Mecburi Öğretime Kim Mecbur?
Dünya mecburi öğretimi tartışıyor. Mecburi (zorunlu) öğretimin 19. Yüzyılın programı olduğu, yüzyılımızın dünyasında zorunlu öğretim yerine daha esnek, kabiliyetleri daha fazla değerlendiren ve ihtiyaçları karşılayan “okulsuz toplum” projeleri ilgi topluyor. İlgi toplamakla kalmıyor, mecburi öğretim dışında uygulamalar yaygınlaşıyor.
Mecburi öğretim, bilim ve eğitim zeminlerinde tartışılmak yerine, bilimi ve eğitimi yönlendirme merkezlerinde şekillendiriyor. Bu yüzden, geniş kitlelerin mecburi eğitim konusunda ikna edilmesi düşünülmüyor; buna ihtiyaç dahi duyulmuyor. Demokratik rejimlerde (mecburen) terk edilmiş olan devletin ceberut vasfı öne çıkarılacak halka bir mecburiyet dayatıyorlar. Halk kendi lehine olanı anlamaz mı? “Anlar, bilir ve takdir eder” diyorsanız, seçimleri beklemeyelim, referanduma gidelim. Milletin hâkimiyet yetkisini kabul edelim. Başka güçlerin gölgesini sekiz yıllık eğitim üzerinden kaldıralım.
Bu dayatmanın, birtakım olağanüstü tedbirlerle ve hatta geçmiş çağlardakini andıran salma ve haraç türü vergilerle desteklenmesi, cebir unsurunu kuvvetlendirmektedir. 21. Yüzyıla giden bir ülkede özgürce yaşamak yerine, cebir unsurunun normal karşılandığı geçen yüzyılların devletine öykünen bir yönetim tarzında yaşamaya mahkûm ediliyoruz.
Mecburi öğretimin doğruluğu veya yanlışlığını, süresinin uzunluğu veya kısalığı, biçimini, tarzını tartışmak yerine, normatif olarak mecburi öğretimin gerekliliği ve ille de sekiz yıl sürekli yapılırsa iyi sonuç vereceğinin tartışılmadan kabul edilmesi isteniyor.
Mecburi öğretim gerçekten gerekli olabilir ve gerçekten sekiz yıl kesintisiz uygulanması da doğru olabilir. Bu doğruların dikte edilmek yerine tartışılarak, geniş kitleler ve daha önemlisi muhalif kesimler ikna edilerek kabul ettirilmesi bugünün dünyasında daha doğru yol değil midir?
Türkiye mecburi öğretimi, hem de sekiz yıl kesintisiz olması gerektiğini kabul etmek zoruyla karşı karşıyayken, dünyanın, hem de örnek aldığımız ve seviyesine çıkmaya çalıştığımız batı dünyasının, konuyla ilgili ne düşündüğü merak edilmiyor. Meselâ siz, günümüz Türkiye’sinde bir bilim adamı, “mecburi öğretim de ne oluyor, okul fonksiyonunu kaybetmiştir, okulsuz bir topluma geçmeliyiz; herkes herkesi ve her yerde eğitebilir, yetişebilir” dese bu bilim adamının nasıl yaftalanacağını tahmin edebilir misiniz?
Böyle bir bilim adamı, medyamızın lügatinde çok kullanılan kelimeler arasında yer alan “meczup” tanımlaması ile yaftalanacaktır. Fakat örnek aldığımız batı dünyasında bu fikirleri öne süren olumsuz bir niteleme ile damgalanmıyor, dikkatle dinleniyor ve okul dışı öğretim uygulamaları ABD başta olmak üzere gittikçe yaygınlaşıyor.
Onlar batılı, bizimkiler batıcı. Hiçbir zaman aslı gibi olamazlar. Batılıların yaklaşımları ile batıcıların yaklaşımları arasındaki farkı, bize çok kıymetli bir bilim adamımız yıllarca önce, “Garplılaşmanın neresindeyiz” sorusunu sorarak ortaya koymuştur. Merhum Profesör Mümtaz Turhan’ın bu soruyu sormasının üzerinden on yıllar geçti; fakat onun sorduğu soruyu ve verdiği cevapları özümseyen ve önemseyen pek fazla kimse olmadığı anlaşılyor. Yani hâlâ onun bu soruyu sorduğu noktada durulmaktadır.
Bu konuda batıcıların değil, batılıların neler yaptığını bilmek daha faydalı ve öğreticidir. İşte başını İvan İllich’in çektiği “okulsuz toplum” fikrini savunanların görüşleri şöyledir:
Okul, öğrenciyi sınıf geçmeye, diploma şartlandırıyor. Toplumun ihtiyaçları sürekli olarak değiiyor ve çeşitleniyor. Okullar insan yetiştirmeyi bu çeşitlenme ve değişmeye rağmen belirli kalıplara indirgiyor ve günümüz için kifayetsiz mezunlar yetiştiriyor. Okul, fonksiyonlarını kaybetmiştir. Okulun duvarları çatırdamaktadır. Sanayi toplumları için fonksiyonel bir kurum olan okul, bu toplumun taleplerine uygun fertler yetiştirebiliyordu. Şimdi ise dünyadaki değişime ayak uyduramamaktadır. Okul, insanı yaşadığımız dünyadan tecrit ediyor, sınırlıyor; yeni ve eski iletişim cihazları kullanılarak bu tecridin dışında bir eğitim ortamı meydana getirebilir. Herkesin eğitiminin herkes tarafından verilebileceği eğitim ağları oluşturulmalıdır…
Bugünün toplumunun tanımlanmasında bilgi toplumu kavramı ön plâna çıkmıştır. Bilgi toplumu öğrenmenin de sürekliliği bir toplumdur. Bilgi birikimi her dört yılda bir ikiye katlanmaktadır. Bu arada bazı meslek dalları ortadan kalkmakta, yeni yeni meslekler ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple okulda öğrenilenle ömür boyu idare etmek mümkün değildir. Okulun durağanlığı ile toplumun dinamizmi ve değişen talepleri çelişmektedir. Okul; usul, müfredat ve kendini yenileyemeyen öğreticilerle bilginin artış hızına yetişememektedir.
“Bilgi toplumu okula alternatif olan kurumları ortaya çıkarmıştır. Bilgi sektörü (dijital santraller, bilgisayar ağları, internet, e-posta teknolojisi vs.), politik sektör, üretim sektörü, aile, medya ve benzeri plâtformlar çağdaş insanın yeni eğitim ortamları olarak işlev üstlenmektedir… Kendi içinde bu sınırları aşma isteğini açıkça ortaya koyan toplum karşısında okulun da yeni eğitim plâtformlarıyla uzlaşma içine girmesi beklenirdi. Ne var ki okul böyle bir uzlaşma girişimi yerine kendi içine kapanmayı tercih eder görünmektedir.”
“Okul kültürel çeşitliliğin ortaya koyduğu taleplerle toplumdaki bütünleşme ve uzlaşma isteğine uygun mekanizmaları devreye sokamadığı müddetçe dünyadaki gelişmelerin dışında kalmaya devam edecektir. Yeni kültür ve eğitim plâtformlarının artan cazibesi okulun bizzat öğrenciler tarafından sarsılmasına neden olabilecek entelektüel gerekçeler de sunmaktadır. Öğrenciler okul dışından getirdikleri bu kültür ve eğitim birikimleriyle öğretmenlerin ilgi alanlarının önüne geçmişlerdir. Üstelik öğrencilerin barınak sorununu ortadan kaldıran yeni kültür odakları (çağdaş tarikatlar) okulu kendi eğitimlerini onaylayan birer sertifika kurumuna dönüştürmüşlerdir.”
“Bütün bu değişmeler İllich’in yetmişli yıllardaki kehanetinin aslında büyük bir öngörü (basiret) olduğunu göstermektedir. Giderek azalan işlevi okulun bir kan kaybı olarak yeni toplum içindeki prestijini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuzluk, eğitimin yeni plâtformlarıyla rekabet edemediği sürece okulun muhtemel sonunu hazırlamaktadır. Yapılması gereken çatırdayan duvarları onarmak değil, yönetimi, öğretmeni ve müfredatıyla okul duvarlarının ötesindeki rekabet dünyasına açmaktır.”
Bu bilgilerden sonra, herhâlde, mecburi ve sekiz yıllık öğretimle ilgili batı dünyasından destekleyici fikirler araştırmak ve aktarmak bir yana, Türkiye’nin yetişkin bilim adamlarından ve bilhassa eğitim bilimcilerinden yararlanmaktan neden kaçınıldığı daha iyi anlaşılmıştır!
Batıcılarımız batıdaki ideolojik, felsefi ve bilimsel gelişmeleri yüzyıl geriden takip ediyorlar. Onlar hâlâ pozitivizm dinine inanan tek bir batı var sanıyorlar. Batının kıyasıya eleştirdiği, modasının geçtiğini söylemekten çekinmediği eğitim sistemini de (hem de Türkiye’de üretilmiş azgelişmiş diktacı versiyonunu) her derde deva bir mecburiyet şeklinde sunarak batıyı ne kadar geriden takip ettiklerini bir daha ortaya koyuyorlar…
D. Mehmet Doğan, Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, s. 63-66.