Makineler Dünyasında İnsan Özgürlüğü
Paylaş:

1_8lECG73jZ_WrwK44Un9qHA-300x121 Makineler Dünyasında İnsan Özgürlüğü

Modern dönemlerin en çok yüceltilen kavramı muhteme­len özgürlük kavramıdır. Devletler öyle olmadıkların­da bile özgür bir devlet olmakla övünürken, küçük çocuklar bile ailelerinden özgürlük talep etmekte, insanlar kararlarına meşruiyet kazandırmak istediklerinde onun özgürce alınmış bir karar olduğunu söylemektedir. İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü gibi özgürlükler medya­da dünya çapında tartışmalara konu olmaktadır. Çoğunlukla da özgürlükten seçme hakkı anlaşılmakta ve kişisel tercihler adeta kutsanmaktadır.

Modern dönemde insanların seçim yapabilme gücüne büyük önem verilmektedir. Modern dönemin büyük düşü­nürlerinden biri olan John Stuart Mill’e göre seçim yapabil­menin önemli olmasının nedeni, onun insana katkıda bulun­masıdır. Mill, bu çerçevede insanların algılama ve ayırt etme duygusunun, zihinsel aktivitelerinin ve hatta ahlaki tercih yeterliliğinin ancak seçim yapmakla gelişebileceği iddiasın­dadır (Akt. Harris, 1998,272).

Modern kabullere göre kişi, hayatının nihai efendisidir ve her ayrıntıyı belirlemekte özgürdür. Günümüz tüketim top- lumlarında kişiler yalnızca ürünler arasında seçim yapmak durumunda kalmamakta, ondan aynı zamanda tüm hayatını karar ve seçimlerden oluşan koca bir alaşım gibi görmesi de istenmektedir (Salecl, 2016,9).

Kişinin seçim yapabilmesi, seçim yapabilmeyi mümkün kılacak imkânların olmasıyla anlam kazanır. Bauman, özgür olmakta ve özgür kalmaktaki tek önemli unsurun özgür bi­reylerden oluşan “özgür toplum”un, kişinin dilediği gibi dav­ranmasını yasaklamaması ve onu bu eylemlerden dolayı ce­zalandırmaktan kaçınması olduğunu belirtir. Yasaklamaların ve cezai yaptırımların olmayışı, kişinin dilediği gibi davran­ması için gerekli olan fakat yeterli olmayan bir koşuldur. Kişi dilediği ülkeye gitmekte özgür olsa da bilet için parası olma­dığında bir yere gidemez. Seçtiği alanda yetenekli olmakta özgür olabilir ama bu o alanda kendine yer bulabileceği anla­mına gelmez. Kişi ilgisini çeken işte çalışmakta özgür olsa da hazırda böyle bir iş mevcut olmayabilir. Dilediğini söyleme özgürlüğüne sahip birey, sesini hiç duyuramayabilir. Bu yüz­den özgürlük kısıtlamalarının yokluğunun yanı sıra imkânla­rın da mevcut olmasını gerektirir (Bauman, 2015, 8-9).

Özgürlükte imkânların mevcudiyeti zorunludur. Kierkegaard’ın ifadesi ile olabilirden yoksun olmak, her şeyin bizim için ya zorunluluk ya da bayağılık haline dönüşmesi anlamım taşır. Kişilik de olabilirin ve zorunluluğun bir sente­zidir (Kierkegaard, 2004, 51). İnsan kişiliğinin ortaya çıkması açısından özgürlük bir zorunluluktur. Sadece zorunlulukla­rın bulunduğu, olabilirliklerin, yani imkânların mevcut olma­dığı bir yerde özgürlük olamayacağı için birey de ortaya çıka­maz. Birey, kişilik sahibi insandır ve kişilik kendisini bireysel farklılıklarla gösterir. Bu farklılıkların ortaya çıkabilmesi için olabilirlikler olmalıdır.

Kısıtlamaların yokluğu ve imkânların varlığı insanlara gerçekten seçme özgürlüğü verir. Günümüzde insanların önemli kararlarda etkin olma olanağı küreselleşme, bürok­rasi, çok uluslu şirketlerin muazzamı gücü gibi nedenlerle azalmaktayken, kişisel hayatlarında görece önemsiz konu­larda seçimler yapma imkânları artmaktadır. Örneğin geliş­miş ulaşım araçları sayesinde gerekli maddi imkânlara ve zamana sahip olan herkes dünyanın neredeyse her köşesine gitme özgürlüğüne sahiptir. Buna karşın küresel ısınma gibi önemli konularda bireysel seçimleriyle etkin olması neredey­se imkânsızdır.

Yalnızca kişisel hayat söz konusu olduğunda bile özgür­lük sorumluluğu beraberinde getirir. Bauman’ın da söylediği gibi özgür bir ülkede olmanın anlamı, kişinin kendi yaptık­larından sorumlu olmasıdır. Kişi hedeflerinin peşinde koş­makta özgürken, hata yapmada da özgür olur. İlki, İkincisi ile aynı pakettedir. Kişinin yapmak istediğinin ve yaptığının ona beklediği faydayı ve hatta herhangi bir fayda getireceğinin bir garantisi bulunmamaktadır (Bauman, 2015, 8). Özgürlüğün imkânlar içermesi, olabilirliklere kapı açar. Bauman bu ne­denle bir oyuna benzettiği özgürlüğe katılanların deneyim­lerinin kaderleri kadar belirsiz, olumsal ve uçsuz olduğunu söyler (Bauman, 2013a, 296).

Özgürlük içinde yaptığımız seçimlerin birtakım sonuç­ları olmakta, bizlerin de bu sonuçları üstlenmesi gerekmek­tedir. Ancak Yıldız Silier’in de belirttiği gibi insanların çoğu özgürlük isterken kendisini kandırmaktadır. Bu kişilerin asıl istediği, özgürlük değil, serbestlik ya da bedeli ödenmemiş bir özgürlüktür. Bunların durumu adeta yerçekimsiz bir or­tamda yürümeyi istemek gibidir. Yürümeyi mümkün kılanın sürtünme olması gibi özgürlüğü mümkün kılan da sorumlu­luktur (Silier, 2014, 61).

Özgürlükçü olmak ölçüsüz olmak anlamına gelmedi­ği gibi özgür olmak da rahat olmak demek değildir. Özgür olmak varoluşun sonsuz zorluklarını tanımak ve ahlaki dav­ranış için hazır reçetelerin olmadığını fark etmek demektir (Billington, 1997, 302). Yalnızca ahlak alanında değil, nere­deyse hayatın insani hiçbir alanında hazır reçeteler bulun­mamaktadır. Her önemli karar sonrası birtakım sonuçlar doğmakta, bu sonuçlar karan alanın sorumluluk alanına giri-vermektedir. Sorumluluğun özgürlüğün ayrılmaz bir parçası olması, kimi insanların özgürlüğü bir yük gibi görmesine ne­den olmaktadır. Seçilecek alternatiflerin artışı bu yükü daha da ağırlaştırmaktadır.

Yaşamlarımızı kişiselleştirip kusursuzlaşmamızı sağ­laması gereken seçenek artışı, daha çok doyum yerine daha büyük kaygı, yetersizlik ve suçluluk duygusu doğurmakta­dır. insanlar bu duyguları hafifletmek için pazarlamacılardan veya yıldız fallarından tavsiye almaya, kozmetik sektöründen güzellik tüyoları edinmeye, ekonomistlerin ekonomi tahmin­leriyle yönlerini bulmaya, ilişkilerinde kişisel gelişim uzman­larının tavsiyelerine uymaya razı olmaktadır (Salecl, 2016, 11). Artan seçenek bolluğu, seçilebilecek alternatifler olarak insanların kafalarını karıştırmakta, insanlar karşılanma çıkan seçeneklerin çokluğu karşısında şaşkına dönmektedir. Öyle ki marketten alınacak bir diş macunu ya da peynirin seçimi bile bir problem olmaktadır. Kalite, fiyat ve tür bakımından birbiriyle yarışan bu ürünlerden hangisini almanın en doğ­ru karar olacağım belirlemek pek de kolay değildir, insanlar daha önemli konularda daha büyük zorluklar yaşamaktadır. Üniversiteye gidecek bir genç hangi bölümü, hangi üniver­sitede okumalıdır? Bir insan, çalışılması mümkün olan iş sa­halarından hangisini tercih etmeli, kiminle evlenmeli, hangi şehirde yaşamalı, çocuğunu ne şekilde yetiştirmeli ve hangi okula vermelidir? Bu konularda varolan çeşitli alternatifler arasında en doğrusu hangisidir? Bu konularda ortaya çıkan her yeni alternatif, verilecek karan zorlaştıran bir unsur ola­rak kişinin seçim özgürlüğüne dahil olmaktadır.

Tercihte bulunmayı veya karar vermeyi güçleştiren önemli bir husus da kişilerin bilgisizlik içinde olmalarıdır. Günümüz insanları, çocuk yetiştirmeyi bilmeden çocuk sahi­bi oldukları için ebeveynlik uzmanlarına, kilolarım denetle­meyi bilmedikleri için diyetisyenlere, kendileriyle ya da di­ğer insanlarla etkili iletişim kurmayı bilmedikleri için iletişim uzmanlarına ve psikiyatrlara başvurmaktadır (Köse, 2010, 112-113). Bu açıdan eğitim sistemlerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Mevcut eğitim sistemlerinin ve ebeveynlerin büyük çoğunluğu çocuğu yalnızca iş gücü piyasasına kazan­dırmayı hedeflemektedir. Oysa hayat iş yaşamından ibaret değildir. Kişinin kendi başına yeterli olmasını sağlayacak bir donanım, etkili iletişim becerisi, doğru şekilde beslenme bil­gisi vb. de insan hayatı için lüzumlu bilgilerdir. Bu bilgilerle donatılmamış birey, hayat bunları bilmeyi gerektirdiğinde kendisi yeterli olmadığı için başkalarına muhtaç olacaktır.

Kişilerin kendi akıllarına, muhakeme güçlerine, içgüdü­lerine ve olgunluklarına duydukları güvenin azalması, seçe­nekler bolluğu karşında uzmanların ellerine teslim olmala­rına yol açmaktadır. Uzmanlar birer profesyoneldir ve Ivan illich’e göre profesyonellerin işleri insanlara neye ihtiyaçları olduğunu söylemektir. Bu kişiler, reçete yazma gücünün ken­di ellerinde olduğunu ileri sürerler. Yalnızca neyin iyi oldu­ğunu ilan etmekle kalmaz, ayrıca neyin doğru olduğunu da takdir ederler. Bu kişilerin alameti ne aldıkları maaş, ne aldık­ları uzun eğitim, ne yaptıkları hassas iş ne de sosyal statüle­ridir. Maaşları düşük ya da vergilerle kuşa çevrilmiş olabilir, eğitimleri yıllar boyunca sürmemiş yalnızca birkaç haftaya sıkıştırılmış olabilir, sosyal statüleri pek yüksek olmayabilir. Profesyonelin alameti, otoritesidir ve bu otorite ona bir kişiyi müşteri olarak tanımlama, o kişinin ihtiyaçlarını belirleme ve o kişiye reçete yazma yetkisi verir (Illich, 2010, 54).

Konularının uzmanları olan profesyoneller yakın zaman­da ortaya çıkmıştır. Ancak insanları onlara yönlendiren da­nışma ihtiyacı yeni değildir. İnsanlar geçmişte de önemli ve zor kararlar almanın eşiğinde olduklarında başka insanların fikirlerini alma, onların tecrübelerinden faydalanma ihtiyacı duymuşlardır. Aile ve akrabalık ilişkilerinin güçlü olduğu, aile büyüklerinin saygı gördüğü, hayatın şimdiki gibi hızlı değişmediği dönemlerde başkalarına danışmak daha kolay ve risksizdi. Çağımızda hayat çok hızlı değişmektedir ve bu nedenle geleceği öngörmek zorlaşmaktadır. Bu nedenle pek çok insan özellikle önemli kararların arifesinde, tanıdıktan “sıradan” insanlara değil, profesyonellere danışma ihtiyacı duymaktadır.

Özgürlük kavrayışımızda bazı sorunlar vardır. Belirli alanlarda bazı özgürlüklere sahip oluşumuz, hayatımızın bütünüyle efendisi ve şekillendiricisi olduğumuz anlamına gelmemektedir. İnsanlar gerçekte sayısız sınırlandırmaya tabidir. Yaygın özgürlük söylemleri ise bu gerçeğin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Bu söylemin benimsenmesi ne­deniyle insanlara içindeki her unsuru diledikleri gibi biçim­lendirerek yaşamlarını bir sanat eserine çevirebileceklermiş gibi davranılmaktadır. İnsanlar ideal bir dünyada yaşıyormuş gibi, yaptıkları seçimler geri döndürülemez değillermiş gibi hareket etmeye teşvik edilmektedir. Oysa gerçekte ekonomik koşullar, seçme özgürlüğünü kısıtladığı gibi tek bir yanlış ka­rarın da telafisi mümkün olmayan feci sonuçları olabilmekte­dir (Salecl, 2016,15).

Hayatımızı bizim karar ve eylemlerimiz dışında etkile­yen pek çok etken vardır. Örneğin bir kişi işinde ne kadar çalışkan ve başarılı olursa olsun, ekonomik bir kriz sonrası çalıştığı firma iflas edebilir ve bu kişi işsiz kalabilir. Bir sürücü aracını ne kadar dikkatli kullanırsa kullansın, isterse tüm tra­fik kurallarına harfiyen uysun yine de sarhoş bir sürücünün kurbanı olabilir. Sağlığımıza ne kadar dikkat edersek edelim, bizim dışımızda kalan bir etken nedeniyle, mesela bir sivri­sinek ısırması nedeniyle, hasta olabiliriz, insan tüm hayatını kontrol edebilecek ve bu hayatı dilediği gibi şekillendirebilecek bir güce sahip değildir. Ona böyle mutlak bir güce sahip­miş gibi davranmak büyük bir haksızlıktır.

Kişiler, kendilerini hayatlarına ilişkin her şeyin kontro­lünden sorumlu tutup bu kontrolü ne kadar çok üstlenirse her tür sorun daha da ürkütücü hale gelir. Böyle bir yakla­şım nedeniyle sağlık sorunları bireylerin en büyük günahı haline gelirken; birey işini kaybettiğinde, işini kaybetmeden önce yeni bir iş aramadı diye kendisini suçlu hissedebiliyor. Hasta insanlar ise hastalıklarının önüne geçemedikleri için kendilerini suçlayabiliyor. Bir hastalığı atlatamadığımızda bu yüzden kendi kendimizi suçlayabiliyoruz (Salecl, 2016, 51-52). Oysa insanın kişiliği bile tamamen kendisinin kont­rolü ile oluşmamaktadır. Jonathan Glover’in de söylediği gibi karakterin kendisi, insan kontrolünün dışındaki genetik ve çevresel etmenlerden de etkilenerek şekillenmektedir. Kendi kendisini yaratma, en başarılı halde bile kısmen mümkündür. Bu yüzden karakterin kendisi bir ölçüye kadar “işlerin öyle gelişmesi” ile ilgilidir (Glover, 2003,608).

Makineleri kontrol etmeye alışan insan adeta kendisine de bir tür makine gibi davranmaktadır: Kendi bedenini tıpkı bir klavye gibi kullanmak istemekte, tuşlara basarak klavye üzerinde çeşitli işlemler yaptığı gibi kendi ve hayatı üzerinde de tasarrufta bulunmaya çalışmaktadır. Her sorunu bu şekil­de kolayca çözmek isteyen modern insan, yüzündeki sivil­celerin varlığına dahi tahammül edememektedir. Hayatı ve kendisi ile ilgili her tür sorun, olay ve duruma bu şekilde yak­laşan bizler, tüm bunları mekanik bir şekilde değerlendirme eğilimindeyiz. Hem bedenimize hem de insanlarla ilişkileri­mize ve duygularımıza yaklaşımımız bu bakış açısının izleri­ni taşımaktadır.

Hayatta ortaya çıkan sonuçların salt bir seçim mesele­si olduğu fikrinin hâkimiyet kazanması ile beraber, aşk ve cinsellikle ilgili meseleler de kariyer ya da tatil seçimi yap­mak kadar kolay halledilebilecek meseleler olarak görülme­ye başlamıştır. Seçme fikri, hisler konusundaki algımıza da derinden etki etmiş ve neticede insanlar bir şeyler hissedip hissetmemeyi seçebilirmiş gibi davranmaya başlamıştır. Bu durumu özellikle üzücü duygulardan kurtulma çabalarında gözlemlemek mümkündür. Ancak seçme fikrini duygular alanına sokmak, kaygı ve suçluluk duygularını arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Örneğin ne yapılırsa yapılsın öfke duygusunun ortadan kalkmadığı durumlarda kişiler muhtemelen bu üzücü duygunun üstesinden gelemedikleri için kendilerine kızmaya başlıyordun Öfke, her ne kadar arzu edilmeyen bir duygu olarak görülse de gerekli bir duygu ol­duğu ve toplumsal değişimi hızlandırdığı unutulmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında insanları öfkeden kurtarma çabalan, onları yatıştırmanın ve dikkatleri toplumsal meselelerden uzaklaştırıp bireysel sorunlara yöneltmenin bir yolu olarak değerlendirilebilir (Salecl, 2016,28-30).

İnceleyin:  Bir Muhalefet ve Bütünleşme Aracı Olarak Özgürlük

Makineler dünyasında, dünya üzerindeki gücümüz ve etkimiz azalırken, özgürlüğü daha çok bireysel hayatımız, bedenimiz ve duygularımız üzerindeki kontrol ve seçim fik­ri ile ilişkilendiriyoruz. Makinelerin sağladığı olanaklar sa­yesinde artık şişman olmak, çirkin görünmek, fit olmamak, depresyonda olmak vb. şeyler bir kader olarak görülmekten çıkmış, bir seçenek olarak kişilerin özgürlüğü içerisinde de­ğerlendirilmeye başlamıştır. Geçmişten farklı olarak bugün bu olumsuzluklar kişinin sorumluluğu içinde görülmekte ve kişinin bunları halletmesi beklenmektedir. Teknoloji sayesin­de herkesin yağlarını aldırarak ya da midesini küçülterek ide­al ölçülere kavuşacağı varsayılmaktadır. Estetik cerrahinin imkânlarından faydalanmamak çirkin olmaktan memnun olmak şeklinde yorumlanmaktadır. Başarısız biri, çalışma yöntemlerinden bihaber tembel biri olarak düşünülmektedir. Hasta kişi de ya sağlığını koruma konusunda yeterince başa­rılı olamamış ya da uygun tedaviyi bulmada başarısız olmuş biridir. Nihayetinde teknolojinin ve teknik bilginin imkânla­rından faydalanarak sorunlarını çözmeyen kişi, bu sorunların asıl sorumlusudur.

Makine başındayken makineye hükmeden insan, benzer bir tavrı kendisine karşı da sergilemekte hem ilişkilerini hem duygularını hem de bedenini aynı şekilde yönetmeye çalış­maktadır. Bu yönetim, kendi kendinin efendisi olmanın, yani özgür olmanın gereği sayılmaktadır. Özgürlük, insanın ma­kineleri kontrol eder gibi tüm unsurları ile kendisini ve haya­tını tercihleri doğrultusunda kontrol edip yönetmesi olarak anlaşılmaktadır. Duygularını, diğerleriyle ilişkilerini, aşkı, önselliği ve bedenini yönetmek isteyen insan, bunlarla ilgili her şeyi denetleyemeyeceği gerçeğini kabul etmediği için sık sık acı bir başarısızlık duygusu yaşamaktadır.

İnsanlar hayatlarını kusursuz bir sanat eseri haline getir­me özgürlüğü ve sorumluluğu karşısında yetersiz kalmakta­dır. insandan iş, aile, evlilik, duygular, ebeveynlik dahil ol­mak üzere her alanda mükemmel olmasının beklenmesi, ona ağır gelmekte bu nedenle kişi inisiyatif almak istememekte­dir. Ne de olsa inisiyatif almaktansa başkalarına tabi olmak çok daha kolay bir yoldur. Ancak bu yol kolay olmasına kar­şın bir özgürlük kaybıdır. Arno Gruen’in de söylediği gibi özgürlük, özerklik ve sorumluluğu gerektirmektedir (Gruen, 2015b, 146). Kendi hayatı ile ilgili kararların alınmasını başka­larına devreden insan, özerkliğini yitirdiği ve sorumluluğunu terk ettiği için özgürlüğünü kaybetmiş olur.

Kendi kendini yönetme, özgür insan ile köle arasındaki en temel ayrımı oluşturur. Aristoteles de insanları kendilerini yönetmeleri açısından ikiye ayırmıştır. Ona göre insanların bir kısmı yöneten konumundayken, diğerleri yönetilenleri oluşturmaktadır. Bedenlerini kullanarak belirli işleri yapma­ları dışında kendilerinden başka bir şey yapmaları beklenme­yen insanlar kölelerdir. Aristoteles bunların yönetilmelerini ve emir beklemelerini daha uygun bulur. Çünkü köleler di­ğerlerine bağlı, aklını kullanma yetileri az da olsa gelişmiş fakat onun iradesine sahip olmayan kimselerdir (Aristoteles, 2013,31).

Platon özgürlüğü Aristoteles gibi irade ve kendini yönetme ile ilışkilendırerek ele almıştır.Ona göre en doğru insan en mutlu insandır; bu kişi de içinde en fazla krallık olan, kendisini en iyi dizginleyen kimsedir (Platon, 2005, 244). Platon’un bu görüşlerini özgürlükle ilişkilendirmemizin ne­deni, onun “içinde en fazla krallık olan” ifadesini kullanmış olmasıdır. Kuşkusuz bir devlette gücü en fazla olan, iradesi­ni en yetkin şekilde kullanabilecek, dolayısıyla en özgür kişi olarak nitelendirilebilecek insan kraldır. Bu nedenle Platon’a göre en özgür kişinin kendisini en iyi dizginleyen kimse oldu­ğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Platon ve Aristoteles’in özgürlüğe ilişkin görüşleri önem­lidir ancak onlar özellikle kendi dönemleri ve Ortaçağ’da etkili olmuş filozoflardır. Modern özgürlük kavramının içe­riğinin belirlenmesinde en etkili olan düşünürlerin başında Immanuel Kant gelmektedir. Kant için özgürlük oldukça önemlidir. Ona göre özgürlük, insanı diğer varlıklardan ayı­ran vasıflardan biridir. Kant’a göre özgürlük, ölümsüzlük ve Tanrı kavramları olmadan yüce bir varlık da olamaz (Kant, 2010, 25).

Kant çok önem verdiği özgürlüğü, istemenin yabana nedenlerden bağımsız olarak etkili olabilme özelliği olarak tanımlar (Kant, 2009, 97). Ona göre istemenin özgürlüğü özerklikten, yani istemenin kendi kendine yasa koyma özel­liğinden ibarettir. Dolayısıyla özgür bir isteme ile ahlak yasa­ları altında olan bir isteme aynı şeydir (Kant, 2009, 65). Kant, kendisinin de belirttiği gibi özgürlükten özerkliğe, oradan da ahlak yasasına gitmiştir (Kant, 2009, 71).

Kant da tıpkı Rousseau gibi bireyi özerk varlık saymış; ahlakı özerk bireyin dışsal şartların zorlamasıyla ya da dinî akidelerin baskısıyla oluşturmayan, bireyin özerkliğine bı­rakılan bir alan olarak görmüştür. Böylece Kant, Ahmet Çiğdem’in ifadesiyle bireyi epistemolojik, ahlaki ve politik bir özne olarak kurmuştur (Çiğdem, 2017, 103). Kant sonrası özgürlük dendiğinde akla kişinin eylemlerinin dış faktörler tarafından değil de kişinin kendisi tarafından belirlenmesi anlaşılır olmuştur.

Özerkliğin özgür olmanın asli unsurlarından biri olduğu, özgür insanın karşısında yer alan kölenin deneyimlerden de anlaşılmaktadır. Kölelerin yaşadığı en ağır başarısızlık duy­gusu, aslında yaşamış sayılmayacaklarının, bağımsız bir in­san olarak görülmemiş olmalarının, onlara hiçbir zaman ku­lak verilmediğinin, fikirlerinin hiçbir zaman sorulmadığının, bir çeşit mal olarak, başka birinin mülkü olarak değerlendiril­miş olduklarının farkına varmalarından kaynaklanır (Zeldin, 2010,17).

Kendi eylemlerini kendileri belirleme imkânına, yani özerkliğe sahip insanlar, kölelerden farklı olarak yaşamış ol­dukları duygusunu hissederler. Bağımsız oldukları için baş­kaları tarafından da bağımsız olarak görülürler. Söyleyecek sözleri vardır ve diğerleri onların fikirlerini sorup söyleyecek­lerine kulak verir. Hiçbir zaman bir mal ya da mülk olarak de­ğerlendirilmezler. Bu nedenle özgür insanlar büyük sorunlar­la karşılaştıklarında bile kendilerini güç ve sorumluluk sahibi bireyler olarak görmeye devam ederler. Buna karşın Simone Weil’in de belirttiği gibi itaat etmeye alışmış olanlarda güç­süzlük duygusu görülür ve bu durum son derece doğaldır (Akt. Çabuklu, 2014b, 117).

Kölelerin güçsüzlük duygusu içinde olmaları onların öz­gürleşme yolundaki en büyük engelleridir. Kölelik tarihini in­celeyen Hellie’ye göre her köle özgürlüğün hayalini kurmaz. Mutlak bir tahakküm altında geçen birkaç yılın ardından, bağımsız olarak varolmak bu insanlara neredeyse imkânsız görünmeye başlar (Akt. Zeldin, 2010,19).

Hayatı ve eylemleri konusunda söz sahibi olmayan, sesi­ne kulak verilmeyen, yaptığı davranışın nedeni kendi aklı ya da arzulan değil de başkalarının emirleri olan kölenin özgür olmadığı çok açıktır. Buna karşın yaptığı her işte köleleri kul­lanan, dünyadaki varlığını başkalarının bedenleri aracılığı ile ortaya koyan, kendi uzuvlarını işlevsel kılmayan köle sahibi­nin özgürlüğü de zannedildiği kadar açık değildir. Zeldin’in aktardığı bilgilere göre MÖ 77 yılında köle sahibi Plinius, köle sahibinin özgürlüğünü sorgulamış bir isimdir. Köle sahibi yaşlı Plinius, “Sokağa çıkmak için başkalarının ayaklarını, et­rafa bakmak için başkalarının gözlerini, insanları selamlamak için başkalarının hafızasını kullanıyoruz, hayatta kalmak için başkalarına muhtacız. Kendimize sakladığımız tek şey bazla­rımız.” diyerek köle sahiplerinin özgürlüğünü açıkça sorgu- lamıştır (Akt. Zeldin, 2010, 21).

Eylemde bulunma, inisiyatif alma, bedenin uzuvlarını kullanma, gerçek manada bir şeyler yapma, sorumluluğu üstlenme açısından insan özgürlüğü konusuna bakıldığın­da, kölelerin kullanımı ile makinelerin kullanımı arasında çarpıcı benzerlikler görülmektedir. Belki de Edgar Poe, he­nüz ondokuzuncu yüzyılın başında böyle bir yaklaşımla “…Teknolojiler en yüksek mevkiye çıkarılmışlardır. Ancak tahtlarına kurulur kurulmaz zincirlerini onları yaratmış olan zekâların üstüne geçiriverdiler.” demiştir (Akt. Virilio, 2003, 98).

İşlerin yapılması açısından köleler ile makinelerin kulla­nımı oldukça benzerdir. Bu durum zaten robot kelimesinin etimolojisine bakıldığında da görülebilmektedir. “Robot” sözcüğü 1920 yılında Karel Capek tarafından, tiyatro oyunu R.U.R (Rossum’un Umumi Robotları) için yaratılmış bir kelime­dir. Oyun, insan işçilerin yerine geçerek çalışma maliyetlerini azaltmak için Rossum’un yarattığı insana benzeyen yapay in­sanları konu almaktadır (Kakoudaki, 2017, 24). Rusçada ça­lışma anlamına gelen rabota sözcüğü de köle anlamındaki rab sözcüğünden türemiştir. Aylak toplum düşüncesinin ortaya çıkış noktası, insanların işleri robotlara bırakıp efendi hayatı sürme hayalidir (Zeldin, 2010, 20).

Robot sözcüğü Slav dillerinde çalışmayı ve aynı zaman­da zorla çalışmayı ifade eden bir kelimedir. “Birisinin köle­si olmak” anlamına gelmektedir. Robotlar insanların yerine çalıştırılacak köleler olarak düşünülmüş ve insanların angar­ya sayılan işlerden azade olabilmesi ve özgür kılınması yo­lunda birer araç olarak görülmüştürler (Batukan, 2017, 16). “Mekanik köle” anlamında robot kelimesine kaynaklık etmiş Slavların, kölelikle ilgili uzun bir geçmişlerinin olması hay­li ilginç bir durumdur. Theodore Zeldin’in verdiği bilgilere göre on iki milyon Afrikalının Yeni Dünya’ya kölelik yapmak üzere kaçırılmalarından önce köleliğe adım verenler Slavlar olmuştur. Romalılar, Hristiyanlar, Müslümanlar, Vikingler ve Tatarlar tarafından yakalanan Slavlar dünyanın dört bir yanı­na köle olarak gönderilmişlerdir. Zamanla yabancı anlamın­da kullanılmaya başlanan Slav sözcüğü köle olarak dışarıya pazarlanan Britanyalı çocuklar için de kullanılır olmuştur. Bu nedenle Modern İngilizcede köle anlamına gelen “slave” sözcüğünün kökeni, Ortaçağ Latincesinde Orta Avrupa’da yaygın olarak köleleştirilmiş Slavlar için kullanılan “sclavus” kelimesine dayanmaktadır (Zeldin, 2010,18). İlginç bir şekil­de bir tür köle olarak görülen robotların isimleri Slavcadan gelmekteyken, Slavların kendileri de uzun zamanlar boyun­ca köle olarak kullanılmıştır. Öyle ki Slav anlamına gelen bir sözcük İngilizce köle anlamına gelen “slave” sözcüğüne kay­naklık etmiştir.

Makinelerle kölelik arasında farklı bir ilişkinin de Hobbes tarafından kurulduğu söylenebilir. Bilindiği üzere Hobbes’un insan anlayışı mekaniktir. Mumford’a göre bu nedenle despo­tizmin bütün iddialarım, insanın bir makine olduğu tezine dayandırarak meşrulaştırmak mümkündür. Dolayısıyla insa­nın dahi insani bir sisteme ihtiyacı kalmamaktadır. Despotun ideallerine ulaşmanın yolu, daha fazla mekanikleşmektir (Mumford, 2015, 247). Despotizm özgür yurttaşların varlığı­na müsaade eden bir yönetim biçimi değildir. Böyle bir yönetimin temellendirilmesi insan özgürlüğüne değil, mekanik­liğine yapılacak vurgularla mümkündür. İnsanlar ne kadar mekanik olursa despotizm altında yönetilmeleri de o ölçüde kolay olacaktır. Kuşkusuz bu da özgürlüklerin yitirilmesini gerektirecektir. Makine sahibi tarafından kurulan saatin çal­ması ile despot tarafından verilen talimatlara göre yaşamını süren insanlar arasında büyük bir fark yoktur.

Ancak insan yalnızca despotik yönetim altındayken değil, kimi zaman makineleri kullanırken de özgürlüğünü kaybetme riskiyle karşılaşmaktadır. Bunun öncelikli nede­ni, makineleri kullanarak bir şeyler yapan insanlar için ger­çek anlamda “edim” ve “inisiyatif” sözcüklerinin uygunsuz kaçmasıdır. Kişi, makineleri kullanırken ediminin yol açtığı sonuçları istememiş ve hatta bunları akıl bile edememiş du­rumda olabilir. Ayrıca bu sonuçları akıl etme veya akimın ucundan geçirme özgürlüğü bile yoktur. Bu nedenle içinde yer aldığı eylemin etik dişiliğim hissetmesinin önüne geçil­miştir. Hatta eylemin insanlık dışı olduğunu hissetmekten mahrum bırakılmış, vicdan azabı duyma hakkı elinden alın­mıştır. Kendisini sorumsuz biri olarak bile hissedemez. Bu nedenle artık sorumluluk üstlenme hakkına sahip failler söz konusu değildir (Anders, 2018b, 84).

İnceleyin:  Berzah Olarak însan, Berzah Olarak Sinema

Anders’in anlattığı bu durum, birkaç açıdan insan ey­lemlerinin özgürlüğü bakımından sorun teşkil etmektedir. Öncelikle makineler kullanılarak yapılan işlerde insan gücü önemsiz hale gelmekte, insanın emeğinin azlığına karşıt ola­rak büyük sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bu durumda eylemin asıl failinin insan mı yoksa makine mi olduğunu belirsiz hale getirmektedir. Ayrıca insanın makine kullanarak elde etti­ği sonuçların öngörülmezliği de insan özgürlüğünün altını oyar. William Barrett’in de belirttiği gibi bilinç ile özgürlük bir aradadır (Barrett, 2003, 243). Söz konusu durumda insan, kalkıştığı işlerin sonuçlarından bihaberdir, dolayısıyla bunla­rın bilincinde değildir. Sartre da özgürlüğü insanın bilinç ya-pısının ta özünde bulur. Bilinç özgürlüktür ve bilinçli olmak da özgür olmaktır (Zack, 2019, 317). Bilinçli olmanın özgür­lükle ilişkilendirilmesi Hristiyan geleneğine de uymaktadır. Hristiyanlıktan kalma bir özdeyiş, gerçeğin insanı özgürlüğe kavuşturacağını söyler (Fromm, 1995, 24). Bilincin, özgürlü­ğün bir gereği olduğu kabul edildiği takdirde görsel ve işit­sel teknolojilerde meydana gelen gelişmeler insan özgürlüğü için bir tehdit oluşturabilecektir. Bu tehdit yalnızca eylemin sonuçlarının fail için öngörülmez olmasından kaynaklan­mamaktadır. Ayrıca özellikle yapay zekâ uygulamaları ile gerçeğinden ayırt edilmesi neredeyse mümkün olmayan ses kayıtları, resim ve videolar hazırlanabilmekte ve bunlar in- sanları manipüle etmek amacıyla kullanılabilmektedir. Bu tür nedenlerle “hakikat sonrası” olarak adlandırılan çağımızda gerçeğe ulaşmak güçleşmiş ve bu da bir tür bilinç ve özgür­lük sorunu haline gelmiştir. Yanlış yönlendirilen, aslı astan olmayan iddialarla harekete geçen insanların eylemlerinin bi­lincinde oldukları söylenemeyeceği gibi bu kişilerin özgürce eyledikleri de ileri sürülemez.

Eylemlerinin sonucunu göremeyen, hatta bunları tahay­yül bile edemeyen insanlar, bunların sonuçlarını üstlenme imkânına da sahip olamamaktadır. Özgür olmak, kişinin yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşebilmesi ve bunların hesabı­nı verebilmesini de gerektirir. Bu onun serbestlikten en bü­yük farkıdır. Ancak makineler dünyasında yaşayan insanlar birçok durumda eylemlerinin nihai sonuçlarından haberdar olamamaktadır. Dolayısıyla bu kişiler eylemleri sonrasında yaptıklarından gurur duyma ya da pişman olma fırsatı da yakalayamamaktadır. Yaptıklarının sonuçlarını bilmeyen bir insan bunları sahiplenemez. Bu sonuçlar ile kendisi arasında bir İlişki kuramaz. Genetiği değiştirilmiş ürünlerle üretim ya­pan bir fabrikada çalışan bir inşam düşünelim. Bu kişi belki çocukları çok sevmektedir. Ve belki uzun yıllar boyunca üre­timine katkıda bulunduğu ürünler birçok çocuğun hastalanmasına neden olmuştur. Bu çalışan ne çocukların hastalığının ne de kendisinin bu duruma olan etkisinin farkındadır. O, kendisini dürüstçe çalışarak evine ekmek götüren bir insan olarak görürken ve bu konuda haklıyken, pek çok çocuğu da hasta etmiştir. Kendisine ilişkin algısı, gerçekte yaptıkları ile kıyaslandığında oldukça eksiktir. Yaptığı şeylerin sonuçlarının ondan gizli kalması, yaptıklarının sonuçlarını üstlenme­sini engellemektedir. Bu örnekte de görüldüğü gibi eylemle­rimizin bilincinde olmadığımız durumlara yol açan teknoloji, özgürlüğümüzü azaltmaktadır.

Makine başmda bir şeyler üretilmesinin, gerçek bir ey­lem sayılıp sayılamayacağı Arendt’in eyleme bakışı açısıyla da değerlendirilebilir. Ona göre insanın eyleyebilir olması, ondan beklenmedik olanın beklenebilir olması, sonsuz olası­lıklardan birini gerçekleştirebilir olması demektir. Böyle bir şeyin mümkün olmasını sağlayan şey de her insanın benzer­siz olmasıdır (Arendt, 2018a, 261). Oysa makine başmda ça­lışanlardan istenen şey kesinlikle eşsizliklerini yaptıkları işe yansıtmaları değildir. Beklenilen burnun tam tersi, yani yapı­lan işin önceden belirlenen modele tıpatıp uygun olması ve belirlenen sürede tamamlanmasıdır. Sonsuz olasılıkları baş­tan mahkum edip çalışanı tek bir seçeneğe mecbur eden işler Arendt açısından birer eylem sayılmazlar.

Makineleri kullananların inisiyatifleri azalır. Mesela nor­malde neredeyse her tür yolda yürüyebilen ve çok farklı yerle­re gidebilen insan, otomobil kullanırken yalnızca belli yollar­dan, otomobilin gidebileceği yerlerden gidebilir. Otoyolların dışında kalan patikalar, ara yollar, dağlık yollar, taşlı-dikenli yollar, otomobil oralardan geçemeyeceği için otomobil kulla­nıcısı için birer yol değildir. Bu nedenle otomobili olanlar bu tür yerlere gitmemeyi tercih etmektedirler. İnisiyatifin insan elinden makinelere geçmesi özellikle fabrikalarda görülmek­tedir. Geçmişte halı veya kilim dokuyan insanlar bile ürettik­leri bu ürünlere yeni bir model getirme, farklı bir motif katma imkânına sahiptiler. Şimdi ise halı ya da kilim fabrikalarında çalışan işçilerin farklı tek bir ilmik atma hakları bile yoktur. Özellikle akıllı makinelerin geliştirilmesi kimi durumlar­da insanların inisiyatiflerini tamamen kaybetmesi anlamına gelebilecektir.

Çevremiz, işimize gelen bir çeşit otorite kaynağına dö­nüşen algoritmalarla kuşatılmış durumdadır. Bu yol hem düşünmeden saptığımız kestirme bir yoldur hem de sorum­luluğu dağıtmanın kolay bir yoludur. İnsanlar sorumluluğu makinelere devrederken, özgür algoritmalar kendi başlarına kararlar alıp uygulayabilmektedir. Bu algoritmalar mahke­mede hüküm vermekten kanser hastalarının tedavisine ve araba kazalarında ne yapılacağına dek hayatımızın pek çok aşamasında bizim adımıza tercihte bulunmaya başlamıştır (Fry, 2019, 22-25).

Bulut merkezli akıllı yazılım robotlarının (botların) kul­lanıcıları için her tür görevi yerine getireceği bir otomasyon dünyasına geçmekteyiz. Yakında görüşmeleri onlar ayarlaya­cak, restoran rezervasyonlarını onlar yapacaklar. İnsanlar ise botların nasıl karar verdiklerini bile anlamadan hayatlarının yönetimini onlara bırakacak (Leonhard, 2018, 40).

Örneğin akıllı arabaların kullanımı ile insan, araba üze­rindeki kontrolünü tamamen kaybedecektir. Böyle bir araç ile insan “sürücü” olmaktan çıkarak bütünüyle araba tarafından taşman bir nesne konumuna düşecektir. Byung-Chul Han’ın da söylediği gibi kendi kendini süren arabadaki insan ne ak­tör, ne hakim ne de dramaturgdur. Sadece küresel iletişim ağlarındaki bir arayüzdür (Han, 2018,16). Ancak bu araçlarm insanların kullandığı araçlara nazaran daha risksiz ve dola­yısıyla daha güvenli olduğu açıktır. Bu da akıllı araçları sa­vunmak için güçlü bir argümandır. Her işi insana göre daha kusursuz ve hatasız yapan makineler, doğal olarak insanlara göre daha iyi “sürücüler” olacaklardır. Plinius, kendi dönemi insanlarının özgürlüklerinden vazgeçişlerini haz dolayımın da açıklamıştı. Özgürlük haz uğruna vazgeçilebilen bir değer olduğu gibi güvenlik uğruna da kolaylıkla terk edilebilmek­tedir. Tarih, daha güvende olmak için vazgeçilen özgürlük örnekleriyle doludur. Dolayısıyla insanların inisiyatiflerini yitirme pahasına akıllı araçlara yönelmelerini garipsememek gerekir.

Baudrillard ise akıllı makinelerin ortaya çıkarılmasını farklı bir açıdan yorumlamıştır. Ona göre insanların özgün ve dâhi makineler düşlemelerinin nedeni, kendi özgünlük­lerinden umudu kesip veya bundan vazgeçip üçüncü şahıs olan makineler aracılığı ile bu özgünlükten yararlanmayı yeğlemeleridir (Baudrillard, 2016, 56). Düşünmenin sadece teknik düşünme olarak kabul edilmesi durumunda kuşkusuz makineler insanlardan çok daha iyi düşünecektir. Heidegger ise düşünmenin teknik hale gelmesini, onun kamusal olanın diktatörlüğü altına girmesi olarak tanımlar. Böyle bir durum­da her şey, insanın gündelik ihtiyaçları ve arzulan bağlamın­da anlaşılacaktır. Kamusal alan bu ihtiyaçları belirleyecek ve bunların nasıl karşılanacağına ilişkin parametreleri ortaya ko­yacaktır (Johnson, 2013,93). Teknolojinin egemen hale geldiği bir dünyada düşüncenin kendisi de teknik hale gelmektedir ve insan kendi ihtiyaçlarını dahi belirleyebilecek bir konum­da bulunmamaktadır.

Fromm’un iddiaları, ihtiyaçların belirlendiği görüşünü destekleyecek türdedir. Fromm’a göre insanlar sadece üretim alanında değil, sözde özgür tercihlerini dile getirebildikleri tek alan olan tüketim alanında da yönlendirilmekte ve yöne­tilmektedir. İster yiyecek, giyim, içki tüketimi olsun isterse sinema ve televizyon programı tüketimi olsun her alanda tü­ketimin artması istenmektedir. Bireyin yeni mallara iştahını arttırmak ve bu isteği sanayinin en kârlı kanallarına yönlen­dirmek amacıyla güçlü bir telkin mekanizması devreye gir­mektedir. İnsan bu tür mekanizmalarla tek isteği daha çok ve daha iyi şeyler üretmek olan ebedi bir süt kuzusuna, ” tüketi­ciye dönüştürülmektedir (Fromm, 2018, 45-46).

Köleler sayesinde köle sahiplerinin ağır işlerden kurtul­duğu gibi makineler sayesinde de makine kullanıcıları her tür işten kurtulmaktadır. Fromm’a göre ağır işlerden kurtulmak, “modern ilerleme”nin en büyük nimeti sayılmaktadır. Fakat bu durum sadece insan gücünün daha yüce ve yaratıcı işlere harcanması durumunda bir nimettir. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Ağır işlerden kurtuluş, her tür fiili çabadan nefret etmeye, tam bir tembellik fikrine yol açmıştır. İyi bir hayat çabasız hayat olarak görülmüş, güçlü çabalar sarf etme gerekliliği bir bakıma Ortaçağ’a özgü bir durum olarak adde­dilmiş ve insanlar isteyerek değil de yalnızca gerçekten mec­bur kaldıklarında sıkı çaba harcamaya başlamıştır. Yürümek “zahmet” i çekmemek için iki sokak ötedeki markete arabayla gitmek bunun günlük hayatta en sık rastlanan örneklerinden biridir (Fromm, 2017,46). Bu tembellik çocuklardan yetişkin­lere, kentlilerden köylülere her kesim insanda görülmektedir. Geleneksel olarak yumurta, süt, peynir, yoğurt gibi ürünler üretmiş olan köylülerin büyük kısmı, bu ürünleri üretmeyi bırakmıştır. Artık köylülerin büyük kısmı bunları marketler­den tedarik etmektedir.

Fromm’un da belirttiği gibi aksi yöndeki sloganlara rağ­men iyi beslenmiş, iyi bakılmış, insanlıktan uzaklaştırılmış, bunalmış sıradan insanı bürokratların idare ettiği bir toplu­ma doğru hızla yaklaşıyor, makinelere benzeyen insanlar ve insanlara benzeyen makineler yaratıyoruz (Fromm, 2018, 47- 48). Alternatif edim imkânlarının olmadığı, insanların yapıp ettiklerinin sonuçlarını göremediği, bunlarla yüzleşip sorum­luluğunu üstlenemediği, birey olarak iç muhasebede buluna­rak ne tür bir fail olduğunu değerlendiremediği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Yapıp ettiklerimiz biz onları ortaya koyduktan hemen sonra adeta bizden kopuyor. Bizimle çok az ilgisinin kaldığı bu edimlerin sonuçları dünyayı etkilerken, biz olan bitene bigâne kalıyoruz. Teknoloji sayesinde örneğin yerin yüzlerce metre altında bulunan maddeleri çıkarabiliyo­ruz fakat bunun doğa ve çevre halkı üzerindeki etkilerini tam olarak bilemiyoruz. Bazı tuşlara basmış olan kimseler ortaya çıkan sonuçlar üzerindeki rolünü kabul etmek istemiyor. Bu bakımdan bir şeyler yapan fakat yaptıklarının boyutlarından habersiz olan çocuklara benziyoruz. Bu nedenle özgürlük ve sorumluluk açısından birer çocuk seviyesine düştüğümüzü söylemek abartılı bir ifade değildir. Diğer taraftan her işimizi makinelere yaptırdığımız için kaslarımızı, aklımızı, yaratıcı­lığımızı ve duyularımızı yeterince kullanmıyoruz. Bu özellik ve yetilerimizi kullanıp yetkinleştiremediğimiz için bu açılar­dan köreliyoruz.

Makineler dünyasında insan özgürlüğünün çeşitli ne­denlerle azaldığı açıktır. Belki de insanın kalan son özgürlük parçasını koruyabilmesi için yapması gereken, hayatına çok­tan girmiş olan makineleri otorite sahibi olacak şekilde değil de karar alma aşamasında insana yardıma olacak şekilde ta­sarlamaktır. Makineler insanlara alternatifleri işaret edip in­sanların farklı seçeneklere açık olmasını sağlayabilirler. Veya herhangi bir seçeneğin olası sonuçlan konusunda onlara bilgi vererek her bir tercihin artı ve eksi yönlerini gösterebilirler. Böylece kişi, aldığı kararların bilincinde olup sonuçlarını üst­lenebilecek konumda olabilir. Aksi takdirde her zaman iki nokta arasındaki en kısa yolu tercih edecek ve insana inisiya­tif hakkı tanımayacak makineler insan özgürlüğünü ortadan kaldıracaktır.

Sebile Başok Diş -Mekanikleşen Hayatta İnsan ve Özgürlük Sorunu,syf:117-136