bir başka sık rastlanan hata, özellikle fıkıh konusunda mezhebin fetva kitaplarında temsil edildiğini zannetmektir, ilimden anlayan insanlar “Hanefîyim,” dediklerinde “Hanefî mezhebinin usulünü (metodolojisini, metin anlama ve fetva çıkarma yöntemini) ’* genel olarak benimsediklerini kastederler. Bu kişiler aynı yöntemi kullanarak farklı sonuçlara ulaşabilirler. Örneğin Ebû. Yûsuf ya da İmam Muhammed, İmâm-ı Âzam ile yaklaşık olarak aynı usulü benimsemelerine rağmen pek çok fetvada ondan ayrışmışlardır.* Yani bir usulü kabul etmek o usulü kabul edenlerin hepsiyle aynı sonuçlara ulaşmayı gerektirmez.*
Bu tanımlamalardan sonra usul ve füru ile kastedilenin ne olduğunu incelemek gerekecektir* Bunu kolay bir örnek üzerinden yapmak faydalı olacaktır.
Usul ve Füru Farkı
Çok basit ve pek çok yerde kullanılabilecek bir örnekle Islami ilimlerdeki usul ve füru, ağaç ve meyveye benzetilebilir. Füru meyve ise usul ağaçtır, Füru ile kastedilen şey bir fetva, bir hadisin sıhhati, bir ahlaki kaidenin tespiti olabilir. Yani tikel sonuca füru denir. Usul ise bir fetvanın verilmesini sağlayan yorum metodu, bir hadisin sahih olduğunu söylettiren kriterler, bir ahlaki kaidenin tespitine yarayan felsefî algıdır.* Dolayısıyla usul ilimleri, birden fazla füruya tesir eden soyut meselelerdir. Füru, somut ve kolay anlaşılır tikeller hakkında iken, usul fiiruda tikel hakkında o şekilde konuşulmasını gerektiren soyut ve külli ana esaslardır.
Usul ilimleri de iki kademede düşünülebilir: fıkıh usulü ve usulü’d-dîn (kelam), Kelamî kanaatler fıkıh usulünü etkilemekte ağacın kökleri gibidir.* Farklı bir kelam telakkisi, farklı bir fıkıh usulünü, farklı bir fıkıh usulü ise güncel dünyadaki meselelerin farklı anlaşılmasını sağlayacaktır.*
insanlar genellikle gözlerinin önündeki basit meseleler hakkında konuşmayı severler. Oysa asıl akıl yürütme o basit meseleler hakkındaki varsayımlar üzerine düşünmektir. Her mesele hakkındaki kanaatlerimizde farklı “Kuranı anlama yöntemleri” gömülüdür. Kur anı anlama yöntemimiz “Kur anı nasıl bir Allah indirdi?” sorusuyla elbette ilişkilidir. Nihayetinde bir tikele haram ya da farz demek “Allah bunun yapılmasından razı olur ya da razı olmaz” demektir.* Bu noktada Nasıl bir Allah hakkında konuşuyoruz?” sorusu temel teşkil etmektedir. Bu soruyla beraber konuştuğumuz konu bir anda fıkhın değil kelamın konusu olur. Dinî tartışmaların hepsinde konu soyutlaştıkça, tümele gidil- dikçe kendimizi usul ve kelam konuşurken buluruz» Uygulamalı bir örnek vermek gerekirse:
A1: Bir Müslüman elbisesinin yırtıldığının farkında olmayan bir adamı, onu mahcup etmeksizin durumdan haberdar etmelidir.»
B: Neden?
A2: Çünkü bu bir iyiliktir. İslam iyiliği emretmiştir.
B: İslam’ın iyiliği emrettiğini nereden çıkardın?
A3: Çünkü Resûlullah böyle yapmıştır/emretmiştir.
B: Resûlullah’ın yaptıklarının iyi ve güzel olduğunu ve ona uymamız gerektiğini nereden öğreniyoruz?
A4: Bunu Kur andan öğreniyoruz.
B: Peki Kurana itaat etmemiz gerektiğini nereden biliyoruz?
A5: (Burada Kuranın içerisine atıf yapmak döngüsellik ve mantık hatası olur.) Çünkü Kuran Allah ın emirlerini bildirir. O Allah’tan gelen bir kitaptır.
B: Bunu nereden biliyoruz?
A6: (Şu an bir nübüvvet ispatı yapması gerekmektedir.)
B: Peki Allah’ın varlığım nereden biliyoruz?
A7: (Şu an bir tanrı ispatı yapması gerekmektedir.)
Çok basit bir ahlaki yargının en temel dinî meselelere götürülmesi yaklaşık bu şekilde olur. A1 cümlesi kurulduğunda aslında A7 cümlesi onun içerisinde gömülü bir varsayımdır. Bu elbette çok az girift hale getirilmiş basit bir akıl yürütme sırasıdır. Normalde meseleler çok daha karışık olmaya müsaittir. Örneğin A2 cümlesine “Bunun bir iyilik olduğunu nereden biliyorsun?” diyerek de giriş yapılabilir ve ucu en kompleks ahlak felsefesi tartışmalarından biri olan ”hüsn/kubh” tartışmasına kadar uzanan bir diyalog yazılabilirdi. Ya da A5’te “Şu an elimizde bulunan Kuranın Allah tan geldiği gibi olduğunu ve bozulmadığını nasıl biliyoruz?” sorusu ile tarihi bir incelemeye geçilmiş olabilirdi.* Bu örnekleri sadece çok daha girift bir şemayı basitleştirdiğimizi göstermek için veriyorum.
Örnekte aktarmak istediğim tek şey şu: insanlar A1 gibi somut konular hakkında konuşmayı severler* O cümlenin karşısına yine pek çok felsefi varsayımla yüklü başka cümleler koyarlar. Bunlar bazen fetvalar olur. Oysa gerçek ilim bir cümlenin altında gömülü olan varsayımları okuyabilmektedir. Varsayımları eşeledikçe konu soyutlaşır. İşte her meselenin altında gömülü olan bu soyut varsayımlar “usule dair” meselelerdir.
Usul-furu konusunu bir şema halinde çizmek gerekirse:
Bir Y tartışması düşünelim.* insanlar bu tartışmaya dair mezheplerin görüşlerini biliyorlar.* “A mezhebi F diyor, B mezhebi G diyor*” Genellikle insanlar F görüşünün altında yatan esasları bilmedikleri gibi G görüşünün altında yatan esasları da bilmezler.* Onların hayatlarında Y sorusu vardır ve bu sorunun cevabı üzerine tartışırlar.* Sordukları sorular bazen şu şekildedir: “Hocam ben A mezhebindeyim ancak Y konusunda B mezhebini taklit edip F yerine G yapsam olur mu?”
Dinî meseleler bazen öyle ilginçtir ki aynı görüşü ifade eden iki mezhebin bu görüşte birleşmesi dahi aynı anlamı ifade etmez.* Örneğin Z meselesine A ve B mezhebi T cevabını veriyor olsun.* Dışarıdan bakan birisi için bu iki mezhep tamamen aynı görüşte zannedilir. Oysa AZT yoluyla T ye ulaşmak ve BCZT kanalı ile T’ye ulaşmak da aynı değildir.* Bu söylediklerim çok farazi zanne- dilebılir. Oysa sahada çok ciddi oranda karşılığı vardır.* Örneğin kötülük problemi sorusunda Meşşâîler ve Eş ârîlerin ulaştıkları sonuçlar bizce aynıdır.* Ancak çıkış noktası bakımından aralarında öylesine büyük bir fark vardır ki aynı sonuca ulaşmaları küçük bir detay gibi kalır. Bazen yol, sonuçtan önemlidir.
Dolayısı ile din ilimlerini kafasında bu şekilde ilk meseleden son meseleye kadar tutarlı oturtmaya çalışmak gerçek bir ilim talebesinin daimi hedefidir. Aslında müçtehid imam denilince gerçekte kastedilecek olan da onlardır.* Zira Y meselesine kadar mukallit olup, Y ve onun alt dallarındaki meselelerde müçtehid olmak da zaten nisbî bir içtihad iddiasıdır. Zira o kişi ana esaslarda mukallit olmuştur.
Bu şemada dallardan köke doğru gittikçe konular soyutlaşır, gerçek dünyadan daha uzak görünen tümeler hakkında konuşulur “Doğada zatında iyi olan bir şey var mıdır, yoksa şeylerin iyi ve kötü olması sadece Allahın onları emretmesi ye yasaklaması ile mi olur? Bu soru Arkadaşım bana kaba konuştuğunda onu uyarmalı mıyım?” sorusundan çok daha zor anlaşılır bir sorudun Ancak ilk soru İkinciden çok daha geniş bir sahayı etkilen Hatta denilebilir ki dinî meselelerde ilk sorunun etkilemediği bir cevap yok gibidir.
Din Neden Bu Kadar Zor Olsun ki?
îşin aslı bu meseleler açıldığında normal insanların aklına şu soru gelmektedir: Din neden bu kadar zor olsun ki?
Bu durum, bahsettiğimiz konuların her Müslüman tarafından bilinmesi ya da öğrenilmesi gerektiği zannından kaynaklanmaktadır, Oysa din normal bir Müslüman için oldukça basit dinamikler üzerine kuruludur. “Allah vardır, birdir, eşi ve benzeri yoktur. Noksanlardan münezzehtir, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve peygamberidir. Muhammed aleyhisselamın getirdikleri doğrudur.” Bunlara icmalen (detaylarına ve delillerine girmeksizin) iman eden birisi Müslüman olmuş demektir. Bunlarla ilgili kelamı tartışmaları bilmesi de gerekmez. Hatta Efendimiz döneminde insanların Müslüman olma şekillerine baktığımızda, Kur an okumak dahi Müslüman olmak için şart değildi. Etrafında Müslümanlar olan ya da Müslümanlık hakkında birkaç söz duyan herkes “İslam’da ahiret inancı vardır.” önermesinin doğruluğunu bilir. Akâidin diğer esasları Muhammed aleyhisselamın getirdikleri” kapsamına dahildir.
Bu kadar basit bir kriter konulması da akla şu soruyu getirecektir “Peki ya Müslümanca yaşamak isteyen birisi detaylar hak- kındaki görüşlerini nasıl belirleyecektir?” O bu durumda samimiyetine inandığı bir din âlimini vicdanı rahatsız olmadığı sürece taklit edecektir. Burada o, bir kişiye dinini bağlamakla mükellef değildir. Sadece kendisini dinlediğinde vicdanının mutmain olduğu bir âlimden meseleleri soracaktır. Eğer bir süre sonra onun samimi olmadığına ya da konuları bilmediğine dair bir kanaati hâsıl olursa dilediği başka bir âlime konuyu danışacaktır.
Ortalama bir Müslüman, fetvaların delillerini bilmekle mükellef değildir» Zaten bunları öğrenmeye insanların güçleri de yetmeyecektir. Herhangi bir mezhebin usulünü bilemeyeceği için aslında onun mezhebi de samimiyetine inanıp dinî meseleleri sorduğu âlimin mezhebidir. Şu söz yerleşmiş bir kaide gibidir: “Cahilin mezhebi olmaz. Cahilin mezhebi âlimin fetvasıdır.” Zira bir mezhep, esasında usuldür. Elbette genel bağlamda kendisini bir mezhebe nispet ettiği için genellikle o mezhebe müntesip bir âlime konulan danışır. Bu anlamı ile bir mezhebinin olduğu iddia edilebilir, ancak gerçekte bir mezhebin usule dayandığı unutulmamalıdır. O sadece güvendiği insanlara dinî meseleleri danışan bir mukallittir.
Unutulmamalıdır ki, delil tartmak kuyumculuk gibi bir iştir. Delil incelemeyi bir adet ve meleke haline getirmemiş birisi, altından anlamayan ama kuyumculuk yapmaya çalışan birisi gibidir. Böylesini delil gibi görünen safsatalarla kandırmak, güvendiği bir kuyumcuya danışmadan iş yapmayan birini kandırmaktan daha kolaydır.
Peki ya samimiyetine güvendiği âlim bu avamdan Müslümanı yanıltıyorsa? Avama düşen vicdanını dinlemekten ibarettir. O kişinin samimi olduğuna dair kanaatleri ancak avamın vicdanında vuku bulan bir “his’tir. önceleri samimi bulduğu birine karşı zamanla kalbindeki bu hissi kaybederse artık başkasına danışması gerekir. Yani tıp bilmeden doktorluk yapmaya çalışmak yerine, doktorunu değiştirir. Doktor seçebilmek konusunda ise sınırsız hürriyete sahiptir.
Sonuçta ortalama Müslüman, dinini bir şahsa tapulamış değildir. Eğer avamdan biri, temiz niyetlerle bir meseleye yaklaşsa an- cak böylesi kişiler tarafından kandırılsa ya da hataya sürüklense Allah indinde mazur olması ümit edilir. Zira onun meseleyi tahkik etmeye gücü yetmemiştir, elindeki tek silah olan vicdanını kullanmıştır ancak doğru kişiyi bulma noktasında isabet edememiştir. Tüm takatini sarfettiği bir meselede hata edenin Allah tarafından bağışlanması ümit edilir.
Burada hevaya uygun olan kolay fetvaları seçmek gibi bazı parametreler ortaya çıkıyor. Örneğin avamdan bir şahsa A meselesi ile ilgili X ve Y fetvaları verilmiş olsun. X fetvası avamdan bu kişinin işine geliyor diyelim. Bazen fetva gerçekten kolaylaştırıcı olduğu için X fetvası doğru da olabilir. Zira fetvada kolaylığı seçmek esaslardan bir esastır. İnsanlar böyle denklemlerde zor olan fetvaya tabi olmanın takvaya uygun olduğunu zannet- seler de bu her zaman doğru değildir. Eğer X de Y de meşru ise, kolay olan tercih edilir. Peki ya avamın gönlünde X’in meşru olmadığına dair vicdani bir kanaat hâsıl olursa? X ve Y fetvalarını aldı. X daha fazla işine geliyor. Delilleri tartabilecek hali zaten yok. Ancak X te vicdanını rahatsız eden bir şey var. Allahualem onun X i terk etmesi gerektiği düşünülür. Zira dinin hayata dair tüm emirleri nihayetinde döner dolaşır ahlaka bağlanır. Avam için bunu tartmada vicdandan başka bir aracı da yoktur. Vicdanı rahatsız olduysa onun tek yol göstericisi bu fetvayı terk etmesini söylüyor demektir.
Kelime-i şehâdet getirip İslam’la şereflenen Vâbisa, Resûl-i Ekrem’e iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sordu. Peygamberimiz (sav), üç parmağını birleştirip Vâbisa’nın göğsüne dokundurarak şöyle cevap verdi: “İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir”[III]
Nihayetinde bu incelememizden sonra görünen odur ki Islama girmek de Müslümanca yaşamak da kolaydın Aslında denilebilir ki ‘İslam kolaydır, felsefe ve hukuk zordun Doğal olarak İslam felsefesi ve İslam hukuku da zordur” Tüm hukuk sistemlerinin ve felsefi eserlerinin kompleks olması doğal karşılanırken başına İslam gelince “konuyla hiç ilgilenmeyenlerin dahi anlayacağı bir felsefe ve hukuk” beklentisi pek sağlıklı durmuyor. Ortalama insanları bunlarla mükellef kılmak da doğru değildin
Hâsıl-ı kelâm, eğer bir bilgiden herkes mükellef olacaksa, o bilgi ya herkesin bildiği ya da herkesin bilebileceği bir bilgi olmalıdır. Yukarıda anlattığımız usul ve füru meseleleri normal bir dindar için öğrenilmesi zaruri işler değildin Biz sadece “Mezhepler nedir ve neden vardırlar?” sorusuna cevap vermek için usul ve füru meselelerini anlattık.
Mezheplerin Gerekliliği Meselesinin Bugün Gündemde Olmasının Sebebi Nedir?
Aslında bunun bir tarihi arka planı var. İslam’ın güçlü olduğu çağlarda mezheplerle ilgili bu tarz soruların sorulduğuna pek denk gelmiyoruz. O dönem telif edilen kitaplarda “Mezhepler neden var?” sorusuna cevap verme çabasına da rastlamıyoruz. Eğer o günlerde bu tarz meseleler gündemde olsaydı muhakkak kitaplar üzerinde etkisini görürdük.* İşin aslı o dönemlerde yaşayan Müslümanlar için mezhepler gayet olağan şeylerdir. Bu itirazın Müslüman ülkelerde neşvünema buluşu çok yakın tarihlere dayanır. Hatta günümüzde bu bir soru olmaktan çıkmış ve mezhep karşıtı modernist akımlar dişe dokunur bir kalabalığa ulaşmıştır. Peki neden dün değil de bugün?
Kültür tarihi açısından bazı faktörlerin burada devreye girdiğini söylemekte fayda var* Müslümanlar yenildiler ve kültür artık Batı’dan gelen bir şeye dönüştü. İster istemez sosyal ya da pozitif bilimleri Batılı kaynaklardan okumak zorunluluğu ortaya çıktı. Bu durum sadece Müslüman coğrafyada değil dünyanın tamamında bir Avrupalılaşma ve Avrupalı gibi düşünme fenomeni doğurdu. Doğal olarak tepkisel bir şekilde Batı düşmanlığı yapan insanların bile zihinlerine gömülü yazılım olarak “Batıya göre düşünme” alışkanlığı yerleştirildi.
Batı zihni ise her zaman ak-kara düzleminde düşünmeye yatkındır. Farklılığa ya da belirsizliğe toleransı çok zayıftır. Thomas Bauer bu farklılık ve belirsizliğe tahammül edebilme olgusunu “müpheme tolerans” kavramı ile ele alır, incelemesinde İslam medeniyetinin müpheme toleransının çok yüksek olduğundan söz ettikten sonra onu Ortaçağ Batı medeniyetiyle ve modern medeniyetle mukayese eder. Sonuç olarak İslam medeniyetini hem Ortaçağ Batısından hem de modern medeniyetten daha fazla müpheme toleranslı bulur. İncelediğimiz konuda biz Bauer in bu tahlilini teyid eden bir örnek olduğu kanaatindeyiz. Neden Batı medeniyeti müpheme daha toleranssız?
Hiyerarşik Din ve Hiyerarşik Olmayan Din
Mezheplerin varlığı daha önce de ifade ettiğimiz gibi insanların düşündükleri ve düşüncelerini ifade edebildikleri her yerde kaçınılmazdır. Aslında’ mezhepsizlik” mezhebi, dinle ilgili “Bilgi olarak kapalı kalan hiçbir nokta yok. Akıl yürüterek ihtilaf edebileceğimiz hiçbir şey yok, her şey belli ve apaçık.” şeklindeki kabulü zımnen içermeksizin var olamaz. Bu İslam medeniyetinde benzeri görülmemiş bir toleranssızlık durumudur. Zira İslam medeniyetinde bilgi katî ve zannî olarak ikiye ayrılır. Zannî bilgiler işlevsel görülmekle beraber zannîlikleri vurgulanır. Burada farklı zanlar üzerinden yapılan çıkarımlar birer sapıklık örneği olarak görülmez. Oysa “mezhepsizlik” mezhebine göre her şey apaçıktır. Her bilgi katı bilgi gibidir. Sanki Allah kulaklarına her daim neyi düşünmeleri gerektiğini söylüyormuşçasma fikirlerinden emindir ler. Bu modern bir düşünme biçimidir ve zihin kodlarında Batılı bir telakki yatmaktadır. Bunu gerekçelendirecek olursak…
Hristiyanlık hiyerarşik bir dindir. Bunun anlamını kavramak Batı ile aramızdaki farkı, İslam İle diğer dinlerin farkını anlayabilmek için çok kritik önemi haizdir. “Hiyerarşik diri’ denilince insanlar meseleyi genellikle kendi hayatlarından kıyasla anlamaya çalışıyorlar, örneğin “Ben falan âlime soru soruyorum, o bana soru sormuyor, bu da hiyerarşidir? gibi bir anlayış ortaya çıkabiliyor. Burada hiyerarşi ile kastettiğimiz şey Kilisenin hata etmez, yanılmaz, günah işlemez bir kurum olmasıdır. Dolayısı ile Kilisenin emri Tanrının emridir. İslam’da hiçbir âlim ya da kurum böylesi bir pozisyonda değildir. Eğer Kilise, Tanrının emrini ifade ediyorsa bir Hristiyan için müphem noktalar büyük ölçüde azalır. Çoğu mesele “Tanrının emrine uygun olanlar ve olmayanlar** biçiminde keskin bir ayrıma kavuşur.
Oysa İslam*da bir mesele ortaya atılır. O mesele ile ilgili âlimler envai çeşit görüş ortaya koyarlar. Nihayetinde usulüne uygun yapıldığında hepsi içtihaddır. Hiçbirinin Allah’ın emri olup olmadığı kesin değildir. Burada çok geniş bir müphemlik var. Bu müphemi tolere eden din ve dindarlar var. Hatta bazen şaka yollu şöyle konuşmalar olur :
“Hocam falan işin hükmü nedir?”
“Bu konuda 8 farklı görüş var?
Soruyu soran sitemkâr bir şekilde: “Yahu hocam# hangi meseleyi sorsam 4 görüş var 5 görüş var diyorsunuz* Sizin görüşünüz nedir?”
Zaten içtihadın varlığı ve onaylanması, hiyerarşik dinlerin yapısını bilenler için inanılmaz bir olgudur. Ben diğer dinler içerisinde içtihad benzeri bir sistem bilmiyorum. Belki Yahudilikte vardır, ancak onu da istediğim düzeyde araştırmış değilim. Fakat dinler tarihinde adına “din” denilen örgütlenmelerin çoğu hiyerarşik yapılardır. Bu yapılarda Kilise kutsaldır, dini yorum da onun tekelindedir. Doğal olarak kutsal Kilise hin yorumları da kutsaldır. Din böylesi yapılarda tepeden aşağı olarak dikte edilir. “Ben başka bir usulle anlıyorum.” sözü anlamsızdır. Zira Kilisenin kanonu esastır.
Dinî Yorum Tekeli
Dinî yorum tekeli aslında daha iyi anlaşıldıkça bu fark netleşecektir. örneğin Yunan aristokrasisi ve daha birçok aristokratik sistemde soylu sınıfının din ile ilişkisini iyi anlamak gerekir. Aristokratlar yargılama hakkını ellerinde bulundurdukları gibi, yasanın kaynağı sayılan dinî metni yorumlama işi de onlarm tekelindeydi. Batı Ortaçağında Kilise ile aristokrasi arasındaki paralellik ve birliktelik bu açıdan da okunmalıdır. Bu yüzden burjuvazinin aristokrasi karşısında galip gelmesi, bu hiyerarşik dini de etkiledi. Burjuvazi sadece aristokrasiyi değil bu hiyerarşik dini de hedef tahtasına koydu. Çünkü aristokrasi ile Kilise, et ve tırnak gibi birbirine geçmişti.
Galilenin Katolik kilisesi ile yaşadığı problemin temelinde de sanıldığının aksine Güneş merkezli evren teorisinden çok Galilenin Incil’de bu teorinin bulunduğunu iddia etmesi yatmaktaydı. Galile’ye göre kutsal kitap ile bilim çatışmaz ve birbirinin kolay anlaşılmasını sağlardı. Incil’den Güneş merkezli evreni çıkarmaya çalışması Kilisenin yorum tekelini zayıflatıyor ve bu da Kilisenin Incil’i hatalı yorumladığı imasını içeriyordu. Hakeza Protestanlık tartışmalarının temelinde de kutsal kitabı Katolik kilisesinin yorumlama tekeli vardı. Örneğin Kopernik devrimine ilk karşı çıkanlar sanıldığının aksine Katolikler değil Protestanlardı. Luther ve diğer Protestan okullar bu teorinin kutsal kitaba muhalif olduğunu iddia ediyorlardı. Bunu bugün en softa dindarlık şekli olarak görünen kutsal kitabın lugavî yorumlarından bilim çıkarma metodu ile yapıyorlardı. Katolik kilisesinin konuya engizisyon ile dahil oluşu ise kiliseler çatışması dönemine denk gelmesinden kaynaklanıyordu. Kuhn’ün isabetli bir şekilde ifâde ettiği gibi normalde Katolik kilisesi bu konularda görece daha müsamahalıydı. Ancak kilise çatışmaları döneminde Protestanlar bu konuda softalık yaptığı için, Katolikler “Biz de az dindar değiliz.” refleksi ile engizisyonu devreye soktular. Peki tarihi açıdan neden Protestanlar ve reform aydınlık kaynağı gibi lanse edildi? Burada söylemin bu biçimde şekillenmesinde, Protestanlığın hiyerarşik dinin ve dolayısı ile aristokratlarının gücünü azaltarak burjuvaziye hizmet etmesi meselesi yatmaktadır.
Engizisyon, reform, ruhban sınıfı, aforoz, feodalite gibi Batı kültürü içerisinde ortaya çıkan kavramların başka toplumlara yansıtılması yaygın ve önemli bir entelektüel hatadır. Avrupa-merkezcilik diyerek ifade edilen bu okuma biçiminde dünya Avrupa’nın büyük hali olarak hayal edilir. Avrupa tarihinde olan kavramlar ışığında tüm dünya anlaşılmaya çalışılır. Bu temayülü eski Batılı filozoflarda görebileceğimiz gibi yakın döneme kadarki kültürü de domine etmiştir. Örneğin Kant, çocukların şımarıklığı ile ilgili bir çıkarım yaparken “Fransa, Almanya ve Ingiltere’de böyle, o halde çocuk denilen varlık böyle bir varlık.” cinsinden akıl yürütür. Başka coğrafyalar onun nazarında yok gibidir. Iş, kültürün ve dinin kavramlarına gelindiğinde de aynı temayülü görmek zor değildir.
İslam’da (!) Feodalite, Aforoz,Engizisyon, Ruhban Sınıfı, Reform
Batı feodalitesinin kurumlarını ve bunların özelliklerini burada dört başı mamur bir şekilde anlatmak yeni bir kitap yazmayı gerektirin Ancak işaret edeceğimiz ufak tefek noktalar okuyucuya fikir verecektin
Derebeylik sistemi denilen siyasi yapıda, tarımsal üretim yapan ve kendi başına bir güç erki olan aristokratlar yönetimdedir. Bu aristokratlar yüzyıllarca toprağı ve insanları yönettikleri için “soylu” olmuşlardır. Krallar da bu sistemde “eşitler arasında birinci” olarak soylular arasından seçilmiş bir soyludur. Merkezi otorite çok güçlü değildir. Osmanlıya gelindiğinde ise çok güçlü bir merkezi otorite mevcuttur. Hatta Osmanlının, çağdaşı Avrupalılar tarafında eleştirilme biçimine bakıldığında genellikle merkezi otoritenin güçlü olmasından dem vurulur. Bu dönemde Batı siyasi örgütlenmesi ile Osmanlı arasında çok ciddi farklar olduğu açıktır.
Osmanlı da Batı’daki kuramların muadillerinin varlığını, kültür tarihi anlatımları için ispat etmeye teşne mukallit entelektüel (!) tabakamız mevcuttur. Hatta Osmanlı aristokrasisi kavramı da kullanılır. Ben Konya ya da Yozgat’ta hiçbir aristokratın kendisini merkezi yönetimden korumak için inşa ettirdiği bir şato görmedim. Konyalı ya da Yozgatlı bir soylu da görmedim. Gerçekten bu kavramları kullanmak bizim tarihimizi anlamak için uygun mudur?
Örneğin aforoz tabiri tekfirle eş anlamlıymış gibi kullanılır. Tekfirle aforoz gerçekten aynı şeyler midir? Gazzâlî Ibn Sina’yı tekfir etti. Zaten Meşşâî filozoflar da Gazzâlî görüşündeki insanlar hakkında ucu tekfire çıkacak lafızlar kullanıyorlardı. Peki Gazzâlî Ibn Sînâ’yı tekfir edince ne oldu? Gazzâlî’den sonra ona tarihsel olarak yakın ilk büyük kelamcı Fahreddin Râzî’dir denilebilir. Râzî, Ibn Sînâ’dan nakilde bulunurken hangi lafızları kullandı? “Bu kâfir dedi ki…” mi? Hayır. “Eş-Şeyhu’r-Reis dedi ki…’’ Tam olarak kullandığı ifade buydu. Denilebilir ki müteahhit dönem kelam çalışmalarına Ibn Sînâ’nın etkisi Gazzâlî’den fazladır.
Şimdi tekfir ile aforoz gerçekten aynı şey midir? Siz beni tekfir ederseniz, ben de sizi tekfir edebilirim» Kilise beni aforoz ederse ben de Kiliseyi aforoz edebilir miyim? Hiyerarşik din ile İslam arasındaki farkı anlayabilmek için bu noktaları doğru anlamak önemlidir» Çeyrek çepelek okumuşlarımız İslam âlimleri ile ilgili konuşurken “ruhban sınıfı” tabirini kullanmayı severler. Sanki burada bir hiyerarşi varmış gibi Batı kilisesine ait kavramlarla bizi anlatmaya çalışırlar.» Ruhban sınıfı Kiliseye ait bir öğedir» Bunlar sıradan insanlar değillerdir.» Biz Müslümanlar “Ben Gazzâlî ye katılmıyorum»” diyebiliriz.» Ancak Ben Kiliseye katılmıyorum»” diyen bir Hristiyan, yanılmaz ve hata etmez bir kuruma yanılgı ve hata nispet etmiş olur» Kilise Tanrının iradesini temsil ediyorsa “Ben Kiliseye katılmıyorum»” diyen kişi “Ben Tanrıya katılmıyorum»” demiş olur. Batı tarihindeki sistematik yobazlık ve softalığın hiyerarşik din ile ilişkisini işte bu yüzden dikkatli okumak gerekir.»
Yorum tekeli olmayan bir din olan İslam’da reform yapılması gerektiğini savunanları muhakkak görmüşsünüzdür.» Luther ve Katolik kilisesi kavgasını burjuvazi tarihçilerinden okumuşlardır. Vardıkları sonuç ise şudur: “Batı, Kilisenin tahakkümünü kırarak aydınlığa ulaştı, o halde biz de Protestanlar gibi olmalıyız, hadi reform yapalım!” Oysa bizde Kilise gibi bir otorite zaten yok, âlimlerimizin yorum tekeli yok; Protestanların metin yorumlama biçimi kaba bir ham softanın okuma şeklinin aynısı, çok daha tahammülsüz ve kısıtlayıcı. Bu entelektüel ezberlerden varılan sonuç nedir? Hiçbir şeyi anlayamamak ve sığ konuşmalarla aydın olduğunu zannetmek.
Bunları söylediğinizde ruhban ile âlim, tekfir ile aforoz arasında birkaç analojik benzetme kurup İslam’da da Kilise olduğu sonucuna varmaya çalışırlar» Bu çaba şuna benzemektedir: “Atlar aslında kedidir çünkü ikisinin de dört ayağı var.”
Dinî Görüşlere Tolerans
Bu anlattığımız hiyerarşik din telakkisi anlaşıldıktan sonra mezheplerin gereksiz olduğu hakkındaki görüşlerin bugün niçin bu kadar yaygın olduğu sorusunun cevabı belirginleşmiş olacaktır. Batı kafası ak-kara denkleminde düşünmeye alışkındır. Din denilen şey “hiyerarşinin bildirdiği/Tanrının iradesine uygun olan” ve “hiyerarşinin reddettiği/şeytanın iradesine uygun olan biçiminde kategorize olmuştur.
Batı tarihinde de Ortodoksluk, Katoliklik gibi mezhepler vardır elbette, ancak bu mezheplerin ortaya çıkışı ait oldukları güruhtan farklı düşündüklerini söyleyen bireyler tarafından oluşmuş değildir. Hiyerarşiler arası çatışmalarla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bunlar birer Kilise kavgasından ibarettir. Bu mezhepler ile İslam tarihindeki mezheplerin alakası dahi yoktur. Denilebilir ki İslam’da fıkıh konusunda sayısız mezhep vardır. Bunlar içerisinde bazıları entelektüeller ve halk tarafından tutulmuş, fetvalar bu görüşlerle verilmiştir. Böylelikle bu mezhepler bugüne kadar ulaşmıştır. Gazzâlî İhyada bunu açıkça anlatır. Batı da ise hiyerarşiler arasından bir hiyerarşi seçmek söz konusudur.
Bu sebeple Ortodoksluk ve Katoliklik arasındaki ilişki ile Eş’ârîlik ve Mâturîdîlik arasındaki ilişkinin neredeyse benzer hiçbir yönü yoktur. Osmanlı genel anlatımda Mâturîdî bir devlet olarak ele alınsa dahi Eş’ârî geleneğin en büyük âlimlerini sinesinde barındırmıştır. Eş’ârî müelliflerin eserleri medreselerde okutul- muştur. Hâkezâ yine Osmanlı içerisinde kelam ekollerinden çok farklı olan Ekberîlik gibi nazariyatçı sûfî görüşler de oldukça yaygındır. Bu âlimler birlikte yaşar ve tartışırlar. Alimler arasındaki ilişki hiyerarşik değil dehle dayalı bir ilişkidir. Örneğin İslam tarihinde Mutezilenin önemli isimlerinden birisi olan Eş’ârî’nin”Ben mezhebimi değiştiriyorum, artık Mutezile değilim? dedikten sonra Eş ârîlik mezhebinin oluştuğunu görebilirsiniz,
İslam dünyasında din sahasındaki bu geniş fikrî hürriyet, dinin toplumda temsiliyet bulma miktarını artırmıştır. Batı toplu- munun seküler ve dindar olarak iki katmandan oluşması gayet doğaldı. Zira dinî olan ve olmayan ayrımı hiyerarşi sayesinde doğrudan yapılabiliyordu. Oysa İslam dünyasında birine dinî açıdan doğru gelmeyen tavır, başkasına göre dine uygun gelebiliyordu. Toplumun sosyolojik katmanlarının tamamına uygun bir din telakkisi bulmak zor değildi. Zaten bunun için çaba harcamak da gerekmiyordu, toplumun o kesimi o dinî anlayışa kendiliğinden yöneliyordu. Aslında İslam tarihindeki mezheplerin sosyoloji ile olan ilişkisi oldukça ilginçtir. Toplum sosyolojisi, kendisine uygun gördüğü mezhebi tercih etmiş gibidir. Örneğin Hanefîlik, Mâturîdîlik, Mutezile, Meşşâîlik ve tasavvufun bazı kollarının Mevâlî denilen Arap olmayan kimseler arasında daha yaygın olduğu bilinmektedir. Hakeza Eş’ârîlik, Şâfiîlik, Hanbelîlik gibi ekollerin Araplar arasında görece daha yaygın olduğu da söylenebilir.
Gerçekten dinin değişik sosyolojik katmanlarda temsil edilebilmesi önemli bir husustur. Tekirdağ da sahil kasabasında yaşayan birisi ile Kırşehir’in bozkırında yaşayan birisinin hayat tarzları birbirinden çok farklıdır. Genellikle dinî anlayışları da farklıdır. Bu farklı yaşam dinamiklerine uygun dinî telakkileri barındırabilmek için geniş bir dinî spektrum oluşması önemlidir. Tarihte İslam fikriyatının bu spektruma müsaade etmesi “dindar ve seküler” kırılımının oluşmasını büyük oranda engellemişti. Bugün gelinen noktada kültürdeki Batı dominasyonu hem kendisini dindar olarak tanımlayanların kafasında hem de kendisini seküler olarak tanımlayanların kafasında bu kınlımı sertleştirmektedir. Dindar Din benim elimdekidir, diye düşünürken seküler de “Hayır, ben onu istemiyorum, demektedir. Doğal olarak ak-kara sınıflamalarının tarihte yol açtığı sosyolojik değişimler bugün de devam ediyor. Bizce bunların tamamı modern ve Batılı telakkiden kaynaklanma noktasında ortaktır.
Sonuç
1.Herhangi bir konuda mezheplere ayrılmak kaçınılmaz bir durumdur.
2.Eğer mezhepler olmasın istiyorsanız ya insanların düşünmesini ya da düşündüklerini ifade etmelerini engellemeniz gerekmektedir.
3.Mezhepler genel tanımlamalardır. Alt kollarda aynı menheç üzere olan âlimlerin de ihtilaf ettikleri konular vardır.
4.Fıkıh mezhepleri fetva kitapları değil usullerden oluşur. Aynı usullerle materyale yaklaşıp farklı sonuçlar çıkarılabilir/ çıkarılmıştır.
5.En basit dinî meseleler dahi usul ekseninde en önemli sorulara kadar uzanan silsileler oluşturur. Bu yüzden kelam ve usul ilimleri en tepedeki ilim dallarıdır.
6.Normal insanlar tüm bu usul meselelerini incelemekle mükellef değildir. Din, nihayetinde Allah a kulluk ve güzel ahlaktır. Ancak İslam felsefesi ya da İslam hukuku hakkında konuşmak isteyen birisinin bu alanların zorluğu konusunda sızlanması çok doğru olmayacaktır. Zira felsefe ve hukuk her yerde zordur.
7.Bu sorunun bugün ortaya çıkması kültürümüzdeki Batı nosyonunun bir yan etkisidir.
Altay Cem Meriç – Muhtelif 2,syf:11-130
[2] Dougias Giancoli, Temel Bilim ve Mühendislik için Fizik, Ankara. Palme Yayınevi.
[III] Dârimî, Büyü, 2.
0 Yorumlar