Evvelâ mevzu’ ile alâkadar bir mukaddeme:
Mevzu’ hadîsleri tanıma, bulma ve tesbit etme hususunda bazı kaideler, kanun ve usûller vaz’ edilmiş ve muhaddislerce tatbik de edilmiştir.
Şöyle ki: Hicrî 200. yıl içerisinde şuyu’ bulan Mevzu’ hadîsler dedikodusu baş gösterince; büyük ve dâhî hadîs imamları mezkûr kaideleri koymuş ve tatbik etmişlerdir. Hadîs- Şeriflere katılmak istenen mevzu ve yalan sözler, tâ o zamanlar bulunmuş, tesbit edilmiş ve hadîslerden tarh edilip atılmıştır. Yani, şimdi elimizde mevcud me’haz hadîs kitaplarında, o mevzu’ denilen yalan sözlerin hiçbirisi yoktur diyebiliriz. Çünki bu mevzuda bütün hadîs hâfızlarınca müttefekun aleyh, kat’î kaide ve usûl şudur ki: “Aslı, faslı mevzu’ olarak bilinen bir hadîsi yazmak, kaydetmek ve kitaba dercetmek, çok haram ve büyük günahtır.” Bu durumda mezkûr asırda kesin olarak mevzulukları tesbit edilmiş binlerce yalan ve uydurma sözlerden şimdi hiçbirisi mevcud değildir diyebiliriz. Zira, tâ o zaman o işih farkına varılımış, tesbit edilmiş ve tutup atılmıştır. Hattâ denilebilir ki; büyük muhaddisler, o keskin kaide ve usûlleri tatbik ederken, bir çok sahih hadîsleri de bazı şüphelerle heder etmiş ve zayi’ etmişlerdir.
Hem bugün için, farz-ı muhal olarak, sözü edilen mevzu’ hadîslerin hiçbirisinin, yahut bir kısmının tâ o zamanlar tesbit edilemeyip de, mevcud hadîs kitaplarında -hâşâ ve kellâ- var olduklarını farzetsek ve biz bunları şimdi, yani 1200 sene sonra tesbit etmek işine girişmek istesek bile; 12 asır evvel olup biten hâdiseyi ve o vakitte o mevzu’ ve yalan sözleri yayan ve neşreden adamların şimdi ölmüş ve eserleri bile yok olmuş olmaları hasebiyle; elbette aynıyla mes’eleyi tesbit etmek imkânımız olmayacaktır.
Peki, o halde ne yapabiliriz?
Elcevab: Yapsak, yapsak; ancak eski büyük hadîs imamlarının cerh ve ta’dil, usûl ve kanunlarını tatbik şekillerini dinlemek sûretiyle onların hüküm ve kararlarına göre, belki bir şeyler çıkarabiliriz. Evet, bunun bundan başka ikinci bir yolu yoktur.
Bu mes’elenin neticesi şudur: Hicrî 2. asrın içinden başlayıp 3. asrın sonuna kadar devam dene mevzu’ hadîsler dedikodusu fırtınasıyla, pür-heyecan hamiyet ve gayrete gelen büyük hadîs imamları, keskin ferasetleri yanında, mevzu’ sözleri bulma ve tesbit etmiş ve hadîsten ayırıp adem gayyasına atmışlardır. Yani, şimdi adı söylenen, fakat varlıkları söz konusu olmayan ve üstünde kat’î olarak yüzde yüz hükmedilmesi mümkün olabilen hiçbir mevzu’ söz ve yalan hadîs mevcud değildir. Yani, şimdi elimizde mevcud olan yüz kadar kaynak hadîs kitaplarında… Evet, hadîs kitaplarında diyorum… Yoksa ehemmiyetsiz ve vukufsuz bazı kimseler tarafından yazılmış basit ve ehemmiyetsiz köşede bucakta kalmış hikâye ve harbler gibi mes’elelere dair kitap namı altındaki bazı şeylerle hiç mevzu’ hadîs yoktur demiyorum. Amma o gibi kitaplar dahi kat’î tahkik yapılmadan, ezberden olarak: “Baştan sona hep mevzu’ hadîslerle doludur.” deyip hüküm vermek dahi herhalde insafsızlık olur.
Sual: Peki muhaddislerce konulmuş, hadîsin çok değerli ve mühim olan usûl ve kaideleri ve pek kıymettar bir ilim olan cerh ve ta’dil kanunları bize bugün şimdi yararı nedir? Onunla biz ne yapabiliriz?
Elcevab: Şahsî kanaat ve tesbitime göre, o kaideler, usûller ve kanunlar, bugün bir hadîs müştakının, meraklı bir araştırmacının, hadîslerin mertebelerini, evet sadece mertebelerini o usûl ve kaideler çerçevesinde -eğer yapabilirse- tahkikî tarzda bulabilmesine, tesbit etmesine en büyük ve keskin ölçü âleti ve müracaat edilecek tek kıstastır. Ancak bunu da unutmamak gerekir ki; öylesi bir araştırmacı, araştırmasını yaparken, bir aynı hadîsin mertebesi üzerinde yapılmış münâkaşaları, müsbet ve menfî umum görüşleri; haricî te’sir ve his ve hevese veya mizac ve meşrebinin te’sirine kapılmadan dinledikten sonra, ekseriyetin ittifakı hangi tarafta ise, ona göre diyebilir ki;
“Şu hadîsin mevcud hadîs usûlü ve kaidelerine ve muhaddislerin ekseriyetinin görüşüne göre mertebesi, derecesi şudur.” Yoksa o kanun ve kaidelerle, sanki şimdi varmış gibi, yeniden mevzu’ hadîsleri tesbit etmeye teşebbüs etmek için değildirler. Çünkü öylesi mevzu’ hadîsleri yeniden bulabilme diye birşey yoktur. Zira, hakikatta asıl mevzu hadîsler şimdi yokturlar.
Mevzu’ Hadislerin tarihî gelişimi
Mevzu’ kelimesinin lûgat karşılığı; vaz’edilmiş, konulmuş demektir. Hadîs usûlü ıstılahında ise; yalandan bir söz uydurulup, Peygamber’e, yahud bir Sahabî’ye, ya da bir Tabiîn’e isnad edilerek ikinci bir yalan ve iftira ile; “Bunu Peygamber söyledi” yahud “Sahabî ya da Tabiîn söyledi” diye ortaya atılan ve hadîs içine katılmak istenen yalan söz demektir.
Üst tarafta da kaydettiğimiz gibi, mevzu’ sözlerin en ilki, Peygamberimizin hayatında bir münafık tarafından yapılmıştır. Peygamber Efendimiz de (A.S.M.) o münafığın cezasını çok şiddetli bir şekilde verdirmiş olduğu gibi; “Benim adıma ben söylemediğim halde yalan uyduran, Cehennem’e yerini hazırlasın!” meâlindeki hadîsi tekrar ve şiddetle söyleyerek ümmetini ikaz ve irşad etmiştir. Daha sonra, hicretin 41. senesinde müslümanlar arasında siyasî ayrılıklar fitnesi başladığında, Şia ve Haricîlik gibi bazı fırka mutaassıblarının yalancı ve tıynetsiz bazı adamları, az da olsa, bazı mevzu’ sözleri uydurdular. (*)
Daha sonraları, yani 2. asrın başından itibaren bu gibi yalancılar çoğalmaya başladılar. Mevzu’ hadîsler dedikodusu da fazla şuyu’ buldu. Bunun üzerine hadîs Hâfızları ve hameleleri hamiyet ve gayret içinde pür-dikkat kesildiler… Yalancı ve iftiracıları tek-tek tesbit ettiler. Uydurulan yalan sözleri de bulup teşhir ettiler.
Kâmil Muhaddis Hammad bin Zeyd’in tesbitine göre, zındıklar ondört bin mevzu’ hadîs uydurup yaymışlar.(**) Bu zındıklardan birisi olan Abdülkerim bin Ebi-l Avca’, zındıklık adına yalan hadîs uydurduğu tesbit edilmiş ve Abbasî halifelerinden Mehdî zamanında yakalayıp boynu vurulacağı vakit, o zındık bağırarak demiş: “Ne haber! Ben dörtbin hadîs uydurup hadîslerinize kattım ki, bunlara haramı helâl, helâlı da haram kıldım.” (***)
Keza İbn-i Asakir, Halife Harun-u Reşid’den naklettiği bir rivayette: Yakalanarak Harun-u Reşid’e getirilen bir zındığın boynunu vurmak için emir vermiş. O zındık ise demiş: “Ben dörtbin hadîs uydurup neşrettim ki, onlarla haramı helâl, helâlı da haram gösterdim.” Harun-u Reşid de ona cevaben: “Ne haber ey zındık! Abdullah bin El-Mübarek ile Ebu İshak-ı Fezarî, senin bütün o yalanlarının tek-tek bulup, harfharf tesbit ederek, hadîsten çıkarıp attılar.”(****) dedi.
Bu zındık habisler kötü niyetle İslâmı bozmak, Sünnet-i Nebeviye’yi bulandırmak gayesiyle hadîs uydurdukları gibi, bir de bunların yanında bazı saf ve ahmak nâdanlar da, güya din adına, bazı hadîsler uydurmuşlardır. Misal için, Nuh bin Ebi Meryem ismindeki bir adam, Kur’an’ın Sûrelerinin faziletleri hakkında bazı mevzu hadîsler uydurmuş. Rivayeti de:
“An İkrime, An İbn-i Abbas” diye isnad etmiş. Ona sorulmuş: “Bu hadîsler sana nereden geldi?” O da demiş: “Ben gördüm ki, bu zamanda insanlar Kur’an’dan yüz çevirmişler. Ebu Hanife’nin fıkhî mes’elelerine ve Muhammed bin İshak’ın magazilerine koşuyorlar. Ben de insanları Kur’an’a döndürmek için bunları böyle uydurdum.”(*****)
(Not: Mezkûr mevzu’ olan hadîsler, Tefsir-ül Keşşaf’ta maalesef bilinmeden hadîs olarak kaydedilmiştir.)
İşte nümune ve misallerini verdiğimiz o gibi hâdiseler, hep eskide vuku’ bulmuşlardır. Amma yine az yukarda kaydettiğimiz vecihle, mezkûr hâdiseler Hicretin 2. yüzyılının başından başlayıp 3. asırda son bulmuştur. Hadîslerin hakikî mertebe ve makamını tesbit etme işi de mezkûr zamanlarda sona ermiştir. Yani, bahsi yapılmış o mevzu’ ve yalan sözler, tâ o zamanlar tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkarılıp atılmıştır.
(*) Ulûm-ül Hadîs ve Mustalahihi – Dr. Subhî Salih sh: 266
(**) Aynı eser sh: 270
(***) El-Esrar-ül Merfûa – Aliyy-ül Karî sh: 6
(****) Aynı eser sh:6
(*****) El-Menhel-ül Latif sh: 158
————————————————————————————————————————–
Farz-ı muhal olarak, eğer şimdi mevcud kaynak olan hadîs kitaplarında, bahsi geçen hâdiselere tesbit edilmiş olan o mevzu’ hadîslerin varlıklarını bir an için şimdi kabul etsek de -ki onlar kimisine göre ondört bin, kimisine göre de oniki bin gibi büyük bir rakamdadır- o durumda, şimdi elimizde mevcud olan hadîs kitaplarının yekûnünde bulunan gayr-ı mükerrer hadîslerin tamamı ancak bunlarınm iki misli kadar olabilir.
Yani o durumda -hâşâ bin kere hâşâ- şimdi mevcud hadîslerin yarısına yakın bir kısmını mevzu olarak kabul etmek gerekecektir. Amma hâyır, bin kere hâyır! Öyle birşey kat’iyyetle söz konusu değildir. Belki şimdi elde mevcud büyük hadîs kitaplarında yer alan umum hadîsin ana kaynak kitaplarını kasdediyoruz. Olsa olsa, muhaddislerce büyük ve keskin tahliller neticesinde: Sahih, Hasen, Zaif ve bir de Çok Zaif diye mertebelere ayırma işi olmuştur, başka birşey yoktur.
Her ne kadar bazı muhaddis zâtlar senetleri itibariyle bazan zaif, hattâ metrûk hadîslerden bir kısmını, zan ile mevzu’ hadîs hududunda göstermeye çalışmışlarsa da, fazla mühim bir durum arzetmemektedir. Çünki bunların karşısında sair insaflı ve hakperest büyük hadîs imamları dikilmiş, aynı o hadîsleri kurtarmak için gayret sarfetmişler ve hadîslerde mevcud sair benzeri deliller getirerek onları yüzde doksan dokuz nisbetiyle kurtarmışlardır.
Sual: Peki şimdi bu zamanda hiçbir mevzu’ hadîs yok mudur?
Elcevab: Bu kitabın arkasında kaynak kitap olarak isimlerini yazdığımız hadîs kitapları listesinde ve bir de elimize geçmeyen ve büyük hadîs imamları ve hâfızları tarafından yazılan makbul ve meşhur birçok hadîs kitaplarında; meselâ, El-Muhtarat Ziya-ül Makdisî, El-İstidrâkât Darekutnî gibi birçok kitaplarda, kesin ve kat’î ve üstünde ittifak edilmiş hiçbir mevzu’ hadîs yoktur diyebiliriz.
Amma az yukarıda kaydettiğimiz gibi adı-sanı belli olmayan, yahut İslâm üleması arasında makbul sayılmayan ve bazı vukufsuz ve ehliyetsiz kimseler tarafından yazılmış basit hikâye ve kıssalar gibi şeylere dair bazı mevzuları işleyen kitaplarda ve az bazı tefsir kitaplarında -Tefsir-i Keşşaf gibi- ve bir de avam halkın dilinde dolaşan bazı sözlerde mevzu hadîslerin bulunabilme ihtimali vardır. Bu bulunanların da hiçbir zaman İslâmın haramını helâl, helâlını da haram edecek, akide ve fıkha dair hadîsler olmayıp, basit ve varlığıyla yokluğu arasında fazla bir değer taşımayan bazı sözlerdir.
Dillerde hadîs olarak dolaşan sözlerin büyük bir bölümünü, El-Hâfız İsmail bin Muhammed El-Aclûnî gibi zâtlar, meselâ Keşf-ül Hafâ ve benzeri kitaplarda tahlil etmiş ve çoğunun asılları yine hadîs olduğunu ispatlamışlardır.
Mevzu’ Hadîsleri tesbit eden kaide ve kanunlar
Bu husustaki belli ve kat’î kaideler birkaç tanedir. En mühimmi ve büyüğü: Onu uyduranın sarih itirafı ve ikrarıdır.
2- Hadîs-i şerifin metin ve mânalarına tam rüsûh ve vukuf peyda etmiş zâtların sarraflıkları ile; “Bu söz değil Peygamber’in (A.S.M.), belki az bir belâgat ve fesahata mâlik birisinden de çıkması mümkündür değildir” diye mutlak şekilde reddedilmiş sözler…
3- Mânası itibariyle rekîk olanları… Yani Sahih hadîslerin zıddına ve onlara mugayir ve aralarının cem’edilmesine aklen imkân olmayan sözler…
4- Küçük bir iş, bir günah için çok büyük tehdid ve vaîdleri söyleyen söz ve aynı zamanda az ve basit hayırlı işlerde çok muazzam vaadları bildiren sözler…
Ancak şu dördüncü numaradaki kaide, her zaman sâbit ve umumî ve muhkem bulunmamaktadır. Makam-ı zecr ve zemm… ve makam-ı tergib ve teşvik gibi hallerde vârid olmuş birçok sahih hadîs-i şerifler vardır ki makamının iktizasına göre, bazan küçük bir şeyi büyük olarak göstermişlerdir.
İşte, bunlar gibi mevzu’ hadîsleri tesbit etmek içn bazı kanun ve kaideler vardır. Bu kaide ve kanunları uzunca şerh ve izah eden bir çok kitap yazılmıştır. Amma bu mevzu’da yazılmış kitapların bazılarında fazla şiddet olmuştur. Meselâ İbrahim-ül Cevzakanî’nin “El-Ebatıl” kitabı ve İbn-i Cevzî’nin “El-Mevzuat” eseri gibi kitaplar…
Hülâsa: Mezkûr kanun ve kaideler, şimdi bu zamanda mevcud olan hadîslere tatbik etmek için değil, eski zamanda, henüz müdevvenat az iken hadîs âlimlerinin ihtiyata sevketmek için uygulanmış düsturlar olduğu kesindir.
Başka yönleriyle Mevzu’ Hadîsler
Mevzu’ ismi altında toplanabilen hadîsler dört sınıf olduğu anlaşılmaktadır. Mevzu’ hadîs uyduranların isim ve karakterlerini anlatan ilgili hadîs usûlü kitaplarını mütalaa etmiş kimseler bu iddiamızı kabul etmiş kimseler bu iddiamızı kabul edebilirler.
BİRİNCİ SINIFI: Zındıkların İslâm dininin tahrif etmek, bozmak ve ayıplandırmak için girişmiş oldukları sinsî ve münafıkane faaliyetleri neticesi, bir sürü yalan, buhtan ve iftiralı sözleri yayma işi…
İKİNCİ SINIFI: Râfizîlik veya Haricîlik gibi bâtıl ve dalâletli mesleklerin taassubu adına ve kendi mesleklerini doğru göstermek ve ona revac vermek gibi pis ve habis niyetlerle uydurdukları yalan sözlerdir. Birinci sınıfa göre bu kısım ekalliyettedir.
ÜÇÜNCÜ SINIFI: Ahmak, câhil veya nâdanların uydurdukları mevzu sözlerdir ki; bazıları güya iyi bir niyetle bazı mukaddes şeylere revaç vermek ve insanları ona cezbetmek gibi sâfiyane, amma ahmakça uydurdukları mevzu’ hadîslerdir. Bunlardan bir kısmı da, câhil ve nâdan bazı menfaatperest kimselerdir ki, İslâm halifelerine veya sultanlarına ve valilerine yaranmak ve yanaşmak ve menfaat kapmak gibi basit gayelerle; o ehl-i makamların zâtlarına, icraatlarına, güya Peygamber’in (A.S.M.) hadîslerinin işaretleri varmış gibi yalan bazı sözleri uydurma durumudur.
İşte bu her üç sınıf mevzu’lu hadîslerin tamamının tâ, bin sene evvel farkına varılmış, tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkartılıp atılmıştır.
DÖRDÜNCÜ SINIF İSE: Hakikatta ve asliyette bir mevzuluk durumu söz konusu olmadan; bin seneden beri muhafaza edilip gelmiş ve hep istimâl edilmiş bazı hakikatlı sözlerdir. Bu sözlerin ekserisinin sened ve istinadı yoktur. Bunlardan bazıları, ya bir Sahabî’nin veya Tabiîn’in, ya da Tebe-i Tabiîn’den bazı büyük zâtların bazı hakikatları vecizeleştirerek söylediği doğru ve isabetli kaidevî sözlerdir. Zamanla, bu sözlerin aslı nereden olduğu kat’î bilinememiş, sonra bazıları tarafından bu sözlerden bir kısmının hadîs-i şerif olabileceğine ihtimal verilmiş, dolayısıyla hadîs olarak da şöhret bulup kalmışlar. Mezkûr sözlerin bir kısmı filhakika da Peygamber’in (A.S.M.) sözleri olması mümkündür. Lâkin sened ve isnadları olmadığı için, kat’î bir kanaatla hadîs midir, yoksa Sahabe ve Tabiînden birisinin sözleri midir bilinememiştir.
Böylece mübhem durumda kalan ve senedi olmayan bu nevi sözlere de mevzu’ hadîs denilebilmişse de, sadece senedi itibariyle denilmiş. Ama ifade ettiği hakikat ve mânası itibariyle aslâ…
İşte, bu kabil hakikatlı ve mühim sözlerin varlığı eskide de, bugün de söz konusudur ve bunlar haylicedirler. Bu nevi hadîsler bu durumlarıyla, şayet bazıları onları mevzu’ hadîs diye isimlendirse de, yani; “Bu söz an’aneli senedle Peygamber’in sözü değildir.” dese de, isnad ve sened itibariyle belki doğru olabilir. Amma bu söz, mânası ve hakikatı itibariyle de doğru değildir, yani mevzu’dur diyemez.
Meselâ: hakikatlı söz için, kimisi hadîstir demiş, kimisi de hadîs değil, fakat sabit hakikatlardandır. Kimisi de, İmam-ı Yahya bin Muaz Er-Razî’nin hikmetli sözlerinden olabilir demişler. Kimisi de, bu sözün Hazret-i Ali’nin hikmet-feşan ve kaynağı Menba-ı Vahy ve Risalet olan sözlerindendir demişler.
Bu hadîsin birçok me’hazleri için, bu kitabın Hadîsler Cetvelinin 130 no.lu kısmına bakılabilir.
Evet, bu nevi hakikatlı sözler vardır ve muhafaza edilerek gelmiştir. Elbette ki bunların içinde kelâm-ı Nebevî olanları da vardır. Ve bazılarının hakikatı hadîsten, lafzı başka büyük zâtlardan olabilir. Bunların bir kısmı da İmam-ı Ali’nin hikmet-feşan sözleri de olabilir. Hem mezkûr sözlerin hakikat ve hikmet vecizeleri olduğuna en büyük delil, bin küsûr seneden beri bunların aynen muhafaza edilip, günümüze kadar gelmiş olmalarıdır.
Senedsiz Hadîsler
Bu münasebetle, “Senedsiz hadîsler” mes’elesi yeniden hatıra geldi. Gerçi üst taraftaki mes’ele, bunu da bir derece içine alıyorsa da, lâkin senedsiz hadîslerni dairesi biraz daha geniştir.
Hem yüksek mânaları itibariyle, bunların bir kısmına muhaddislerce doğrudan doğruya hadîs-i şerif diye tavsif edilmiştir. Hattâ bunlardan bir kısmı sahih hadîsler olarak kabul görmüştür. Nitekim İmam-ı Buharî de bu neviden bazııların kitabına almakla tereddüt etmemiştir. (*)
Bu nev’i hadîsler, “Muallâk” ismi altındaki hadîsler kısmı içinde de bulunabilirler.
Şu nevi senedsiz hadîslerin bazılarına da “Hadîs-i Meşhur” denilir ki, az yukarıda “Zaif Hadîsler Bölümü”nde buna bir derece işaret edilmiştir.
İmam-ı Celâleddin-i Suyutî bu nevi senedsiz ve dillerde dolaşan hadîslerin varlığını ve tarifini “Senedül Musafaha” ismindeki bir Risalesinin Mukaddemesinden çok güzel bir tarzda beyan ettiği gibi, EdDürer-ül Müntesire eserinde de misal ve nümunelerini getirerek tahlil ve tahkiklerle izah etmiştir.
(*) Şerh-ül Manzumet-il Beykuniye sh: 112
Mevzu’luk isnad edilip de, mevzu’ olmayan bazı hadîs örnekleri
1- El-Feth-ül Kebir 1/481’de İbn-ül Cevzî’nin mevzudur dediği bir hadîs, sair imamlarca mevzuluğu reddedilip hadîs olarak kabul edildiği…
2- Ed-Dürer-ül Müntesire – Suyutî sh: 31-35’de; yine İbn-ül Cevzî, bir iki hadîs-i şerif için mevzu’luk isnad ettiği halde, sair muhaddislerce bu hadîslerin mevzu’ olmayıp sahih hadîsler olduğu…
3- El-Esrar-ül Merfua’ – Aliyy-ül Karî sh: 73’de; bazı mevzu’ hadîsler var ki; başka tariklerle gelen rivayetlerde aynı metin ve aynı mâna ile sahih olabileceği…
4- El-Leali-l Masnua’ – Suyutî 1/117’de; bir aynı hadîs, bazı tariklerle sahih, amma başka bir yolla gelen rivayet silsilesinde mevzu ve bâtıl olabileceği…
5- Aynı eser 2/390, 391 ve 394’de; İbn-ül Cevzî’nin mevzu’ dediği bazı hadîseri, İmam-ı Suyutî onları uzun tahliller neticesinde sıhhatlerine hükmetmiş olduğu…
6- Levakıh-ul Envar – Şa’ranî sh: 656’da hadîs rivayetinde ve cerh usûlünü tatbikte tehevvür ve hiddetten içtinab etmenin zarureti hakkında izahlar…
“Lâ asle lehû” ve “Lâ yesihhu” ve “Aslını bulamadım” gibi tabirleri…
İlm-i Hadîs muhakkikleri olan allâme zâtlar, bazı hadîsler hakkında “Lâ asle lehû” yani aslı yoktur veya “Lâ yesıhhü” tabirlerini bazan kullanmışlardır. Muhaddislerin bu tabirlerinin maksad ve muradları nedir diye meşhur Şeyhülislâm İbn-üs Salah’tan sorulmuş. O da şu şekilde cevab vermiş:
“Bizim bunlar gibi tabirlerden muradımız budur ki: Hadîsin senedi itibariyle sahihlerin şartları bulunmadığı zaman bu hadîs sahih olan hadîslerin cinsinden değildir demektir.” (Fetavî ve Mesail-i İbn-üs Salah 1/174)
El-Hâfız Zeyneddin-i Irakî Hazretleri, İmam-ı Gazalî’nin İhya-u Ulûm-id Din eserinin hadîslerini tahkik ve tahriç yaparken, bazı hadîsler için “Aslını bulamadım” ifadelerini kullanmış. Bence, Hâfız Irakî’nin maksadı da İbn-üs Salah’ın üstteki cevabında olduğu gibidir. Bir de bize göre şu mânası da olabilir: “Yani ben, Gazalî’nin okuyup tetebbu’ ettiği kadar bütün hadîslerini ve kitaplarını ve onların senedlerini görmemiş olabilirim. Bunun için, Gazalî’nin bazı hadîslerinin senedlerini bendeki hadîs kitaplarında bulamadım.”
Netice olarak: Muhaddislerin; “Aslı yoktur” veya “Sahih değildir!” ifadelerinden en bariz mânası, o hadîsin senedi yoktur.. veya seneden sahih hadîsler cinsinden değildir demektir. Yani şu hadîs, bize ulaştığı kadarıyla biz onun senedini görmemişiz demektir. Yoksa o gibi tabirler hadîsin mâna ve metni için kesinlikle müsta’mel değildir. Murad da o değildir.
—————————————————————————————————————————
Fukaha tabir edilen usûl ve fürû-u Şeriatın allâmeleri olan müştehidlerin hadîse bakış açıları:
Evvelâ, şunu hemen belirtmek gerekir ki; büyük müçtehid imamlar, başta dört mezheb imamı olmak üzere her birisi en âlâ derecede müçtehid oldukları gibi, aynı zamanda bizatihî muhaddisdirler de.. Nitekim her bir imamın bir hadîs kitabı da mevcuddur. Ancak tek bir fark vardır; İmam-ı Ahmed bin Hanbel müstesna olarak, diğer üç mezheb imamı hadîs-i şeriflerin nakil ve rivayet işinde bulundukları halde, onun cerh, ta’dil ve sairesiyle fazla meşgul olmamışlardır. Çünki vazifeleri daha büyük ve daha küllî idi. İştigal mevzuları da, umum ümmete her zaman zarurî ve lâzım olan bir vazife idi.
Hadîslerin zâhirî senedleri bırakmakla birlikte, elden geldiği kadar onları dinlemeyi de ihmal etmemişlerdi. Amma bu zâtların üzerinde en çok tefekkür edip düşündükleri şey; hadîsin mâna ve medlûlü ile, nâsihi ve mesûhu hangileri olduğu.. ve Şeriatın hangi mes’elesine hangi hadîslerin bakıp terettüb ettiği hususları idi.
Mutlak müçtehid olan zâtların hadîse bakış açılarının bir başka yönü de vardır. Belki de bu cihettir ki; onları hadîslerin senedleriyle fazla meşgul ettirmemiş. Zaten bir müçtehidin mutlak müçtehid olabilmesi için Allah’ın lûtfuyla ilim, irfan, feraset, velâyet ve tam kâmil rüsûh gibi işleri ve kaibiliyetleri isteyen ve birleştiren bir makama mazhar olması gerekmektedir. Amma bu da vardır ki, müçtehidlerin bu makam ve mertebeleri, bazı muhaddislerce bilinememiş ve anlaşılamamışdır.
Evet, biraz sonra misal ve örneklerini vereceğim mezkûr makamının ulviyeti, kemali ve ilimde rusûh-u tâmmı gibi mazhariyetleri, Allah’ın hususî lutfuyla bazı hâs kullarında tezahürü görüldüğü zaman; artık onlar -çoğu kere zannî ve tarihî olan- hadîsin senedi, cerh ve ta’dilin usûl ve kaidelerinden geçmede ve geçirilmeden de, hadîsin sahihlik, zaiflik ve mevzu’luk durumlarını kolaylıkla anlayabilirler ve anlayabilmişlerdir.
Şimdi bu davanın hafî de olsa -amma hakikat olarak- bazı delil ve misallerini arzetmeye çalışacağız:
1- Celâleddin-i Suyutî El-Havî Lil-Fetavî eseri 2/342-345 sahifelerde İmam-ı Şafiî’den naklen ve ayrıca da başka delilelr ile de isbat etmiştir ki; Resul-i Ekrem (A.S.M.) başta ahkâm-ı Şeriat olmak üzere, bütün mesail-i diniye ve İslâmiye’yi beyan eden umum hadîs-i şeriflerini Kur’an’dan istihraç etmiş olduğu gibi, âhirzamanda yeryüzüne inerek, müslümanların başına imam olarak geçecek olan Hazret-i Peygamber gibi bütün hükümleri doğrudan doğruya Kur’an’dan istihraç edecektir.
2- İmam-ı Şa’ranî El-Mizan-ül Kübra eseri 1/22 saifelerinde dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; bütün ehadîs-i şerife Kur’an’ın içinde mevcuddur.
3- Yine, Suyutî Hazretlerinin El-Havî Lil-Fetavî 2/446’da; Abdullah bin Abbas’tan rivayeten demiştir ki; “Benim devemin yuları da kaybolsa, onu ben Kur’anda bulabilirim!”
4- Yine İmam-ı Şa’ranî Keşf-ül Gumme eseri 1/25’de ve Suyutî Hazretleri El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da Said bin Cübeyr’den nakletmişlerdir ki; O demiş: “Ben Resulullah’tan gelen hadîs-i şeriflerden neyi ki işitttim, hepsinin tasdikini Kur’an’da buldum.”
5- Yine İmam-ı Suyutî El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da isbat etmişki; bazı ülema-i kâmilîn herşeyi Kur’an’da bulabilme mazhariyetine ermişlerdir.
6- Yine İmam-ı Şa’ranî Hazretleri El-Mizan-ül Kübra eseri 2/43’de, dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; başta dört mezheb imamı olmak üzere, bazı kâmil, veli olan muhaddisler Resulullah’la ruhen mülakî olurlar ve şüphelendikleri mes’eleleri veya hadîsleri sorarlar.
İşte bu nümuneler gibi daha birçok nümuneler arzedebilirdik. Lâkin bunlar maksad için kâfidir. İmamı Suyutî ve Şa’ranî ve sonra allâme Zebidî gibi zâtların bu mes’eledeki izahlarından anlaşılmaktadır ki;
Resulullah en başta olmak üzere, kademe kademe ve derece derece bazı Sahabeler, sonra Tabiîn’den bazı büyük kâmil veliler ve sonra da dört mezheb imamı ve bunlardan evvel Hazret-i Mehdî gibi zâtlara hâs ve mahsus olarak bir makam vardır ki; O’na çıkmış olan zâtlar, artık herşeyi, her mes’eleyi, her hadîsin aslını Kur’an’da görebilmişlerdir. Amma onlar bu sırlı makamın ve büyük mazhariyetin tezahürlerini sıkı sıkıya saklamışlardır. Umumî ahenk ve zâhire göre hareket edip, yinee muhaddislerin sa’y ü gayretleriyle husûl bulan hadîslerin senedleri hususundaki görüşlerini dinlemişler ve imkân nisbetinde de ona müraat etmeye çalışmışlardır.
Bu mes’elenin bir delili de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden nakledilmiş şu sahih rivayettir:
Üstadın ileri gelen talebe ve hizmetkârlarında Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel gibi zâtlardan bizzat defalarca dinlemişim ki, Hazret-i Üstad demiş: “Ben eskide tahsil ettiğim bütün ilimler, hâfızama aldığım onca kitaplar ve pek geniş ma’lumat, benim Kur’an’a çıkmam için basamaklar oldular. Kur’an’a çıktım, baktım ki; herbir âyet-i Kur’anayi, kâinatı içine almıştır. Ondan sonra daha hiçbir kitaba ihtiyacım kalmadı…”
Evet, görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad Bediüzzaman da aynı mes’eleye ve mezkûr aynı makama işaret edip parmak basmaktadır.
İşte mezheb imamları ve başta İmam-ı A’zam Ebu Hanife olarak, az üstte kaydedildiği üzere, muhaddislerce yürütülen hadîsin cerh ve ta’dil kanunlarını dinleyerek müraat ettikleri gibi, onun mânası ve hakikatına dalar, Din-i Mübîn-i İslâm’ın hangi mes’elesiyle ilgili olduğunu ve hangi şer’î hükmü aydınlattığını düşünürlerdi. Nitekim, “Ahbar-ı Ebu Hanife” eserinde kaydedildiğine göre, İmam-ı A’zam Hazretleri işittiği bir hadîsin sened ve sairesi gibi zâhirî tarafına değil, onun mânasının derinliklerine dalar, düşünür, İslâm’ın mes’elelerinin halli için tefekkür ederdi. (Ahbar-ı Ebu Hanife sh: 330)
Yine aynı eserin 78. sahifesinde: “İmam-ı A’zam Hazretleri, hadîs toplayan muhaddisleri bir eczahaneye benzetiyordu.”
Keza İmam-ı Ali (R.A.) Nehc-ül Belâga – Tahkik Subhî Salih sh: 327’de: “Resulullah’ın sözlerinde hâslar, âmmlar, nâsih ve mensûhlar bulunduğunu, bunları birbirinden ayırt edemeyen kimseler, Şeriatın mes’eleleri hakkında konuşmaya, fetva vermeye hakkı yoktur.” demiştir.
Yine Ahbar-ı Ebu Hanife eseri sh: 35’de; meşhur ve kâmil muhaddis “A’meş” gayet samimi itiraf edip demiş ki: “Biz muhaddisler ezcahane gibiyiz. Fukaha ise, eczacı ve kimyagerdirler.”
İşte müçtehidîn-i izam hazeratının hadîse bakış açıları hakkında, şu çok kısa olan bilgiler, tam ayna olamıyor ve kâfi gelmiyorsa da, lâkin maksada işaret etmesi bakımından bu makama şimdilik kâfi olduğu ümid edilir.
—————————————————————————————————————————
Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin hadîs ilmine ve hadîsin cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunlarına karşı nasıl bir telâkki içinde oldukları mes’elesi…
Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin istediğimiz husus, ehl-i velâyetin büyük âlimleri ve hadîs ilmine vâkıf büyük şahsiyetlerinin hadîs ilmi ve usûlüne karşı telâkki tarzlarına işaret etmektir. Nasılki fukaha ve müçtehidîn bahsinde pek yüksek bir makam ve yüce bir kabiliyet ve mazhariyetten ve mükemmel ve tam bir rüsuhtan bahsetmiştik. Hem o makamın ancak mutlak müçtehid imamlarına hâs olduğunu da arzetmiştik. Burada da, büyük ve kâmil velî zâtların yüksek tabakasına mahsus bir makamdan ve onun tereşşuh ve tezahürlerinden söz edeceğiz. Yoksa ismine velî denilen herkes için elbette ki değildir.
Evet, kâmil ve büyük velî zâtların da, müçtehidlerin büyük şahsiyetlerine mahsus makamlarına benzer bir makamları vardır ki; çok az ârıza ve fire verir, ekseriyetle isabetli ve doğru olur. Bunun da kısaca ve hülâsalı bir tarifi şöyledir ki; bu zâtlar isterlerse Allah’ın izin ve havliyle geçmiş zamanların derinliklerine ruhanî ve keşfî bir sûrette dalıp, hâdisatı ruhen ve kalben müşadehe etmeleri mümkün olduğu gibi; gelecek zamanın da içlerine girip, vuku’ bulacak olan bazı hâdiselerin İlm-i İlahî’deki mukadder eşkalini hissedip temaşa edebilirler. İşte veliyy-i kâmil olan zâtların ve grubunun zâhirî ülemadan bâriz farkları da budur ve bu mes’ele vakî ve gerçektir. Evliya arasında meşhur ve meşhud olduğu gibi, ümmetin telâkki-i bilkabulünce de sarsılmaz hakikatlardandır. Bu mes’eleye ve kökleşmiş hakikata zâhirperest ülema, canlaır istediği kadar inanmayıp kabul etmesinler… Hattâ red ve inkâr ile karşı da çıksınlar, hiçbir kıymeti yoktur.
Bu mes’elede şunu hemen başta kaydetmek gerekir ki; evliyanın keşf ve müşahede yoluyla Resulullah’tan hadîslerin veya diğer bazı mes’elerin asliyetini, sıhhat ve doğruluk durumunu sormaları kaziyesi elbette şer’î hükümlerde esas ve mesned kabul edilmiş değildir. Ehl-i keşif ve şuhud olan evliyanın bu yüksek tabakası dahi, hiçbir zaman bunu dava etmemişlerdir. Şahsen ve hususî sûrette ve kendi has âlemlerinde belki onunla amel edenler olmuştur. Amma zahir nazarda Muhaddislerin hükümlerine uymuş ve itaat etmişlerdir. Zira bu iş, eğer iddia şeklinde ortaya atılmış olsaydı, bazı su’-i istimaller götürebilirdi. Yani, meselâ İmam-ı Rabbanî, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî ve Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi velâyetin zirvesinde bulunan zâtların muvaffak olduğu hâs bir makamda keşif ve şuhudları, başkalarında taklid yoluyla, hem bazı arızalar sebebiyle noksan olabilen keşiflerinde demüşahede ettikleri işler hususunda dava edecekleri iş, Şeriatın muhkem kaidelerine ters düşebilir ve bazı bulantılar ve su’-i istimallere sebebiyet verebilirlerdi.
Şimdi, bu mes’elenin hakikatını beyan eden ve işin içinde olup yaşayan büyük velî zâtların bazı söz ve hallerini nümune için kaydetmek istiyoruz:
BİRİNCİSİ: İmam-ı Suyutî, El-Havi Lil-Fetavî eseri 2/44 ve 349’da ayrı ayrı hâdiselerle izah ve isbat etmiştir ki; bazı kâmil velîler manen ve ruhen Hazret-i Peygamber’le mülâki olup, görüşüp, hadîs hususunda sualler sormuşlardır.
İKİNCİSİ: El-Hâfız Aclunî, Keşf-ül Hafâ eseri 2/262’de yazdığına göre: Muhyiddin-i Arabî demiş ki: hadîsi, her ne kadar muhaddislerin yanında senedi itibariyle sıhhati sâbit değilse de, amma keşif yoluyla yanımızda onun sahihliği sâbittir.
ÜÇÜNCÜSÜ: El-Feth-ül Kebir kitabı Mukaddemesi sh: 7’de, Şeyh Yusuf-u Nebhanî, İmam-ı Suyutî’nin talebelerinden Necmedin-i Gazzî ve Abdülkadir-i Şazelî ve ayrıca İmam-ı Suyutî’nin Cem’-ül Cevami’nin kitabının kapağında bizzat müellifin hattıyla yazılmış olan ifadesine dayanarak kadetmiş ki: Suyutî Hazretleri bizzat kendisi söylemiş; “Ben yetmiş kadar def’alar Resulullah’la manen görüştüm ve şüphelendiğim hadîsleri sorar cevabını alırdım.”
DÖRDÜNCÜSÜ: İmam Şa’ranî Hazretleri, Levakıh-ul Envar eserinin baş taraflarında demiş ki: “Ben bir defa manen Resulullah’la görüştüğümde, ona sehiv secdesinde bazılarınca okunan nin keyfiyetini sordum. Resulullah (A.S.M.) bana tebessüm içinde buyurdular ki: “Hasenün!” yani “Güzel birşeydir” dedi.
BEŞİNCİSİ: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 60’da Muhyiddin-i Arabî’den naklen: “Bir çok muhaddislerce zaif gösterilen hadîsleri, ben Resulullah’dan sorardım, onların sahih olduklarına dair cevab alırdım.”
ALTINCISI: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 284’de, Şeyh Ahmed-i Zevavî’den naklederek kaydetmiş ki: “Biz, hadîs hâfızlarının zaif gördükleri bazı ehadîs-i şerifeleri Resulullah’dan sorarız, ona göre amel ederiz.”
Yedincisi: Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri Mesnevî eserinde bu hususta şöyle der:
Yani: “Ehlullahın meşrebi, Buharî, Müslim ve sair hadîs ve râvilerin kaynaklarına muhtaç olmadan, bizzat âb-ı hayat olan menba-ı Risaletten hakikatı alabilirler.”
İşte, evliya meşhur ve meşhud olan hâdiselerden sadece bir tek parmak işareti gibi, nümunelik bir kaç misal gösterdik. Bu nümuneler bahsimizin maksadı için kifayet eder tahmin ediyorum.
Hem yazdığımız şu evliya hakkındaki hâdiseler nev’inden, İmam-ı Buharî Hazretleri için de bazan vuku’ bulduğuna rivayetler vardır.
Demek anlaşılıyor ki; büyük hadîs imamları, tek tek bütün hadîsleri zâhir hale göre zarurî olara cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunları süzgecinden geçirdikten ve mertebe ve sınıflarını tesbit edip beyan ettikden sonra; Evliyanın kümmelinleri de, onları ayrıca keşif ve şuhud âleminde Resulullah’tan sorarak, ayrı bir sahada hadîslerin tahkik ve tashihlerini yapmışlardır. Cenab-ı Allah her hepsinden, bütün ehadîs-i şerifelerin yekûn harflerin sayısınca razı olsun, Rahmet ve Nurlarına mazhar buyursun, âmin…