Mahremiyetin Dönüşümü…
…
Pitirim A. Sorokin ve Giyim-Değer İlişkisi
Giyim tarzları, eşya kullanımları, lezzet ve tatlar konusundaki tercih ve yönelimlerin neyin fonksiyonu olduğu kültür kuramcıları tarafından tartışılagelmiştir. Bu bağlamda en bütünlüklü yaklaşımlardan birini geliştirmiş olan Sorokin, giyimin de içinde yer aldığı maddi kültürün toplumsal değerlerin bir fonksiyonu olduğunu belirtmektedir. Ona göre her kültür üç bileşenli bir yapı arz eder: Anlamlar/değerler, insanlar/davranışlar ve araç-gereçler/maddi kültür unsurları (Sorokin 1964; ayrıca Erkilet 2013: 17-25).
Normal şartlar altında, her bütünleşmiş kültür sistemi özünde soyut olan anlam ve değerler ile onları yaşayan, taşıyan,aktaran insanlar ve değerlerin “taşa kazınmış hali” olan maddi kültür unsurlarından oluşur. Bu üç bileşen arasında anlam etrafında bütünleş-me durumu vardır. En basit ifadesiyle insan, neye inanıyorsa ona göre davranır, kendinden sonraki kuşakları ona göre sosyalleştirir ve nihayet o değer yargıları ile tutarlı araç/gereçler kullanır. İçinde yaşadığı binaların estetik ve tasarımıyla, ibadethaneleriyle, giymek için seçtiği malzeme ve biçimlerle kültüre omurga veren değer sistemleri arasında bir tutarlılık mevcuttur.
Bu açıdan bakıldığında, giyimin ya da diğer bir maddi kültür unsurunun değerden bağımsız olduğu düşünülemez; giyim de sosyolojik açıdan belirli bir değerin göstereni olarak okunmak durumundadır.
Bu okuma estetik tasarımdan, malzeme seçimine, ürünün maliyetinden,kullanımının toplumsal etkilerine kadar uzanan bir ölçekte gerçekleştirilebilir. Sorokin’in maddi kültüre ilişkin olarak ortaya koyduğu çerçeve
oldukça geneldir.
Bu nedenle, giyim ve moda konusuna odaklanmış çalışmalara da göz atmak gerekir. Örneğin, kurucu babalardan biri olduğu halde tezleri Türkiye sosyolojisinde fazla dillendirilmemiş düşünürlerden biri olan G. Simmel 1904’te moda başlıklı bir makale yazmış ve olguyu bir sosyolog ve sosyal psikolog gözüyle çözümlemeye çalışmıştı.
II. Georg Simmel ve Taklit Olarak Moda
Simmel modayı insan doğasındaki ikiliklerle ve sınıf olgusuyla ilişkilendirerek ele almaktadır. Ona göre, “moda her şeyden önce bir taklit ve bundan ötürü de bir sosyal eşitleme biçimidir ama paradoksal olarak, kesintisiz biçimde değişmesi nedeniyle zamanları ve toplumsal tabakaları birbirinden ayırır. Aynı sınıftan olanları birleştirirken, onları diğerlerinden ayırma işlevi görür” (Simmel 1957: 541)
Simmel’e göre moda, öncelikle, insani varoluşun içerdiği ikiliğin (dualitenin) bir fonksiyonu olarak anlaşılmalıdır.Ona göre insan varlığının temelinde, kadın/erkek olmak, genellemek/özelleştirmek, bir örneklik ihtiyacı/farklılaşma, dinginlik/aktivite ihtiyacı gibi ikilikler zaten içkin olarak vardır.
Süredurum, birlik, benzerlik ile değişim, uzmanlaşma, özgünlük eğilimlerini aynı anda ve tümüyle tatmin edecek moda dışında hiçbir kurum, yasa, yaşam formu yoktur (Simmel 1957: 542).
Simmel taklidin cazibesini, fazlaca bireysel ve yaratıcı uygulama gerektirmemesinde görmektedir. Ona göre, bir taklit olarak moda, bireye eylemlerinde yalnız olmadığı yönünde bir tatmin verir. Her taklit edişimizde, sadece yaratıcı eylem talebimizi değil, eylemin sorumluluğunu da başkalarına devrederiz.
Simmel (1957: 543) bu karmaşık denklemi şu formülle özetlemektedir:
Taklitçi ölümlü, pasif bireydir, sosyal benzerliğe inanır, kendini mevcut sosyal ögelere uyarlar. Taklitçi ölümlünün karşıt kutbunu oluşturan teleolojik (erekli) birey ise, sürekli deneyimler, durup dinlenmeden çabalar, kendi kişisel kanılarına yaslanır. Modanın özelliği bu iki karşıt eğilimi aynı anda karşılamasıdır… Moda verili bir örneğin taklididir ve sosyal uyarlanma ihtiyacını tatmin eder ama aynı zaman da içeriklerin daimi değişimi yoluyla farklılaşma, benzemezlik eğilimi,değişim ve çelişme arzusunu da tatmin eder”.
Simmel’e (1957: 544-546) göre, modada taklit ögesi ne kadar önemliyse, sınır çizme de o kadar önemlidir. Zira moda, sınıf ayrımlarının bir fonksiyonudur, aynı sınıftan olanlarla birlik halini simgelerken ve tam da bundan dolayı diğer grupları dışlar. “Son moda”nın sadece üst sınıfları ilgilendirmesi bundandır. Alt sınıflar onları taklide ve bu yolla kendilerine çizilen sınır hattını aşma çabasına girdiği an, üst sınıflar bundan yüz çevirir ve kendilerini kitlelerden ayrıştıracak yeni bir stil benimserler.
Simmel moda sınıf ilişkisini somut örnekler üzerinden göstermeye çalışmıştır. Örneğin Güney Afrika’daki Bantu kabilesinde sınıf sistemi güçlüdür, bu nedenle bu toplulukta moda olgusu gözlenir ve hızla değişir. Oysa Buşmanlar’da sınıf sistemi olmadığı için bu halkın takı ve giysilerinde fazla bir farklılaş-ma ve değişme görülmez. Benzer şekilde, 14. yüzyıl sonu Venedik’inde de erkek modası gözlenmez. Simmel’e bunun nedeni, soylu erkeklerin hepsinin “sayılarının azlığını alt sınıflara fark ettirmemek” amacıyla ve “yasa gereği” siyah giymeleridir(1957: 547).
Aynı dönemde Floransa’da modanın gelişmemiş olmasının nedeni ise, herkesin kendi stilini geliştirmiş olması ve birliğe ihtiyaç duyulmamasıdır Simmel’e göre.
Simmel, modern zamanlarda modanın etkisinin artmasını, yaşam standartları arasındaki farkların artışına ve “tüm büyük, kalıcı, sorgulanamaz kanaatlerin sürekli güç kaybetmesine” bağlamaktadır:
“Geçmişle bağların kopması, bugüne odaklanma her alanda modaları pekiştiriyor, sadece giyimde değil lezzetlerde, kuramsal kanaatlerde ve yaşamın ahlaki temellerinde de modaların peşinden koşma eğilimi
ortaya çıkıyor(1957: 548)
Simmel’in modayla ilgili saptamalarının belki de en önemlilerinden biri, moda olgusunu kadınlık hali ile ilişkilendiren açıklamalarında yatar. Ona göre kadınlar, tarih boyunca özgür olamamışlardır; onun içinde modanın onlara erkeklere nazaran daha fazla hitap etmesi normaldir.
Buna örnek olarak kadının özgürlüğünün arttığı dönemlerle daha bağımlı olduğu dönemleri ve coğrafyaları karşılaştırma yoluna giden Simmel,14-15. yüzyıllar Avrupa’sına atıfta bulunmaktadır. Almanya’da bu dönemlerde “bireysellik” yalnızca erkeklere tanınmış bir ayrıcalıktır ve kadınların kişisel edimlerde bulunma ve kendini geliştirme hakkı kısıtlanmıştır.
Bu nedenle Alman kadınları çok abartılı ve gösterişli kıyafetleri ve giyim stillerini benimsemişlerdir. Oysa aynı dönemde İtalyan üst sınıf kadınları Rönesans etkisiyle kendilerine tanınan kültürel fırsatlardan yararlanıyor, ev dışı aktivitelere katılabiliyorlardı. Eğitim ve eylem özgürlüğü her iki cinse de eşit olarak tanınmış olduğu için İtalya’da Almanya’dakine benzer mübalağalı bir kadın modası ortaya çıkmamıştı(Simmel 1957: 550-551).
Simmel’e göre, tarih boyunca kadınların hayatı son derece kolektif, bir örnek, eşitleyici koşullara tabi ve benzerlikler üzerine kurulu olmuştur. Bu nedenle de kadınlar en azından bir alanda, yani modada farklılaşmak istemişlerdir. Erkekler ise çok-yönlü varlıklardır, bu nedenle mutlu olmak için giyimlerini değiştirmeleri gerekmez. Moda,“bir mesleğe yahut unvana bağlı sınıf pozisyonları elde etme imkânına sahip olmayan kadınlar açısından bu durumu telafi etmenin biricik yoludur”(Simmel 1957: 551).
III. Thorstein Veblen ve Gösteriş Tüketimi Kavramı
İktisat sosyolojisinin en önemli isimlerinden biri olan Veblen, giyim sosyolojisinin de kurucularından sayılır. Veblen’in giyimle ilgili analizleri aylak sınıf teorisi içinde yer alır. Ona göre, aylak sınıflar, yani üretim süreci içinde doğrudan yer almayan ancak artı-değere el koyan gruplar, kendi toplumsal pozisyonlarını vurgulama eğilimi içinde tüketim yaparlar. Burada tüketimle ihtiyaçların arası açılmış; üst toplumsal konumu vurgulamanın bir aracı olarak tüketim devreye girmiştir.
Weber’in de (1986: 187)statü gruplarını izah ederken atıfta bulunduğu üzere, belirli yemekleri yemenin, belirli silahları kullanmanın,belirli giysileri giymenin ya da amatör sanat etkinliklerinde bulunmanın üst statü gruplarından olmayanlara yasaklanması yeni bir durum değildir, geçmişte de söz konusu olmuştur. Nitekim Veblen’e göre de,üretim karşılığı olmayan tüketim her zaman bireyi onurlandıran bir durum olarak görülmüştür.
Ancak, çalışan ve emeğiyle geçinenler ile çalışmadan başkalarının çalışmasından yararlananlar arasındaki farkın “para üzerinden” değerlendirilmeye başlanması artık yeni bir evreye girildiğinin göstergesidir. Bu evre kapitalizm olarak ifade edilebilir(Veblen Leisure Class Erişim Tarihi 11.04.2011) http://socserv2.mcmaster.
ca/~econ/ugcm/3ll3/veblen/leisure/chap04.txt).
Veblen’e göre, gösteriş tüketiminin en iyi temsil edildiği alan giysidir. Giysi yalnızca ödeme kabiliyetinin bir fonksiyonu değildir yani “onu giyenin fiziksel konforunu sağlamak amacıyla değerli malları tü ketebileceğini göstermekle kalmaz, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olmadığını da” gösterir. Bir başka deyişle, tüketimin gösteriş tüketimi olabilmesi için giysi, giyenin emek gücüne dayanan, bedensel çalışma içeren herhangi bir üretken süreçte yer almadığını da açıkça göstermelidir.
Gösteriş tüketimi açısından, giysilerin sürekli yenilenmesi ve boş/lüzumsuz harcama içermesi lazımdır.Veblen’e göre, rugan ayakkabılar, kusursuz ketenler, silindir şapkalar, bastonlar gibi giysi ve aksesuarlar, kullananın, insani ihtiyaçları karşılamaya dönük herhangi bir işe girişemeyeceğinin de kanıtını oluştururlar.
Kadın giyiminde ise bu bağlantı çok daha açıktır Veblen’e göre.“Kadın giyimi onu tüm yararlı işler konusunda kudretsiz hale getirir”.
Özellikle Veblen’in yaşadığı dönemde kadın giyiminin temel ögelerinden birini oluşturan korse, Veblen’e göre ekonomik teori açısından sakatlamanın yerine ikame edilebilecek bir etkiye sahiptir. Kullananın canlılığı-nı azaltır ve onu kalıcı ve aşikâr biçimde çalışmaya elverişsiz hale getirir.
Veblen, üst-sınıfa mensup kadınların, aynı sınıftan erkeklere nazaran işe yarar etkinliklerden daha fazla uzaklaştırılmış oldukları kanısındadır.
Ona göre, kadının alanı çalışarak kazanmanın alanı değildir; güzelleştirmekle yükümlü olduğu “evin içidir”. Kadın da evin en temel süsüdür.
Veblen bu saptamadan hareketle, üst sınıf kadınların hane halkının para harcama kapasitesinin göstereni olmaktan başka herhangi bir ekonomik etkinlik içinde olamadıklarının altını çizer: “Kadınlar kendilerinin efendileri değil, erkeklerin taşınır malı/kölesidir”. Gösteriş tüketimi yapan üst sınıf kadın, kendi adına parasal bir başarıyı vurgulamış olmaz; ekonomik anlamda bağımlı olduğu kişi lehine bir kazanım sağlamış olur ki, bu ilişki ekonomik teoride “angarya” ya da “kölelik” olarak adlandırılmaktadır.
Kaldı ki, Veblen’e göre, hizmetçiler sınıfı da benzeri bir gerekçeyle ama tabi hanımefendininkini gölgede bırakmayacak şekilde iyi giyindirilmişlerdir.
Moda bağlamında son bir kuramsal gönderme de yabancı toplumların giyim kuşam alışkanlıklarının taklit edilmesi bağlamında, İbn-i Haldun’a ve onun temel sosyolojik eseri Mukaddime’ye yapılmalıdır.
İbn-i Haldun yenilen halkların kendilerini yenenleri, giyim kuşamdan,atlarını süsleme biçimine, havuzlarına, evlerine ve mobilyalarına kadar taklit ettiğini söyler. Çünkü yenilmelerinin karşıdakinin üstünlüğünden kaynaklanması gerektiğine inanmak isterler. Bu üstünlüğün de sadece onun teknik ve askeri becerilerinde değil tüm alanlarda yattığını vehmederler; taklitle galiplerin zaferlerinin arkasında yatan sırra ermek isterler:
“Nefis ve kalp daima… kendi kavimlerine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Bu da boyun eğmesinin kendisini yenen kimsenin kemal ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu inanında olmasından ve bu hususta yanılmasından ileri gelir…
İşte bu gibi sebeplerden dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam,hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir… Bunları gören, bu hallerin istila belgesi olduğunu hikmet gözü ile görebilirler” (İbn-i Haldun 1988 I. Cilt: 374-376).
Bu yazı,Alev Erkilet’in “Mahremiyetin Dönüşümü: Değer, Taklit ve Gösteriş Tüketimi Bağlamında “İslami” Moda Dergileri” adlı makalesinden alınmıştır.
Makalenin tamamı için bkn:http://dergipark.gov.tr/download/article-file/40758