Mehmet Sabri Genç – Sanatın Seyri -Alıntılar
Modern çağın bedeninde, artık tek hakikat olarak teknoloji görülüyordu. Nitekim bu durumu Dekalog’un ilk bölümünde, “Benden başka Tanrın Olmayacak!” emriyle sinemaya aktarır. On bölüm de modern ve ruhsuz bir apartmanda geçmektedir. Popüler kültür ve yaşam filozofu Slavoj ZiZek, Kieslowski başlıklı kitabının “Yer Değiştiren Emirler” başlıklı bölümünde şöyle yazmaktadır: “Dekalog filminin On Emir’le bağlantısı tam olarak nedir? Birçok yorumcu bu ilişkinin sözde belirsizliğine başvurur: onlara göre, her bölümü tek bir Emir’le kıyaslamamak gerekir, denklikler çok daha bulanıktır, bazen bir öykü birkaç Emir’e gönderme yapar…
Bu kolay çözüme karşı çıkmak, bölümlerle Emirler arasındaki keskin bağ üzerinde durmak gerekir: her bölüm tek bir Emir’e karşılık gelir, ama ‘vites değiştirerek” Dekalog 1, İkinci Emir’e gönderme yapar vb. ve sonunda, Dekalog 10 bizi tekrar İlk Emir’e geri getirir. Bu decalage, Kieslowski’nin Emirleri nasıl yerinden ettiğinin belirüsidir. Kie$lowski’nin yaptığı şey, Hegel’in Tinin Fenomenolojisinde yaptığı şeye çok yakındır: bir Emir’i alıp ‘sahneler onu örnek bir yaşam durumunda edimselleştirir, böylece onun ‘doğruluğunu, onun öncüllerini çökerten beklenmedik sonuçlarını görünür kılar. Hatta insan, katı Hegelci bir tavırla, emirlerin her birinin bu yerinden edilmesinin bir sonraki emri türettiğini öne sürmeye heves ediyor…” 148
148 Slavoj Zizek, Kieslowski, Encore Yayınlan, İstanbul, 2014, s. 11
“İnançsız bir insan, içinde yaşadığı toplumu davranışlarıyla etkileyebileceği umudundan tümüyle yoksun bir insandır.”
Andrey Tarkovski (1932-1986)
“Sinema, hayatı kuru bir koşturma alanına döndüren bütün o teknik ve sosyal bilimlere; hayatı, hikmeti ve öncesinde de Allah’ın kelimesini bünyesinden atan felsefeye tam tersini yaparak bir panzehir sunar. Şiirini kaybetmiş çorak ülkeye, saadet ülkesini hatırlatan bir işaret…”
Enver Gülşen
Batı, mazisinden aldığı olmayan yerleri ve olguları düşleme hayalini Venedikli tacirlerin düşlerinden, Marco Polo’nun gerçek gözlemlerinden, Kolomb’un keşiflerinden, Thomas More’un Ütopya’sından, Campanella’nın Güneş Ülkesi’nden, Francis Bacon’un Nova Atlantis’inden çok daha ileriye götürdü ve Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın (1929-2007) ifadesiyle simülakrarla yani bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümler ve kendini gerçekmiş gibi algılatan olgularla, gerçeğin tüm verilerine sahip olan ama gerçek olmayan bir simülasyon evreni yarattı.
Gerçek ile düşsel olan arasında artık hiçbir fark kalmadı. Hayal edilen yer, hâliyle gerçeklik olarak algılanan yerdir. Postmodern dünya düzeni, hakikati karanlık ormanlara gömerek üstünü simülakrlarla örttü. Sonra gömdüğü yeri unutarak bunu rüyaya dönüştürdü. Gerçeğin artık hiçbir gerçeklik değeri kalmadı, hakikatin üstünü örtmek bu yüzden küfür etmek demektir. Failiyse bu yüzden kâfirdir. Simülasyon evreni demek, küfür evreni demektir.
Edebiyat, insanoğlunun dış dünyasını, doğasını ve evren dediğimiz varlığı sorgulayarak, merak ederek ortaya çıkardığı mitosların yumuşattığı bir balçıktır. Bu balçık, bu topraklarda vahiy temelli derin bir metafizikle sulanmış ve şahsiyetlerimizin yaydığı ışıkla yeniden yoğrulmuştur. Evrende oluş sürecini tamamlamış varlıklara mükemmel varlıklar denir ve bu mükemmel varlıklar dairesel hareket ederler. Kültür evrenimizde de oluş sürecini tamamlamış sözler vardır ve bu sözler mükemmelliğin sembolü olan daire içerisinde insanlığa seslenmeye devam edecektir.
Yunus hiçbir söze, ne mitosa ne eposa ne de logosa benzeyen bir söz söylemiştir, erenler meclisinde mana yüzünü bürümüştür. Bu mananın örtüsünü ancak onun için namahrem olmayanlar açabilecektir.
İnsan dediğimiz metafiziksel varlığın, fiziki çevresıni anlamlandırmaya çalıştıktan sonra kendi içine dönmesi, üzeri örtülü türlü mitler, efsaneler ortaya çıkarmıştır. Sibirya’dan Hint’e, Çin’den Meksika’ya kadar her kültür havzasının kendine has bir kültür evreni vardır. Bu özgün kültür havzalarının mitleri, beşeri ihtiyaçlara dair ortaya çıkan mitlerden öte, insani ihtiyaçlara dair, yani; “Ben kimim, nereden geldim ve nereye gideceğim?” gibi sorulara cevap ararken ortaya çıkan efsanelerdir. Doğaüstü tarafı olan bir varlık isem, beni yaratan varlık nasıl olmalı? İçimde türlü hislere, duygulara, isteklere sahip bir varlık isem, her bir hissimin, duygumun, isteğimin yaratıcısı aynı birer Tanrı olmalıdır. İşte bu cevap çeşitliliği, toplumların kültür havzalarında efsane çeşitliliğini doğurmuştur. Aynı şekilde, ölüme karşı savaşma ve doğumu önceleme içgüdüsü, kültürel bir yaratı olan edebiyatı ortaya çıkamnıştır.
Edebiyatın mitoslardan etkilenmiş olması bu yüzdendir. Mitosların “uydurma” olarak tanınması, Mircea Eliade’ye göre historiaya ve logosa ters düşmesi değildir; Eski Ahit’in söylediklerinin tamamını onaylamadığındandır. Kutsal içerisinde kendine yer edinemeyen ve toplumların bilinçaltlarında bir şekilde yaşayan türlü mitoslar, o toplumların edebiyat topraklarını kendilerine yurt edinerek, Âdemoğlunun ekip biçme cezası dolayısıyla toprağı yumuşatması gibi, edebiyatı sulayıp yumuşatarak onu kendi balçıklarından yaratmışlardır.
Iki şey beni baştan çıkartır: Hz. Peygamber’in geceleyin gökyüzündeki yıldızlara bakıp, “Ey Allah’ım, hayretimi artır!” demesi ve yine gökyüzüne bakıp “Ey Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster!” demesi… Eşyanın hakikatine ulaşmak için kapı önünde bekletilen Batı taşralısının efendilerinin, bizleri de oyalayıp, hulkumuzu türlü sihirlerle tahakküm altına almasına boyun eğerek onların acziyetlerini taklit etmeye devam mı edeceğiz?
Batı, tüm kurumsal değerleriyle birlikte, pembe ama kurtlu hâliyle ve beş yüzyıldır inşa ettiği, taptığı değişenler dünyasında değişmezleri heba edip, onu beşeri derekeye indirgeyerek, Nietzsche’nin deyimiyle “Tanrı’yı öldürerek yok etti. Ancak yok ettiği Tanrı’nın yerine, farklı şekilde yükselmeyi koydu. Aynı hastalığın daha hastalıklı hâline bizler de düçar ediliyoruz, hem de tüm hızıyla… Bugün Batı’nın kendi içinde inşa ettiği birçok tutarlı “yasa” kapılarından veya akıl temeli ahlaki düzenlerinden bizler yoksunuz. Ümit edilir ki her şeyin kenarında ve de ötesinde olan edebiyat, değişmez olan ahlakı, geçmişteki membalarımızdan devşirdiği türlü ilhamlarla ördüğü soylu eserlerle bizlere tekrar hatırlatsın… Edebiyat Yâ Hû!
On dokuzuncu yüzyılın puslu havasında yaşamış olan Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) eserlerinde, kendi toplumunun sosyokültürel ve ahlaki değerlerinin yozlaşma sorununu ele alması gayet normaldir. O, kendi metafiziksel zemininin alt üst olmasıyla ortaya çıkan yeni halkın yeni oranlama ve biçme sorunlarını ruhunun tüm dehlizlerinde hissetmiş ve kâğıda dökmüştür. Şu hâlde; “Bizden neden bir Nietzsche çıkmadı?” diye hayıflanmak budalalıktır; çünkü biz o dönemde henüz Tanrı’yı yani iyiliği öldürmemiştik. Bizler o sıralarda, divan ve halk edebiyatlarıyla, bilgelik kokan şiir ve destanlarla hemhal idik.
Yunus Emre’yi, Süleyman Çelebi’yi, Âşık Paşa’yı hâlâ okuyor ve onların söyleyegeldiklerini tatbik edebiliyorduk. Ayrıca Enderunlu Vâsıf’ı, Keçecizâde İzzet Molla’yı, Yenişehirli Avni’yi, Âkif Paşa’yı, Erzurumlu Emrah’ı Seyrâni’yi okuyor ve işitmeye çalışıyorduk. Nietzsche’nin ve çağdaşları diğer Batılı yazarların nefsi buhranlarını o zamanlar henüz hulk olarak tanımadığımızdan; kendi metafiziksel, coğrafi ve sosyokültürel zeminimizdeki farklı mesellerle hemhâl olduğumuzdan, evrensel ahlak anlayışının erken bozulmasını iliklerine kadar farklı coğrafya ve hulkunda yaşamış olanların eserlerindeki manaya/buhrana/dalâla uzaktık.
Ancak Nietzsche’nin yaşadığı coğrafyanın seciyesinin başına gelenler, türlü tarihsel hadiseler sonrası artık bizim de başımıza geldiğinden, Nietzsche’nin buhranına dâhil olduk ve onu sevmeye başladık. Bu bir ruhi yükseliş değil, dünyevi bir düşüştür. Gökten, dünyanın hiç tanımadığımız çıkmaz sokaklarına hapsedildik. Yunus Emre’nin diliyle Nietzsche’nin buhranını kendimize katık ettik, ortaya oranlanarak karıştık ve yeni bir hulk çıktı, Bu hulk, yeni bir edebiyat anlayışını beraberinde getirdi.
Dini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek, mayası olmayan ya da mayası yok edilmiş toplumların işidir. Kaosu, Grekçe öz anlamıyla “esneyen boşluk” olarak anlarsak, bu boşluğu esnetip balon gibi şişiren bir kıtanın, içine kendinden olmayan kültürleri de katıp kendi balonuna iğne saplamaya çalıştığı bir çağı yaşıyoruz. Esneyen boşluk, kuruştaki deliği büyüttükçe hayat sürmekten uzaklaşıp sadece yaşıyoruz. Bu sebeple, günümüzde bütün Müslüman ülkelerde görülen aynı hâlin ortaya çıkardığı “Avrupa felsefeye gözünü kapadı mı?” türünden sorular, mayası yavaş yavaş yok olmaya başlamış toplumların derin korkularının ve kuşkularının bariz ve dehşetengiz timsalidirler.
Kaosun, ‘Kosmos’u yani düzeni ve evreni sardığı yer olan Avrupa, posta bürüdüğü çağımızın sanatını ve ruhunu, bedenlere paketleyerek diğer kültürlere ihraç etmektedir. İşte onların ihraç, bizimse ithal ettiğimiz yaldızlı nefs paketleri, içlerinde onların derdini taşıyan bizimse kabul ederek dert edineceğimiz bin türlü hâle bürünüyor. Bu durum edebiyata, musikiye, mimariye, dini idrake vs. sirayet ediyor. Ama nasıl sirayet ediyor? Biz, onların geçirmiş olduğu badireleri tecrübe etmediğimizden ya da onların kendi Orta Çağlarının karanlığına karşı duydukları intikam hissini hiç yaşamadığımızdan ötürü, şızofrenik bir şekilde onların kendi dertlerini aynı onlar gibi fakat 500 yıl sonra yaşıyor ve buldukları çarelere kendi çaremizmiş gibi sarılıyoruz.
Hakk’ın insanının ümidin insanı olduğunu, insanın diğer insanların kurdu değil, ümidi olduğunu, hangi eserlerimizle bu bedbaht medeniyetin suretine çarpacağız? Egzistansiyalizmin ilaç diye sunduğu önerilerine neden kulak asıyoruz? Neden hoşumuza gidiyor? Bir başka medeniyetin eserlerini muhakkak tanımalıyız ancak bizi nefsi olarak daha da aşağılara çekecek olan unsurlara neden yeisimizi bulaştırıyoruz? Nefsimizi temize çekecek, ümidimizi artracak eserlere iltifat etmek yerine acılarımızla cilveleşmeyi neden tercih ediyoruz?
Anlaşılan, galip olma iddiası güden düzen evvela mağlup etmek istediği kültürleri kendi derdiyle dertlendiriyor. İnsandan ve hayattan nefret ettiren, her şeyi anlamsız bulduran bir yaşam tarzına büründültüğümüzden beri, başkalarının dertleriyle yani bir zamanlar bize ait olmayan dertlerle dertleniyoruz. Kendi dertlerimizi özgün bir şekilde dile getiren eserlere iltifat etmiyoruz. Neleri yitirdiğimizi unutuyoruz.
Kfka’nın derdine, Sartre’ın bulantısına, Camus’nün yabancısına, Nietzsche’nin delisine, Hobbes’un kurt beşerine evrilmek bizim yanıtımızın neticeleri değildir… Coca Cola’nın şekerinde, McDonalds’ın küresel tadında, modaların acımasızlığında, televizyon ekranlarının eblehleştiriciliğinde eriyecek kadar aciz değiliz… Bizler tıkınmayız, yemek yeriz; çiftleşmeyiz, evleniriz; yaşamı metafizikleştirerek bir hayat inşa ederiz. * Analarımıza Freud gibi, çocuğumuza Erikson gibi, aklımıza Kant gibi, dilimize Wittgenstein gibi, aynaya Lacan gibi, dünyaya Chomsky gibi bakmak zorunda değiliz… Ne var ki Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nde kavgaya zerk edildik… Kılıcımızı, kendi boyutlarımızın tamamı göz önünde bulundurularak verilmiş kadim yanıtımızla keskinleştirmedikçe de vahşi beşerlerin istilasından kendimizi kurtaramayacağız.
Hurma ağacımızın kökünü Sibirya’dan kadim topraklara taşımak; evimize, kalbimize, şarkımıza, kendimize, hasılı kelâmımıza ve yanıtımıza dönmek için elzemdir.
——39. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 74
Modern çağın psikolojik harp metodunda, insanları mankurtlaştırmak için metafiziği fiziğe yani somut ve ölçülebilir alana indirgemek, dehşet bir hileyle yönlendirme yöntemidir aynı zamanda.
Dolayısıyla, bilimsel mevzularla metafiziksel mevzuları birbirine karıştırmamak gerekir. Aksi hâlde mantık ile metafizik birbirine karışır, daha da ötesi kafalar karışır veya karıştırılır. Kâinatı, yaratan Rabbin adıyla okuyabilirsiniz, bu sizleri daha ahlaklı kılar.
Bu üçlü yapıdan birinin ihmali veya reddi insanı sakatlar, en azından rencide eder.
Bir sigara şirketinin kadınların sigara içmemesinden dolayı müşterilerinin yarısını kaybettikleri şikâyeti üzerine, Freud’un Amerika’da yaşayan bir psikanalist öğrencisi olan arkadaşını arayarak buna çözüm bulur. New York’taki bir yürüyüşte önceden ayarladığı en gösterişli kadınların ellerinde sigarayla cinsel cazibelerini ön plana çıkararak çekici bir şekilde yürümelerini ve “Özgürlük”, “eşitlik”ten dem vurmalarını salık verir. Yine önceden ayarladığı gazeteciler de oradadır. Ertesi gün bütün gazeteler para karşılığında bunu haber yapar.
Özgürlük”, “eşitlik” adı altında kadınların da sigara içmeye başlamasına sebep olur ve milyonlar kazanır. “Tüketici” kavramını ortaya atarak, insanların ihtiyacından fazla tüketmesine ve “demokrasi” kavramının Amerikan siyasetinde diğer ülkelere karşı en şeytanice kullanılmasına sebep olan da kendisidir. Bana göre 20. asır ve sonrası ortaya çıkan her türlü bunalımın psikolojik kaynağı Edward Bernays’dır. Ancak tüm bu fikirler Sigmund Freud’un düşüncelerinin kötüye kullanılmasından kaynaklanmıştır. İnsanların nefsi ve zihni yapısıyla oynayıp onları salt biyolojik bir varlığa dönüştürerek sadece tüketen ve onlardan kendine özgü bir ahlak anlayışı olan bir canavar yaratmıştır. Sinema, edebiyat, siyaset, müzik, kadın, erkek, çocuk, teknik vs. her şey bu uğurda harcanmıştır. Kişisel gelişim kitapları bu minvalde yazılmıştır. Edebiyat, şiir buna alet edilmiştir.
Sanatta, edebiyatta esas olan “‘ruh’un cinsiyetidir. Dolayısıyla normal fizyolojik cinsiyeti “kadın” olan biri, ruhunun farkında değilse ve aklı örtükse onun ruhunun “eril” ya da “dişil” olması söz konusu olamaz. Aynı şekilde normal fizyolojik cinsiyeti “erkek” olan biri ruhunun farkında değilse ve aklı örtükse onun ruhunun da ‘eril’ ya da “dişil” olması söz konusu olamaz. Hasılı ruhunu yitrmişlerin fizyolojik cinsiyetlerinin bir ehemmiyeti olmaz. Cinsiyetler aynileşir. Cinsiyetlerin aynileştirilmesi, tarihi oluşturan savaş ve sevgi arasındaki dengeyi sağlayan rabıtayı ortadan kaldırarak, “savaş”ı, zorluklarla mücadele etmekten alıkoyar ve vahşi bir manaya bürür.
“Sevgi’yi ise şefkatten alıkoyarak, salt fizyolojik bir cinsel objeye dönüştürür. Bu durum beraberinde soysuzlaşmayı getirir. Ruhun soysuzlaştırılması, bedeni de mana itibarıyla çürüterek çelişkili bir biçimde onu ilahlaştınr. Dolayısıyla böyle bir kaos yığınlaştırdığı, soysuzlaştırdığı bireylere çürük ama süslü putlara tapmasını salık verir. İşte böyle bir soysuzlaştırmaya karşı “insan” olana müthiş şefkat besteyen “dişil ruhlar”, mürebbiyelik sıfatlarından ötürü sanat ile başkaldırarak insanın ruhunu koruyup gözetirler
Ruhumun senden İlahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli, Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli,
Hüda’dan, her şeyin sahibinden tek dileğim, büyük bir iman ve muhabbet ile bağlı olduğum bu topraklara, Hakk’ın sesini işitmeyenlerin, insanlara zulmedenlerin elinin değmemesidir. Bu ulvi yurdun üstünde, sonsuza dek dinin temeli olan Hakk’ın çağrısı ve yüceltilmesi devam etmelidir. Birlik olarak bir canavara dönüşmüş olan emperyal güçlerin eli bu topraklara yabancıdır, haramdır. Çünkü bir eli namahrem kılan şey, o elin fikirden, ahlaktan, hikmetten, Hakk’ın sesinden yoksun bir ele dönüşmüş olmasındandır. Nitekim İbn Haldun’un deyimiyle bir medeniyeti inşa eden iki unsurdan biri el diğeriyse fikirdir. Fikir el ile birlik etmezse, o el bir maymunun elinden farksızdır. Bu yüzden maymunlar, Kur’ân-ı Kerim’de “aşağılık” sıfatıyla nitelendirilmiştir. Öyleyse fikirden yoksun bir beşer ve bu beşerlerin oluşturduğu bir toplum “aşağılık maymunlardan” farksızdır. Mabedimin iman dolu göğsüne; fikirden, akıldan, hikmetten, ahlaktan yoksun bir e değmemelidir. Nurettin Topçu ise “Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli! mısrası için Mehmed Âkif burada benim’ sözcüğünden ‘benliğim’i kast etmiştir.” demektedir. Benliğim ise bu toprakların sahip olduğu karakterle yoğrulmuştur.
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” demek, aslında, sadece ‘tüten en son ocak sönmeden… sönmez’ demek değildir; fakat aynı zamanda, ‘gökteki yıldız sönmeden… sönmez’ demektir. Mehmed Âkif, her ikisini de milleti adına sahiplenmektedir: “Tüten en son ocağı” sahiplenmek bir tarafta, gökteki “yıldız’ı sahiplenmek -ve *milletinin yıldızı” hâline getirmek-öbür taraftadır: Şair gökteki yıldız sönmedikçe, yerdeki ocak da sönmeyecek demek istemektedir.
Alman filozof Immanuel Kant’ın (1724-1804) “İki büyük âlem beni kendine hayran bırakır: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası (vicdan)” sözünü göz önünde bulunduracak olursak, yıldızlı gökyüzünün yıldızı sönmeden, içimizdeki yurt olan vicdana düşen Hakk’ın sesi işitilmeye, bu sesin işitildiği ocak tütmeye devam edecek demektir.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir. o benim milletimindir ancak.
Bir eşiğin toprağında yuvamız var bizim.Kâsım-ı Envâr