Meşru Savaş ve Kutsal Savaş
…Bu noktaların ışığında, “meşru savaş” olarak cihatla “kutsal savaş” olarak cihat arasında bir ayırım yapmak zorundayız.Bu da bizi üçüncü noktaya getirir. Meşru savaş bir toplumun saldırı ve zorbalığa karşı kendini savunma hakkını gösterir ve tabiatı gereği savunmaya yöneliktir. Buna karşılık “kutsal savaş” diğer herkesi ya zor kullanarak, ya silahlı mücadeleyle ya toprağını genişleterek ya da başka bir yolla kendi dinine döndürmeyi gerektirir. Birinci anlamda cihat, jus ad bellum geleneğinin bir uzantısıdır ve adaleti, özgürlüğü ve düzeni korumanın bir zorunluluğu olarak görülebilir. Bu bakımdan, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin, ister Müslümanlar isterse gayrimüslimler tarafından gelsin, zorbalığa karşı kullanımı hususunda benimsediği tavır, özünde gerçekçi bir tavırdır ve savaşı ve güç kullanımını kurallara bağ-
Layan katı şartlar koşmayı amaçlar. Temel ilke saldırıya karşı sa- vaşmaktır ki bu ‘‘Allah yolunda savaşmaktır” ve saldırganlardan olmamakla: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez“ (2: 190; ayrıca krş.,4:91 ve 9:36). Hem klasik hem de modern yorumcular haksız saldırıda bulunmama, “la ta’tadu” (lafzen ’’aşırıya gitmeyin“) emrini öncelikle savaştan ve düşmanlıklardan kaçınmak, silahlı mücadeleye ancak kendi özgürlüğünü müdafaa etmek üzere başvurmak ve savaşmak zorunda kalındığında da kadınlar, çocuklar ve yaşlılar gibi savaşa katılmayan şahısların hayatını korumak olarak yorumlamışlardır.
Khaddurinin iddiasının aksine, daru’l-İslam ve daru’l-harp şeklindeki küresel ayrım, ne “kutsal savaş” olarak ne de Müslümanlarla gayrimüslimler arasında ‘sürekli savaş hali’ olarak anlaşılabilir. Bu noktayı en iyi örnekleyen şahıs, klasik İslam milletler hukukunun aşırı yorumlarına meşruiyet kazandırmak için bugün görüşleri baştan başa çarpıtılmış ve istismar edilmiş olan Ibn Teymiyye’dir. İslam dünyasına Moğolların getirdiği yıkımı yaşamış olması hasebiyle, İbn Teymiyye’nin ‘inanmayanlara’ karşı daha savaşçı bir bakış benimsemesi beklenebilirse de o, Müslümanların sadece kendilerine saldıranlara savaş açma hakkının olduğunu açıkça belirtir. Tahrik edilmediği halde, insanları İslam’a döndürmek için savaş başlatmak, yani ‘kutsal savaşa’ girişmek bizzat dine aykırıdır, çünkü İbn Teymiyye’ye göre, “eğer
inançsız kimseler Müslüman olmamaları durumunda öldürülecek olsaydı ‘ böyle bir fiil dinde en büyük zorlama olurdu.Bu ise “dinde zorlama yoktur” (2:256) şeklindeki Kur’ani ilkeyle çelişirdi. İbn Teymiyye’nin en meşhur öğrencisi İbn Kayyım el Cevziyye, “öldürmeye savaş sebebiyle izin verilmiştir, inançsızlık (küfr) sebebiyle değil” derken aynı ilkeyi teyid eder.
Cihadın, jus ad bellum, yani kendini savunmak için silahlı mücadele şeklindeki genişletilmiş manası, modern dönemin sö- mürgecilik-karşıtı direnme hareketlerinde de görülebilir. 18. ve 19. asırlarda, sömürgeciliğe karşı savaşmak için İslam dünyasının her köşesinde cihat çağırıları yapılmıştı. Bu dönemin sömürgecilik karşıtı direnme hareketlerinde cihat, birinci olarak sömürgeciliğe karşı savaşmanın dinî dayanağı görevini gördü, ikinci olarak da direnme kuvvetlerine katılması için halkı hareketlendirmede güçlü bir etken oldu. Başka örneklerin yanı sıra, Hindistan’da Berelvi ailesi, Çeçenistan’da Şeyh Şamil (ö. 1871), Cezayir’de Şeyh Abdulkadir el-Ceza’irî, Sudan’da Mehdi ailesi, Mısır’da Ahmet Urabi (ö. 1911) ve Libya’da Senusiler Avrupalı sömürgeci güçlere karşı savaştılar.İşte cihadın, sömürgeci güçlere karşı hem askerî hem de dinî-kültürel bir mücadele olarak görülmesi anlamında kültürel bir vurguya sahip olması bu direnme döneminde ortaya çıkmıştır. Müslüman alimlerin, liderlerin, ticaret ehlinin ve Mısır’daki, Afrika’daki, Hindistan ve diğer memleketlerdeki köylülerin çektiği büyük sıkıntılara rağmen, Avrupalı ordulara karşı yapılan cihat çağırıları yerel gayrimüslim cemaatlere karşı topyekun bir savaşa yol açmamıştır. Müslüman halkın sömürgeciliğin darbesini sonuna kadar yediği durumlarda bile, mahallî gayrimüslim cemaatlerin Avrupalı sömürgeci güçlerle dinî- kültürel akrabalığı yüzünden düşman diye yaftalanmaması için azami gayret gösterilmiştir. Mesela, Senusilerin ‘kafirlere karşı cihat’ çağrısında bulunması Mısırlı Hristiyanlar arasında telaşa sebep olunca, Müslüman alimler Libya’daki cihadın saldırgan İtalyanlara karşı olduğunu, bütün batılıları veya Hristiyanları hedef almadığını beyan etmişlerdir.
Silahlı mücadele anlamında cihat Avrupalı güçlerin istilasına karşı verildiği için, bu mücadelenin dinî ve kültürel renklere bürünmesi kaçınılmazdır. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal ettiğinde kendini ‘İslam’ın müdafisi’ olarak lanse etmesi, meşhur Mısırlı tarihçi Abdurrahman el-Cebertî (1754-1825) tarafından, sadece bir ‘kafirden’ sâdır olabilecek şeksiz şüphesiz bir yalan olarak görülmüştür. Mısırlı liderlere, imamlara ve ulemaya gönderdiği mektupta Napolyon, “Memluklardan çok kendisinin Allah’a (cel- le celâluhu) hizmet ettiğini, O’nun Peygamberi Muhammed’e ve Kur’an-ı Kerîm’e hürmet ettiğini” ve “Fransızların da sadık Müslümanlar” olduğunu söyler. Cebertî ve onun kuşağına göre, bu mektup ‘efrenc’e (Fransızlar, yani Avrupalılar) karşı cihat ilan etmenin zorunluluğunu teyit eden başka bir vakıaydı. Sömürgecilik karşıtı mücadele anlamında cihadın bu anlamı, sömür- gecilik-sonrası dönemde de bazı Müslümanların zihninden tümüyle silinmedi. Aslında, Enver Sedat’ın 1981’de öldürülmesini muhtemelen meşrulaştıran meşhur el-Farizatu’l-gaibe’yi (ihmal Edilmiş Görev) yazan Abdusselam Ferec ve Usame bin Ladin gibi aşırılık yanlılarının yaptığı ‘kutsal savaş’ anlamındaki modern cihat çağırılan, İslam kaynaklarını katı ve tarih-dışı bir şekilde okumalarının yanı sıra aynı zamanda sömürgecilik mirasının da bir ürünüdür.
Son olarak, İslam hukukunda dinî azınlıkların hükmüne kısaca değinmek istiyorum. Daha önce de zikredildiği üzere zımmî hukuku, dinî azınlıklara ve özellikle Yahudilere ve Hristiyanlara
Müslüman idaresinde bir ölçüde ekonomik haklar, siyasi koru, ma, ibadet özgürlüğü, mülkiyet hakkı ve bazı durumlarda idarede yüksek makamlara gelebilmenin yolunu açmıştır. Zımmî kavramının dinî-hukuki temeli Hz. Peygamber zamanına kadar geri gider. Zimmet hukuku önce Yahudi, Hristiyan, Sabiî ve Zerdüştîlere verilmiş olsa da, bunun kapsamı daha sonra İslami idare altında yaşayan tüm gayrimüslimleri içerecek şekilde genişletilmiştir. Benzer bir süreç Hindistan’da, 8. asırda ilk Müslüman komutan Muhammed b. el-Kâsım (98/717) Hint topraklarına ayak bastığında yaşanmıştır. Bu komutan, Hinduları Yahudi, Hristiyan ve Zerdüştlerle kıyaslayarak, onların da ehli zimmetin bir parçası olduğunu ilan etmiştir. Daha sonra Hanefî fakihler tarafından onaylanan bu karar, Müslümanların Hint dinlerine yönelik müsamahakar tavrının gelişmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu siyasi-dinî karar, aşağıda değineceğimiz Hindu- Müslüman bir arada yaşama modelinin de temellerini atmıştır.
Hz. Peygamber ve onun sahabesinin ehli kitaba hoşgörülü olduğu sadece Medine’de gelişen ilişkilerde değil aynı zamanda Hz. Peygamberin imzaladığı çok sayıda anlaşma metninde de görülür. Örneğin “Medine Anayasası” (vesikatu’l-medine), Beni I Avf, Beni Neccar, Beni Sa’lebe ve diğer Yahudi gruplarını “kendi dinlerine” sahip ayrı cemaatlar olarak tanır. Necran’lı ehli ki- i tapla imzalanmış olan başka bir anlaşma şöyle der:
‘’Onlar [Ehli Kitap], canları, malları, tarlaları, inançları, aileleri, kiliseleri ve sahip oldukları her şey konusunda Allah’ın korumasına ve Peygamber Muhammed’in va’dine sahip olacaklardır, Hiçbir papa/ veya keşiş kilisesinden veya manastırından uzaklaştırılmayacak, hiçbir papa/ papazlık hayatını terk etmeye zorlanmayacaktır. Onlar hiçbir zorluğa veya hakarete maruz kalmayacak, ordu [muz) onların arazisini işgal etmeyecektir. Adalet isteyenler, adalete nail olacak» ne zalim ne de mazlum olacaktır.’’
Zımmîlere tanınan ayrıcalıklar, domuz yetiştirme ve alkol üretme gibi, Müslümanlara yasak olup Hristiyanlara serbest olan şeyleri de içermekteydi. Cizye adı verilen vergi, İslam idaresindeki zımmilerin tek ekonomik sorumluluğuydu. Yaygın kanaatin aksine, cizye vergisinin birincil hedefi ehli kitabın ‘aşağılanması’ değildi. Pek çok çağdaş Kur’an tercümesinde ve hüm es-sâğırûn ifadesi “böylece onlar aşağılanmış olacaklardır” diye tercüme edilirken, ehli kitap üstüne en kapsamlı eseri yazmış olan Ibn Kayyım el-Cevziyye, bu ifadeyi ehli kitabın kendileriyle ilgili hükümlere (ahkamu’l-mille) bağlılığının temin edilmesi olarak anlar. İbn Kayyım ve hüm es-sâğırûn’un devletin bütün vatandaşlarım hukuka tabi olmasını sağladığını ve ehli kitap söz konusu olduğunda bunun cizye ödemek manasına geldiğini ifade eder.
Hanefi ekolünün önde gelen otoritelerinden Ebu Yusufa göre, “zenginlerin ödeyeceği cizye miktarı 48 dirhem, orta hainlerinki 24 ve fakir çiftçi-köylünün ve el emeğiyle geçinenlerinki 12 dirhemdir. Şafi’î’ye göre cizye fakir için bir dinar, zengin için dört dinardır.” Cizye yılda bir kez toplanır ve ürün cinsinden ödenebilir, mesela, “ürünler ve değerine göre kabul edilen benzer mallar.” Ödemeye gücü yetmeyenler ödemeye zorlanmaz. Cizye ödemekten muaf tutulanlar arasında kadınlar, çocuklar,yaşlılar ve hastalar Vardır, Bildiğimiz kadarıyla cizye,vergi devletin önemli gelir kıymıklarından değildi ve zımmîleri askerlik görevinden muaf tutmaktaydı, Bazı durumlarda Hindistanda Ekber Şah Cihangir feaitaaah 1014-1037/1605-1628) ve Şalı Cihan zamanlarında öldüğü gibi, devletin başı tarafından cizye ertelenmiş veya tamamen terk edilmiştir.Cizye, Zimmilerin devlet taralından Miislümanlardan veya gayrimüslimlerden gelebilecek herhangi bir tecavüze karşı sağlanan korumanın bedeliydi. Müslüman devletin gayrimüslim azınlıkların güvenliğini sağlayamadığı dönemlerde cizyenin zımmîlerc geri ödenmesi buna delalet eder. Çoğu zaman cizye, haraç gibi bireysel bir vergi olarak konulmamış, şartları uygun zımmilerin ödeyeceği müşterek bir güvenlik bedeli olarak toplanmıştır.
Ibn Kayyım el-Cevziyye’nin zımınîlere dair meşhur kitabı gayrimüslimleri küçümseyici pek çok görüş içerse de ve onları hakir gören politikaları savunsa da başka pek çok fakih zımmilere tarafsızca ve adaletle muamele edilmesinde ısrar etmişlerdir, “Peygamberin muhafazası altındaki halk” olarak, Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer dinî azınlıklar güçlerinin yettiğinden daha fazlasını ödemeye zorlanamazlar,dinî inançlarından dolayı kor-ve bastırılamazdı. Ebu Yusuf, meşhur Abbasî halifesi Harun er-Reşid’e (saltanatı 170-193/786-809) zımmîlere nasıl muamele edeceği hususunda tavsiyede bulunurken, onu şöyle uyarır: “Hz. Peygamberin muhafazasında olan insanlara hoşgörüyle muamele et ve onlardan alınması gereken miktardan veya onların ödeyebileceği miktardan daha fazlasının alınmasına müsaade etme. Hukuki bir meşruiyeti olmaksızın onların mallarına el konulmamalıdır.” Halifeye bu katı tavsiyeyi yaparken, Ebu Yusuf, Hz. Peygamberin bir hadisini aktarır: “Bir zımmîyi soyan ve onun gücünün yettiğinden fazlasını isteyen, düşman olarak karşısında beni bulacaktır.” Başka bir meşhur örnek, bir zımmîyi öldürmüş bir Müslümanın Hz. Peygamberin emri gereği idam edilmesidir. Bu hadiseye ilişkin olarak, Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Bana en yaraşan davranış eman (vaadime) bizzat kendimin sadık kalmasıdır.”
Zımmîlerle ilgili bu ve diğer kurallar, İslam’ın ‘dinî bakımdan öteki’nin gerçekliğini de jure (hukuki) bir durum olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bu hoşgörü ve kucaklayıcılık tavrının temelinde yatan ilke, insanlara çatışma değil barış içinde daha iyi hizmet edilebileceği gerçeğidir.
İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem