Mehmet Sabri Genç – Sanatın Seyri -Alıntılar

unnamed-300x105 Mehmet Sabri Genç - Sanatın Seyri  -Alıntılar
Günümüzde olup biten ne varsa, mümkün olan tek yolculuk sayılacak iç yolculuğumuzu engellemeye yönelik ters vuruşlardır. Andrey Tarkovski, “Bir tek yolculuk mümkün yalnızca; kendi iç dünyamıza yaptığımız yolculuk. Gezegenin yüzeyinde gezinerek pek fazla şey öğrenmiyoruz. İnsanın geri dönmek için yola çıktığına da inanmıyorum. İnsan asla başlangıç noktasına geri dönemez, çünkü o arada kendi de değişir. Ve tabii ki kendiniz de, olduğunuz kişiden, kendinizle taşıdığınızdan Kaçamazsınız. Kabuğunun içindeki kaplumbağa gibi, biz de ruhlarımızın evini taşıyoruz. Dünya üzerindeki ülkeleri gezmek sadece sembolik bir yolculuktur. Nereye giderseniz gidin, hâlâ kendi ruhunuzu arıyorsunuzdur.”” diyor.
——————————————–

Modern çağın bedeninde, artık tek hakikat olarak teknoloji görülüyordu. Nitekim bu durumu Dekalog’un ilk bölümünde, “Benden başka Tanrın Olmayacak!” emriyle sinemaya aktarır. On bölüm de modern ve ruhsuz bir apartmanda geçmektedir. Popüler kültür ve yaşam filozofu Slavoj ZiZek, Kieslowski başlıklı kitabının “Yer Değiştiren Emirler” başlıklı bölümünde şöyle yazmaktadır: “Dekalog filminin On Emir’le bağlantısı tam olarak nedir? Birçok yorumcu bu ilişkinin sözde belirsizliğine başvurur: onlara göre, her bölümü tek bir Emir’le kıyaslamamak gerekir, denklikler çok daha bulanıktır, bazen bir öykü birkaç Emir’e gönderme yapar…

Bu kolay çözüme karşı çıkmak, bölümlerle Emirler arasındaki keskin bağ üzerinde durmak gerekir: her bölüm tek bir Emir’e karşılık gelir, ama ‘vites değiştirerek” Dekalog 1, İkinci Emir’e gönderme yapar vb. ve sonunda, Dekalog 10 bizi tekrar İlk Emir’e geri getirir. Bu decalage, Kieslowski’nin Emirleri nasıl yerinden ettiğinin belirüsidir. Kie$lowski’nin yaptığı şey, Hegel’in Tinin Fenomenolojisinde yaptığı şeye çok yakındır: bir Emir’i alıp ‘sahneler onu örnek bir yaşam durumunda edimselleştirir, böylece onun ‘doğruluğunu, onun öncüllerini çökerten beklenmedik sonuçlarını görünür kılar. Hatta insan, katı Hegelci bir tavırla, emirlerin her birinin bu yerinden edilmesinin bir sonraki emri türettiğini öne sürmeye heves ediyor…” 148

148 Slavoj Zizek, Kieslowski, Encore Yayınlan, İstanbul, 2014, s. 11

——————————————–
Bugün postmodern sanat dediğimiz şey, modern sanatın ötesinde çağımızın bedenini iliklerine kadar didik didik eden şeydir. Postmodern sanat, modernitenin insanı metafizikten yoksun bırakmasına gösterilen tepkinin sahnesidir. Esas amacı “şok etmek’tir. Algılar ters yüz etmektir. Daha evvel hiç görmediğiniz, aklınıza gelmeyecek, algılarınıza hiçbir zaman hitap etmemiş bir gerçekliğin, bir uyumsuzluğun ortaya konulmasıdır. Bienallerde algılarınızı ters yüz edecek performanslar sergilenir. Örneğin yıllar evvel Venedik Bienali’nde sergilenen bir performansta, yapay bir havuzda yüzen bir kadavra bir sanat performansı olarak kendine yer bulmuştu. Siz hiç yüzen bir kadavra görmüş müydünüz? Aynı bienalde yapay bir duvarı delip geçmiş içi doldurulmuş ölü bir at, ziyaretçilerin algı dünyasına misafir olmuştu. İşte bu ve benzeri milyonlarca olasılık, postmodern sanatın algı atmosferinde kendine yer bulmaya devam edecektir. Postmodern sanatta ayrıca çağın bedeninin en fazla meşgul olduğu cinsellik meselelerinin de kendine fazlasıyla yer edinmiş olması tesadüf değildir.
——————————————–

“İnançsız bir insan, içinde yaşadığı toplumu davranışlarıyla etkileyebileceği umudundan tümüyle yoksun bir insandır.”

Andrey Tarkovski (1932-1986)

“Sinema, hayatı kuru bir koşturma alanına döndüren bütün o teknik ve sosyal bilimlere; hayatı, hikmeti ve öncesinde de Allah’ın kelimesini bünyesinden atan felsefeye tam tersini yaparak bir panzehir sunar. Şiirini kaybetmiş çorak ülkeye, saadet ülkesini hatırlatan bir işaret…”

Enver Gülşen

——————————————–
“İnsanoğlu bıkıp usanmadan, kendisi ile dünya arasında bir ilişki kurar; bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. Bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. Demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözüm ona ‘mutlak gerçek’e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.” Tarkovski
——————————————–
Edebiyat, karanlığı ilham ile aydınlığa çeviriyorsa edebiyattır. Gecenin puslu karanlığına gömülüp çıkamayan bir araç, insanı daha da köleleştireceğinden, insan nefsini daha da körleştireceğinden, edebiyattan öte insanı acılarıyla cilveleştiren bir araca dönüştürür. Bunun da türlü örnekleri vardır. Bu anlamda, menfi dalâl hâlinden müspet dalâl hâline dönüştürmeyen ne varsa birer girdaptır. Edebiyatın “underground” özlemi, menfi dalâl girdabına olan nefsi muhabbetten ileri gelir. Nefs, oradan türlü ilhamlar aldığını sanarak bir süre sonra bu duruma alışmaya başlar. Batı edebiyatının serencamı, tarihin başlarına getirdiği keskin dönüşümlerden ötürü insanın hürlüğünün tehdit altında olması hasebiyle, menfi dalâl üzere kuruludur. Bohem demek, menfi dalâl girdabında insanın acılarıyla cilveleştiği hâl demektir. Bunaltı, anlamsızlık, absürtlük, intihar gibi konular bu sebeple insanın hürlüğünü tehdit eden unsurlar olarak varoluşçuluk akımı çerçevesinde ele alınmıştır.
——————————————–

Batı, mazisinden aldığı olmayan yerleri ve olguları düşleme hayalini Venedikli tacirlerin düşlerinden, Marco Polo’nun gerçek gözlemlerinden, Kolomb’un keşiflerinden, Thomas More’un Ütopya’sından, Campanella’nın Güneş Ülkesi’nden, Francis Bacon’un Nova Atlantis’inden çok daha ileriye götürdü ve Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın (1929-2007) ifadesiyle simülakrarla yani bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümler ve kendini gerçekmiş gibi algılatan olgularla, gerçeğin tüm verilerine sahip olan ama gerçek olmayan bir simülasyon evreni yarattı.

Gerçek ile düşsel olan arasında artık hiçbir fark kalmadı. Hayal edilen yer, hâliyle gerçeklik olarak algılanan yerdir. Postmodern dünya düzeni, hakikati karanlık ormanlara gömerek üstünü simülakrlarla örttü. Sonra gömdüğü yeri unutarak bunu rüyaya dönüştürdü. Gerçeğin artık hiçbir gerçeklik değeri kalmadı, hakikatin üstünü örtmek bu yüzden küfür etmek demektir. Failiyse bu yüzden kâfirdir. Simülasyon evreni demek, küfür evreni demektir.

——————————————–

Edebiyat, insanoğlunun dış dünyasını, doğasını ve evren dediğimiz varlığı sorgulayarak, merak ederek ortaya çıkardığı mitosların yumuşattığı bir balçıktır. Bu balçık, bu topraklarda vahiy temelli derin bir metafizikle sulanmış ve şahsiyetlerimizin yaydığı ışıkla yeniden yoğrulmuştur. Evrende oluş sürecini tamamlamış varlıklara mükemmel varlıklar denir ve bu mükemmel varlıklar dairesel hareket ederler. Kültür evrenimizde de oluş sürecini tamamlamış sözler vardır ve bu sözler mükemmelliğin sembolü olan daire içerisinde insanlığa seslenmeye devam edecektir.

Yunus hiçbir söze, ne mitosa ne eposa ne de logosa benzeyen bir söz söylemiştir, erenler meclisinde mana yüzünü bürümüştür. Bu mananın örtüsünü ancak onun için namahrem olmayanlar açabilecektir.

——————————————–

İnsan dediğimiz metafiziksel varlığın, fiziki çevresıni anlamlandırmaya çalıştıktan sonra kendi içine dönmesi, üzeri örtülü türlü mitler, efsaneler ortaya çıkarmıştır. Sibirya’dan Hint’e, Çin’den Meksika’ya kadar her kültür havzasının kendine has bir kültür evreni vardır. Bu özgün kültür havzalarının mitleri, beşeri ihtiyaçlara dair ortaya çıkan mitlerden öte, insani ihtiyaçlara dair, yani; “Ben kimim, nereden geldim ve nereye gideceğim?” gibi sorulara cevap ararken ortaya çıkan efsanelerdir. Doğaüstü tarafı olan bir varlık isem, beni yaratan varlık nasıl olmalı? İçimde türlü hislere, duygulara, isteklere sahip bir varlık isem, her bir hissimin, duygumun, isteğimin yaratıcısı aynı birer Tanrı olmalıdır. İşte bu cevap çeşitliliği, toplumların kültür havzalarında efsane çeşitliliğini doğurmuştur. Aynı şekilde, ölüme karşı savaşma ve doğumu önceleme içgüdüsü, kültürel bir yaratı olan edebiyatı ortaya çıkamnıştır.

Edebiyatın mitoslardan etkilenmiş olması bu yüzdendir. Mitosların “uydurma” olarak tanınması, Mircea Eliade’ye göre historiaya ve logosa ters düşmesi değildir; Eski Ahit’in söylediklerinin tamamını onaylamadığındandır. Kutsal içerisinde kendine yer edinemeyen ve toplumların bilinçaltlarında bir şekilde yaşayan türlü mitoslar, o toplumların edebiyat topraklarını kendilerine yurt edinerek, Âdemoğlunun ekip biçme cezası dolayısıyla toprağı yumuşatması gibi, edebiyatı sulayıp yumuşatarak onu kendi balçıklarından yaratmışlardır.

——————————————–

Iki şey beni baştan çıkartır: Hz. Peygamber’in geceleyin gökyüzündeki yıldızlara bakıp, “Ey Allah’ım, hayretimi artır!” demesi ve yine gökyüzüne bakıp “Ey Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster!” demesi… Eşyanın hakikatine ulaşmak için kapı önünde bekletilen Batı taşralısının efendilerinin, bizleri de oyalayıp, hulkumuzu türlü sihirlerle tahakküm altına almasına boyun eğerek onların acziyetlerini taklit etmeye devam mı edeceğiz?

Batı, tüm kurumsal değerleriyle birlikte, pembe ama kurtlu hâliyle ve beş yüzyıldır inşa ettiği, taptığı değişenler dünyasında değişmezleri heba edip, onu beşeri derekeye indirgeyerek, Nietzsche’nin deyimiyle “Tanrı’yı öldürerek yok etti. Ancak yok ettiği Tanrı’nın yerine, farklı şekilde yükselmeyi koydu. Aynı hastalığın daha hastalıklı hâline bizler de düçar ediliyoruz, hem de tüm hızıyla… Bugün Batı’nın kendi içinde inşa ettiği birçok tutarlı “yasa” kapılarından veya akıl temeli ahlaki düzenlerinden bizler yoksunuz. Ümit edilir ki her şeyin kenarında ve de ötesinde olan edebiyat, değişmez olan ahlakı, geçmişteki membalarımızdan devşirdiği türlü ilhamlarla ördüğü soylu eserlerle bizlere tekrar hatırlatsın… Edebiyat Yâ Hû!

İnceleyin:  Nereye:Saadete mi,Selamete mi?
——————————————–

On dokuzuncu yüzyılın puslu havasında yaşamış olan Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) eserlerinde, kendi toplumunun sosyokültürel ve ahlaki değerlerinin yozlaşma sorununu ele alması gayet normaldir. O, kendi metafiziksel zemininin alt üst olmasıyla ortaya çıkan yeni halkın yeni oranlama ve biçme sorunlarını ruhunun tüm dehlizlerinde hissetmiş ve kâğıda dökmüştür. Şu hâlde; “Bizden neden bir Nietzsche çıkmadı?” diye hayıflanmak budalalıktır; çünkü biz o dönemde henüz Tanrı’yı yani iyiliği öldürmemiştik. Bizler o sıralarda, divan ve halk edebiyatlarıyla, bilgelik kokan şiir ve destanlarla hemhal idik.

Yunus Emre’yi, Süleyman Çelebi’yi, Âşık Paşa’yı hâlâ okuyor ve onların söyleyegeldiklerini tatbik edebiliyorduk. Ayrıca Enderunlu Vâsıf’ı, Keçecizâde İzzet Molla’yı, Yenişehirli Avni’yi, Âkif Paşa’yı, Erzurumlu Emrah’ı Seyrâni’yi okuyor ve işitmeye çalışıyorduk. Nietzsche’nin ve çağdaşları diğer Batılı yazarların nefsi buhranlarını o zamanlar henüz hulk olarak tanımadığımızdan; kendi metafiziksel, coğrafi ve sosyokültürel zeminimizdeki farklı mesellerle hemhâl olduğumuzdan, evrensel ahlak anlayışının erken bozulmasını iliklerine kadar farklı coğrafya ve hulkunda yaşamış olanların eserlerindeki manaya/buhrana/dalâla uzaktık.

Ancak Nietzsche’nin yaşadığı coğrafyanın seciyesinin başına gelenler, türlü tarihsel hadiseler sonrası artık bizim de başımıza geldiğinden, Nietzsche’nin buhranına dâhil olduk ve onu sevmeye başladık. Bu bir ruhi yükseliş değil, dünyevi bir düşüştür. Gökten, dünyanın hiç tanımadığımız çıkmaz sokaklarına hapsedildik. Yunus Emre’nin diliyle Nietzsche’nin buhranını kendimize katık ettik, ortaya oranlanarak karıştık ve yeni bir hulk çıktı, Bu hulk, yeni bir edebiyat anlayışını beraberinde getirdi.

Sayfa 131
——————————————–

Dini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek, mayası olmayan ya da mayası yok edilmiş toplumların işidir. Kaosu, Grekçe öz anlamıyla “esneyen boşluk” olarak anlarsak, bu boşluğu esnetip balon gibi şişiren bir kıtanın, içine kendinden olmayan kültürleri de katıp kendi balonuna iğne saplamaya çalıştığı bir çağı yaşıyoruz. Esneyen boşluk, kuruştaki deliği büyüttükçe hayat sürmekten uzaklaşıp sadece yaşıyoruz. Bu sebeple, günümüzde bütün Müslüman ülkelerde görülen aynı hâlin ortaya çıkardığı “Avrupa felsefeye gözünü kapadı mı?” türünden sorular, mayası yavaş yavaş yok olmaya başlamış toplumların derin korkularının ve kuşkularının bariz ve dehşetengiz timsalidirler.

Kaosun, ‘Kosmos’u yani düzeni ve evreni sardığı yer olan Avrupa, posta bürüdüğü çağımızın sanatını ve ruhunu, bedenlere paketleyerek diğer kültürlere ihraç etmektedir. İşte onların ihraç, bizimse ithal ettiğimiz yaldızlı nefs paketleri, içlerinde onların derdini taşıyan bizimse kabul ederek dert edineceğimiz bin türlü hâle bürünüyor. Bu durum edebiyata, musikiye, mimariye, dini idrake vs. sirayet ediyor. Ama nasıl sirayet ediyor? Biz, onların geçirmiş olduğu badireleri tecrübe etmediğimizden ya da onların kendi Orta Çağlarının karanlığına karşı duydukları intikam hissini hiç yaşamadığımızdan ötürü, şızofrenik bir şekilde onların kendi dertlerini aynı onlar gibi fakat 500 yıl sonra yaşıyor ve buldukları çarelere kendi çaremizmiş gibi sarılıyoruz.

Sayfa 105
——————————————–

Hakk’ın insanının ümidin insanı olduğunu, insanın diğer insanların kurdu değil, ümidi olduğunu, hangi eserlerimizle bu bedbaht medeniyetin suretine çarpacağız? Egzistansiyalizmin ilaç diye sunduğu önerilerine neden kulak asıyoruz? Neden hoşumuza gidiyor? Bir başka medeniyetin eserlerini muhakkak tanımalıyız ancak bizi nefsi olarak daha da aşağılara çekecek olan unsurlara neden yeisimizi bulaştırıyoruz? Nefsimizi temize çekecek, ümidimizi artracak eserlere iltifat etmek yerine acılarımızla cilveleşmeyi neden tercih ediyoruz?

Anlaşılan, galip olma iddiası güden düzen evvela mağlup etmek istediği kültürleri kendi derdiyle dertlendiriyor. İnsandan ve hayattan nefret ettiren, her şeyi anlamsız bulduran bir yaşam tarzına büründültüğümüzden beri, başkalarının dertleriyle yani bir zamanlar bize ait olmayan dertlerle dertleniyoruz. Kendi dertlerimizi özgün bir şekilde dile getiren eserlere iltifat etmiyoruz. Neleri yitirdiğimizi unutuyoruz.

Sayfa 99
——————————————–
(…)Halbuki Ahmet Hamdi’nin dediği gibi “Sanat, halkın seviyesine inen değil, halkın seviyesini kendine çeken, yükselten olmalıdır.”
Sayfa 98
——————————————–

Kfka’nın derdine, Sartre’ın bulantısına, Camus’nün yabancısına, Nietzsche’nin delisine, Hobbes’un kurt beşerine evrilmek bizim yanıtımızın neticeleri değildir… Coca Cola’nın şekerinde, McDonalds’ın küresel tadında, modaların acımasızlığında, televizyon ekranlarının eblehleştiriciliğinde eriyecek kadar aciz değiliz… Bizler tıkınmayız, yemek yeriz; çiftleşmeyiz, evleniriz; yaşamı metafizikleştirerek bir hayat inşa ederiz. * Analarımıza Freud gibi, çocuğumuza Erikson gibi, aklımıza Kant gibi, dilimize Wittgenstein gibi, aynaya Lacan gibi, dünyaya Chomsky gibi bakmak zorunda değiliz… Ne var ki Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nde kavgaya zerk edildik… Kılıcımızı, kendi boyutlarımızın tamamı göz önünde bulundurularak verilmiş kadim yanıtımızla keskinleştirmedikçe de vahşi beşerlerin istilasından kendimizi kurtaramayacağız.

Hurma ağacımızın kökünü Sibirya’dan kadim topraklara taşımak; evimize, kalbimize, şarkımıza, kendimize, hasılı kelâmımıza ve yanıtımıza dönmek için elzemdir.

Sayfa 87
——————————————–
Batı’nın emperyalist yanıtı, insan denilen soruyu yani o metafizik varlığı yok sayarak oluşturduğu yapay bir yanıttı. Aslında “soru” imha olmuş ama ortada garip bir yanıt vardı, ona da postmodern dediler. Postmodern Sanat da bu yüzden var, Postmodern Edebiyat da. Örneğin Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” (Gott ist tot!) demesi tam da bunu çağrıştırır. Aslında Batı’nın bağrındaki kaostan şunu demeye çalışır Nietzsche: “El birliğiyle iyiliği yani ‘ Tanrı’yı öldürdük.” ya da “Ve geçenlerde şöyle dediğini işitim şeytanın: Tanrı öldü; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü Tanrı.”*39.
——39. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 74
Sayfa 83
——————————————–
Ulvi ve metafizik yüklü binaların yerini ruhsuz yüksek binalar almaya başladı. Vahşilik ve hayvaniliğin binaları yeni bir uygarlığın zihni dünyasını temsil ediyordu. Binalar gökleri deliyor, mimarileri ikonografilerinden ayrılıyor, yorumsuz ve imgesiz birer nesneye dönüşüyorlardı. Yeryüzünde kendilerine yer açan binalar ortadan kaybolmuş, yer kaplayan binalar her tarafı işgal etmişti. Bizimse göklerin ulvileştirdiği binalarımız vardı. Orta Çağımızın muazzam şehirleri Bağdat ve Kurtuba arasında inanılmaz bir rabıta vardı: Metafiziksel ve hayati rabıta. New York henüz ortada yokken, Bağdat, Şam, İstanbul, Kurtuba kendi yanıtımızın şahika eserlerine ev sahipliği yapıyordu. “Orta Çağ’da teknoloji akışının yönü bugünkü gibi Avrupa’dan İslâm âlemine doğru değil, büyük oranda İslâm âleminden Avrupa’ya doğruydu. Ancak milattan sonra aşağı yukarı 1500 yılından başlayarak bu akışın yönü yüz seksen derece değişti.” 37
Sayfa 82
——————————————–

Modern çağın psikolojik harp metodunda, insanları mankurtlaştırmak için metafiziği fiziğe yani somut ve ölçülebilir alana indirgemek, dehşet bir hileyle yönlendirme yöntemidir aynı zamanda.

Dolayısıyla, bilimsel mevzularla metafiziksel mevzuları birbirine karıştırmamak gerekir. Aksi hâlde mantık ile metafizik birbirine karışır, daha da ötesi kafalar karışır veya karıştırılır. Kâinatı, yaratan Rabbin adıyla okuyabilirsiniz, bu sizleri daha ahlaklı kılar.

Sayfa 68
——————————————–
İnsan denilen soruya verilecek yanıtlar her şeyden önce, insanın üçlü, ‘hissî’, ‘vicdânî’ ve ‘aklî’ yapısı dikkate alınarak verilmelidir.
Bu üçlü yapıdan birinin ihmali veya reddi insanı sakatlar, en azından rencide eder.
Sayfa 65 – İhsan Fazlioğlu
——————————————–
Şairlerimizin 432 bin yıl geriye gidip bir hanedan ve krallar listesi oluşturmasına hacet yok. Gazâli’nin (10581111) Faysalu’t-Tefrika beyne’-İslâm ve’z-Zendeka (İslâm ile Zındıklık arasındaki Farkın Belirgin Kıstası) ve el-Munkiz mine’d-Dalâl (Dalâletten —Sapıtmışlıktan Kurtaran) adlı eserlerini yeniden ve layıkıyla okumaları, dimağımızı çıplaklıktan, sapkınlıktan, sığlıktan, yüzeysel acılardan ve niteliksizlikten kurtaracak bir ümide girizgâh olabilir.
——————————————–
Şuur bir kimliğe ihtiyaç duyar. Şuur artık çırılçıplaksa, kimliksizse nirengi noktasını yitirmişse bu durum şuursuzluğa dönüşüp şiirimsi şeyleri ortaya çıkarır. Şuuru tüketilmiş şair, şuursuz şiirimsi laflar etmeye başlar. Bu duruma karşı direnebilen, başkaldırabilen, metafiziğini diri tutmayı başarabilen şair ise buhranını şiirine yansıtmaktan kendini alamaz. Kaosa karşı direnen şair, nirengi noktasından yani metafiziğinden uzaklaşmışsa kendini posimodem sanatın mola yerlerinde dinlenirken bulabilir.
Sayfa 60
——————————————–
Ruh-Nefs-Beden dengemizin düzlemi olan dinimizin, metafiziğimizin içeriğiyle oynandığında veya diğer metafiziksel alanlarla aynileştirilmeye çalışıldığında, bu denge kendiliğinden bozulacaktır. Bu dengenin bozulması tüm kurumlarıyla beraber (adliye, üniversite, hastane, parlamento vs.) toplumumuzu, toplumuzun bozulması tüm birimleriyle beraber (düğün, müzik, kıyafet, mimari, gelenek, görenek, alışveriş, yemek, sanat, edebiyat şiir vs.) kültürümüzü yozlaştıracaktır. Çarkı harekete geçiren, ona ayar veren müessese olan dini algının değişmesi, kendiliğinden diğer tüm alanları değiştirecektir. Bu değişim sonrası oluşacak yeni algılar, tekrar dini algıyı değiştirecektir. Bu yozlaşma karşılıklı olarak birbirini besleyecektir. Bir nevi tomanın ağzı değiştiğinde, değiştirildiğinde ortaya çıkacak ürün de değişecektir.
Sayfa 58
——————————————–
İnsanın düzlemi ruh-nefs-bedendir. Her insan tekinin bir araya gelerek oluşturduğu toplumun düzlemiyse “kültür’dür. Latince köken itibarıyla ‘Cultura’nın ya da Arapça-Osmanlıca köken itibarıyla Hars kavramının “ekip biçmek” anlamına gelmesi tesadüf değildir. Her insan teki ruh-nefs-beden toprağına ne ekerse, bir araya geldiğinde yani toplum olduğunda da onu biçecektir. İnsanoğlu irfan yönüyle iyiyi tercih eder, kötüyü reddeder. “Nefs” şehveti temsil eder. Beşeri yönümüzün direksiyonudur. Nefs, insanın çatışkı ortamıdır. Ruh ile bedenin kılıçlarını kuşandığı meydandır. Bu çatışkı ortamının şiddeti arttıkça insanın ruhunu nefsine hükmettirmesi zorlaşır. İnsanın insan kalması, beşerileşmemesi zorlaşır. İşte bu çatışkı ortamını dizginleyen, insanı “Hakk”a bağlayan bir ip olan aklı ve ahlakı diri tutan merci “din’dir. Din ya da metafizik, çarkın başı ve esasıdır. Çarkın başı bozulduğunda, zincirleme olarak diğer her şey de kendiliğinden bozulacaktır.
Sayfa 57
——————————————–
İnsanın düzlemi ruh-nefs-beden çizgisinde kendine yer bulur. Toplumun düzlemiyse kültürüdür. Ruh-NefsBeden dengesine ayar verecek merci “Din’dir.22 “Din’ ile oynandığında, içeriği değiştirildiğinde ve alenileştirildiğinde ruh-nefs-beden dengesinin de içeriği değişecek, alenileşecek ve dolayısıyla “insan’ın kendisi de alenileşecek, içi boşalacak, soysuzlaşacaktır. Bu durum “insan’ın şuurunu, ahlakını, zihnini, dimağını, teemmülünü olumsuz etkileyecektir. İnsanın ruh-nefs-beden dengesinin bozulması demek şuurunun da bozulması demektir. Şuurunun bozulması demek, şiirinin de bozulması, soysuzlaşması demektir.
——————————————–

Bir sigara şirketinin kadınların sigara içmemesinden dolayı müşterilerinin yarısını kaybettikleri şikâyeti üzerine, Freud’un Amerika’da yaşayan bir psikanalist öğrencisi olan arkadaşını arayarak buna çözüm bulur. New York’taki bir yürüyüşte önceden ayarladığı en gösterişli kadınların ellerinde sigarayla cinsel cazibelerini ön plana çıkararak çekici bir şekilde yürümelerini ve “Özgürlük”, “eşitlik”ten dem vurmalarını salık verir. Yine önceden ayarladığı gazeteciler de oradadır. Ertesi gün bütün gazeteler para karşılığında bunu haber yapar.

İnceleyin:  Bir İstismar Aracı Olarak Tabiatı Estetize Etmek

Özgürlük”, “eşitlik” adı altında kadınların da sigara içmeye başlamasına sebep olur ve milyonlar kazanır. “Tüketici” kavramını ortaya atarak, insanların ihtiyacından fazla tüketmesine ve “demokrasi” kavramının Amerikan siyasetinde diğer ülkelere karşı en şeytanice kullanılmasına sebep olan da kendisidir. Bana göre 20. asır ve sonrası ortaya çıkan her türlü bunalımın psikolojik kaynağı Edward Bernays’dır. Ancak tüm bu fikirler Sigmund Freud’un düşüncelerinin kötüye kullanılmasından kaynaklanmıştır. İnsanların nefsi ve zihni yapısıyla oynayıp onları salt biyolojik bir varlığa dönüştürerek sadece tüketen ve onlardan kendine özgü bir ahlak anlayışı olan bir canavar yaratmıştır. Sinema, edebiyat, siyaset, müzik, kadın, erkek, çocuk, teknik vs. her şey bu uğurda harcanmıştır. Kişisel gelişim kitapları bu minvalde yazılmıştır. Edebiyat, şiir buna alet edilmiştir.

——————————————–

Sanatta, edebiyatta esas olan “‘ruh’un cinsiyetidir. Dolayısıyla normal fizyolojik cinsiyeti “kadın” olan biri, ruhunun farkında değilse ve aklı örtükse onun ruhunun “eril” ya da “dişil” olması söz konusu olamaz. Aynı şekilde normal fizyolojik cinsiyeti “erkek” olan biri ruhunun farkında değilse ve aklı örtükse onun ruhunun da ‘eril’ ya da “dişil” olması söz konusu olamaz. Hasılı ruhunu yitrmişlerin fizyolojik cinsiyetlerinin bir ehemmiyeti olmaz. Cinsiyetler aynileşir. Cinsiyetlerin aynileştirilmesi, tarihi oluşturan savaş ve sevgi arasındaki dengeyi sağlayan rabıtayı ortadan kaldırarak, “savaş”ı, zorluklarla mücadele etmekten alıkoyar ve vahşi bir manaya bürür.

“Sevgi’yi ise şefkatten alıkoyarak, salt fizyolojik bir cinsel objeye dönüştürür. Bu durum beraberinde soysuzlaşmayı getirir. Ruhun soysuzlaştırılması, bedeni de mana itibarıyla çürüterek çelişkili bir biçimde onu ilahlaştınr. Dolayısıyla böyle bir kaos yığınlaştırdığı, soysuzlaştırdığı bireylere çürük ama süslü putlara tapmasını salık verir. İşte böyle bir soysuzlaştırmaya karşı “insan” olana müthiş şefkat besteyen “dişil ruhlar”, mürebbiyelik sıfatlarından ötürü sanat ile başkaldırarak insanın ruhunu koruyup gözetirler

Sayfa 42
——————————————–
Akıldan çıkarmayalım ki şehadet âleminde namazın tezahürü, kâinatın taklidine denk düşen bir şekle sahiptir. Mahlükun Hâlik’ine ittibâında “secde” arşa değecek kadar yükselişin adıdır. Namazdan sonra Müslümanlar birbirlerine “Allah kabul etsin” dediklerinde, bir bakıma “Gazân mübarek olsun” demiş olurlar. İstiklal Harbi yalnızca kâfirlere karşı yürütülmekle sınırlı değildir; o aynı zamanda küfre kaşı bir savaştır. İstiklalse, neyin istiklali diye sormuyor muyuz? (İsmet Özel,Bugünün Birincisi Sensin, İstanbul, İstiklal Marşi Derneği, 2011)
——————————————–

Ruhumun senden İlahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli, Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,

Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli,

Hüda’dan, her şeyin sahibinden tek dileğim, büyük bir iman ve muhabbet ile bağlı olduğum bu topraklara, Hakk’ın sesini işitmeyenlerin, insanlara zulmedenlerin elinin değmemesidir. Bu ulvi yurdun üstünde, sonsuza dek dinin temeli olan Hakk’ın çağrısı ve yüceltilmesi devam etmelidir. Birlik olarak bir canavara dönüşmüş olan emperyal güçlerin eli bu topraklara yabancıdır, haramdır. Çünkü bir eli namahrem kılan şey, o elin fikirden, ahlaktan, hikmetten, Hakk’ın sesinden yoksun bir ele dönüşmüş olmasındandır. Nitekim İbn Haldun’un deyimiyle bir medeniyeti inşa eden iki unsurdan biri el diğeriyse fikirdir. Fikir el ile birlik etmezse, o el bir maymunun elinden farksızdır. Bu yüzden maymunlar, Kur’ân-ı Kerim’de “aşağılık” sıfatıyla nitelendirilmiştir. Öyleyse fikirden yoksun bir beşer ve bu beşerlerin oluşturduğu bir toplum “aşağılık maymunlardan” farksızdır. Mabedimin iman dolu göğsüne; fikirden, akıldan, hikmetten, ahlaktan yoksun bir e değmemelidir. Nurettin Topçu ise “Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli! mısrası için Mehmed Âkif burada benim’ sözcüğünden ‘benliğim’i kast etmiştir.” demektedir. Benliğim ise bu toprakların sahip olduğu karakterle yoğrulmuştur.

Sayfa 35
——————————————–

“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” demek, aslında, sadece ‘tüten en son ocak sönmeden… sönmez’ demek değildir; fakat aynı zamanda, ‘gökteki yıldız sönmeden… sönmez’ demektir. Mehmed Âkif, her ikisini de milleti adına sahiplenmektedir: “Tüten en son ocağı” sahiplenmek bir tarafta, gökteki “yıldız’ı sahiplenmek -ve *milletinin yıldızı” hâline getirmek-öbür taraftadır: Şair gökteki yıldız sönmedikçe, yerdeki ocak da sönmeyecek demek istemektedir.

Alman filozof Immanuel Kant’ın (1724-1804) “İki büyük âlem beni kendine hayran bırakır: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası (vicdan)” sözünü göz önünde bulunduracak olursak, yıldızlı gökyüzünün yıldızı sönmeden, içimizdeki yurt olan vicdana düşen Hakk’ın sesi işitilmeye, bu sesin işitildiği ocak tütmeye devam edecek demektir.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir. o benim milletimindir ancak.

——————————————–
“Şafak” kelimesinin ise iki anlamı vardır. Birincisi “güneş batınca ufukta beliren kızıllık”, bir diğeriyse “güneş doğmadan önce ufukta görülen aydınlık”.“ Şafağı, güneş battıktan sonra gökyüzünde kalan kızıllık olarak mı yoksa güneş doğmadan evvel ufukta beliren aydınlık olarak mı anlamak, içinde bulunduğunuz ruh hâline bağlıdır. Bu sebepten olsa gerek, Âkif’in “Korkma!” diye başladığı şiirine “şafak” kelimesiyle devam etmesi onun dehasının bir göstergesidir. Çünkü “Korkma!” diyerek aslında ufukta görünenin güneşin batmasıyla ortaya çıkan kızıllık olmadığını, öyle sanılmaması ve yeise düşülmemesi gerektiğini, tam tersi güneş batmış gibi algılansa ya da algılatılsa dahi, asunda batmadığını, bu kızıllığın akşam kızıllığı olmadığını vurgulamaktadır. Gözümüzü yerden ufka çevirdiğimizde, Âkif’in çoğul olarak kullandığı üzere “şafaklarda yüzen al sancak’ı yani güneşin yeniden doğuşuyla sabahın aydınlıklarında yüzen al sancağımızı göreceğimiz vurgulanmaktadır. Dolayısıyla, görülen ya da hissedilen şey batan güneş kızıllığı değildir, al sancağın sabaha tekrar uyanan rengidir.
Sayfa 24
——————————————–
Neredeyse tüm toplumsal sorunlar, anlam-mana karmaşası sebebiyle tezahür eden muhakeme bozukluğunun neticesidirler. Bu karmaşa, bildirişime zarar vermekle kalmaz, toplumsal bildirişim ruhunu zedeler ve iletişim sorunu baş gösterir. Bu karmaşa, aynı zamanda kutsal metinlerinizin, edebiyatınızın, şiirlerinizin yorumlanmasına da yansır.
Sayfa 21
——————————————–
İnsan dediğimiz varlık, kendini Heidegger’in “varlığın evidir” dediği dil üzerinden ve özelde de bu “varlık evi”nin unsurları olan kavramlar üzerinden var eder, Kavramlar, zihni yazılımımızın kodlarıdır. Nasıl ki bir bilgisayar yazılımının gücü, o yazılımın kodlanma, programlanma kalitesiyle ölçülüyorsa, insan dediğimiz varlığın ufuk genişliği ise akletme, yorumlama ve soyutlama kudreti, kavram hazinesinin değeriyle ölçülür. Kavram hazinesi çok zengin olan insanların bir araya gelerek oluşturduğu cemiyet, çok yüksek yorum, bildirişim ve ifade gücüne sahip olacağı için, başına gelmiş, gelen ve gelecek hadiseleri de o yüksek dimağıyla anlamlandıracaktır. Dolayısıyla, bir insanın ya da bir toplumun zihninde neleri tasavvur edebildiği, hayatına neleri yansıtabileceğini belirler. Örneğin, “irade” kavramının anlam tasavvuru zihninde tam olarak yer etmeyen bir kişi, kendi yaşamında “irade” gösteremeyecektir. Bu sebeple, zihninizde yorumlanmamış, tasavvur edilmemiş, içselleştirilmemiş hiçbir kavramın hayatınızda da yeri olmayacaktır. Zira bir bilgisayarın yazılımına ses kartı işlenmemişse, sesi çıkmayacaktır. Dolayısıyla, “kavram içselleştirilmesi” bir insan için ve kudretli bir toplum inşası için hayati derecede önemlidir. “Kavram içselleştirilmesi”‘ni doğru anlayabilmek adına iki farklı kelimeden bahsedeceğim. Bunlar anlam ve mana kavramlarıdır.
Yakınlık Kaf’ının Simurg’uyuz, uçmuşuz yuvadan
Bir eşiğin toprağında yuvamız var bizim.Kâsım-ı Envâr

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir