Prof. Dr. İsmail Kara / Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Memleketimizin hem siyaseten hem kültürel olarak bölünmüş olması meselelerimizi soğukkanlılıkla ve sorumluluk-ahlâk dairesini terketmeden tartışmaktan bizi sürekli alıkoyuyor, iyiye doğru hareket etmekten, problemlerimizi çözmekten giderek daha fazla uzaklaşıyoruz. Maalesef giderek daha fazla uçlara itilmeyi tabii ve normal kabul ediyoruz veya konformizme, uyaroğlu olmaya kayarak yahut ümitsizlik, karamsarlık girdaplarına düşerek gayrıahlâki bir alana doğru yol alıyoruz. Bölünmüşlük ve yarılma artıyor, büyüyor. Elbette bunu tahrik eden kişiler, gruplar, kurumlar, iç ve dış mihraklar, menfaati yarılmayı artırmakta olanlar da vardır, muhtemelen hep olacaktır ama bu bizim sorumluluğumuzu azaltan bir şey değil.
Uzun müddettir siyasi ve toplumsal yarılmayı, bölünmüşlüğü artıran unsurlardan biri de geniş mânada dinî alan olmuş. Daha doğrusu dinle ilgili meseleler yarılmayı artıracak şekle büründürülmüş, öyle sunulmuş. Halbuki bugün bu topraklarda bir millet yaşıyorsa, -son yıllarda oluşmuş/oluşturulmuş bütün hassasiyetlere rağmen buna Türk milleti demekte bence hiçbir mahzur yok- bu İslâm sayesinde, Müslümanlıkla birlikte vücut bulmuştur. Anadolu’da bizim Müslümanlık dışında bir tarihimiz yok. Dolayısıyla kurucu ve yaşatıcı unsur olarak İslâm ve Müslümanlık burada ırktan, dilden, yerel özelliklerden hep önde olagelmiş. Hamurumuz onunla karılmış. Vatan zaten dârü’l-İslâm yani İslâm yurdu demek… İslâm’la, dinle olan bütün geriletici problemlerine rağmen Cumhuriyet ideolojisi de bu durumun bir şekilde farkındadır. Onun için başta Lozan mübadilleri olmak üzere bütün Cumhuriyet tarihi yakın Osmanlı geçmişini takip ederek “Müslüman-Türklerin” Anadolu’ya göç etmesine sıcak bakmış, bazen teşvik etmiş ama hiçbir zaman mani olmamıştır. Paradoksal gibi gözükse de Anadolu’nun nüfus olarak tarihinde hiç olmadığı kadar Müslümanlaşması bu sayede olmuş, homojenleşme Müslümanlaşma üzerinden sağlanmıştır. Bu vâkıa hâlâ devam ediyor. Gelenleri “Türk” kılan Müslümanlıklarıdır, ırken, dil itibariyle Türk olup olmadıkları hiç değil. Onun için Cumhuriyet Türkiyesi’nin ne kadar Batı tipi “ulus devlet” olduğu meselesi hiç değilse bu bakımdan tartışmaya açıktır.
Peki hocalara ne demeli?
Demem o ki Türkiye’de ‘birleştirici’, kurucu en önemli unsur olan dinin, İslâmiyetin,tam aksi istikamette bir tartışma, yarılma, bölünme aracı ve alanı haline dönüştürülmesi, hem de hocaların kısmi katkılarıyla buraya doğru itilmesi,-dinle irtibatı hangi düzeyde olursa olsun- herkesin önemseyerek anlamaya çalışması ve çözümler havuzuna katkıda bulunması gereken bir mevzudur. Bugünün dünyasında dinî alanı tartışmaların tamamen dışında tutalım demiyoruz. Bu mümkün değil, tarihte de mümkün olmadı. Türkiye’yi taşıma kapasitesi olan bir üsluptan, bir seviyeden, bir derinlikten bahsediyoruz
Bu nazik meselenin tarihi hocalarla, ulema ile, din adamlarıyla başlamıyor elbette. Bir genelleme yapacak olursak hadisenin kaynağında dinin, İslâmiyet’in modernleşme süreçlerine uyumlu hale getirilmesinin, buna paralel olarak direnç noktası olabilecek dinî-geleneksel unsurların zayıflatılmasının yattığını söyleyebiliriz. Fakat bu hassas bir noktadır, çünkü uyum hattını ihmal ederseniz geleneksel dindarlık kodlarıyla yaşayan büyük kalabalıkların yeni sürece katılımını sağlamakta zorlanıyorsunuz. Uyum hattında kantarın topuzunu kaçırır, dinî ölçüleri zorlar veya baskı altına alırsanız o zamanda din merkezli sert bir muhalefetle karşılaşabilir yahut toplumu taşımakta güçlük çekersiniz.
Hocaların devreye girdiği yer bu nazik nokta. Aslında ilk bakışta tarihî konumlarına uygun olarak ortada bir yerde duruyorlar; halktan devlete itaat taşıyor, devletten halka adalet, şefkat, merhamet talep ediyorlar. Hem fikren hem fiilen. Ama artık devlet eski devlet olmadığı gibi halk da o eski halk değil. Yine de İslâm dünyasının bütün coğrafyalarında ulemanın, hocaların modernleşme (hatta bazen doğrudan laikleşme) süreçlerine ciddi katkılar verdiklerini, Cumhuriyet ideolojisinin yerleştirmeye çalıştığının aksine uyum hattını kuvvetlendirdiklerini görmek ve söylemek lazım. Çağdaş İslâm düşüncesine, İslâmcılık hareketine, yeni (modern/ist) düşünce ve kurumlara, yeni devlet yapılanmalarına, bu arada Cumhuriyete hocaların kattıkları görülenden, tahmin edilenden çok fazladır.
Bir tarafı müspet olan bu katılımın, katkının iki önemli ve ciddi problemi var. Biri modern projenin tabiatına uygun/tâbi olarak dinde, dini yorumlama biçimlerinde de tektipleşme istikametinde kuvvetli bir hareket doğuyor. Buna kısaca yeni Selefîlik diyebiliriz sanıyorum. Bu çizgi yeni dinî-siyasî birliği sağlamak, dağılmayı önlemek için kaynaklara (Kur’an ve Sünnete, Asr-ı Saadete) dönme iradesiyle sağlam ve sahih bir bölge, bir tutamak ararken İslâm tarihine, Müslümanların engin ve derin tecrübelerine, geleneklere, Müslüman kültüre, yerel imkânlara karşı dar, daraltıcı, dışlayıcı bir tutum takınıyor. Bu yarılmayı besliyor.
Halbuki nasların, dinin ‘meşru’ bir çerçevede anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması hiçbir zaman tektipleşme sınırları içine sığmaz, sığmamıştır. En yukarıya tevhid (birlik, Allah’ın bir ve tek oluşu) akidesini ve fikrini koyan İslâm aşağıya doğru inildikçe çeşitlenir, renklenir, yayılır, her şeyi belli bir seçmeden geçirerek içine alır, hayatın her tarafına sirayet eder, yerlileşir, yerlileştirir.Geçişkenlikleri olan bir kademeler manzumesiyle karşıkarşıyayız artık. Üst ilkelerde birleşen diyelim ki kelâm, fıkıh, tasavvuf, felsefe ilimleri ve âlimleri aynı meseleye, aynı hükme bütünüyle aynı önceliklerle ve tektip mantıkla bakmaz, bakması gerekmez.
Yeni Selefîlik ise yeni kelâm ağırlıklı bir din yorumudur, lafızcıdır; esas itibariyle kademe gözetmez, farklı öncelik ve anlayışlara meşruiyet tanımak istemez, tektipçidir. Bambaşka yerlere, diyelim ki biri daha dindarlığa, diğeri laikliğe, dindışılığa varmak istemelerine rağmen Yeni Selefîlikle modern projeyi (bizde aynı zamanda Cumhuriyet ideolojisini) yakınlaştıran da bu noktadır. Pek ihtimal verilmeyen ve bu yüzden üzerinde düşünülmeyen bir nokta burası…
İkinci ciddi ve önemli problem bu din anlayışının halk Müslümanlığı ile cemaat ve tarikat dünyaları ile arasını ciddi şekilde (bazen kategorik olarak) açması, kendisinin de içinden geldiği İslâm’ı yaşama biçimlerini hurafe ve bâtıl inançla (uç noktalarda şirkle), yanlış anlaşılmış ve yaşanmış İslâm’la eşitlemesi, onlara mahkum etmesidir.
Bu içeriye, Müslümanlara dönük dışlama ve itme de yarılmayı ve bölünmeyi artıran bir şeydir.
Kuvvet ve zaafları
Yaşar Nuri Öztürk merhum molla sayılacak kadar hafızlık ve medrese eğitimi almış olmasına rağmen esas itibariyle İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü/İlahiyat Fakültesi standartlarında yetişmiş biridir; zihniyet dünyası ve ufku oralıdır. Zeki, çalışkan, cerbezeli, iddialı ve ihtiraslı bir insan olduğu için elbette onların ortalamasının yukarısında ve dışında özellikleri var. Fakat netice itibariyle Yeni Selefîliğe yakın, kaynaklara dönüş fikrine bağlı, modern dünya ile İslâm arasında karşıtlıktan çok yakınlık gören bir din ve dünya anlayışına sahip biri var karşımızda.
Erken teşekkül eden tasavvuf ve tarikat ilgisi onu yüksek tahsil yıllarında ve ilk akademik metinlerinde, sonraki yıllarından hayli farklı çalışmalara sevketmişti. Ben kendisini 70’li yılların daha başında tanıdım, Hareket dergisinde tasavvufî metinler, başarılı diyaloglar yazıyor, aynı zamanda bir camide imamlık yapıyor ve judo çalışıyordu. Hareket Yayınları’ndan çıkan Tarih Boyunca Tasavvufi Düşünce (1974) kitabı bu denemelerinin ürünü bir ilk kitaptır. Doktora tezi bir tarikat şeyhi üzerine idi: Kuşadalı İbrahim Halveti (1982). İlk hacimli eserinin başlığı her yönüyle o yıllardaki yönelişlerini ele veriyor: Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (1985). Demek ki Kur’an ve Sünnet’e uyan ve uymayan tasavvuflar var kafasında. Ayrıca bir tarikata intisap etmiş ve Bayazıt Camisi’nde o çevrenin Ramazan mukabelesini okuyacak kadar onlara yakınlık kazanmıştı. İhtisas alanı da Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi’dir, kendisinin de sonraki yıllarda öyle göstermeyi tercih ettiği İslâm Felsefesi değil. YÖK’ün ilk yıllarında Tasavvuf bilimdalı İslâm Felsefesi üst başlığının altına yerleştirildiği için doktora ve doçentlik işlemleri böyle yapılıyordu.
Fakat tasavvuf ve tarikatlar onun giderek uzaklaşacağı, bir müddet sonra hatırlatılmasını dahi pek istemeyeceği bir tarafıdır. Hareket dergisinde yazdığı yıllarda tercüme ettiği iki kitap ise Müslüman Kardeşler’e yani radikal ve Yeni Selefîliğe yakın bir harekete mensup yazarların eserleridir; Seyyid Kutup’tan İslâm Kapitalizm Uyuşmazlığı (1972), Mustafa Sibai’den İslâm Sosyalizmi (1976) tercümeleri onun “A. Niyazoğlu” müstear adını taşır.
Yeni din adamı ve anlatımı
Bugün bilinen ve hatırlanan Yaşar Nuri Öztürk tablosu bu özelliklerle birlikte fakat onlardan daha ziyade medyatik bir tiptir, hatta başarılı bir televizyon eseridir. Hocanın medyatik vasıflar kazanması Hürriyet gazetesi yazarlığı ile başlasa bile onun esas itibariyle bir 28 Şubat hadisesi olduğunu söylemekte bence bir mahzur yoktur. 28 Şubat bütün askeri müdahaleler gibi bir taraftan dinî alanı tahrip edip biçimsizleştirirken diğer taraftan da yeni dinî anlayış ve arayışların önünü açmış, farklı “dindarlaşma”lara, yeni dinî tezahürlere kaynaklık etmiştir. 28 Şubat süreci Ak Parti’ye de zemin hazırladı veya yol verdi. Başörtüsü meselesini/başörtülü tipini bambaşka vadilere sürükledi. Dindarların yaşama tarzlarını hayli tebeddülata ve dejenerasyona uğrattı. Cemaat ve tarikatlara yeni roller biçti ama konumuz itibariyle esas yaptığı şey Kemalist dindarlık veya Cumhuriyet ideolojisi ile tam uyumlu din anlayışı diyebileceğimiz bir kategori ortaya çıkarmış olmasıdır. Şimdilik müspet veya menfi etiketler yapıştırmadan bu süreçlerde Yaşar Nuri’nin etki ve katkılarının ciddi boyutlarda olduğunu, birçok insanın dinî bilgi ile Kur’an meâliyle onun sayesinde tanıştığını söyleyelim.
Yeni medyatik hoca tipinin bazı özellikleri var: Hakikat veya dinî doğruluk artık bir “piyasa” ve görünürlük işidir, iş yapan, ilgi gören, reyting alan en iyi ve en doğu hocadır; piyasanın açık veya örtük patronları olduğu gibi reklamla, piarla oluşan hevesli, markaya bağlı müşterileri, takipçileri de vardır. (Yaşar Hoca kitap fuarlarında kafasını işaret ederek bunu görmeyen standa yaklaşmıyor ve kitap almıyor diyordu). Reklam, ucuzluk, kolay ulaşılabilirlik (kolay anlaşılırlık), güven telkin eden bir eda, kesinlik ve netlik, rahat taşınabilirlik (aktarılabilirlik) tabloyu tamamlar. Fizikî şartlar, albeni de önemli tabii.
Yeni medyatik din anlatımlarının da bazı özellikleri var: a) Din anlatımı bilgi ağırlıklıdır. Her hocaya göre değişen “doğru” ve “Kur’anî” bilgidir bu. Enteresan bir şekilde ibadet, özellikle ahlâk burada önemli bir yer tutmaz, tarih de ahiret hayatı da yoka yakındır. b) Verilen bilgi ve hükümler tektiptir, katıdır, kesindir, hepsi “dır”la biter. Doğru tek yorum hocanın bildiği, kurduğu ve aktardığı yorumdur. Güvenle okunan Kur’an âyetleri hocanın görüşlerini desteklemek için inmiş gibidir. Başkalarının görüşleri, farklı yorumlar, geçmiş ulemanın değerlendirmeleri sadet haricidir. Bunları zikretmek hem kendisi hem de verilen hükümleri zayıflatır. c) Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an âyetlerini zikretme ve kullanma biçimi herhangi bir metni zikretme ve kullanma biçiminden farksızdır, gelişigüzeldir; tutum ve ifadelerde kutsallık, dinîlik, maneviyat, üst saygı farkedilecek şekilde yoktur. d) Muhalif görüşlere, farklı yorumlara karşı kabalık ve dışlayıcılık, meydan okuma üslubu hakimdir.
Aslında görsel medya üzerinden oluşmuş “hoca cemaatları”ndan, dini anlatım biçimlerinden bahsetmek doğru olur. Çoğunlukta olan yeni Selefi hocalara, ilahiyatçılara karşı yine medyatik özelliklere sahip geleneksel din anlayışını dillendiren, bir kısmı tarikat mensubu, medreseli hocalar da vardır. Fakat iki tarafın üslupları karşı tarafa, tenkit ve reddettiklerine çok yakındır; tektipçi, meydan okuyucu, karşı taraftaki meslektaşını kaba ifadelerle ve cahillikle suçlayan, daha ileri gidip tekfir eden, dinî alanın dışına iten bir üslup…
Yazının başında temas ettiğimiz meseleye dönecek olursak medyanın hevesli ve iddialı hocalar aracılığıyla, yeni yorumlar ve enteresanlıklar üzerinden dinî bilgi ve yorum alanını dağıttığı, izafi ve güvensiz hale getirdiği, böldüğü şüphe götürmez. Hocaların -doğruyu ve iyiyi değil kullanışlılığı, çıkarı, gücü ve yönlendirmeyi esas alan-medya mantığı ve etiği üzerinde hiç kafa yormadan ihtiraslarına kurban olarak veya körlükleri sebebiyle bu yarılma süreçlerine fütursuzca alet olmaları gerçekten düşündürücü bir mevzudur. Onların medya vasıtasıyla yaygınlaşmasına katkıda bulundukları dinî bilgi ve hissiyatın müspet fonksiyonlarının olduğu şüphe götürmez, fakat bunun yarılmaların yanında ne kadar dengeleyici bir unsur olduğu müzakereye açıktır.
Yaşar Nuri Hoca bütün şahsi zaaflarına ve şöhrete, makama, maddiyata, siyasete olan düşkünlüklerine rağmen bilgi, kabiliyet, beceri ve kapasite itibariyle boş ve sıradan bir insan değildi. Fakat bütün cerbezesine rağmen arkasındaki uyarılmış büyük medya desteği çekildiği zaman hiçbir şey yapamadı, “çıplak uyarıcılığı” bir işe yaramadı; kitaplarının satışı çok çok geriledi, Ulusal Kanal dışında kendisine mikrofon uzatan televizyon, Aydınlık dışında köşe tahsis eden gazete kalmadı. Vefatından sonra hakkında yazılan çok az sayıdaki yazılardan “en iyisi” de Doğu Perinçek’e aitti.
Nereden nereye değil mi? Ve ne kadar çok araştırılıp öğrenilecek, ibret alınacak hadise var. Ramazan günü bir dua ve latife ile bitirelim: Yüce Allah Yaşar Nuri Hoca’nın ve hepimizin taksiratını affetsin. Ey medyatik hocalar, siz de ibret alın!
ikara55@gmail.com
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…